I CAN’T BREATHE IN THE LAND OF FREEDOM Öncelikle sözlerime Ernesto Che Guevara’nın bir sözüyle yazıma başlamak istiyorum. ‘’En önemlisi, dünyanın neresinde olursa olsun her haksızlığı kendinize karşı yapılmış gibi hissetme kabiliyetinizi koruyabilmenizdir. Bu bir devrimcinin en önemli özelliğidir. ‘’ 25 Mayıs günü insanlık adına yaşanan utanç özgürlükler diyarı ABD’nin Minnesota eyaletinde yaşanıyor olacaktı. Bu utanç sadece ABD ’ine özgü bir durum değildi. Elbette, dünyanın birçok ülkesinde insanlık suçu işlendiği gibi insan haklarının şiddetli savunucusu olan en demokratik Avrupa ülkelerinde bile yaşandığı bilinen bir gerçek olduğu görülüyor. Aslında sorulması gereken soru şu olmalıdır. En demokratik Avrupa ülkeleri dünyada yaşayan yaklaşık 7 milyar insana yüzde kaç oranında değer veriliyor ya da gerçek anlamda yüzde kaç oranında adalete, özgürlüğe ve insan haklarının koruyucusu oluyorlar. Gerçek şu ki, yeryüzünde yaşayan insanlık gerçek anlamda asla özgür olmadı. Aynı zamanda bir sistemin içinde yaşamak zorunda bırakılan yaklaşık 7 milyar insana tanınan adalet, özgürlük ve insan hakları sistemin sınırlarının çizildiği ölçülerde belirlendiği görülüyor. Belirlenen bu ölçüler bazı ülkelerde oldukça genişken, bazı ülkelerde oldukça dardır. Bazı ülkelerde ise belirlenen ölçülerde adalet, özgürlük ya da insan hakları diye bir olgu söz konusu değildir. Amerikan Şehirlerindeki Caddelere Yansıtılan Özgürlük Bir İllüzyondan İbaret Mi? Amerikan rüyası ya da özgürlükler ülkesi Amerika gibi sihirli sıfatlarla anılan bir ülke olan ABD, tıpkı kadim zamanlarda İstanbul şehrinin anıldığı gibi aynı zamana Türkiye’de herkes tarafından bilinen popüler bir cümle olan İstanbul’un taşı ve toprağı altın gibi efsanevi sözlerinin bir illüzyondan ibaret olduğu gerçeğini İstanbul halkının anlaması çok zor olmasa gerek. Ancak biliyorum ki, hepimiz Alaaddin’in sihirli lambasının içine mahkûm edilmiş durumdayız. Zengin ya da fakir olmak bu durumu değiştirmiyor ya da çok fazla dolara sahip olmak sadece hayatımızı kolaylaştırdığı söylenebilir. Ancak hepimiz bu kokuşmuş sistemin izin verdiği ölçülerde özgür olduğumuz gerçeğini asla değiştirmiyor. ABD, yani özgürlükler ülkesinde yaşayan Amerikan halkının çoğunluğu bu sıfatın bir illüzyondan ibaret olduğu gerçeğini geride kalan ailelerin gözyaşları ile birlikte yaşayarak öğrendiği gibi, Tüm dünyayı etkisi altına alan COVID-19 virüsü insan hayatı için bir tehdit olmasının dışında ekonomik anlamda insanlar bir bilinmezin içinde ruhsal bir çöküntü içine girilirdi. Ne kadar sosyal yardımlar olsa da kapitalizmin merkezi olan bir ülkede hayatta kalmanın tek yolu her gün çalışmak zorunda olunan bir düzende tüm ülkelerde olduğu gibi insanların bunalıma girilmesi kaçılmaz bir durum olduğu ortaya çıkıyor. Ancak özgürlükler diyarı ABD’de George Floyd’un sisteme karşı işlediği suçun bedeli ağrı oluyordu. Bir ihbar üzerine, Floyd'un sahte 20 dolarla bir marketten alışveriş yapmaya çalıştığı iddiası ya da gerekçesi nedeniyle polisler tarafından gözaltına alınır. George Floyd’u polis aracının yanına getirildikten sonra savunmasız bir şekilde yere yatırarak polis memurlarından biri diziyle Floyd’un boynuna 8 dakika 46 saniye boyunca bastırarak Amerika’nın özgür caddelerinde bir insan infaz ediliyor olacaktı. Ancak insanın kanını bile dondurabilecek olan bu görüntü karşısında diğer polisler işlenen cinayet esnasında sanki sinema salonunda Hollywood filmlerinden bir film izler gibi bir halleri vardı. George Floyd’un son sözleri ise nefes alamıyorum, nefes alamıyorum ve nefes alamıyorum oluyordu. Ancak işlenen bu cinayet ilk değildi. Tıpkı 17 Temmuz 2014’de olduğu gibi, New York polisleri Eric Garner’ın sisteme karşı işlediği ağır suç gerekçesi ya da iddiası nedeniyle polisler tarafından gözaltına alınırken New York’un özgür caddelerinde bir insanın nasıl infaz edildiğini tüm dünya izlemişti. Garner sisteme karşı gelerek vergi damgası olmayan sigara paketlerini satma girişiminde olduğu şüphesinden dolayı New York polisleri tarafından sokak ortasında cezalandırılıyordu. Elbette sistemin gardiyanlarına göre, bunun ağır bir suç unsuru taşıyor olmasının dışında yaşanan bu üzücü olaylar düşünüldüğünde ise, tıpkı Hollywood yapımı bir film olan ve aynı zamanda çizgi romandan uyarlanmış Yargıç filmini anımsatır gibi olduğu görülüyor. Amerka'da bir paket sigara kaç dolar eder bilmiyorum. Ancak American polislerinin insan hayatını bir paket sigara kadar değeri olmadığını gösteren güvenlik kameraları sayesinde ve aynı zamanda gelişen teknoloji ile birlikte tüm dünya öğreniyor olacaktı. Ancak yüzüstü yatırılan Garner’ın 11 kez nefes alamıyorum sözlerine karşıt New York polislerinin şefkatli ellerinde Garner'ın son sözleri olması yaşanan bu acı gerçeği değiştirmiyor. Amerikan polislerinin sınır tanımayan acımasızlığını gösteren diğer üzücü vaka ise ABD’nin Clevaland kentinde yaşanıyordu. Bir ihbar üzerine olay yerine gelen polisler, 12 yaşındaki bir çocuk parkta kendi başına oyuncak bir silahla oyun oynarken polis aracındaki bir polis tarafından sorgusuz ve sualsiz bir şekilde vurularak öldürülüyor olacaktı. Amerikan polislerinin bu acımasızlığı dünya kamuoyuna yansıyan sadece birkaç örneğinden biri olmasının dışında polisler tarafından işlenen bu cinayetlerin ortak noktası öldürülen insanların Afrika kökenli insanların olduğu görülüyor. Bu insanların tek suçlarının ten renklerinden dolayı olduğu bilinen bir gerçektir. Amerika’da beyaz Amerikalı vatandaşlar ve Afro-Amerikalılar veya Afrikalı Amerikalılar diye bir ayrım söz konusu olduğu söyleniyor. Tıpkı Türkiye’de olduğu gibi, ancak Türkiye’de bu durumun biraz farklı olduğu görülüyor. Çünkü AK Parti Genel Başkanı Erdoğan Taksim Gezi Parkı eylemlerinde ülkeyi ikiye bölmüştü. Yani Erdoğan’a biat eden Türk vatandaşları ve biat etmeyen Türk vatandaşları diye insanlar ötekileştirilmişti. Ancak Amerika’da dile getirilen AfroAmerikalılar tabirini ben kullanmayacağım. Çünkü benim anlayışıma göre iyi insanlar ve kötü insanlar dışında bir ayrım söz konusu değildir. Aynı zamanda herkesin aksine Amerikan polisleri için söylenen ırkçılık ifadesi benim bakış açıma göre yaşanan bu üzücü olayların karşılığındaki kavram faşizmden başka bir şey değildir.25 Mayıs 2020 tarihinde ABD’de faşist polisler tarafından acımasızca George Floyd’un öldürülmesinden sonra sistem bu polis memurlarını ödüllendirir gibi sadece meslekten ihraç ediliyordu. Başta Floyd’u öldüren polis memuru Derek Michael Chauvin, ve bu cinayette göz yuman diğer polis memurları Tou Thaou, Thomas K. Lane ve Alexander Kueng sistem tarafından ödüllendirilmişti. Örtbas edilmeye çalışılan bu cinayet, güvenlik kameraların çektiği görüntüler tartışılmayacak kadar açık ve netti. Bunun üzerine başta Mineapolis, New York, Boston, Philadelphia, Portland, Denver, Seattle, Los Angeles, San Dieogo ve Chicago gibi şehirlerde kitlesel olarak eylemlere dönüşüyordu. Amerikan halkının öfkesi ve isteği sadece adalet ve özgürlükten başka bir şey değildi. Amerikan Halkının Faşizme Karşı Uyanışı Sistem tarafından ötekileştirilen Amerikan halkının faşizme ve ayrımcılığa karşı uyanışı oldukça sert oldu. Korona virüsü nedeniyle artan işsizlik ve ekonomik sıkıntıların üzerine George Floyd’un faşist polisler tarafından öldürülmesi ve örtbas edilme çabasına girilmesinin ardından Amerikan halkının isyanına dönüşüyor olacaktı. Sistem etnik kökenli insanları ayrıştırırken Amerikan halkının din, renk ve ırk olmaksızın birleştiği ortak nokta özgürlük ve adalet arayışıyla başlayan eylemlerde Amerika’nın birçok kentinde çoğunluğu barışçıl ve öfkeli protestocularından oluşmasının yanı sıra birçok provokatör gruplarının eylemlere katılmasıyla birlikte ülkenin birçok kentinde Amerika’nın popüler mağazalardaki lüks ürünleri yağmalarına neden olurken, aynı zamanda öfkeli insanların binaların ve polis araçlarının yakılması ile eylemler şiddete dönüşüyordu. Elbette mağazaları yağmalayan insanlar barışçıl protestocular değildi. Bu insanlar sadece ülkede yaşanan karışıklıktan yaralanmak isteyen ve kendi menfaatlerine çevirme çabasına giren karakteri düşük insanlardan başka bir şey değildi. Bunun yanı sıra barışçıl protestocuların aralarında yardımlaşmaları ve mağazalar yağmalanmaması için provokatör grupları engellemeye çalışarak sürekli uyarılarda bulunuyorlardı. Tıpkı Amerikan belediye başkanları ve valilerin yaptıkları gibi, çünkü eylemler barışçıl olduğu sürece protesto etme hakkı insanın en temel haklarından biri olduklarını biliyorlardı. Her geçen gün kitlesel olarak artan gösteriler Amerika’nın birçok kentinde devam ederken bazı polisler diz üstü çökerek George Floyd’un anısına tepkilerini gösteriyorlardı. Bazı polisler ise barışçıl protestocuları ve provokatör grupları ayrım yapılmaksızın insanlar polis şiddetini iliklerine kadar hissediyorlardı. Aynı zamanda polisin atını çalan çılgın bir protestocu New York’un caddelerinde turlarken başka bir protestocu eline almış olduğu yay ile sağ sola ok atıyordu. Elbette, bu protestocu Robin Hood mu? Yoksa Legolas mı? Bilinmez ancak tüm bu kaos ortamı yaşandığı sıralarda çizgi romandan fırlayan Batman bile geliyor olacaktı. New York’un karanlık sokaklarında yozlaşmış polisler ve halk arasında geçen çatışmalarda Batman kanunsuzlara karşı adaleti sağlamak adına Gotham şehrinden fırlayarak New York’un özgür caddelerine kapitalist kahraman Batman ayak basıyor olacaktı. Amerikan halkının özgürlük ve adalet arayışı sırasında doğal olarak gelişen mizah yönünü gösteren ilginç olaylardan birkaçıydı. Tıpkı 2013’te olduğu gibi, İstanbul’da başlayan ve Türkiye’nin birçok şehrine kitlesel olarak yayılan eylemlerdi. Taksim Gezi parkı eylemleri sırasında ilk kez İstanbul halkının ihtişamlı polis aracı TOMA ile tanıştırıldığımız gibi! Aslında bu araç İçin söylenmesi gereken doğru kavram elbette halkın yarısı için özel olarak tasarlanan şehir tankı denmesi daha doğru bir kavram olduğu görülüyor. Ancak bu şehir tankını ele geçiren Beşiktaş Spor Kulübünün bir taraftarı olan bir adam, TOMA polis aracının içinde polis telsizinden ben açık tribünden Vedat diye kendini tanıtması ve polis amiri ile konuşması Gezi parkı eylemleri sırasında gerçekleşen en sıra dışı mizah anlayışını gösteren büyük bir pastanın küçük bir dilimiydi sanki.. ! AKP iktidarının hazmedemediği durum ise, elbette barışçıl eylemler ve orantısız mizah anlayışıydı. Gezi eylemlerinde Amerika’da yaşandığı gibi yağmalar olmadı. Bu gerçekten de Türkiye’nin bir şansı olmasının yanı sıra eğer gösteriler bu noktaya kadar gelseydi. Türkiye’nin geleceği son noktayı hayal etmek bile oldukça zor olurdu. Çünkü barışçıl protestocuların gösterileri mizah ve kitap okumak gibi eylemlerden oluşmasına rağmen ilginç bir şekilde ellerinde bez bol sopalı adamlar ve samuray kılıçlarına benzer kesici aletler bulunan insanlardan oluşan provokatör gruplarından bazılarıydı. Endişe verici olan şey ise bu provokatör grupların içinde yer alan sivil polislerin barışçıl protestoculara karşı kışkırtıcı eylemlerde bulunmasının dışında çelik kuvvet polislerinin de kasklarında bulunan seri numaralar bile siyah bantla kapatılıyordu. Aynı zamanda Türk halkının yarısından nefret eden bir İktidar söz konusuydu. AKP İktidarı Türk halkının yarısına çapulcu diyerek kutuplaştırmayı başarmışlardı. Ancak çapulcuların yani halkın cevabı ise, mizahtan başka bir şey değildi. Ancak Gezi eylemlerinde yağmalar olsaydı sorusunun yanıtını anlamanın en basit şekilde anlatmak gerekirse, Gezi parkı eylemlerinden dört yıl sonrasına bakılması gerekir. Yani 2017 Türkiye Anayasa değişikliği referandum seçimlerine göz atmak yeterli olurdu. Bu rejim değişikliğine Başkanlık sistemi deniyor olmasının dışında ilginç olan durum şuydu. Başkanlık seçiminde Türk halkına iki seçenek sunulmuştu. EVET ya da HAYIR oyu seçeneklerinden birini kullanma özgürlüğüydü bu, Ancak AKP İktidarı ve yandaş Türk medyası tarafından halkın demokratik, özgür ve hür iradesi ile oy kullanma hakkı tercihini potansiyel olarak HAYIR oyu kullanacak olan her Türk vatandaşını terörist ilan ediliyor olacaktı. Elbette bu garip bir durumdu. Çünkü Erdoğan, Devlet Güvenlik Mahkemesi tarafından idama mahkûm edilmiş ancak Avrupa Birliği uyum yasaları gereğince cezası ağırlaştırılmış müebbet hapis cezasına çevrilen terörist başı Abdullah Öcalan’a sayın diye hitap ederken, öte yandan referandumda hayır diyen halka terörist demesi oldukça tutarsız bir söylem olduğu görülmekle birlikte 2017’de yapılmış olan referandum sonuçlarında çıkan tablo oldukça ilginç bir durumu ortaya çıkarıyor olacaktı. Evet oyunu tercih eden Halkın % 51,41’i vatanseverlerden oluşurken, Hayır oyunu tercih eden halkın % 49,59’u terörist oluyordu. Bu nedenle Taksim Gezi eylemlerinde Amerika’da yaşandığı gibi yağmaların olmaması halkın yüzde 100’ünün Tanrı’ya şükretmelerini gerektiğini düşünmek abartılı bir varsayım pek olmazdı. Çünkü olacakları düşünmek ya da kestirmek oldukça zor bir durum olurdu. Taksim Gezi eylemlerinde ve Amerika’da George Floyd’un öldürülmesinin ardından çıkan eylemler sırasında gelişen olaylarda mizah yönleri bizi ne kadar gülümsetiyor olsa da, dünyanın neresinde olursa olsun bir insana yaşatılan 8 dakika 46 saniyedeki o vahşet dolu anları bir anlığına bile olsa asla unutmak mümkün değil. Ancak ‘Trump not my president!’ yani Trump benim başkanım değil sloganları Trump’ın American Başkanı seçildiğinden beri ülkenin birçok kentinde en temel sloganlardan biri oluyordu. Trump’ın başkan olduğundan beri tutarsız söylemlerini dünya kamuoyu yakından takip edilen bir süreçti bu, elbette George Floyd’un öldürülmesinin ardından da bu tutarsız söylemleri devam ediyordu. Bu tıpkı yanan bir binaya benzin dökmeye benziyordu. Sonunda protestolar Beyaz Sarayın kapısına kadar gelmişti. Aynı zamanda Amerikan ordusu Afganistan’da, Vietnam’da, Küba’da, Irak’ta ve Suriye’de değil, Amerika’nın özgür caddelerinde ülkesini kendi vatandaşından koruyordu. Acaba Amerikan ordusu yağmacılara veya teröristlere karşı ülkesini mi koruyordu. Yoksa barışçıl protestoculara karşı mı? Bilinmez ancak Trump’ın tutarsız sözleri devam ederken Beyaz Sarayın önünde protestolar artıyor olacaktı. Barışçıl protestoculara karşı polislerin müdahalesi oldukça sert olduğu sıralarda, bazı rivayetlere göre Trump’ın Beyaz Sarayın sığınağına saklandığı söyleniyordu. Bu rivayet doğru olsun ya da olmasın, faşistlerin en korktuğu şey daima özgür iradeler olmuştur. Fakat bu süreç böyle yaşanırken ilginç bir şey oluyordu. Trump saklandığı kalesinden elinde bir İncil ile çıkıyor olacaktı. Trump’ın bir elinde İncil ile St. Johns Kilisesine doğru yürürken diğer elinde ise Amerikan ordusu, FBI, CIA ve Polis kuvvetleri vardı. Nihayet kilisenin önüne geldiğinde elinde tuttuğu İncili havaya kaldırarak basına güzel bir poz veriyor olmasının dışında, hiç şüphe yok ki Trump’ın kafasından geçen düşünceler acaba dini kullanarak Amerikan halkını manipüle edebilir miyim diye geçiyordu. < Bu mesaj bu kişi tarafından değiştirildi Serkandagli19_05 -- 25 Nisan 2021; 5:6:25 > |
Bildirim