valla benden bay bekle kusura bakma geç oldu yarın öbür yazdıklarını okurum bende bi şeyler eklerim kendine iyi bak ama bu kadarda kendini verme devam bakma sen lafımı iyi geceler deyim
Bir tek şeyi unutma! Seni sevdim ben. Kalbim şimdi bir sokak çocuğu Kelebekleri göç etti gönlümün Issızlaştı hayat sanki Sanki, sabahı eksik şiirlerimin. Sanki, gecesi hep kanayan bir yara Ve sanki, artık hep kanayacak... Ağlanacak bir aşkın kıyısına vurduysa gözlerim Çare yok, ağlayacak. Bir tek şeyi unutma! Seni sevdim ben. Kapıları kendime ben açamadım Ya da yanlış saatlerde bekledim gelmeni Düşünüyorum da sen gideli ne çok yalnızım.. Sarmaşık aşkın sarısında kaldım, sarılamadım. Savunamadım seni kimselere Anlatamadım seni kimselere Kimsesiz kaldım, En çok da sensiz... Bir tek şeyi unutma! Seni sevdim ben.. Sana uyumak, Sana uyanmaktı hayat. Sıratını geçtim yaşarken korkmadan Korkumu geçtim cesaretle, ihanetle Berduş bir yalan masumiyeti öptüm bile bile Tek sen gitme diye Sonbahar oldum yaprak yaprak Ağaç oldum köklerimi unutarak Tesellisiz bir geceye fırlatıldım Kalbimi dar kafese kapatarak İçimdeki bir kanarya Hiç susmadan ağlayacak Bir tek şeyi unutma! Seni sevdim ben. Yakamozlarında yıkadım sevdamı çırılçıplak Seni sevdiğimi bağırdım mehtabına Beyazında akladım bulutunun Mavi mavi sevdim seni içim kan ağlayarak Bir tek şeyi unutma! Seni sevdim ben
anılarım,şarkılarım, telefonlarım susturuldu, sustu en güzel günler, geçen zaman hüzünlere boğuldu, şiirler konuşur bu saatten sonra, susturuldum,susturulduk... ne ümitler besliyordum ikimzin adına, sessizlik canımı aldı, aldığım nefes zehir, yaşadığım kapkara bir zindan, beynim beni terk etti, temiz duygular yaşadık,kirlenmeden, biliyorsun seni çok sevdim, gittiğin günden beri ne tranvalar atlattım, ümidimi hep yanımda tuttum, belki gelirsin diye.... bundan sonra şiirler konuşur, sana diyecek sözüm yok, sen haklısın. böyle olmamalıydı, bu aşk böyle tüketilmemeliydi, nedenini sende biliyorsun, okadar güzel olan şey var ki , bence ömre bedel. biliyorum sende benim gibisin, susturulduk be bebiş, şarkılar sustu biz sustuk, kader utansın... utanacak yüzü varsa!!! kanatsız adam hep içinde taşıyor seni, biliyorsun....
"seni seviyorum"
YAĞMURUN ÖZLEMİ
Yağmuru bilirmisin,
Hani çocuktuk,altında körebe oynardık,
Sırıl sıklam olsakta bırakmazdık oynamayı,
Ne kadar çok yağarsa,yağsın yılmazdık,
Şimdi yağmurların güzelliği de yok,
Artık gözyaşlarımı,geçmişte bıraktığım,
Yağmurlara benzetiyorum,
Ama körebe oynayamıyorum,
Aşkın körlüğünü yaşıyorum,
Yaz yağmuru gibi içimi ısıtıyor,
Daha çok ıslanmak ,ıslanmak istiyorum,
Kendimi yağmurun saflığı ile bir hissetmek istiyorum,
Oysa ki kışın yağmurları sevmiyorum,
Çünki kış yağmurları bana hep acıları yaşatmıştır,
Özlüyorum,özlemlerimi özlüyorum.
Çeşmealtı’nın bir sahilinde,
Yağmurun altında sevişmelerimizi özlüyorum.
Zamansız.aniden,doyasıya sevişmelerimizi,
Öpüşmelerimizi özlüyorum,
Artık özlemekte istemiyorum,
Yağmurları yalnız seyrediyorum,
Tek odalı bir evin penceresinden,
Dışarıda ıslanmaktan korkmayan
aşıkları seyrediyorum,
Artık kendimi sunni yağmurlar altında
ıslanırken buluyorum,
Bir yağmur diniyor,biri başlıyor,
Sonunda hep o yağmuru yalnız seyrediyorum,
Çocukluğumda ki gibi körebe oynadığım,
Dinmek bilmeyen yağmurları özlüyorum.
AŞK NEDİR..?
Aşk "İyi geceler öpücüğü"nü uzun tutmaktır. Beklentidir. Aşk delicesine flört ederken yanındakinin hiç bir şey yapmama hakkını teslim etmektir. Saygıdır. Aşk zaaflarınız olduğunu ortaya çıkarır. Kabullenmektir. Aşk şimdi zamanı değil diye beklemeyi bilmektir. Sabırdır. Aşk saçlarda başlayıp topuklarda biten bir gezintidir. Keşiftir. Aşk "Sevişelim" demeden sevişmek, yanındakinin ne istediğini bilmektir. Anlaşmaktır. Aşk bağlandığını sandığında, karşındakine "hayır" deme şansını tanımaktır. İnceliktir. Aşk korumaktır. Sorumluluktur. Aşk ciddi bir tokalaşmayı kıkırdamaya dönüştürmektir. Mizahtır. Aşk "Durma yoksa seni öldürürüm" lafını duymaktır. Şehvettir. Aşk evinizdeki herşeyin yerinin değiştirilmesini kabullenmektir. Teslimiyettir. Aşk sevgilinizin ne olduğunu bütün çıplaklığıyla görmektir. Gerçektir. Aşk saatin kaç olduğunu bilip aldırmamaktır. Neşedir. Aşk sizi kucaklayan kolların gittikçe daha çok sarılmasıdır. Mutluluktur. Aşk gecenin bir vaktinde "Sen uyu benim gitmem gerek" dediğinizde "Uyanık kalıp seni birazdaha görmeyi tercih ederim" cevabını almaktır. Sıcaklıktır. Aşk tanıdığınızı zannettiğiniz insanın yeni yanlarını keşfetmektir. Tazeliktir. Aşk uyandığınızda rüyanızı yanınızda bulmanızdır. Düşlerin gerçek olmasıdır. Aşk kocaman yatağın üçte birine sığışmaktır. Yakınlıktır. Aşk evin anahtarından bir kopya daha yaptırmaktır. Güvendir. Aşk "Hoşçakal" dedikten sonra tekrar karşılaşacağını bilmektir. Kaderdir. Aşk "gerindiğinde sızlayan vücut" lafının anlamını bilmektir. Derstir. Aşk ecza dolabını açtığında, dişmacunu kapağını kapatılmamış bulmaktır. Uyumdur. Aşk pencereden dışarıya baktığında kiminle olduğunu hatırlamaktır. Düşüncedir. Aşk rüzgarın ağaçların arasında dolaşırken çıkardığı sesi dinleyip sevgilisinin yanında olmadığına hayıflanmaktır. Yalnızlıktır. Aşk asla anlatılmayacak hikayelerdir. Özeldir.
Geceleri kesintisiz uyuyacak ama her kalkışımda seni öpme duygusunu tadamayacaktım. İstediğim her akşam, sinemaya, bara, dürüm yemeğe, sahilde dolaşmaya gidebilecektim ama "anne bende geleyim" diye bacaklarıma yapışan minik ellerinin sıcaklığı ısıtmayacaktı yüreğimi... Yeni boyanmış duvarlarımda kalem izi ve yemek izi olmayacaktı ama ben silerken "anneciğim ne kadar iyisin" diyen sesini duymayacaktı kulaklarım...
"'üzülme ben seni çok seviyorum" diye beni göğsüne bastırmayacaktın... Belki başım daha az ağrıyacak, daha az yorgun olacaktım ama kanepeye uzanıp minik ellerinle yaptığın o büyülü dokunuşların etkisiyle dirilemeyecektim... Kendime ayıracak param daha çok olacaktı ama senin salça kavanozunda biriktirdiğin bozuk paraları birlikte sayıp sevinç nidaları atamayacaktık... Kakanı temizlemek zorunda kalmayacaktım ama temizlerken kokudan dolayı minik ellerinle hem kendi burnunu hem de benim burnumu kaparken "anne burnunu kapatayım, iğrenç kokuyor" diyen uyarını bilemeyecektim... Bir çocuk sahibi olmanın ne demek olduğunu asla öğrenemeyecektim... Her gece bana sarılan minik kollarını, burnumun üst kısmına yerleştirdiğin o fındık burnunu duyumsayamayacaktım...
Ocak ayları bu kadar sıcak olmayacaktı... Hastane odasında, lohusa kurdelası ile çekilmiş fotoğraflarım olmayacaktı.... Otobüse bindiğimde kimse yer vermeyecekti... Arabama her binişinde 'sana kocaman bir araba alacağım' diyen olmayacaktı...
Her giyindiğimde hayran gözlerle bakıp, "tam istediğim gibi nefis olmuşsun" diyen iltifatınla coşamayacaktım... Her gece bıkmaksızın baktığın düğün fotoğraflarıma belki yılda bir kez bakacaktım... Annemi bu kadar sevdiğimi anlamayacaktım... "Seni seviyorum" demeyi hep erteleyecektim... Annelik duygusu ile donanamayacaktım... Rujlarımı, farlarımı ve göz kalemlerimi yıllarca kullanacaktım.. Doğum izni prosedüründen haberim olmayacaktı...
Aynı cinsin rekabetinin ne demek olduğunu anlamayacaktım... Çocuklarla ve ebeveynlerle ilişki kurabilmenin bu denli kolay olduğunu anlamayacaktım... Elim senin elinde dolaşırken bir sahil kenarında, dalga seslerinin bize şarkılar mırıldandığını duyamayacaktım...
Gece senle ilgili korkulu rüyalar görmeyecek, ızdırapla uyanıp yatağının yanına gelip, derin derin nefes alışını izleyemeyecektim... Hangi yemekte ne kadar protein, vitamin, fosfor, kalsiyum v.s. var hiç bilmeyecektim... Her ay bir çocuğun kaç santim uzaması, kaç gram alması gerektiği umurumda bile olmayacaktı...
38.5 derece ateş beni de yakıp kavurmayacaktı... Hangi dişlerin ne zaman çıkacağı konusunda derin bilgilere dalamayacaktım.. Kayınvalidemi, oğluna neden bu kadar düşkün diye anlamamakta inat edecektim... Anneler gününde kimseden hediye alamayacaktım ama ertesi gün bana küsüp geri hediyesini isteyen bir kıza gülümseyemeyecektim... Sabrı, merhameti, önseziyi, özveriyi, duyarlılığı, öğrenmeyi, öğretmeyi tam randımanlı kullanamayacaktım...
Gece 4:30 da gözü kapalı mutfağa kadar gidip, bardağa su doldurup yine gözü kapalı dönme yeteneğini kazanamayacaktım... Minicik evimi mama sandalyesi, otomobil koltuğu, ana kucağı, rengarenk emzikler, muhtelif boyda biberonlar, onlarca çeşit barbie, yapbozlar, tüylü-tüysüz envai çeşit oyuncakla ve şişelerce çocuk ilacı ile doldurmayacaktım...
Her çıktığım alışverişten sana alınmış paketlerle dönemeyecektim... Hamilelik esnasında 81 kiloya kadar çıkıp, tartıyı kırma eğilimi gösteremeyecektim... Doğum sonrası günlerce aç kalıp, rejim yapamayacak ve yemek yemenin bir lütuf, yiyememenin işkence olduğunu bilemeyecektim...
Çocuk konusunda ahkam kesemeyecektim... Çocuk doktorları ile ilişkim, sokakta gördüğüm tabelalardan ibaret olacaktı.... Aşkın ve sevginin bir erkekle kadın arasında yaşanan o önlenemez sevgi olduğunu sanacak ve yanılacaktım...
Kirpiklerime kadar sıçrattığın ilk muhallebinin tadına bakamayacaktım... Yaşanmış tecrübeleri, deneyimleri bilmiş bir tavırla reddetmeye devam edecektim... Daha çok bildiğimi sanıp ama daha az bilecektim... İnciklerimin, boncuklarımın, fularlarımın ve tokalarımın nereye depolandığı konusunda meraklar içinde olmayacaktım...
Yüreğim bu kadar derin atmayacaktı... Kalbim bir ömür boyu birine ait olmayacaktı... Baleye gitmen, bir enstrüman çalman, doktor olman, mühendis olman, v.s. konusunda sonradan edinilmiş görgüsüzlüklerim olmayacaktı... "Anne bak dişimi fırçaladım" diye ağzını açıp koklamak için uzandığımda burnumu yanlışlıkla ısıran, kan oturtan bir çocuğum olmayacaktı... Beni bu dünyada en çok annem seviyor sanacaktım...
Göz ameliyatı sonrası gözlerim bandajlı eve geldiğimde, babaannesinin bacaklarına yapışıp hıçkıra hıçkıra saatlerce ağlayan ve benim için üzülen küçük bir kıza sahip olmayacaktım... Torun bakma şansım olmayacaktı... Damadıma zulmetme, hayatı zehretme zevkini yaşayamayacaktım... Tam yemek yerken, salondan koşarak gelip, "anne burnumdaki sümüğü lütfen alır mısın?" diye bana bu zevki bahşeden biri olmayacaktı...
Ben kanepede sızmış uyurken, koşa koşa yatağının örtüsünü alıp, üzerime sermek için nefes nefese kalışını göremeyecektim... Her sabah 6 da baş ucuma gelip, ses çıkarmadan yatağa girmek için benden onay bekleyen biri olmayacak ve senin geldiğini ruhani bir güçle anlama yeteneğine sahip olmayacaktım... "Kız evi naz evi" tezinin doğruluğunu savunamayacaktım... Çocuk hikaye kitapları ve çocuk gelişimi ile ilgili kitaplarla ilgim, kitapçı raflarıyla sınırlı kalacaktı...
İlkokul ve ortaokul yıllarında veda ettiğim, pastel boya, gazlı kalem ve kuru boyalarla bir daha karşılaşmayacaktım... Çocuk bezinin olduğu bölümlerinin aslında bütün büyük marketlerde var olduğunu bilemeyecek ve maxi, midi, mini boylarına anlamsız gözlerle bakacaktım... Üzümün çekirdeklerini tek tek çıkarmak için insanüstü bir uğraşa asla girmeyecektim... Sulu köftenin köftelerini fındık büyüklüğünde yapmak için sabrım hiç olmayacaktı... Kimseye bu kadar sık sarılamayacak ve yalayıp yutarcasına opemeyecektim...
Sen olmasaydın eğer ben asla 'ben' olmayacaktım...
Bir çocuk doğduğu anda Bir anne doğmuş olur.
Sevdan Beni
Terketmedi sevdan beni, Aç kaldım, susuz kaldım, Hayın, karanlıktı gece, Can garip, can suskun, Can paramparça... Ve ellerim, kelepçede, Tütünsüz uykusuz kaldım, Terketmedi sevdan beni...
Ahmet Arif
Unutamadığım
Açardın, Yalnızlığımda Mavi ve yeşil, Açardın. Tavşan kanı, kınalı - berrak. Yenerdim acıları, kahpelikleri...
Gitmek, Gözlerinde gitmek sürgüne. Yatmak, Gözlerinde yatmak zindanı Gözlerin hani?
"To be or not to be" değil. "Cogito ergo sum" hiç değil... Asıl iş, anlamak kaçınılmaz'ı, Durdurulmaz çığı Sonsuz akımı.
Canımın gizlisinde bir can idin ki Kan değil sevdamız akardı geceye, Sıktıkça cellad, Kemendi...
Duymak, Gözlerinde duymak üç - ağaçları Susmak, Gözlerinde susmak, Ustura gibi... Gözlerin hani?
Adımlarıma Düşmandı Yüreğim
Kalemden öte Hiçbir şeye dokunmadı Sana uzanıp da Hiçlikte kalan elim.. Ve kendimi Yüzünden uzağa her taşıyışımda Adımlarıma düşmandı yüreğim...
Öyle ki; Demirlediğim limanlar Yabancı düşünce düşlerime, (Bir bakıma akıntıya kürek) Geriye doğru yaşamaya başladım zamanı...... Ve gittikçe nehirleşen yokluğunun debisinde, Satır-satır can verdi yürek Vardığım yer işte burası!
Gözlerinin karası....
İnsan Sevdiğini Görmediğinde....
Kıskançlıklarla, kuşkularla, hesaplaşmalarla süren sancılı bir aşkın orta yerindeki bir sevişmeden sonra adam seviştikleri odadan çıktığında başlayan bir hava bombardımanında ev isabet alıyor ve adamın biraz önce geçtiği bölüm çöküyor.
Daha iki dakika önce koynunuzda olan birinin yok olduğunu görüyorsunuz. O korkunç anda kadın yaşadığı çaresizlik karşısında, aslında pek de inanmadığı Tanrı’ ya sığınıyor. Dizlerinin üstüne çöküp yalvarıyor. “İnandır beni” diyor, “o yaşarsa sana inanacağım. Ona bir fırsat tanı. Bırak mutluluğuna sahip olsun. Bunu yap, inanacağım sana.” Ve Tanrı’yla bir pazarlığa oturup en çok sevdiğini geri alabilmenin karşılığında Tanrı’ya en çok sevdiğini vermeyi öneriyor. Eğer biraz önce o kapıdan çıkan erkek yeniden o kapıdan sağ olarak dönerse, o erkeği bir daha hiç görmeyeceğine söz veriyor Tanrı’ya. “ İNSANLAR BİRBİRLERİNİ GÖRMEDEN DE SEVEBİLİRLER, değil mi” diyor, “ seni hayatlarında bir kere bile görmeden seviyorlar.” Graham Greene, “Zor Tercih” isimli romanında, erkeğin dönüşünü gören kadının duygularını yalın bir dille anlatıyor. “O anda Maurice girdi içeri. Yaşıyordu. İşte şimdi onsuz olmanın ıstırabı başlıyor diye düşündüm ve yine kapının ardında ölmüş yatıyor olmasını istedim.' Kadın, sevdiği erkeğe kavuşmuş ve onu kaybetmişti. Ve onun yaşadığını gördüğü anda, biraz önceki pazarlığın ağırlığını fark edip, “keşke ölseydi” diyordu. Bundan sonra, bir insanı görmeden de sevmenin mümkün olup olmadığını öğrenecekti. Romandan yapılan filmde, “Tanrı’ yı görmeden seven insanların” birbirlerini de görmeden sevip sevemeyeceklerini, iki sevgili unutulması zor cümlelerle tartışıyordu. - İNSAN SEVDİĞİNİ GÖRMEDİĞİNDE AŞK BİTER Mİ? - Düşünsene, Tanrı’ yı bir kez bile görmedik ama onu seviyoruz. - Ama benimki o tür bir sevgi değil, Sarah. - Belki de başka bir tür sevgi yok, Maurice. Aşk, bir insanı Tanrı’ yı sever gibi sevmek mi, onu görmeden ama onu hissederek onun varlığına bağlı kalmak mı? Bir dokunuşa, bir bakışa, bir sese, bir işarete muhtaç olmadan, onu besleyecek bir bedene, bir vaade, bir ümide ihtiyaç duymadan, tek başına da sürebilecek kadar güçlü bir sevgi mi aşk? ‘Sevmeye devam edebilmek için onu görmeliyim’ demeyecek kadar büyük bir iman, büyük bir bağlanma mı? Bir ruhun bir başka ruha sarılması ve bu sarılışı bir bedene gerek duymadan da sürdürebilme mi? ‘Tanrı’yı sevdiğim kadar severim seni’ diyebilmek, böylesine korkunç bir bağlılığa rıza göstermek mi aşk?
Peygamberler bile Tanrı’ ya bir kere yüzünü göstermesi için yalvarırken, hiç görmeden de ruhunu bir başka ruha adamak mı? Hayatın içinde, insanların sevmek için görmeye ihtiyaç duyduğuna şahit oluyoruz; kaybedişler unutuşları da getiriyor; bir bedenin aracılığı olmadan bir ruha bağlılığımızı da çok sürdüremiyoruz. ’Tanrı’ mız’ olmuyor sevdiğimiz; imanımızı çabuk kaybetmeye, bütün inançsızlar gibi sevgimizin sürmesi için bir kanıt görmek istemeye çok yatkınız. ‘Belki de sevmenin başka türü yoktur’ diyen birilerinin romanların, filmlerin arasında dolaşması ve bizim o insanları hayatta da bulacağımıza dair ümidimiz, bizi aşka doğru çeken. Böyle bir ümidimiz olduğu için şiirler, romanlar yazıyor, böyle bir ümidimiz olduğu için şiirler, romanlar okuyoruz. Neredeyse bütün hayatını kendi inancıyla dövüşerek geçiren Graham Greene’in ‘Tanrı’ yı görmeden seviyorlar, en de onu görmeden severim’ diyen bir satırı yazması, bize aşkın çekiciliğini yaşatan. Bu satırı okumak, bunun gerçek olabileceğine inanmak, bu hayali benimsemek, bizim sıradan hayatımızı, bizim yaşadığımızdan daha renkli, daha çekici, daha heyecanlı kılan. Hiç rastlamasanız da ‘bir insanı sevmenin bir Tanrı’ yı sevmek gibi bir şey olduğunu’ yazan birinin varlığı, sizi, bunu söyleyebilecek birinin varlığına da inandırır ve o inançtır ki, bence, sizin hayatınıza mana katan. Aynen, ‘Tanrı’ yı görmeden sevmek’ gibi siz de bir insanın başka bir insanı hiç görmeden sevebileceğine, o insana hiç rastlamadan inandığınızda, romanların size itaat ettiği o kutsal topraklara girmek için, o toprakların sınırlarında içiniz ürpererek dolaşmaya başlarsınız.
Birisi tarafından öyle sevilmek istersiniz. Ve birisini öyle sevmek. Ancak o zaman, gerçek bir mümin gibi, çekilecek olan acıları değil, bir tanrısı olan bir kainatta yaşamanın mucizesinin fark edersiniz. Acı dolu, isyan dolu bir mucize. ‘Keşke inanmasaydım’ dedirtecek, ‘ keşke onu böyle sevmeseydim’ dedirtecek bir mucize. Ama bütün acısına, bütün kederine, bütün yalnızlığına rağmen vazgeçilmeyecek bir mucize. O mucizeyi görenlerin ondan kolay kolay kopabileceklerini sanmam. İnsanların bütün nankörlüklerine, alaylarına, hor görmelerine, inanmamalarına karşın tek başına kendi inancıyla yaşayan, kendi inancının yüceliğinde diğer insanların zavallılığını, yetersizliğini, aşksızlığını görüp, onlar için üzülen ve kendi sevgisine sıkı sıkıya tutunan bir ahir zaman peygamberi gibi, başkalarına bomboş gözüken bir çölde, o çölün boş olmadığını hissederek yürürsünüz. Sizin bu yürüyüşünüz, bir gün bir romanda ya da bir yazıda bir satıra dönüştüğünde, sizinle alay eden nice insanın çorak ve loş hayatına sizin hayatınızdan bir ümit ve ışık sızar. Büyük bir ödülün ve büyük bir cezanın sahibisinizdir. Bir insanı bir tanrıyı sever gibi sevebilecek bir güçle ödüllendirilmiş..... Bir insanı bir tanrıyı sever gibi sevebilecek kadar güçlü olduğunuz için de cezalandırılmışsınızdır. İnsanlar Tanrı’ yı görmeden seviyorlar. Ama Tanrı’ ya inananların çoğu, bir insanın bir başka insanı hiç görmeden sevmeyi sürdürebileceğine inanmıyor. Ben, Tanrı’ yı inanan Graham Greene’ e inanıyorum, ‘ bir insan başka bir insanı hiç görmeden de sevmeyi’ sürdürür. Benim inancımı paylaşanlar, bir gün öyle sevmeyi ve öyle sevilmeyi bekleyecekler, bu inanç, onların içinde kapatıldıkları küçük hayatların sınırlarını yıkıp onları vaat edilmiş hayallere taşıyacak. Bir gün biri onlara diyecek ki: - Belki de başka tür bir sevgi yok, Maurice.
@pamuk.22 iyiymiş
yeni mesaja git
Yeni mesajları sizin için sürekli kontrol ediyoruz, bir mesaj yazılırsa otomatik yükleyeceğiz.Bir Daha Gösterme