




VOLKIHAR - Fantastik Hikaye
Cyrodiil'in batı Leyawiin Şehri genç Marius'a şiddetli geçmişinden ve huzursuz ailesinden kaçıp kurtulmak için mükemmel bir yer gibi görünür. Ancak Marius'un bu süreçte hiç ummadığı şey, güzel Alessia Aurunceia'a aşık olup, vampirlerin yeri olan Volkihar Kalesi'nin içine düşüvermekti.
Alessia ile olan ilişkisine bir şans tanırken, aynı zamanda onu sürekli rahatsız eden vampir olduğunu öğrendiği eski kız arkadaşından kurtulmak için mücadele veren Marius, yalnızca kendi hayatını değil, çok sevdiği insan olmayan arkadaşlarının hayatlarını da tehdit edebilecek bazı kararlarla karşı karşıya gelir.
Vampirlerin özgürlük arayışları içinde kaybolup giden Marius, onların diyarına dalıp gider ve Volkihar'ın hükümdarının tüm vampirlerin babasının ve kendi içinde ki kötülüklerin tehditleriyle yüz yüze gelir. Şimdi Marius ya hayatını iyice yolundan çıkarıp, bu engebeli yolda karşısına çıkan yaratıklar için en ciddi fedakarlıkları yapacak, ya da her ikisi için de çok geç olmadan Alessia'la birlikte kaçıp gidecektir...
Marius kalbini uzun süre önce çalan şehirde fevkalade karanlık ve kasvetli bir Morning Star sabahına uyanmanın nasıl bir his olduğuna dair yıllardır hayaller kuruyordu. İmparatorluğun Skyrim'de ki baş karargâhı başkent Solitude. Her zaman hayranlık duymuştu ancak şimdiye kadar hiç görememişti. Sonunda evdeki karmaşadan kendisini azat etmek üzere Skyrim'e yola koyuldu. Bu yolculuğu bir başarı olarak görebilmesi için Cyrodiil'e ruhen tanınmaz bir halde dönmesi gerekiyordu. Zira eğer aynı kişi olarak dönerse tepesine Oblivion kapıları açılırdı ve zaten yeteri kadar bedel ödemişti.
Üzerini giyindikten sonra, alıp alacağı en pahalı kıyafeti olan özel vahşi hayvan kürkünü giydi. Bu eşyasının ona hissettirdiği şeyler altınla satın alınamayacak kadar değerliydi. Ona kendini gerçek bir Kuzeyli gibi hissettiriyordu. Onu giyince gizemli, yakışıklı ve hatta egzotik bile olabiliyor, onu bir zamanlar içinde bulunduğu esir hayatından alıp götürüyordu. O ve kürkünün küçük sırrı. Aklına gelince kahkahalar attı. İnsanlar aceleyle girip çıkarken hanın kapısının arasından giren soğuk hava adeta Marius'un yanaklarını ısırıyordu.
Dışarı çıktı ve bugün için neler yapacağına göz gezdirmek için çantasından, içinde notlarının ve haritalarının bulunduğu kara kaplı defterini çıkardı. Yazdığı kitabın üstünde çalışmak ve hayalini süsleyen yerleri görmek listesinin birinci sırasındaydı, ancak bir yanı da ilk günden plan yapma taraftarı değildi. Yaprakların uçuşmasına aldırış etmeden defteri çantasına geri attı. At arabası beklediği sırada köpeğini gezdiren yirmili yaşlarının başında bir genç kadın onu yüzünde bir sırıtmayla baştan aşağı süzerek yanından geçti.
Marius yüzünü yana çevirdi. Skyrim Kuzeylilerinin soğuk, acımasız barbarlar olduğu söyleniyordu ama Marius bunun tam aksini düşünüyordu. Ancak yine de bu tarz bir ilgi hoşuna gitmedi. Marius biraz çekingen olduğundan olsa gerek, zaten özellikle tuhaf tipleri kendine çekme konusunda da ustaydı. Tıpkı geride bıraktığı eski sevgilisi gibi. Eski sevgilisi onu söylediği sözlerle öldüresiye dövmeye bayılırdı. Sonunda Marius öfkesine yenilerek hayatında ilk defa birine ona tokat atmıştı. İşte Marius o zaman Skyrim'e gelmenin zamanı olduğunu anladı.
Bir süre köpeğini gezdiren kızı izledi, ona doğru yanaşan at arabasını görünce sevindi. Blue Place'e sürmesini söyledi. Yolda bir şarap tezgâhı gördü ve burası gözüne, 2920: İlk Çağ'ın Son Yılı romanına gömülmek için mükemmel bir yer olarak gözüktü. "Bayım? Sanırım burada kalabiliriz." dedi Marius. Ardından at arabasının yavaşladığını hissettiğinde sürücünün yüzüne minnettarlığını belirten bir bakış attı ve ücreti olan 5 septimi uzattı. "Eğer isterseniz buradan Blue Place'e yürüyebilirsiniz, lordum. İyi bir gün geçirmeniz dileğiyle "diye karşılık verdi sürücü.
Tezgâha yaklaşmadan önce şöyle bir baktı ve o büyüleyici halini çok beğendi: oldukça eskimiş ve yıpranmış tahta tabela ve bomboş, duygusuzluk içinde ki tezgâhtar... Yazmak ve okumak için ideal bir şekilde gözlerden uzak sessiz bir yer. Dakikalar sonra bir bardak alto şarabı elindeydi, karşıdaki terk edilmiş masalara doğru yöneldi. Çantası birden omzundan kayıp pat diye yere düştü ve kara kaplı defterinin içindeki sayfalar da etrafa saçıldı. Bir yandan elindeki şarabı zorlukla dökmemek için çabalarken bir yandan da ortalığa saçılan eşyalarını toplamak için eğildi.
Hafifçe esen rüzgâr, kâğıtları karların eridiği çamurlu su birikintilerine doğru uçurdu ve yazıları cıvık bir karmaşa haline getirdi. Tüm bu olanlar, anlayamadığı bir şeyin ona çarpıp dengesini kaybetmesine neden olmasıyla sona erdi. Tuhaf bir sesle küt diye yere düştü ve betona yapıştığı anda bir an irkildi, gözlerini açtığında her yanının şarap olduğunu gördü. Şaşkın ve mahcup bir halde doğrulup zavallı büyülü kürküne baktı. Derken perişan bir ses yükseldi. "Ah beyefendi, çok üzgünüm! Kalkmanıza yardım edeyim. Gerçekten çok özür dilerim, ben sadece... Bağışladınız mı beni?"
Orta boylu, zayıf bir kadın eğilip Marius'un eşyalarını toplamaya başladı ve ayağa kalkması için ona elini uzattı. Yoğun koyu mavi gözler, dağınık kısa sarı saçlar, samimi bir yüz. Sebep olduğu kaza nedeniyle Marius öfkeli görünmediğini umarak gülümsedi ve başını salladı. "Önemli değil leydim," dedi Marius. "Hayatım büyük ölçüde böyle geçer zaten." diye devam etti. Marius yüzündeki darmadağın olmuş uzun kahverengi saçlarını arkaya doğru attı. "Bir dakika. Gerçekten beyefendi denecek kadar yaşlı mı gösteriyorum? Sekizler aşkına daha yirmi yedi yaşındayım."
Marius yabancının elini tutup ayağa kalktı ve gözlerine bakmadan önce ellerini üzerine sildi. Yüzünün kızardığını hissetti. "Ah, hayır, sanırım öyle göstermiyorsunuz. Sadece alışkanlık, çok üzgünüm. Dikkatsizce davrandım, bu yüzden... Tekrar, özür dilerim." gözleri kendini affettirme umuduyla parıldıyordu. "Endişelenmeyin. Kalkmama yardım ettiğiniz için teşekkür ederim." Marius yabancının sert bakışlarından korkup yere baktı, ancak bakışlarını ondan uzun süre ayıramadı.
Yabancının solgun teni ve elmacık kemikleri müthişti ve sol kaşının üstündeki yara her ne kadar bu mükemmel özelliklerine uymasa da yine de Marius'un gözünde garip bir şekilde onu daha da cazibeli kılıyordu. Marius söyleyecek bir şeyler düşünmeye çalıştı ancak ağzından tek kelime bile çıkmıyordu. "Pekâlâ, o zaman en azından size yenisini getireyim. Siz şöyle oturun." En yakın masayı göstererek cevabı Marius'un ağzına tıktı. "Hayır, gerçekten zahmet etmenize hiç gerek yok," diye atıldı Marius.
"Bunu yapmak istiyorum, gerçekten." Tezgâha doğru yürüdü. "Sadece bir dakika sürecek." Görünüşe göre gözleri şarap şişelerindeydi. "Hemen geliyorum," diyerek fırladı. Marius yenilmiş bir ifadeyle hemen yanındaki sandalyeye çöküverdi. Buraya değişmek için gelmişti ne de olsa. Tek ihtiyacı olan daha açık olmak ve biraz gevşemekti. Zaten kadın da oldukça normal birine benziyordu. Leyawiin'de bıraktığı sürtük karıyla alakası yoktu. Ancak yine de görünüş aldatıcı olabilirdi.
Marius bir yandan da nereli olabileceği konusuna kafa yordu ve dönmesini bekledi. Emin değildi ama aksanı Cyrodiil'li gibiydi. "Evet, işte hazır". Marius'un dökülen şarabının yenisini getirdi. İki bardakla geldiğini fark etti. "Yeri gelmişken, bazıları yılın bu zamanı dışarıda böyle oturmak için biraz soğuk olduğunu düşünür. Sakıncası yoksa size eşlik edebilir miyim? İsterseniz daha sıcak bir yere de geçebiliriz," dedi yabancı gülümseyerek. "Aslında ben soğuğu seviyorum. Kuzeyli kanımdan kaynaklansa gerek. Elbette eşlik edebilirsiniz, ancak lütfen, sizi tutmak istemem. Şarap için de teşekkür ederim," diyerek, Marius'da ona hafif bir tebessüm yolladı.
"Sizi öyle düşürdükten sonra en azından bu kadarını yapayım. Acele ediyordum ama aradığımı buldum." Kadın Marius'un bir süre yüzünü inceledi ve sonra oturdukları yerin tam çaprazındaki dükkânın üst katındaki pencereyi işaret etti. "Şu malikânenin üst katında bir akrabam oturuyor ancak bu onu yeni evinde ilk ziyaret edişim. Üstelik ona uzun zamandır da gitmemiştim. Buraya geldiğim için çok heyecanlandım. Daha şimdiden iki kere kaybolmayı başardım." Kadın güldü, sonra şarabından bir yudum aldı.
Bahsi geçen şık malikâneye Marius dikkatlice baktı. "Yaşamak için harika bir yer. Tahmin edecek olursam ailen burayı çok seviyordur." dedi Marius. "Evet, duyduğum kadarıyla öyleymiş, kulağa harika geliyor." Genç kadın Marius'u bardağından şarap içerken izledi. "Peki, siz sadece ziyaret amacıyla mı buraya geldiniz? Sizi Skyrim'e getiren şey nedir?" Kadın Marius'un karşısına oturup, kollarını göğsünde bağladı. "Evet, buraya ziyaret amacıyla geldim." Marius boğazını temizledi. "Aslında doğum günüm için buradayım, tek başıma geldim. Çocukluğumdan beri Skyrim'e ve buraya gelmek istemişimdir, kısmet bu yılaymış ve... İşte buradayım."
Marius'un teknik olarak zamanlaması mükemmeldi. Eğer fırsatı varken gelmeseydi doğum gününü üzgün bir halde evinde geçirebilirdi. "Doğum günün, demek? Hem de tek başına? Anlaşılan yalnızlığı seviyoruz biraz?" diye kadın şaka yaptı. "Demek istediğim, şimdiye kadar ziyaretlerim süresince iş gezisine gelenler hariç tek başına buraya gelen fazla kişiye rastlamadım. Bilhassa doğum günü için gelene hiç rastlamadım. " Genç kadın gülümsüyor ve konuşurken, kollarını göğsüne düğümleyerek ara sıra aşağı bakıyordu.
İçten görünüyordu. Mütevazıydı. Bu Marius için ferahlatıcı bir duyguydu. "Sadece içe kapanığım sanırım. Yalnız kalmayı pek umursamam." "Sessizlikle aran iyidir o zaman." Kadının gözleri Marius'un gözlerine kenetlendi, sanki aniden orada bir şeyler arar gibiydi. "Peki, sana günün geri kalanı için hangi planların olduğunu sorabilir miyim? Yani olur da yol arkadaşı istersen diye. Davetsiz misafir olmak istemem."
Marius bu kadar açılmayı istiyor muydu peki? Günlüğü öylece çantasında durmuş onu bekliyordu. Ama o etrafında olduğu takdirde yazamazdı.
"Sadece içine kapanık biriyim, asosyal değil," dedi Marius gülümseyerek, karşılık olarak kadın da güldü. Marius daha sonra kalemini çalıştıracaktı. "Blue Place'e gidiyorum, sonrası için de emin değilim," "Eğer istersen seninle beraber Blue Place'e kadar yürüyebilirim.". Kadın gözlerini Marius'un gözlerinden ayırdı, istekli ifadesini ses tonuna yansıttı. "Seni ailenden alıkoymadığım sürece, neden olmasın?" Marius üstündeki pencereyi işaret etti. "Hayır, alıkoymuyorsun." Kadın ayağa kalktı, yüzünde memnuniyet ifadesi vardı.
"Fazla sürmez. Sana oraya kadar eşlik eder, sonra geri dönerim." Marius ona yolu göstermesine izin verdi ve bu sefer çantasını omzuna daha yüksekten asarak, içi yarıya kadar şarap dolu bardağına iki elle sarıldı. "Peki." Kaldırımda yürürken Marius'a döndü ve sırıtarak, "Hazır buradayken ne aradığını da biliyor musun?" dedi. "Bir şey aradığımı da nereden çıkardın?" "Öyle görünüyorsun. Gözündeki o maceracı parıltı. Yürüyüşündeki kararlılık. Her şeye tek başına meydan okuman, şehri kasıp kavurman, hep bir şeyler araman. Bakışların her şeyi anlatıyor."
Marius saçlarını kulağının arkasına doğru sıkıştırırken, yapmacık bir gülümsemenin yüzüne yayılmasına izin verdi. "Ne yani, bana psikolojik analiz mi uyguluyorsun?" "Sanırım yakalandım." "Cyrodiil'de yaşıyorum ve kafamı boşaltmak için uzaklaşmaya ihtiyacım vardı. Arkamda bir yığın dram bıraktım, hepsi bu." "Nasıl olduğunu bilirim. Buraya taşınmayı düşündün mü hiç?" "Ne, Skyrim'e mi? Peki sen düşündün mü? Sahi, sen nerelisin?" "Cyrodiil'liyim ama şu an High Rock'ta yaşıyorum. Skyrim'i de seviyorum gerçi. Belki bir gün cesaretimi toplayıp buraya yerleşebilirim."
"High Rock'tan buraya taşınmak, Cyrodiil'den buraya taşınmaktan çok daha farklı. O kadar cesur değilim." "Bence bunu düşünmelisin. Özellikle de evde işler yolunda gitmiyorsa." Marius ellerini eldivenlerinin içine iyice soktu ve ürpererek düşündü. Kadın konuştukça ağzından tatlı sırlar dökülüyordu ancak Marius onun dünyasına giremiyor ve şifrelerini çözemiyordu. Kelimelerini seçerken dikkatliydi ancak dürüsttü. Marius kendini sersem bir çocuk gibi hissetti, verdiği tepki neredeyse naifti ki, Marius kesinlikle naif değildi. "Böyle bir şeyi asla yapamam," dedi Marius.
"Neden olmasın ki? Çocukluğundan beri buraya gelmek istediğini söylemedin mi? Görünüşe göre sen de isteklisin." "Evet, ama bu hiçbir şeyi düzeltmez. Sadece sorunlarımdan kaçmış olurum." "Peki... Şu an tam da bahsettiğin şeyi yapmıyor musun?" "Sen bana psikolojik analiz yapıyorsun, biliyordum!" Marius onu omzundan iterek şakalaştı. "Aynı şey değil, çok sağ ol. Dediğim gibi, kafamı boşaltmak için buradayım. Yani eve gittiğimde işleri yoluna koyma adına bir şeyler yapabilirim." Marius ona baktı, halinden memnundu.
"Demek istediğim, görünüşe göre buraya taşınmak için söylediklerinden daha çok gerekçen var. Sadece sorumluluklarından kaçıyor olamazsın. Eşyalarını toplayıp kilometrelerce uzağa taşınmanın daha güçlü sebepleri vardır. Seni değiştirir. Bu konu da bana güven." Genç kadın göz kırptı ve elindeki boş bardağı yere attıktan sonra Marius'la kalabalık sokakta birlikte yürümeye devam etti. "Hem eve dönmekte bu kadar kötü olan ne var? Sadece doğum günün için burada olmadığın belli."
Marius karşısındaki kadından hoşlanmış olsa da bunu tamamen yabancı birine anlatması mümkün değildi. "Sadece kendimi kötü bir duruma soktum ve içinden çıkmam bana bağlı değil." Genç kadın bir an duraksadı. "Onu henüz terk edebilir miyim pek emin değilim." Kadın kafasını salladı. "Hislerini anlıyorum. Yabancı birinin fikirlerine ihtiyacın olduğundan değil ama insanları okumak konusunda iyi olduğumu söylemeliyim." Kadın gözlerini aşağı indirdi ve sanki nerede olduklarını bildiğinden emin olmak istiyormuşçasına, yürürken birkaç dakikada bir başını kaldırıp etrafa kısa bakışlar attı. "Ben sana ondan uzak dur derim. O kişi her kimse. Üzerinde bu kadar güce sahip biri tehlikelidir."
Marius kadının bu doğal anlayışlı hali nedeniyle ona kulak verdi ve acaba daha fazla şey anlatsa mı diye düşündü. "Sağ ol... Güvenoyu için. Sanırım bu durumu eve gidince çözeceğim." "Senin gibi sessizlikle barışık olmak güzel olmalı." Buz gibi soğuk bankta pinekleyen kat kat giyinmiş yaşlı adamın yanından geçerken, kadın başını kaldırıp ona baktı. "Kalabalığa ihtiyacım var. Yalnız olmak kulaklarımı acıtıyor." Bu sözlerin ardından sessizce içini çekti. "Hiçbir zaman kalabalık içinde bulunmadım. Böyle bir şeye ihtiyaç duyduğumu hiç sanmıyorum. Ben sadece" "Kendine güven." Kadının gözleri yine Marius'un gözlerini aradı ve Marius küçük bir çocuk gibi utandı, hemen yüzünü ellerinde odunlarla yanlarından geçen yaşlı kadına çevirdi. Kadın kendisini izlediğini anlayınca tekrar yüzünü ona döndü.
"Peki ya sen?" dedi Marius. "Hiç de kalabalıklara ihtiyaç duyacak biri gibi durmuyorsun. Sessiz bir tipe benziyorsun." Bir o kadar da büyüleyici ve aşırı derecede güzel. Marius bunları da söylemek istedi ama düşüncelerinin içinde kayboldu ve havalı bir yüz ifadesi takınmaya çalıştı. Sanki nasıl olduğunu biliyormuş gibi. "Evet, ben de biraz insanlardan uzak yaşayan biriyim," dedi kadın. "Sadece insanları gözlemek için kalabalıkların içinde olmayı tercih ediyorum. Olaylarla başa çıkmamada yardımcı oluyor. Aşırı yalnızlık kafamı bulandırıyor."
"Yalnızlığı seven iki insanız değil mi? Birbirimizi böyle bulmamız tuhaf." Marius alt dudağını ısırdı, kadının derin bakışlarından kaçmak için arkasındaki sokağa baktı. Blue Place gözünün önünde belirdi ve içinde bir parça hayal kırıklığı hissetti. Marius onunla konuştukça git gide daha çok çekimine kapılıyordu. Kadın da Ulu Kral'ın malikânesini gördü. Konuşmasını hızlandırarak, Marius'un hakkında ezbere sorular sordu; en sevdiği kahraman Ejderdoğan, en sevdiği yazar Güneşhisarlı Lathenil, en sevdiği müzik aletini sorunca Marius durdu ve "Bütün bunları bana neden soruyorsun?" dedi.
"Bir sebebi olması gerekir mi? Sadece konuşmak için soruyor olamaz mıyım?" Marius'a meydan okuyarak sırıttı. Marius pes ederek gözlerini devirdi. "Ut ve flüt." "Yılın en sevdiğin dönemi? "diye sordu kadın. "Sonbahar." diye cevapladı Marius."Evet." dedi kadın sonra Dikkatini Ulu Kral'ın evinin girişine yöneltti. "Net bir şekilde görebiliyorum." O eve hayran bir şekilde bakarken, Marius'ta onu inceledi. Onda onu rahatlatan, neredeyse ona tanıdık gelen bir şeyler vardı. "Blue Place'e hoş geldiniz." Kadın önlerindeki harika tarihi eseri jestleriyle göstererek Marius'u daldığı düşüncelerden uyandırdı.
"Bunun için uzun süre bekledim." Marius manzaraya öylece bakakaldı. "Eşlik ettiğin için teşekkürler." "İstediğin zaman." "Burada olmamın bir sebebi daha var bu arada." Marius döndü, ona veda etmek için hazırdı. "Nedir o?" "Böyle bir deneyim yaşamak." "Öyleyse, iyi ki sana rastlamışım." Birbirlerine baktılar ve sonunda gözlerini ilk kırpan kadın oldu, yüzünde nefes kesici ve tamamen yasaklanması gereken bir gülümseme belirdi. "Bak, birkaç haftalığına şehirde olacağım. Olur, da istersen, beni daha önceden bahsettiğim akrabamın evinde bulabilirsin, sana başka yerleri de gösteririm belki."
"Kesinlikle." "Büyük hamle için düşün. Bırak onu." Marius parmaklarını saçlarına götürdü ve başını sokağa çevirdi. "Karar verirsen bana da haber ver." "İnan bana, ilk senin haberin olacak." "Adını hala bilmiyorum." "Marius. Marius Mothril." "Bende Alessia. Alessia Aurunceia. Seni düşürmek güzeldi." "Evet, çok sağ ol." Marius gülerek başını salladı. Alessia geriye yürüyerek yavaşça gözden kaybolurken, "Sadece seni tanımak istemiştim!" diye bağırdı.
Marius, Alessia'nın arkasından el sallarken, gönlünü fetheden bu şehirdeki en gizemli anını yaşadığı şarap tezgâhına dönüşünü izledi. Alessia daha evvel yanından geçtikleri yaşlı adam için cebinden altın çıkarıp verdiğini ve onunla tokalaştığını gördü. Marius onlara bakakalmıştı, kendi kendine gülümsedi ve görevine koyuldu. Kıymetli kürkünü boynuna daha sıkı sardı ve eldivenlerini düzeltti. Belki de Alessia haklıydı. Tam o an, Marius farklı bir benliğinin Alessia'nın bahsettiği yeni hayatı yaşadığını görür gibi oldu ve bu ona kendini çok iyi hissettirdi. Alessia'nın bedeni Solitude deryasında kaybolup gitti, Marius'ta belirsiz ancak cazip bir gelecekle öylece kalakaldı. Anlaşılan o ki Skyrim karşı konulamaz bir güç ve aynı zamanda yetenekli ve kusursuz bir hırsızdı. Çünkü Marius'un ruhu artık onundu...
Marius işe gitmek için kömür siyahı atına binmek üzere dışarı attığı adımda o sıcacık esinti onu baştan aşağı arındırdı. Sıcak havayı derin derin içine çekerek karşıladı. Kavurucu bir ateş gibi geldi önce ve sonrasında da vücuduna tıkılıp kalmış, onca zamandır öylece hareketsiz duran hayatını canlandırdı. Marius mevsimin Mid Year olmasıyla hissettiği heyecan bambaşkaydı, onun o boğucu sıcağını ve rutubetli ihtişamını özlemişti. Kolsuz giysisi çoktan terden sırılsıklam olmuş, o da deri eyere adeta yapışmıştı, ıslak saçları rüzgârda dans ediyordu. Açık, saçık, gerçek ve canlı.
Marius Kuzey Leyawiin'e gitmek için hızla yola çıktı, sekiz buçuk yıldır her gün gidip gelmekten bıkmış olmasına karşın güneşin altında at sürmekten büyük haz duyuyordu. Batı Leyawiin'de yaşıyordu ancak Kuzey Leyawiin'de yer alan küçük bir kitapçıda çalışıyordu. Marius'un evinin etrafında geniş ve bomboş arazilerden, tek tük bir iki komşudan ve ailelerin işlettiği dükkân ve tavernalardan başka pek bir şey yoktu. Marius'un mahremiyete ve zengin imparatorluk kültür ve tarihine ihtiyacı vardı. Şehir içinde kısa bir seyahat yeni hayatı için adil bir alış veriş olacaktı. Kaldı ki bu yaz yapacak başka ilgi çekici bir şey de yoktu.
Kütüphanenin ağırına vardığında atını bağladı, bir yandan da acaba eski kız arkadaşının atı da burada mı diye ortalığa bir göz attı. Marius onu bir haftadan fazladır görmemişti ve artık bu sefer onu ciddiye almasını umuyordu. Beyaz atı ortalıkta yoktu. Kötülüklerin üzerini örttüğü için daima minnettar olduğu büyük beden iş kıyafetini omzuna attı ve içeri girmeden önce etrafa son bir defa göz attı. Marius işe giriş saatini deftere yazdığı sırada arkasından sinir bozucu derecede şirin bir sesin, "Yeni çıkanlar köşesi pek boş görünüyor Marius, şekerim," dediğini duydu. Ses, en gereksiz işler dalında uzman olan Khajiit Rohava'ya aitti.
Marius işe başladığından beri istisnasız bir şekilde her gün kapıdan içeri girmesini ve söylediği işleri yapmasını izliyordu. Rohava, Marius'un güvenilir olduğunu ve işini çok sevdiğini bilirdi ancak yine de bir gün olsun ona güzel bir söz söylememişti. Marius bir yığın kitabı kucaklayıp yeni çıkanlar bölümüne giderken aynı şirinlikte, "Hemen ilgileniyorum," diye cevap verdi. "Fazla oyalanma. Bu sabah için sana başka işler de vereceğim," dedi Rohava ve sonra şatafatlı üniformasını düzeltip, gözü sürekli civcivlerinin üzerinde olan tavuk bakışını attı. Marius başını yana çevirir çevirmez gözlerini devirdi ve Rohava'nın tatmin olması için işinin başına döndü.
Rohava gözden kaybolur kaybolmaz Marius haftalık ayininin en önemli kısmı için ortalıktan sıvıştı. Uzaklaştırma büyülerinin olduğu kitaplara hızlıca göz gezdirip koruma büyüsü aradı, sonra da kopyalarını çıkarmak için sessizce arka odaya gitti. Henüz hiçbiri Marius'un işine yaramamıştı ancak tüm bu büyücülük olaylarında daha yeni olduğu için iyimserdi. Yeni büyülerini yazdığı parşömenleri cebine tıkıştırıp sihir marketine gitmek için en uygun anın ne zaman olduğunu düşünerek, yeni çıkanlar köşesine gitti. "Pekâlâ, bu hafta sonu için planımız nedir?" Bu soru Marius'un hemen arkasından geldi. Vücudu irkildi ve omuzları birden gerildi.
Çenesini kenetleyip aniden geriye döndü, karşısında tipik kibirli, kendini beğenmiş, öz güveni çok yüksek uzun boylu ve altın tenli tanıdık Kıdemli bir Elf kadını vardı. Zehirli ve katlanılamaz olmasına rağmen inkâr edilemeyecek kadar masum görünümlü bir yüz ifadesi takınıyordu. "Bunu yapmandan nefret ettiğimi biliyorsun," dedi Marius. " Ve burası da hiç yeri değil." diye ekledi. Marius böyle zamanlarda oldukça ciddi göründüğü için memnundu. Sinirli görünmesi gerektiği zamanlarda çok yardımı dokunmuştu. Gelgelelim Marius bakışlarını daha fazla sürdüremedi. Yutkundu ve aşağı baktı, sonra tekrar başını kaldırıp yukarı baktı.
"Eğer bunca zaman benden saklanmasaydın, iş yerine kadar gelmeme gerek kalmayacaktı," dedi. Her zaman ki gibi kendinden emin bir şekilde sırıtarak Marius'un üzerine bir adım daha yaklaştı. "Neden savaşıyorsun bilmiyorum aşkım, sadece laftan ibaret olduğunu biliyorsun." Kötücül gülümsemesi daha da büyürken, "İkimiz de asla yeterince güçlü olamayacağını biliyoruz," diye fısıldadı. Elleriyle yüzünü okşadığında Marius'un tüyleri ürperdi, midesini bulandırıyordu. Tüm vücudu tiksinti duygusuyla titredi. Marius onun esiri gibiydi, üstünde inen felç duygusuyla savaştı ve gözlerini kırptı, parmaklarını dışa doğru esneterek, onlara işlevlerini hatırlattı. Her yerde bunu görebilecek insanlar vardı. Sakin olmalıydı. O kadar aptal değildi. En azından burada değil.
Marius'un vücudunda büyük bir endişe yumağı oluştu. Dişlerini sıkarak, "Bu hafta hiçbir şey olmayacak, Elsynia. Ve ikimiz de iyi biliyoruz ki biz diye bir şey yok! Artık benden uzak duracaksın." Marius dişlerini sıktı ve bir olay çıkmadığından emin olmak için sağa sola bakındı. "Ben yeterince güçlüyüm. Artık değiştim ve buna inanıp inanmaman umurumda bile değil!" Elsynia, Marius'un kolunu birden sıkıca kavradı, bir kadına göre fazla sertti. Eğilerek doğrudan kulağına fısıldadı. Puslu koyu yeşil gözlerini Marius'un gözlerine dikti, ona değer veriyormuş gibi bir sesle konuştu. "Ah, tabii ki değiştiğine inanıyorum sevgilim. Her zamankinden daha çok korkmuş olmalısın ve bu korku seni güçlü olmaktan alıkoyuyor tatlım. Buna ister inan ister inanma."
Elsynia, Marius'un kolunu bıraktı ve dönüp gitmeden önce onu dudağından öptü. Dudakları dudaklarına değdiği an irkildi. "Sundas günü saat altı da evine geleceğim." Hiç dönüp bakma zahmetinde bile bulanmadı. "Ah! Bu hafta olmaz doğru ya. Önümüzdeki hafta. Bu hafta bazı işlerim nedeniyle şehir dışında olacağım." Sadece başını çevirip göz kırptı. "Yokluğumda kendine iyi bak yakışıklım." Elsynia ön kapıdan dışarı çıkarken Marius'u adeta yaralanmış bir av gibi aç ve saldırıya hazır avcıların arasına bırakıp gitti. İş arkadaşlarının görmemiş olmasını umut ederek, titrer halde hızla içeri girdi. Dışarı çıkıp nefes almak zorundaydı.
Zihnindeki davetsiz, zorba avcılarla savaşa tutuşmadan, kendini daha da kaybetmeden önce biraz yalnız kalmalıydı. Envanter odasındaki arka kapıdan çıktı ve güneşin ısıttığı beton duvara sırtını dayayıp gözlerini kapattı, yavaşça kayarak dizlerinin üstüne çöktü. Marius kendi için hazırladığı bu şahsi Oblivion düzlüğünden kaçmasına asla izin vermeyecekti. Marius onu hayatına soktuğu için duyduğu ve onu günden güne tüketen utanç ve suçluluk duygusundan kurtulmasına asla izin vermeyecekti. Leyawiin'e taşındığında onunla arkadaşlık eden ilk kişi Elsynia idi, yanında kendini çok rahat hissettiği biriydi. Beyni anlamsız ve tutarsız düşüncelerle çalkalanırken, derin bir nefes aldı. Nasıl bu kadar kötü bir karar alabilmişti? Paramparça olmuş duygularına cevap açıktı.
Bu soruyu kendine her gün sordu ve yaptığı garip hareketten sonra da, artık kendine karşı dürüst olmalıydı. Daha önce bir boşluğu doldurmasına yardımcı olmuştu ama artık bu zayıflığı onu her yerde, hatta kendine yeni bir başlangıç hazırlamak için geldiği yerde bile bir şekilde bulup ele geçiriyordu. Marius betona oturmuş kafasında giderek hiddetlenen savaşla mücadele ederken, her an Rohava'nın gelip onu işten kovabileceğinin bilincindeydi ancak ne onu ne de işini düşünecek durumda değildi. Aklında sadece Skyrim gezisi vardı, orada nasıl kendini bulduğu, nasıl özgür hissettiği. Tamriel'in uzak bir köşesindeki farklı bir ülkede, farklı bir kültürde onu, ardında bıraktığı evdeki geçmişe bağlayan her şeyden nasıl uzaklaştığı.
Hiç kimse tanımıyordu onu ve geçmişi hatırlatacak tanıdık hiç bir şey de yoktu. Yeniden doğmanın yaşatacağı hissi hayal etmeyi, karşılaştığı yerlere ve kişilere yeni anılar yükleyebilmeyi anımsadı. Marius Leyawiin'e güzel bir gelecek kurmak için gelmişti. Onunla tanıştı. Hata yapmış olsa bile ondan kurtulmaya çalışmalıydı. Eğer böyle giderse... Onu kendinden uzak tutup yardım alması gerektiğini biliyordu. Cebinden büyülerin yazılı olduğu kâğıtları çıkarıp baktı. Bir an önce Büyücüler Loncasına gidip gerekli malzemeleri Harkalt gelmeden almalıydı. Harkalt. Tüm bu olup biteni Marius ondan nasıl gizleyecekti? Bunu bir şekilde yapacaktı. Birden ayağa fırladı, kalbi yerinden çıkacak gibiydi, yüzüne düşen saçlarını topladı ve hışımla üstünü düzeltti.
Bir kez, ardından bir kez daha derin bir nefes aldı, çıldırmış gibi göründüğünden emindi. Umursamadı. Bu görünüşten kurtulmalıydı. Leyawiin Marius'un Solitude idi. Bu yüzden buraya taşınmıştı. Bir an boş bulunarak bir canavarın hayatına girip cesaretini ve itibarını son damlasına kadar kurutmasına izin verdi diye neden yeni bir hayata başlama şansını çöpe atsın ki? Nasıl ki bir önceki tacizciyi geride bırakabilecek kadar güçlü olup kendini bulunduğu yerden söküp başka bir şehre taşınmışsa, Elsynia denen bu iğrenç hastalıktan da kurtulabilecek kadar güçlü olabilirdi.
Sert bir rüzgâr esti ve Marius kara bulutlara doğru baktı. Çakan şimşekle sersemlediği anda arka kapı kendiliğinden açılıp beton duvara güm diye çarptı. Rohava kafasını çıkarıp Marius'a baktı. "Sen ne halt ettiğini sanıyorsun? İş saatlerinde buralarda dolanıp dükkânı böyle bırakamazsın! Kusura bakma ama bu on beş dakikalık oturma molaların biraz fazla oluyor." Marius ona baktığı an laf kalabalığı kesildi. Yüzündeki alt üst olmuş ifadeyi fark etmiş olmalıydı. Duyduğu utanç, yüzündeki sert ifadeyi sildi ve gözleri birden ayaklarına çevrildi. "Oturmuyordum, Rohava. Buna inanırsan tabii."
"Bak Marius," dedi tereddüt ederek. "Yine şu kız değil mi? Biliyorum, beni alakadar etmez ama ikinizi az önce gördüm. Ve" gergin bir şekilde parmaklarını o sarı, bandana bağlı saçlarına götürdü, "Hiç tekin gelmedi bana. Hem de hiç. Tüylerimi diken etti. Yani sana olan bakışları ve senin vücut dilin falan..." Rohava söylediklerinin Marius tarafından dikkate alındığını görünce dudaklarını birbirine kenetledi ve sonra, "Bence o hiç de iyi biri değil. Hem seni de böyle çileden çıkarması..." Çileden çıkmak. Çokbilmiş Rohava. Bu işgüzar çıkarımlarıyla hedefi tam da on ikiden vuruyordu.
"Şey... Sağ ol Rohava. Gösterdiğin ilgi için minnettarım ama sorun yok. Sadece yeni ayrıldık ve biraz zor zamanlar geçiyoruz. " Marius'un en iyi yapabildiği şey gerçeğin yarısını ifade etmekti. "Anladım. Bu konuyu burada kapatıyorum. Ama olur da konuşacak biri ararsan her zaman yanındayım." "Teşekkürler." Rohava başıyla onaylayarak hemen kapıya doğru yöneldi. "İçeri dönsem iyi olur. Birkaç dakika mola verip toparlan, sonra içeri gel. Bu sabah yapacak çok işimiz var." Marius kapıyı kapatışını izledi ve derin bir nefes alıp bir kez daha gökyüzüne baktı. İş başında sorunlarını bölümlere ayırırken aklı, Rohava'nın aslında bugüne kadar tanıdığından çok daha anlayışlı biri olduğunu tescil etti.
Artık daha dikkatli olması gerekecekti. Bunları aklından çıkardı ve onun yerine nihayet Elsynia'dan kurtulmak ve rahimde bekleyen yeni hayatını doğurtmak için aldığı kararları düşündü. Gökyüzü siyahtı artık ve şimşekler daha da belirginleşiyordu. Yoğun, soğuk yağmur damlaları vücuduna çarptıkça irkiliyordu. Saçları yağmurdan dolayı sırılsıklam olmuştu. Yağmur alnını arındırırken onu bozguna uğratmaya gelen düşmanların mağlubiyet içinde kaçtıklarını hissedebiliyordu. İçinde nedensiz bir azim yükselmeye başladı ve yüzünde umut dolu bir tebessüm oluşturdu. Kapıya ulaştı, ikinci kere esen rüzgâra tutunup hızla içeri girdi...
Marius gece nasıl uyuyabildiğini bilmiyordu ama yine de yataktan çok dinç kalktı. Belki de kardeşi Harkalt'ı göreceği içindi. Marius Skingrad'dan taşındığından beri Harkalt'ın onu ilk kez ziyarete gelişiydi. Yazın işi olmadığı için tatil iznindeydi, bir süre Marius'u görmeye gelebilecekti ve onun da fena halde ağabeyinin manevi desteğine ihtiyacı vardı. Marius deniz limanına Harkalt'ı karşılamak için giderken Büyücüler Loncasına da uğradı çünkü bir an önce yeni uzaklaştırma büyülerini denemek istiyordu. Eski demircinin arkasında, kitap satıcısının sağ köşesinde kalan mavi pencereli malikâne. Marius içeriye adım atar atmaz tezgâhın arkasında, kitaplarla uğraşan tanıdık elemanı fark etti.
"Yine yardımına ihtiyacım var, Mahei. Şunları denemek istiyorum." Marius Argonyalıya elindeki listeyi uzattı. Mahei, Marius'a dikkatle baktı ve başını onaylamayan bir tavırla salladı. "Bak, sana bunu nasıl izah edeyim bilmiyorum ama... Yok, bu işler böyle yürümez." Marius sesini alçalttı ve etrafa baktı. "Kardeşimle güvende olacağımızdan emin olmalıyım. Hala bazı sorularım var." Mahei etraflarında sert boynuzların demetlendiği anlayışlı gözlerini Marius'a dikti. "Yok, anladım ama çok farklı sonuçlar elde edebilirsin. Bu büyülere karşılık gelmeyen şeyler gibi, anladın mı? Böyle şeylere bulaşmayı pek sevmiyorum."
"Lütfen, Mahei. Her türlü yardıma ihtiyacım var." Mahei kâğıtlara bakmadan önce koca bir dakika geçti, sonrasında dudaklarını birbirine kenetleyerek başıyla onayladı ve Marius'u raflara doğru götürdü. "Unutma sakın, bu ekstra bir koruma. Öyle eski moda hapishane hücrelerine benzemez bu, anladın mı?" Yabani otları ve kökleri Marius'un eline tutuşturdu. Marius başıyla teşekkür ederek cebindeki son septimi Mahei'ye verdi. "Yolunda gitmeyen bazı şeyler var," diye mırıldandı Mahei ama Marius hızla kapıya yönelmişti bile.
Marius deniz limanına vardığında ilk olarak Harkalt'ı fark ettiği için, onca insan içinde onu fark ettiğinde nasıl bir tepki vereceğini de görebilecekti. Yüzü, tıpkı çocukluk günlerinde saklambaç oynayacaklarını duyduğu zamanlardaki gibi uçarı bir ifadeyle parıldıyordu. Marius o etrafındayken olayları bir çocuğun bakış açısından görebilmenin, nefes almak kadar kolay olacağını biliyordu. Marius sarılmak için aceleyle ona doğru ilerledi, neredeyse çarpıp yere düşürecekti. Harkalt güldü ve kendini Marius'un kollarından çekerek ona baktı. "Daha şimdi geldim ve neredeyse beni öldürüyordun be adam!"
"Ben mi suçlu oldum şimdi?" diye karşılık verdi Marius, Harkalt'a." Asıl sen beni öldürecektin, sekiz buçuk yıldır seni görmeyi bekliyorum! Panik ataklar geçiriyordum burada, haberin var mı?" Harkalt'ın, o saf masumiyetinin ardında, Marius ile aralarındaki bağı daha da güçlendiren takdire şayan bir alaycılığı vardı. "Pekâlâ, sen de Skingrad'a beni görmeye gelebilirdin," dedi Harkalt. "Skingrad'ı hemen silmişsin hayatından!" Harkalt, Marius'un yüz ifadesini görünce bir an durdu. "Mar, canını sıktığımın farkındayım. Skingrad'ın gelmek istediğin son yer olduğunu biliyorum. Seni anlıyorum kardeşim."
Marius'un koluna girip çantasını bıraktığı yerden aldı. "Artık buradan gidebilir miyiz? Burası midemi tutuyor!" "Kesinlikle," dedi Marius. "Güzel. Açlıktan ölüyorum, sana anlatacak çok şeyim var! Ama önce bir şeyler yemeliyim hemen. Biraz acele edebilir miyiz, Lütfen?" Bunun üzerine Marius gülmeden edemedi. "Tabii. Yol üstünde bir yerde duracağız. Yani eğer iştahını yirmi dakika tutabilirsen." Kocaman, ela gözlerini bıkkınlıkla devirdi. "Sakın bana bulaşma. Bütün sabah gemide olan aç ve huysuz bir adamla uğraşmak hiç akıllıca bir fikir değil. Tavır yapmaya başlamadan önce bir şeyler yememe izin ver ki en azından savaşmak için enerjim olsun!" Yola çıkmaya hazırlanırken Harkalt, Marius'u dirseğiyle dürttü.
Marius'ta onu dürttü. "Seni gördüğüme ben de çok sevindim ağabey." Farkına bile varmadan, hava kararmaya başladı. Kahvaltıdan sonra alışveriş yaptılar ve akşam evde takılmaya karar verdiler. Akşam yemeğini bitirir bitirmez, tıpkı eskiden Skingrad'da yaptıkları gibi mahallede dolanıp eski günlerden bahsederek lafladılar. Marius'un dünyada ondan başka güvendiği kimse olmamasına rağmen yine de ona gerçeği anlatmak istemedi. "Biliyorsun, bunu sormak zorundayım," dedi Harkalt, bakımsız yoldan aşağı yürüyüp tarlayı geçerken. "Gerçi sen de bir an önce anlatıp beni bu merak nöbetinden kurtarabilirsin."
Marius denedi. "Anlatacak bir şey yok Harkalt." Daha sonra, Marius çoktan yenilmiş olduğunu fark ederek iç geçirdi. "Biraz da senden bahsetsek olmaz mı? Bana Hlidara'la neler yaptığını ya da işlerin nasıl gittiğini hiç anlatmadın." Koyu kahverengi saçlarını elleriyle toplayıp atkuyruğu yaptı. Bir yanda da, "Hlidara'dan sonunda kurtuldum. İşler de iyi. Hep aynı şeyler işte. Şimdi. Kimmiş bu kadın bakalım? Ve neden onun hakkında konuşmuyorsun? Bunca zaman mektuplaştık şimdiyse sürekli konuyu değiştirip duruyorsun," dedi Harkalt.
Harkalt, Marius'un cevabını bekleyerek kaşlarını kaldırdı. Marius'ta paytak adımlarla dolaşan bir ördek ailesini izledi, önlerindeki sokakta karşıdan karşıya geçiyorlardı. "Biliyor musun, gerçekten yaşadıkları hayata çok imreniyorum," dedi Marius. "Ye, uyu, tekrar et." diye ekledi. Marius başını kaldırıp gökyüzündeki yumuşacık renklerden oluşan palete baktı. "Evet, ördekler. Basit. Anladık. Dökül bakalım şimdi." Marius iç çekti. "Sana onun hakkında pek bir şey anlatmadım çünkü anlatacak bir şey yok. Ayrıca mektuptan nasıl yazdığımı hemen hemen biliyorsun. Kişisel bir şey yok. Uzun uzadıya anlatmak istemedim," diyerek omuz silkti.
"Peki, artık buradayım. Mektup yok. Hadi anlat bakalım." Elbette. Sadede gel, Marius. Öyle sabırsız, öyle açık sözlü ve öyle... Harkalt'tı ki. Marius aceleyle konuyu, hem onu telaşlandırmadan hem de doğru şekilde nasıl anlatır diye düşündü. Marius, Harkalt'ın koşup Elsynia'nın karşısına çıkmasına izin veremezdi, önce koruma büyüsünü denemeliydi. Öğrendikten sonra Harkalt'ın ne kadar öfkeli olacağını bildiği için, hikâyenin devamını dinleyeceğinden kuşkuluydu. "Önemli bir mesele değil. Hoş birine benziyordu. İyi geçinebileceğim biriydi. Son sekiz yıl boyunca çıktık ve... Sonunda sürtüğün biri çıktı. Şimdi de ayrıldık ve bu gerçekten zor."
Harkalt kafasını salladı. "Bir şeyler olduğunu biliyordum. 8 yıl boyunca çıktın ve bana hiçbir şey anlatmadın öyle mi?" Harkalt'ın kızgınlığı sesine yansımıştı. "Neyse. Peki, onu hala seviyor musun?" Marius ilk önce hangisine cevap vermeliydi? Hangisi daha güvenliydi? "Hareketleri, sözleri... Rahatsız etmeye başladı. Ona gerçek anlamda âşık değildim. Bizimkisi daha ziyade zararlı bir birliktelikti. Sadece bir bağımlılık gibiydi diyebilirim." Gerçek buydu, ancak Marius daha sonra ne yapacaktı? Harkalt en son Skingrad'da ki kızla Marius'un yaşadıklarını biliyordu, fakat bu sefer tam sekiz yıl sürmesine izin vermişti.
"Seni anlayabiliyorum, Mar. Demek istediğim, çok şey yaşadın. Anne ve babanla ve onunla yaşadığın onca şeyden sonra tek başına buraya taşınman... Bir arkadaşa ihtiyacın vardı, beraber takılabileceğin birine. Bir boşluğu doldurmaya çalışıyordun." "Evet, ama her şeyi berbat ettim. Kendimi yeterli hissedebilmek için kimseye ihtiyaç duymamalıydım. Bu şekilde değil. Onunla tanışana kadar değil. Sanırım düzgün bir şekilde düşünemiyordum. O yüzden karşıma çıktığında eğer onunla olmasaydım büyük bir boşluk hissedecektim. Ama büyük bir hata yaptım. Bu sefer kendimi affetmem biraz zaman alacak."
Harkalt, Marius'un yanına yaklaştı ve omuzlarını sıktı. "Bazen bir ilişkiye başlarsın ve karşındaki insanın iyi biri olmadığını fark edersin. Böyle şeyler olur. Sanki bir suç işlemişsin gibi bahsediyorsun. Skingrad'da bıraktığından daha kötü bir şey hayal edemem." Marius'un tüm zihnini bir yılgınlık duygusu sardı. "Senin danışman olman lazım, aşçı değil." dedi. Marius'un bu alaycı tavırları işe yaramıyordu. "Sadece kendime kızgınım. En iyi böyle açıklayabilirim. Buraya taşındığımda gerçekten işlerin yoluna gireceğine inandım. Burada yeni bir hayat kurabileceğime..."
Harkalt usulca, "Marius," diye başladı söze. "Biriyle çıktın. Onun iyi biri olduğunu düşündün ama sonradan rengini belli etti. Sadece bu sefer öğrenmen biraz vakit aldı. Bu her zaman olur. Hala yeni baştan başlayabilirsin. " Harkalt sessizleşti, gözleri uzaktaki bir şeye bakıyordu. Birkaç saniyeliğine hayranlıkla güneşin batışını seyrediyor gibiydi. Sonra gözündeki kuşku ifadesini Marius yakaladı. "Artık geri dönmeliyiz," dedi Marius. "Neredeyse hava karardı. Ayrıca, seni bilmem ama ben yorgunum. Yarın sabah çalışacağım." Durup geriye dönerek Marius eve doğru yürümeye başladı.
Bu gece yıldızlar, kesinlikle Marius'un kalbinin şükran duygusuyla ışık saçtığını hissedebiliyorlardı. Ancak şunu da biliyordu ki, içindeki bu inanç tek başına onları korumak için yeterli olmayabilirdi. Evin kapısından içeri girdiklerinde Marius, Harkalt'tan iznini isteyip odasına girdi, zira vampir uzaklaştıran büyü malzemeleri zulalarında onu bekliyordu...
Fırtına Katili - Fantastik Hikaye
"Skyrim Nord'lara aittir! Skyrim'in gerçek çocukları, acımasız Thalmor'un ve diğer ırkların tehdidi altındadır. Yükselin, Fırtınapelerinler... Hem insan hem de İlahi olan yüce Talos'un nidasını kucaklayın."
- Ulfric Fırtınapelerin'in Sözü
20 Yıl Önce...
Benim adım Nobiryn Donhor. Windhelm'de yaşayan bir orman elfiyim. Avlanmayı ve yay kullanmayı çok seviyorum. Yıl 4Ç 201. Mart ayının sonları, bahar mevsiminin başlarındayız. Saat sabahın erken saatleri, O gün de karlı ormandaki her zaman ki yerimde okçuluk becerimi geliştirmek için atış talimi yapmaktaydım.
Tam o sıralarda tesadüfen oradan devriye geçen birkaç şehir muhafızı ile karşılaştım. Askerler alıştırmamı izlemeye ve ardından okçuluğum ile dalga geçip alay etmeye başladı.
"Bu bir tavşanı bile vuramaz. Buna 100 septime bahse bile girerim." dedi içlerinden biri.
Öfkeyle yayımı çıkararak bir hedef belirleyip attım. Ok, güçlü bir erkek geyiğe saplanıp onu yere devirdi. Tam hakkım olan 100 septimi istiyordum ki, "Mevki beyinin geyiğini öldürdün, seni tutukluyoruz!" dedi adamlardan biri.
Muhafızların beni geyiği avlamam için oyuna getirdiğini fark ettiğimde iş işten çoktan geçmişti. Koşabildiğim kadar hızla dağların derinliklerinin içine daldım.
Adamlar yaylarını gerip arkamdan bana nişan aldı. Atılan oklardan biri az kalsın başıma isabet ediyordu. Kendimi korumak için hızla dönüp bir ok fırlattım. Ok süzülüp peşimdeki adamlardan birinin tam kalbinden vurdu ve adam yere düşüp anında öldü.
Artık sadece mevki beyinin geyiğini değil, askerlerinden birini de öldürmüş oldum. Böylece Ulfric Stormcloak tarafından asi ilan edilip şehirden kovuldum. O tarihten sonra bir daha Grey district'te rahatça dolaşamadım, hep gölgelerde gizlendim...
İlerleyen aylarda halkımdan birkaç kişi daha benim grubuma katıldı. Onlar da haksız yere şehirden atılmış kişilerdi. Hepsi ile birden Ulfric ile savaşacağımıza ve kuzeylilerden dunmerları, argonyalıları, bosmerları ve diğer ırkları koruyacağımıza ant içtik.
Çok geçmeden Windhelm'de ki insan olmayanlar, benim ve arkadaşlarımın kahramanlık hikâyelerini duyup bizim davamıza güvenmeye, inanmaya başladılar...
Bir gün, ormana av hayvanı aramak için çıktım. Yanıma kılıcımı aldım, elimde bir yay sırtımda da oklarım vardı. Bir nehir kıyısı gördüm. Karşı tarafa ulaşımı aynı anda sadece bir kişinin geçebileceği kadar dar bir köprü sağlıyordu.
Köprüden yürümeye devam ettim. Köprünün sonunda biri duruyordu. Yoluma devam ederken, onun çok uzun boylu, iri yapılı bir ork olduğunu, elinde de koca bir sopa tuttuğunu fark ettim.
"Kenara çekil de geçeyim," dedim. Yabancı "Hayır," diyerek gürledi sonra "İlk önce ben geçeceğim." diye ekledi. Okumla yayımı çıkartarak, "Geçmeme izin ver yoksa seni buraya çakarım," dedim.
"Çok cesursun bakıyorum!" dedi koca adam. "Senin okların, yayın ve kılıcın var benimse sadece bir sopam."
Hemen silahlarımı yere bıraktım. Kendime bir ağaç dalı bulup köprüye geri geldim. "Öyleyse köprüden geçmek için dövüşeceğiz," dedim. " O zaman nehre ilk düşen kaybeder!" diye atıldı koca adam.
Dövüşümüz başlamıştı. İkimiz de birbirimize vurmaya çalıştık, ama kolayca sopa hamlelerinden sıyrılıp kurtulduk. Kavga yarım saat sonra, nihayet orkun kafasına sopayı vurmamla sona erdi. Bu sırada ben tam gülmeye başlayıp zaferimi kutlayacaktım ki, enseme aldığım darbeyle suyun içinde buldum kendimi.
Suyun içinde çırpınırken koca adam da benim bu halime kahkahayla gülüyordu, sonra hep birlikte gülmeye başladık.
"İyi bir kavga oldu. Gerçekten göründüğün gibi güçlüymüşsün, senin için yapabileceğim bir şey var mı dostum? "diye sordum. "Evet, var," dedi ork. "Buraya Nobiryn Donhor'u bulup onun adamı olmak için gelmiştim."
Ardından ıslık çaldım ve ağaçların arasından gelen hışırtılar duyuldu:
"Efendim baştan aşağı ıslanmışsınız, sizi nehre bu ork mu itti?" dedi adamlarımdan biri. Bende yabancıyı göstererek, "Bu koca ahbap beni suya fırlattı." dedim. Birdenbire siyahlar içindeki 10 adam, orkun üzerine atladı.
"Durun!" diye bağırdım. Daha sonra kendimi ve arkadaşlarımı bu yabancıya tanıttım:
"Benim adım Nobiryn Donhor, bunlar da benim yoldaşlarım. Bizler asiyiz ve Ulfric Stormcloak ve onun Skyrim'in evlatlarına karşı mücadele veriyoruz. Bize hala katılmak istiyor musun?"
"Bu ormana seninle tanışmak için gelmiştim zaten, size seve seve katılırım. Bu arada beni Ugokuga Giantfinger diye çağırırlar."
Ben ve arkadaşlarım orkun lakabının Giantfinger oluşuna güldük. Ona giymesi için grubumuzun simgesi olan siyah giysilerden verdim. Sonra, grubumuzun yeni üyesi için bir karşılama ziyafeti düzenledik... Çok geçmeden Ugokuga Giantfinger benim sağ kolum ve en güçlü adamım oldu...
Windhlem Mevki beyi sürekli beni yakalamaya çalışıyordu ama ben öyle kolay lokma değildim. Bu yüzden Ulfric bir plan yapıp sadece okçuların ancak elf, argonyalı, khajiit ve ork olmamak kaydıyla katılabildiği bir müsabaka düzenleyeceğini duyurdu herkese.
Hünerini göstererek beni ele geçirebilecek nitelikte olduğunu ispatlayan kişiye cezbedici ödüller vereceğini açıkladı. Tabii kısa sürede turnuvadan benimde haberim oldu. Ödül olarak koyulan saf altından yapılmış oku kazanmak için katılmak istiyordum.
Genç dark elf Hryt, bana "New Gnisis'teyken, Ulfric'in müsabakayı sana tuzak kurmak için düzenlediğini duydum," dedi uyararak. Ulfric'ten korkmuyordum. "Ondan korkacak değilim," diye gürledim. "O ne kadar kurnazsa biz de o kadar zekiyiz. Oraya kılık değiştirerek gideceğim ve altın oku kazanacağım ve kampımıza asacağım." diye ekledim.
Atış müsabakası günü sadece imparatorluk ve kuzeyli insanlarından oluşan bir kalabalık meydanda toplandı. Atış alanı renkli kurdeleler ve çiçeklerle süslenmişti. Galmar Taşyumruk'un yanında oturan Ulfric'in gözleri endişeyle beni arıyordu. Turnuva başladı. Başta birçok yarışmacı vardı ama ikinci turdan sonra geriye sadece üç kişi kaldı: Biri kuzeyli bir avcı diğeri ise Solitude'lu bir şehirli ve üçüncü kişi de bendim. Son turda rakiplerimi yenerek turnuvanın galibi oldum.
Tüm müsabaka boyunca tek kelime bile etmemiştim. Ten rengim görünmesin diye ağzımı ve gözlerimi kapatmıştım. Ulfric bana altın oku takdim ettikten sonra sordu, "Senin adın nedir, dostum?" "Adım Hoch," diye cevapladım. "Seni çok beğendim, şu korkak Nobiryn Donhor'dan okçuluğun daha iyi. Emrime girmek ister misin?" dedi Ulfric. "Hayır, ben özgür biriyim. Özgür bir hayatı tercih ederim," dedim.
Ulfric teklifinin reddedilmesinden hiç hoşlanmadı ve benden derhal şehri terk etmemi istedi. Akşam olduğunda, kampta büyük zaferimi kutladık. Ulfric'in korkak olmadığımı bilmesini istiyordum, çünkü ödülü kazanan olduğumu öğrenmesi gerekiyordu. Ertesi gün Ulfric sabah kahvaltısına otururken, üzerine parşömen kâğıt sarılı bir oku penceresinden içeriye attım. Ok süzüldü ve duvara saplandı.
Ulfric yüksek sesle kâğıtta yazdıklarımı okumaya başladı:
"Sovngarde Ulfric'in olsun, herkes kampa gelip görsün. Verdiğin ödülü ben aldım, sana yine geçmiş olsun.
İmza Nobiryn Donhor"
Ulfric onu oyuna getirmeme tam anlamıyla delirdi. Ancak yaptığı planın farkındaydım. Elli adamına ormana gidip kampımızı bulup bizi yakalamaları için emir verdi. 1000 septimlik bir de ödül koydu bunun için. Adamlarıma ormanın derinliklerine gizlenmeleri emrini verdim. Mevki beyinin askerleri yedi gün boyunca ormanı didik didik aradılar ama kimseyi bulamadılar. Yedi gün boyunca tüm grup ormanda gizlenmiştik.
Sekizinci gün, askerler büyük bir hayal kırıklığı ve yorgunluk içinde Windhelm'e doğru dönerlerken adamlarıma dönüp, "Şimdi! Yerlerinizden çıkın ve şunlara iyi bir ders verin!" diye bağırdım. Hepsi hevesle ağaçların ve çalıların arasından öne çıkıp yaylarını gerip oklarını atmaya başlamıştı. Onlarcası daha ne olduğunu anlayamadan yere düşmüştü bile. Başlarına gelenleri Ulfric'e anlatmaları için birkaç tanesini hayatta bıraktık.
Şehirde olup bitenlerden ve yaptığımız katliamın etkilerinden haberdar olmak için bir adam seçip yollamaya karar verdim. Çok kurnaz olan Argonyalı Deeh'i seçtim. Deeh keşiş kılığına girip kılıcını elbisesinin altına sakladı ve şehre doğru yola koyuldu. 'Hancı elbet bu konuda bir şeyler biliyordur,' diye düşündü.
Candleheart hanına geldiği zaman canlarını bağışladığımız adamların oturmuş bir şeyler içtiğini gördü. Hiç ses çıkarmadan geçip bir köşeye oturdu ve gitmelerini bekledi. Birdenbire Deeh'in yanına bir kedi geldi ve bacaklarına sürtünmeye başladı.
Cüppenin altındaki kara giysi ortaya çıktı, Deeh durumu kurtarmaya çalışsa da muhafızlardan biri onun elbisesini tanıdı ve anında ortalığı ayağa kaldırdı. Ardından Deeh, daha karşılık veremeden askerler tarafından esir alındı. Bende o sıralar Deeh'den rapor beklerken, New Gnisis'in han görevlisi koşarak bana gelip Deeh'in esir alındığını ve yarın asılacağını söyledi.
Sertçe, "Böyle bir şey olmayacak. Yarın gidip onu geri getireceğim, getiremezsem de onunla birlikte öleceğim," dedim. Daha sonra arkadaşlarımı yanıma çağırıp yarın için planladıklarımı anlattım, "Hepimiz yarın şehre sızıp, insanların arasına karışacağız. Birbirimizden ayrılmadan hep birlikte Deeh'i alıp kampa döneceğiz."
Ertesi gün şehirdeki herkes mahkûmun asılacağı meydana toplandı. Ben ve arkadaşlarım da kalabalığın içindeydik, kimse bizi fark edemedi. Deeh, etrafını sarmış muhafızlar eşliğinde at arabasına bağlanmış şekilde meydana getirildi. Deeh tanıdık yüzler görmek için etrafına bakınıyordu. Koca bir vücut kalabalığı yararak, öne gelip ona ulaşmaya çalıştı.
Deeh arkadaşlarının onu kurtarmaya geldiğini fark etti. Ugokuga Giantfinger arabanın üstüne atlayıp, dev çift elli baltasıyla iki muhafızı kestikten sonra Deeh'i serbest bıraktı. Muhafızlarla bizim aramızda dişe diş bir kavga başladı. Ama bizler, sayı olarak az olsak ta beceri olarak muhafızlardan üstündük.
Yaylarımızı ve kılıçlarımızı çıkarıp aralarından birkaçını indirdikten sonra geri kalanları canlarını kurtarmak için kaçarak dağıldılar. Zafer kazanarak ben ve tayfam ormandaki kampımıza gitmek üzere destek birlikleri gelmeden önce şehirden kaçtık. Ulfric Stormcloak'un askerleri bizi yakalamada başarısız oldular.
Ulfric, benim gücümden ve zekâmdan artık korkmaya başlamıştı. Bundan böyle beni yakalamak için herhangi bir girişimde bulunacağı zaman iki kere düşünmesi gerektiğini öğrendi...
Sonraki bir yıl boyunca, ben ve arkadaşlarım ormanımızda sakin geçirmiştik. Ancak elbette Ulfric'in Deeh'e yaptıklarını unutmamıştık. İntikam daima aklımızdaydı. Bir gün Windhelm'e bu konuda neler yapabileceğime bakmaya gittim. Yol üzerinde Windhelm'de ki pazara giden bir kasaba rastladım.
Şehre her zaman ki gibi kılık değiştirerek girecektim. Aklıma müthiş bir fikir geldi o an; Kasabın arabasını, atını ve etlerini çalıp, kara giysimi kasabın üstündekilerle değiştirecektim. Pazara attığım ilk adımda yürek burkan bir manzara ile karşılaştım. Pazara sadece insanların girip alışveriş yapma izni vardı. Alış veriş yapmak ya da dilenmeye gelen çoğunluğu dunmer olmak üzere diğer ırklardan kişileri şiddetle geri kovuyorlardı.
Masalara kurulmuş ve etler cızbız yapılarak pişirilmekteydi. İnsanlar çöplerin başına üşüşmüş köpekler gibi etleri yiyordu. Zavallı halkım ise ağızları sulanarak acı içinde bu tabloya bakmak zorunda kalıyorlardı.
Bazı kuzeyliler ise eğlence olsun diye yalayıp sıyırdıkları kemiklerin artıklarını karşıdan izleyen insan olmayanlara doğru atıp onları kemiğin üstendeki bir parça eti yemek için nasıl birbirlerini ezdiklerini izleyip kahkahalarla gülüyordu. Kendimi zor tutuyordum ama şimdi ne yeri ne de zamanıydı...
Bende Grey District'te kasaptan çaldığım etleri dikkat çekmesin diye çok düşük fiyattan sattım ve fakirlere de bedava et dağıttım. Beni gören diğer kasaplar, zengin budalalardan biri olduğumu, yakın zamanda paramın ve malımın kalmayacağını düşündüler.
Kasaplardan biri bana:
"Ürünlerini neden bu nankör yaratıklara veriyorsun? Sen bunları bilmiyorsun galiba, bizler onlara ulu şehrimizin kapılarını açtık. Onlar ise bunun karşılığını hiçbir işe yaramadan öylece yer işgal ederek ödediler. Birde sen onların karnını bu leziz geyik etleriyle doyuruyorsun."
Daha fazla Şüphe çekmemek için yüzümde alaycı bir gülümsemeyle "Bunlar ölü etler dostum. O yüzden veriyorum ki hastalanıp gebersinler." dedim.
"Demek sende bizdensin! O zaman iyi dinle dostum, Mevki beyi düzenleyeceği ziyafete Skyrim'in dört bir yanından tüm kasapları davet etti," dedi.
Bende dört gözle böyle bir fırsat bekliyordum. Daveti sevinçle kabul ettim. Şölen günü, kasap giysileri içindeydim. Ulfric'in kâhyası Jorleif beni tanımadı ve yanına çağırdı.
Hile peşinde olan Jorleif, gözünü zengin kasaplara dikmişti. Bana:
"Sen zengin bir adamsın anladığıma göre. Ne kadar malın var?" diye sordu fısıldayarak.
"Kardeşimle benim dünya kadar arazimiz, beş yüz kilo kadar da geyik etimiz var. Depodaki bu etleri satacak birini arıyoruz," dedim.
Kâhya Jorleif etler için 300 septim önerdi, ben de bu teklifi kabul ettim. Hemen şölenin ardından, Jorleif'i de alıp şehirden uzaklaşarak ormandaki hayali çiftliğime doğru yola çıktık. Yanında getirdiği iki korumaya rağmen bu, Nobiryn Donhor ile yani benimle karşılaşmak istemeyen kâhyayı bir hayli endişelendirdi.
"Nobiryn Donhor'dan korkmuyor musunuz?" dedi. "Ben yanınızdayken ondan korkmanıza gerek yok" dedim.
Bunları konuştuktan sonra ormanın içine doğru devam ettim, Jorleif de arkamdan beni izledi. Ormana girdiğimizde ıslık çaldım ve derken onlarca asi Jorleif'in etrafını sardı. "Kâhya Jorleif ziyafetimize katılmaya geldi!" diye bağırdım.
Korumaları anında Ugokuga'ya parçalattım ve onların etlerinden yahni yaptırdım. Masa hazırlattım ve istemeden de olsa Jorleif'i zorla oturttum. O etleri yemesini söyledim. Başta reddetti ancak hançerimle iki parmağını kestikten sonra yemeye başladı.
Birkaç lokmadan sonra kusmaya yeltendi ama bunu yaparsa dilini kesip g. sokacağımı söyleyince yuttu. Tabağı bitirdikten sonra cebindeki keseden 300 septim aldım. Sefil canını ondan söküp alabilirdim. Bu nefes almak kadar kolay olurdu ama ibret olsun diye hayatta bıraktım.
Atının sırtına atlayıp uzaklaşırken Jorleif'e: "Bir daha halkımdan birine eziyet ederken bu anı düşün." dedim. Kâhyanın yüzü buz kesmişti. Soytarı durumuna düşmüştü. Hiçbir şey demeden gitti...
Solitude'da her sene Kral Olaf'ı Yakma Festivali düzenlenirdi. Tek-göz Olaf'ın temsili kuklası yakılırdı ve halk bunu izlemek için dört gözle beklerdi. Bende tesadüfen o zamanda Mevki beyi Adil Elisif ile görüşüp Ulfric'le olan savaşımda bana destek olmaları için yardım istemek üzere Solitude'da gitmiştim.
İç Savaş nedeniyle oldukça korunaklı şehir kapılarından güçbela girdim. Her köşe de devriyelerin olduğu mahallelerinden geçtim. Blue Place'a doğru gidiyordum. Ozanlar Koleji'nin yanına geldiğim sırada biraz gülüp eğlenmek için festivale katılmaya karar verdim. Müzisyenlerin şarkı söylediği, kalabalığın dans ettiği bölümdeki standa yöneldim.
Orada uzun zaman harcadım. Ardından ikram edilen yiyecekler ve içecekler ile karnımı doyurup kukla yakıldıktan sonra tekrar Blue Place'in yolunu tuttum. Sarayın giriş kapısından girdim. Alt katta bir adam beni eliyle durdurdu ve "Sen nere gittiğini sanıyorsun? Kapıdaki muhafızları geçmene nasıl izin verdi?" dedi.
Elini tutup çektim ve "Sen kimsin?" diye sordum. "Adım Bolgeir Ayıpençesi. Mevki beyinin kişisel korumasıyım. Şimdi burada ne aradığını kafanı koparmadan önce bana derhal söyle küçük bosmer!" diye bağırdı.
O an içimden bu kabadayıya bir ders vermek istedim:
"Sen, kendini ne sanıyorsun? Uzun bacaklı soytarı! İyi bir dayak istiyorsun galiba." dedim. Kahramanca bir kavga başladı aramızda. İkimizde çok cesurduk. Ama Bolgeir bir zaman sonra yorulmaya başladı. Bende bundan faydalanarak kafasına okkalı bir yumruk patlatınca, adam yere yıkıldı.
Kapıştığımız sırada hararetten saray erkânının bizi izlediğini fark etmemiştim. Çevremizdeki insanlar birden tezahürata başlayınca bu beni uyandırdı. "Sarı adam!" diye haykırıyorlardı coşkuyla. Bu lakabı mücadelemizi izleyip dövüş performansıma hayran kalan seyirciler bana layık görüp armağan etmişti.
Tabii bu kutlama kısa sürede etrafımın muhafızlar tarafından çevrelenmesiyle son buldu. Kollarımdan tutup beni Elisif'in taht odasındaki huzuruna çıkarttılar. Beni önünde diz çöktürmeye çalıştılar ama buna izin vermedim. Onlara direndiğim sırada dizime kılıçlarının sapıyla vurdular.
Kalkmayı denedim ama elleriyle omzuma yere bastırdılar ve kılıçlarının uçlarını boğazıma ve enseme dayadılar. Pes ettim. Eğilmek zorunda kaldım ama başımı dik tuttum. Elisif eliyle muhafızlara gitmelerini emretti. Ayağa ağrılarım olmasına rağmen hızla kalktım ve Elisif'in gözlerinin içine doğrudan baktım. Kocasının ölümünün acısı hala taze olduğu için üzgün ve yorgun görünüyordu.
Ama çok güzeldi. Beni süzüyordu. İfadesi yumuşadı. Sanki beni tanıyormuş gibi bir hali vardı. Üzerime gelen kalbimi ok gibi delen bakışlarından korkup gözlerimi kaçırmak zorunda kaldım. Sonra bu sessizliği bozmak için ağzımı açtım:
"Sizler evinize gelen misafirleri hep böyle mi karşılıyorsunuz?"
"Elbette hayır. Bu büyük bir yanlış anlaşılmaydı sadece. Seni bir casus ya da suikastçı olduğunu sandılar. Gerçek kimliğini benim gibi bilselerdi böyle olmazdı. Ama sende anlayacaksındır ki hayatıma karşı türlü teşebbüsler var. Adamlarımın beni korumaya çalıştıkları için suçlayamazsın değil mi?"
"Peki, ben kim mişim?"
"Ulfric ve Fırtınapelerinleri'ne kök söktüren kişi, Nobiryn Donhor. Yöntemlerinizin hepsini onaylamıyorum ve kuzeylilere olan nefretinizi de anlamasam da yaptıklarınız yaşanan İç Savaş'ta ki tarafımıza büyük katkı oldu."
"Beni nasıl tanıdınız?"
"Afişlerinizden. Ama şunu söylemeliyim ki sizi hak ettiğiniz kadar iyi çizememişler."
Beni tanıdığına çok şaşırmıştım. Yaptıklarımızın bu kadar ses getireceğini tahmin edemezdim. Haberler hızlı yayılmıştı. Kısa bir süre daha sessizlik oldu sonra:
"Şimdi söyle bana Donhor, buraya niye geldin? Bu arada Bolgeir'i de fena pataklamışsın. "
"Kusura bakmayın ama bunu hak etti ayı. Buraya gelmemde olay çıkarmak gibi bir amacım yoktu. Sadece Windhelm'e yapacağım saldırı da desteğinizi istiyorum.
"Buna çok sevindim. Bize katılman gerçekten işimize gelir."
"Size katılmıyorum! Sadece davama yardım etmenizi istiyorum."
"Tamam. Anlıyorum seni. Fakat bu karar sadece bana kalmış değil. Bunu General Tullius'la da konuşup onayını alman gerekecek. İmparator tarafından bizzat görevlendirilmiş Skyrim'de ki askeri yöneticidir. Lejyonerleri sadece o izin verirse kullanabilirsin."
"General Tullius'la görüşebilir miyim?"
"Tabii ki. Ancak önce biraz dinlenmelisin. Uzun bir yoldan geldin ve seni hak ettiğin gibi ağırlamadan buradan yollarsam içimde ukde kalır. Hizmetlilerime odanı hazırlatacağım. Rahatlayıp dinledikten sonra ertesi gün Dour Kalesi'ne gidip Tullius'la konuşabilirsiniz."
Acelem vardı. Kampıma ve adamlarıma bir an önce dönmek istiyordum. Fakat yorulmuş ve yıpranmıştım da. Böyle General Tullius'un karşısında çıkamazdım. Mevki beyi Elisif'in ricasını da kıramazdım. Ayrıca Elisif'ten de etkilendiğimi itiraf etmeliydim.
Bu benim için çok tuhaftı. Çünkü o bir kuzeyliydi ama nefret yerine ona çok yoğun sevgi hisleri hissetmiştim. Onun yakınında bir gün olsa bile geçirmek güzel olacaktı. Selamımı verip hizmetçilerin eşliğinde kalacağım odaya gitmek üzere oradan ayrıldım...
Blue Place'de ki rahat hayat aklımı çelmişti. Burada iyi zaman geçiriyordum. Bir süre gitmek istemedim. Bol bol yemek ve içki... Elisif'e de çok yakındım. Hep onun yanındaydım. Bu arada malikânedeki 3. günümde bir rüya gördüm.
Rüya bana yoldaşlarımı ve kampımı hatırlattı. Gözlerim dolmuştu. Ormanıma gidip tekrar aralarına katılacağıma yemin ettim. General Tullius'la görüşmeden önce son kahvaltım için mutfağa doğru gittiğim sırada kapıda aşçı Odar'ı gördüm.
Burada kaldığım ilk günden beri anlaşamamıştım bu herifle. Bana çok kaba davranıyordu. Başlarda tatlı Elisif'imin hatırına sesimi çıkarmadım. Ama sonuncuda kahvaltımı vermeyi bile reddedince o an çileden çıktım ve Odar'a sert bir tokat attım. Karşılık vermeye çalıştı. Yumruk savurdu ama sıyırdı.
Boğazından tutup duvara dayadım. Tek ellimle gırtlağını sıkıp sanki ağırlığı olmayan bir şeyin hafif esen rüzgârda kendi kendine havaya yükselişi gibi kaldırdım. Şükür ki hizmetçi Una araya girdi. Yoksa öldürecektim pis kuzeyliyi. Ölse daha iyiydi ancak Elisif'e rezil olmakta vardı işin ucunda. Sonra, kalkıp kendi kahvaltımı kendim hazırlayıp aldım.
Daha ağzıma birkaç lokma ya götürdüm ya götürmedim ki kapıda iri yapılı bir adam belirdi. Bu gene Bolgeir Ayıpençesi'ydi. Elisif'e yakın olduğum için beni kıskanıyordu. Yüzünde geçen açtığım iyileşmeye yüz tutmuş, taze yaralarıyla gözlerini bana dikmiş burnundan soluyordu.
Bir süre öyle dikildi karşımda. Bende o sırada ona aldırmadan kahvaltımı yemeye iştahla devam ediyordum. Bunu gören Bolgeir giderek daha çok kızdı. Yanıma yavaş yavaş yaklaştı. Masaya yumruğunu vurdu. Buraya onu aşçının yolladığı belliydi.
Sürdürdüğüm kayıtsızlığa dayanamayıp bakışlarını kahvaltı tabağıma çevirdi. Sonra üzerine tükürdü. Ardından bana nedensiz pis pis gülümsemeye başladı. Daha sonra tuhaf bir şekilde kahkaha attı.
Midem bulanmıştı. Ama yaptığı şeyden dolayı değildi. Bir kuzeylinin bana bunu yapıp yanına kar kalabileceğini sanıyor oluşuydu... Küstah! Tabağımı masanın ortasına doğru kaydırdım. Sonra ellerimi kavuşturup Bolgeir'in gözlerinin içine baktım. Bir hiç gibi duruyordu. Alaycı ifademle konuşmaya başladım.
"İkinci ders için geldin sanırım?"
"Hayır. Kafanı kırmaya geldim."
"Bunu nasıl yapmayı düşünüyorsun bekçi köpeği?"
"Bahanem hazır merak etme. Durup dururken olay çıkardığını ve aşçıyı dövdüğünü söyleyeceğim. Ayırmaya çalıştığımı ama senin direndiğini ve bu nedenle kendimi korumak için seni öldürmek zorunda kaldığımdan dolayı buna ses etmeyecektir sevgilin Elisif."
Bu yakıştırmasından mutlu oldum. Hoşuma gitti. Ortam artık sessizliğe gömüldü. Kelimelerle bir işimiz kalmamıştı. Her şey biraz sonra kopacak olaya hazırlanıyordu sanki. Bolgeir son raunt için gelmişti buraya.
Bunu almadan gitmeyecekti. Bana da bunu ona vermekten başka yapacak bir şey bırakmadı. Birbirimizi tarttığımız sırada haince ilk hamle sabırsız Bolgeir'den geldi. Bu aceleci hareketleri onu kaçınılmaz sonuna giderek daha çok yaklaştırıyordu. Yemek masasını tutup üzerime kapakladı.
Hala oturuyordum. Çevikliğime burada çok iş düşmüştü. Hızla sandalyeyle birlikte takla atıp geriye çekildim. Bolgeir her ne kadar kuzeyli standartlarına göre güçlü bir asker olsa da basit tekniği saf kaba kuvvetle düşüncesiz saldırı seçimlerinden oluşuyordu. Beni bu sıradan kuzeyli stiliyle devirmesine imkân yoktu.
Rüyasına dahi girsem yener kâbusu olurdum. Ben deniz ise zekâyı, çevikliği ve gücü birazcık zarafet ile harmanlayarak kullanıyordum rakiplerime karşı. Bana savurduğu her kılıçta ona yeni bir şeyler öğretiyordum. Ama bunu kavrayamayacak kadar kas kafalıydı.
Bolgeir kılıcını kınından çekeli on beş dakika geçmişti. Ama ben daha elimi belime bile götürmemiştim. Giderek yoruluyor ve bununla beraber hataları artıyordu. Savunmasındaki farkında olmadığı bu boşluklardan yararlanarak onu kolayca öldürebilirdim. Hali beni rahatsız etmişti.
Dövüşü yalnız ayırdığım vakte değdiği zaman bitirecektim. Arbedemizin seslerinin yankıları her yanı kapladı. Etrafımız korkudan ve meraktan bizi uzaktan izleyen insanlarla dolup taştı. Dayanacak hali takati kalmamıştı. Kılıcı artık ona ağır geliyordu. Kalkanı taşıyamayacağı bir yük oluyordu. Bunlardan kurtulmak istercesine yere bıraktı. Mücadeleye yumruk yumruğa devam etti.
Çevikliğim ve zekâmla Bolgeir'i yeterince sersemlettiğime karar vermiştim. Bolgeir bana içine düştüğü çaresizlikten bir an önce kurtulmak için yalvarıyormuşçasına attığı o son yumrukta, doğru anın geldiğini hissettim.
O da o an içinin derinliklerinde bir yerlerde kavgayı daha başta kaybettiğini anlamıştı. Çok geç kalmıştı. Ne o vazgeçip onurunu ayaklar altına alırdı ne de ben bu zevkten kendimi mahrum bırakıp dururdum artık. Ona yaşamak için ikinci bir şans vermeye niyetim yoktu. İlk yumruğunu savuşturdum. İkinciyi ise elimle tuttum. Avucumun içinde kalan yumruğunu kurtarmaya çalışıyordu.
Sol yumruğunu tekrar salladı ama elimle onu da engelledim. Sağ yumruğunu o daha ne olduğunu anlayamadan hızla ileriye doğru çevirip kırdım. Acıdan gözlerinden yaşlar gelerek çığlıklar atmaya başladı. Daha sonra onu kendimden biraz uzaklaştırmak için iteledim.
Kendi zavallılığının muhakemesiyle baş başa kalsın istedim. Bir süre sessiz ve tepkisiz eline baktı. Kabuk bağlamakta olan eski yaralarının yanına yeni yaralar açılmış kanlar içindeki yüzüyle bana baktı. Kılıç elini kaybetti. Çıldırmış gibi görünüyordu. Öyle bir haykırdı ki camlarda bıraktığı etki ejderdoğanların attığı nidalar kadar kuvvetliydi. Kulaklar sağır, akabinde her yer de tuzla buz oldu.
Kudurmuş gibi üzerime doğru koşmaya başladı. Kenara çekildim. Duvara tosladı. Sonra nefes nefese yerden kalktı. Sağ eli kırıktı. Sol eliyle artık saldırıyordu. Onu da tutup dirsekten kırdım. O ana kadar tek başarılı olan hamlesini gerçekleştirdi.
Suratım kafa attı. Bunu öngörememiştim. Dalgınlığıma denk gelmişti. Ama darbeyi biraz hafifletmeyi başarmıştım. Yoksa bunun baskısıyla kafatasım içine göçebilirdi. Neyse ki bunu sadece burnumun kırılmasıyla atlatmıştım. Burnumdan kanlar fışkırdı. Sonra kanama durdu. Kolayca toparlandım.
Üstüme tekme attı. Bacağını hızla tutup havaya kaldırıp Bolgeir'i yandaki vitrine atıp geçirdim. Kırılan cam parçaları vücudunun her noktasına batmıştı. Buna rağmen pes etmemişti. Hafiften saygımı kazanmıştı.
Ümitsiz olsa da çabası takdir edilesi bir şeydi. Kavgada yarım saate yaklaşıyorduk. Mutfak adeta bir arena çevredeki meraklı kalabalıkta tribünlerdeki seyirciler haline gelmişti. Artık tezahüratlar edip şevkle bize kendilerince eşlik ederek bağırıp çağırıyorlardı. Hatta muhafızlar arasında kimin kazanacağına dair bahisler alınıp paralar yatırılarak oyunlar oynanıyordu.
Bende buna olan ilgimi kaybetmiş, sıkılmıştım. Bolgeir fiziksel olarak son noktadaydı. Kan kaybından ayakta ölmek üzereydi. Bense daha başlamamıştım. Atar damarları ve bazı ten donları camlardan dolayı kesilmişti.
Ağırlık yaptığı için miğferi, bilekliği ve çizmesini çıkardığı için böyle olmuştu. Üzerinde sadece çelik zırhı vardı. Onu da yumruk darbelerimle parçalamıştım. Dayanıklılığı bende hayranlık uyandırdı ama ısrarcılığı sinir bozucuydu. İşini bitirmenin vakti geldi de geçiyordu.
"Bu kadar oyun yeter!" diye bağırdım.
Ve Bolgeir'i tuttuğum gibi tavana fırlattım. Tavanı delip geçerek bir üst kattaki yatak odasına girdi. Duvarda açılan gedikten üst kata zıpladım. Bolgeir baygın bir şekilde yerde yatıyordu. Bilinci kapalıydı. Nefes alışverişi azalmıştı.
Ensesinden tutup taht odasına ağır ağır sürükledim. Yüzümü galibin kim olduğunu önceden zaten belli eden bakışlarla süsledim. İnsanlarda bizi merdivenlerden takip etti. Bulunduğum alanı çembere aldılar. Blue Place hatta abartarak tüm Solitude halkı gelmiş malikâneye sığamayıp taşmış gibi bir manzara vardı.
Mevki beyi Elisif ve insanlar şaşkınlıkla o sırada beni izliyorlardı. Bana para yatıranlar zaferimi kutluyor, kaybedenler bile kendilerini onlara katılmaktan alıkoyamıyordu. Bolgeir'i önlerine bir çuval gibi attım. Tahrik edercesine pozlar veriyordum hayranlarıma.
"Köpeğin eğitimi sona erdi!" dedim.
Bolgeir son nefesini verdiği dakikalarında pişmandı ve bu gereksiz cüretkârlığı yüzünden kendi pis kanında boğulmakla meşgul kaldı. Kıyafetimin yırtılması arkasındaki sürprizin ortaya çıkmasına neden oldu. Coşkuyla çevremi kesiyordum. O anlarda pencereden buğday tenime süzülen güneş ışınları değdi.
Göğüs ve karın kaslarımdan yerlere usulca akan ter damlaları parlayarak göze çarpacak kadar yoğunlaştı. Yakışıklılığım, karizmatik ve seksiliğimin doruk noktalara ulaştığını fark etmiştim. Bu kadınları büyülerken erkekleri imrendirdi.
Aralarında dikkat ettiğim tek şey en çokta dul Elisif'in ağzı açık bir şekilde ilah vergisi çekiciliğimin, etkileyiciliğimin akımına kendini kaptırmış halleriydi. Ben onun gecesinin arzusuydum o da benim şafağımın güzelliği...
Sıcak bir Solitude günü ben ve Elisif yatak odasında dinleniyorduk. Bolgeir'le yaptığım şovdan sonra herkesin saygısını ve sevgisini kazanmıştım. Özellikle Elisif'in. Gösterinin ertesi gününde onu çoktan yatağa atmıştım bile.
Ne yiyiştik ama! Bir kadınla ilk deneyimim olmasına rağmen Elisif daha önce yaşadıkları arasında en iyisinin benimle olduğunu söylemişti. Gururlanmıştım tabii bir erkek olarak. Olayın detaylarını ise sizin hayal gücünüze bırakıyorum.
Her şey kusursuzdu ama sıkmaya başlamıştı. Yeteri kadar oyalanmıştım ve General Tullius'la olan görüşmenin tam sırasıydı. Ayrıca tayfamı çok özlemiştim. Elisif tatlı tatlı uyuyordu ve açıkçası uyandırmaya kıyamadım. Ona bir not yazdım ve Blue Place'den ayrıldım. Dour Kalesi'nin yolunu tuttum.
Birkaç hafta öncesine kadar yolda beni görmezden gelenler artık bana selam veriyor ve bedava yiyecekler, içecekler ikram ediyordu. Bu şekilde kalenin girişine dayandım. Kapıdaki nöbetçi askerler namımdan habersizce bana ters ters bakıyorlardı. Maksadımı bildirip içeriye adım attım.
General Tullius ile Legate Rikke Savaş Odası'ndaydı. İç Savaş hakkında yüksek sesle plan yapmaktaydılar. Bir süre bekledim. Tartışmanın şiddeti azaldıktan sonra kapıyı çalıp odaya girdim. Beni ilk Rikke karşıladı.
"Sen kimsin?"
"Benim adım Nobiryn Donhor. Buraya desteğinizi istemeye geldim."
"Bunu generale sormalısın. Onun yanında hareketlerine dikkat etsen iyi olur. Gözüm üzerinde."
Tullius'a yaklaştım. Düşünceli ve sıkkın bir tavırla beni baştan aşağıya süzdü. Bu sahne koca bir dakika boyunca sürdü. Bana fırsat vermeden sessizliği bozan Tullius oldu.
"Sen şu Elisif'in bahsettiği kişi olmalısın."
"Evet. O benim. Hakkımdaki haberlerde ne hızlı yayılıyor."
"Hakkında çok şey duydum. Bazıları iyi ama genellikle kötü. Ancak itiraf etmeliyim ki işimizi kolaylaştırdığın söylenebilir. Ayrıca geçen haftalarda Blue Place'de çıkardığın olayları ve... Elisif ile yaşadığınız bazı şeylerle ilgili yapılan dedikodular kulağıma kadar geldi."
"Kusura bakmayın ama bu kimseyi ilgilendirmez!"
Tullius'un sağ tarafında dikilen çam yarması rahatsızlıkla çıkıştı.
"Laflarına dikkat et! General Tullius'la konuşuyorsun."
"Sakin ol asker. Bak Donhor her pisliğine rağmen aradığım tarzda bir adam olsan bile geldiğinden beri şehir senin çıkardığın olaylarla çalkalanıyor. İnsanlar savaşa odaklanmalı. Dikkat dağınıklığına göz yumamayız."
"Buraya övgülerinizi ya da eleştirilerinizi dinlemeye gelmedim. Desteğinizi almaya geldim."
"Demek öyle? Peki, bunu nasıl olacak?"
"Hakkımda duyduklarınız ya da bizzat gösterdiklerim yeterli gelmedi mi?"
"Neden sana güveneyim ki?"
"Sizinle bir derdim yok ve gerçekten olmasını da istemezdiniz. Bana yardım ettiğiniz sürece menfaatlerim doğrultusunda birlikte hareket edebiliriz. Böyle olacak ise size kendi ve adamlarım adına ihanet etmeyeceğimize garanti veririm."
Legate Rikke araya girdi.
"O zaman kendini Lejyon'a kanıtla! Sana vereceğimiz görevleri tamamla."
"Gerçekten buna gerek var mı? Şu yanında duran kuzeyliden daha fazla Fırtınapelerin askeri öldürdüğüme yemin edebilirim."
"Konu bu değil ve Rikke haklı. Eğer bunu kabul edersen, ilerisi için sana güvenmeye daha istekli olabiliriz."
"Peki. Ne yapmamı istiyorsunuz?"
"Görevin Hraggstad Hisarı'nı haydutlardan temizlemek."
"Her neyse. Hemen başlayalım ve bir an önce şu saçma seromoni bitsin."
"Bekle! Bu görevde yalnız değilsin. Bugün senin gibi yeni biri daha aramıza katıldı."
"Yalnız gidersem daha hızlı ve rahat çalışırım."
"Hayır! Generalin dediğini yapacak ve onunla beraber gideceksin."
"Pekâlâ! Kim bu herif?"
"Adam şey dedi... bu kulağa başta biraz garip gelebilir ama bir Ejderdoğan olduğunu söyledi..."
Kan ve Zevk - Fantastik Hikaye
Solitude şehrindeki bir handayım. O adamı ilk gördüğümde her zaman ki yerimde oturuyor ve her zaman ki içkimden içiyordum. Bu kart herif bütün dikkatleri üzerine toplamış halde etrafta başıboş dolanıyor ve herkesle konuşuyordu. Arkamda ki kazmayı fark ettiğim sırada bardağımdaki içkinin kalan son damlalarını yudumluyordum.
- Selam ben deniz Sewyaze de Rick İmparatorluk Birliği Komutanıyım. Eğer istersen, bana sadece Rick diyebilirsin. "dedi yabancı."
- Pekala Rick ? Ne istiyorsun benden. ? "dedim elimdeki bardağı masaya vurarak."
- Tanıştığıma memnun oldum. Adınızı bahşeder misiniz. ? "dedi Rick alçak bir ses tonuyla."
- Torik. Bak hafiften tepem atmaya başlıyor... Komutan falan dinlemem bir taraflarını kırmadan sadede gel istersen. "diye tersledim adamı."
- Kabalaşmaya gerek yok efendim. Sizi rahatsız ettim çünkü bir sorunum var ve belki de sizin bana biraz yardımınız dokunabilir. "dedi Rick."
- Ne konuda ? ve Nasıl.? diye sordum.
- Kız kardeşim. Hikayesini dinlemek ister misin.? "dedi Rick ve ekledi." - Geçen hafta onu yatakta baygın halde bulduk. Boynundaki diş izlerinden kan süzülüyordu. Hiç kuşkumuz yoktu, sebep bir vampirdi.!
- Her diş izi vampir demek değildir. "dedim uykulu bir ses tonuyla."
- İzler aksini söylüyordu. Ardından bir süre sonra da kız kardeşim kayboldu. Dönüşüp kaçmış olmalı. "dedi Rick."
- Eğer vampir olduysa yapılması gere--
- Her şeyi bir kenara koyalım, Evvela onu bulmanı ve şahet şüphelerimiz doğruysa onaylamanı istiyorum. Sonra yapılması gerekeni yaparsın. "dedi Rick lafımı bölerek."
- Tamam. Kardeşini arayacağım. "dedim."
- Çok teşekkürler. Hizmetlerinin karşılıksız kalmayacağının garantisini verebilirim. "dedi Rick ve ekledi." - Onu tanımada bir sıkıntı çekmezsin. İnce, güzel bir sarışındır ve onun o gök mavisi gözlerini kimse gözardı edemez.
Handa tanıştığım Komutan Sewyaze de Rick iddasına göre kız kardeşinin bir vampire dönüştüğünü ve onun ailesine zarar vermemek için evden kaçtığını söyledi. Kızı bulacağıma dair ona söz verdim. Kız hakkında tek bildiğim harika mavi gözlere sahip olduğuydu. Handan dışarıya çıkıp, şehrin etrafına bir göz atmaya karar verdim.
- Selam asil beyefendi . "dedi Hayat Kadın'ı önümü keserek."
- Ne asilim nede beyefendiyim. Bana uygunsuz şeyler mi teklif edeceksin.? "dedim gülümseyerek."
- Hayır efendim. O teklifi genelde müşterilerim bana yapar. "dedi Hayat Kadın'ı."
- Belki, sonra. Sana birşey sormak istiyorum."dedim ve ekledim." - Kayıp bir kızı arıyorum. Mavi gözlü, sarışın saçlı, ince ve uzun boylu. Bu tanıma uyan biriyle çevrede karşılaştın mı hiç.?
- Hayır, ancak söylediğiniz kadar güzelse muhtemelen Gece Evindedir. "dedi Hayat Kadın'ı."
- Gece Evi. ? "diye sordum."
- Bir Genelev bir kaç ay oldu açılalı. Ama benden söylemesi orası sizin için fazla lüks kaçar şehrin bütün kodaman soyluları orada takılıyor. "dedi Hayat Kadın'ı."
- Sağol güzelim seni yakında, güzel bir şeyle ziyaret ederim. "dedim kadına yanağından makas alarak."
- Sabırsızlıkla bekleyeceğım o zaman. "dedi Hayat Kadın'ı."
Hakkında söylenenlere göre en güzel kadınlar soylu müşterilerini Gece Evinde bekler. Onlara günün kasvetini unutturmak için bir şans, zarif zevkler sunarlar ama yanında boşalan bir keseyle birlikte. Tabi ki sunulan o olağanüstü eğlenceler sonrası kimse kesesiyle alakalı şikayette bulunmaz.
- Merhabalar, efendim. "dedi Hayat Kadın'ı"
- Merhaba mavi-gözlü güzellik. "dedim."
- Ne arzu edersiniz, sizi Gece Evine getiren şey nedir lordum. ? "dedi Mavi Gözlü."
- Konuşmakla başlayalım. "dedim."
- Pekala, konuşalım. İddalara göre, ön sevişme faslını düzeyli bir konuşmadan daha etkili kılan hiç birşey yokmuş. "dedi Mavi Gözlü."
- Ne düşler kuruyorsun, Mavi Gözlüm." dedim."
- Ah... Gecenin sonsuza dek sürmesini istiyorum... "dedi Mavi Gözlü."
- İlginç, senin yaşındaki kızlar genelde beyaz atlı prensler ya da öteki saçmalıklarla ilgili hayaller kurarlar. "dedim."
- Ben bildiğin kızlardan değilim. "dedi Mavi Gözlü ve ekledi." - Kanıtlayabilirim. Sadece iste.
- Abin Sewyaze de Rick seni arıyor. "dedim."
- Ne ? Hayır! Bahsettiğin adamı ne tanıyorum ne de bir ailem var. dedi Mavi Gözlü beni tersleyerek.
- Emin misin.? "diye sordum."
- Elbette eminim.! Benim evim burası. Gecenin Kardeşlerinin yanı. "dedi Mavi Gözlü."
- O zaman yanılıyor olmalıyım. " dedim ve ekledim." - Her neyse. Kendine iyi bak.
"Gece Evi" denilen Genelevde kaybolan kızın tanımına uyan mavi gözlü bir kız ile karşılaştım. Komutanın kızkardeşi bu kız olabilir mi? Ailesinin olmadığını söylesede bana pek inandırıcı gelmedi. Buldukları mı Sewyaze de Rick anlatmak için Genelevden ayrılıp Han'ın yolunu tuttum.
- Efendi Torik! sizi bu kadar çabuk görmeyi beklemiyordum. Lütfen kız kardeşim hakkında iyi haberlerinizin olduğunu söyleyin. "dedi Rick yaşlı gözlerle."
- Genelevde mavi gözlü bir hayat kadını vardı. "dedim."
- Benim kardeşim asla kendisini o derece düşürmez. "diye bağırdı Rick öfkeyle."
- Kanıtım yok, ama bu kadın senin tarifine uyuyor. "dedim."
- Lütfen kanıt bul. Ailemin onuru diken üstünde.! "dedi Rick."
- Elimden geleni yapacağım. "dedim."
Sewyaze de Rick Genelevdeki kızın kendi kızkardeşi olduğuna inanmak istemedi. Bunu ona kanıtlamanın bir yolunu bulmak için Gece Evine tekrar dönmem gerekiyordu.
- Tekrar merhaba. Beni mi özledin. ? "dedi Mavi Gözlü."
- Bu güzelliklerle bir gece geçirmek için ne yapmam gerek?. "diye sordum.."
- Size zevkle eşlik ederim. Ancak öncelikle Gece Evine bir bağış yapmalısınız. Sadece 500 Septimcik. "dedi Mavi Gözlü."
- "Septimcik ?" o rakamı tanımlamak için bu kelimeyi kullanmazdım. Daha iyi bir teklifte anlaşamaz mıyız.? "dedim."
- Her zaman pazarlığa açığız. 750 nasıl.? "dedi Mavi Gözlü."
- Hayatta olmaz. "dedim."
- 1000'e ne dersin. ? "dedi Mavi Gözlü."
- Sanırım, 500 iyiydi. "dedim."
- Anlaştığımıza göre beni takip edin. "dedi Mavi Gözlü ve ekledi."
- Sabredin. Beklediğinize değecek emin olun. İlk olarak sıcak bir banyo, ardından hayelleriniz gerçek olacak.
- Sen emin ol verdiğim o 500 septimi sapır sapır çıkartacam senden. "dedim ellerimi avuşturarak."
- Boynundaki yara...
- Hoşuna mı gitti.? "dedi Mavi Gözlü lafımı bölerek."
- Karakteristik, İlgi çekici. "dedim."
Mavi Gözlü. Gece Evindeki bir güzel. Tesadüfe bakın Sewyaze de Rick'in kız kardeşinin tarifinde olduğu gibi onun boynunda da vampir ısırığına benzeyen ilginç bir yara izi vardı. Yattığım bu kız o komutanın kardeşi olamalıydı. Sewyaze de Rick ile görüşmek için tekrar hanın yolunu tuttum.
- Genelevdeki kızla ilgili kanıtım var. Boynundaki diş izlerini gördüm, tıpkı kız kardeşini tarif ettiğinde söylediğin gibi. "dedim."
- Bu nasıl olabilir.? "dedi Rick ve ekledi." - Bir çeşit büyünün etkisinde olmalı... Belki Onu ısıran vampir tarafından.
- Belki. "dedim."
- Torik... Vampir kesinlikle Genelevde bir yerlerde. Kız kardeşimi onun elinden kurtarmalısın. "diye atıldı Rick."
- Bu iş gittkçe canımı sıkmaya başladı. "dedim iç çekerek."
Komutan Sewyaze de Rick Genelevdeki kız kardeşi'nin zihninin vampir tarafından kontrol altında tutulduğunu söyledi. Bu türden bir kontrol ancak kısa bir mesafeden yapılabilir, yani muhtemelen Rick'in de söylediği gibi vampir Genelevin içinde olmalı. Eğer durum buysa bunu ortaya çıkarmam gerektiğini düşündüm ve tekrar Gece Evi'nin yolunu tuttum.
- Burayı kim yönetiyor. "dedim."
- Gece Hanım." dedi Koruma."
- Onunla görüşebilir miyim. "dedim."
- Hayır. Gece Hanım kimseyi görmek istemiyor uza hadi. "dedi Koruma."
- Param var. "dedim."
- Bana rüşvet sökmez. "dedi Koruma"
- Peki, bu 100 dinarla dolu keseyi kendime saklayayım o zaman." dedim"
- Oblivion kapıları adına... Dur, ver o keseyi bana. "dedi Koruma ardından gülerek ekledi." - Çil çil septimler girebilirsin.
- Pekala, bu bir beyefendiye uygun nazik bir haraket mi? Davet edilmeden buraya böyle dalman.?"dedi kadın."
- Bağışlayın Madam, ama bir iş üzerindeyim. "dedim ve ekledim." Gece Hanımı tanıyor musunuz.?
- Oldukça yakınız," dedi kadın kıkırdayarak ve ekledi. " Ben zaten o kişiyim. Gecenin Kraliçesiyim. Ben müşterilerimin hayellerini okuyup, dokunurum onları rahatlatır ve memnun ederim.
- Ayrıca boş bir keseyle uğurlarsın. "dedim."
- Onların hayallerini gerçekleştiririm, kısa bir süreliğine olsa da. Hayaller paha biçilemezdir. "dedi Gece Hanım."
- Neyse burada bulunmamın sebebi dünyevi zevklerim değil. "dedim ve ekledim." Bir vampir buraya dadanmış. Kızlarınızdan birinin boynunda vampir ısırığına benzer izler gördüm. Ayrıca kızın ağabeyi, onun asla bir genelevde kendi isteğiyle çalışmayacağına inanıyor. Ona göre kıza vampir tarafından büyü yapılmış.
- Yani buna öylece inandın mı? Bu kadar saf olma. Kız burada prensesler gbi yaşıyor. En iyi ipeklerden elbiseler giyiniyor. Müşterileri onunla tek bir gece geçirmek için mülkünü satıyor. O da müşterilerinden zevk duyuyor. Seni öyle rahatlatır ki hayal edemezsin. "dedi Gece Hanım ve ekledi."
- Ağabeyi olacak o herif onu zorla yaşlı bir bunakla evlendirmek istedi. Gel gelelim kız, gecenin prensesi olmak istiyordu. Ebediyen güzel, yasak bir meyve. Skyrim'in rüyası.
- Sen neyden bahsediyorsun be kadın.? "dedim."
- Onun kanını içtiğimde bunu hissettim. Ne bakıyorsun öyle ? Evet, bu Geneleve müptela olan vampir benim. "dedi Gece Hanım alaycı bir bakış ve ses tonuyla ardından ekledi." - Ancak ben asla öldürmem, Asla bir ruhu incitmem. Kan bana güç veriyor, tıpkı alkolün insanlara yaptığı gibi.
- Bu saçmalık...
- Kızlarım ve ben müşterilerimizin kanını içeriz. Onların kanı hizmetlerimizin karşılığı. Kimse ölmez. Herkes karlı. "dedi Gece Hanım lafımı bölerek ve ekledi." Mavi gözlü kıza gelirsek. Beni kendi çağırdı. Rüyalarında, fantezilerinde. Özgürlük için... Ve de ebedi güzellik için çırpınıyordu. Bizler canavar değiliz. Torik. Sana bir teklifim var... Uzlaşma karşılığında bu 1000 septimle birlikte kızlarımla bir gece, bu meseleyi tamamen unutmak adına gösterdiğim bir iyi niyet. Seni öldürmek daha kolay olurdu bizim için ama dediğim gibi biz insan öldürmeyiz.
- Peki ya razı gelmezsem. ? "dedim"
- Biri ölür. dedi "Gece Hanım."
- Canavarlardan nefret ederim. Kişisel değil yani. "dedim."
- İlahlara dua etki ayakta kalacak kadar kabiliyetli olasın. Saldırın kızlar.! "diye bağırdı Gece Hanım."
Patroniçe vampir'in teklifi kulağa ne kadarda cazip gelsede Skyrim'in başkentinde böyle bir canavar topluluğunun var olmasına göz yumamazdım, prensiplerime ters düşüyordu. Uzun süren zorlu bir mücadele sonunda Gece Hanım ve onun kızlarıyla olan çarpışmamdan sağ olarak kurtuldum. Vampirler yerde ölü olarak yatıyordu. Mavi Gözlüyü buradan uzaklaştırıp ağabeyindende ödülümü almanın vakti gelmişti artık.
- Gece Hanım'ı öldürdüm. Ağabeyin de seni handa bekliyor. "dedim."
- Ne.?! "diye bağırdı Mavi Gözlü."
- Evine geri dön. Burada olanlara bakarsak, müşteriler bir süre uğrayacakmış gibi görünmüyor. "dedim."
- Seni şerefsiz! Kim sana başkalarının hayatını mahvetme hakkı verdi? Kim kaderlerine karışmanı istedi.?" diye bağırdı Mavi Gözlü ve ekledi." - Sen nesin biliyor musun? Kiralık bir katil, bir avuç altın için öldürüyorsun.!
- O bir vampirdi, bir ucube, devri geçmiş bir kalıntıydı...
- Hayatlarımızı yıktın! benim ve buradaki bütün kızların. Şimdi hepimiz sokaklarda tıpkı ucuz hayat kadınları gibi çalışmak zorundayız. "dedi Mavi Gözlü lafımı bölerek."
- Kendini satmak zorundaymışsın gibi konuşuyorsun. Senin bir seçeneğin var ağabeyine, evine geri dön. "dedim."
- Biliyor musun ? Sana uygun bir işim var. Ağabeyimi öldür. Ne kadar istiyorsun.? "dedi Mavi Gözlü."
- Ben suikastçi değilim, mecbur kalmadıkça da insan öldürmem. "dedim."
- Umarım aletin maviye döner de kökünden kopar, katil! Defol.! "diye bağırdı Mavi Gözlü."
- Kız kardeşim nerede.? "dedi Rick."
- Genelevdeki vampiri kestiğimi öğrendikten sonra kaçtı. Eğer istiyorsa geri gelecektir.
- Vampir beni zerre ilgilendirmiyor. Kız kardeşimi bana geri getir.! "diye bağırdı Rick."
- Anlaşmamız kız kardeşinin durumu hakkında seni bilgilendirmem ve vampiri öldürmemle ilgiliydi.! Şimdi şehrin ortasında sana meydan dayağı atma mı istemiyorsan ödeme mi ver.! "diye üzerine yürüdüm."
- Kız kardeşim eve dönmeden tek metelik bile göremezsin.! "dedi Rick."
- Pekala, seni uyarmadığımı söyleyemezsin. "dedim."
- Tamam, Tamam! beni aşağı indir ve sakin ol şehrin ortasında beni döversen bütün itibarım iki paralık olur."diye atıldı Rick."
- Öyleyse bana para mı ver! Ayriyetten o kız kardeşin olacak sürtüğü takip ederken harcamalarım oldu 600 septim kadar bununla beraber bana 1000 dinar borcun oluyor. "dedim"
- Siz insanlar asla değişmeyeceksiniz... Al bakalım.! "dedi Rick."
- Teşekkürler. "dedim."
- Yetti artık bu şehir. Üçkağıtçılardan ve dolandırıcılardan başka birşey yok.! diye bağırıp handan dışarıya çıktı Rick.
Komutan vampiri öldürdüğüm için minnettardı ancak kız kardeşini kaçırdığım için bana ödeme yapmayı reddetti. Tabi ki üzerine yürüyüp biraz tartaklayınca hemen yelkenleri suya indirdi. Böylece bu lanet olası gün sona erdi. Kendime bir kadın bulup bayılana kadar içeceğim.
Ebedi Izdırap - Fantastik Hikaye
Yıl 10 Ağustos 4. Çağ 211...
Handa eskiden Solitude şehrine çok da uzak olmayan bir yerde, zihnen hasta olan insanların tutulduğu, şu anda terk edilmiş, ıssız, kasvetli, harap olmuş bir malikaneye dönen yere giden ve geri dönmeyen iki adamdan bahsedilirken kulak misafiri oldum. Olay ilgimi çekmişti ve onlara ne olduğunu öğrenmeye karar verdim. Harabelerin yakınlarında ilk yolcuyu kolayca bulmuştum. Bir ağacın yanında hıçkıra hıçkıra ağlıyordu ve bir şey aradığı belliydi...
- Sekiz'e şükürler olsun! Yardım geldi, sonunda! İşimizin bittiğini sanmıştım.
- Ne oldu? İyi misiniz?
- Ben iyiyim, fakat arkadaşım şu lanet akıl hastanesinin içinde mahsur kaldı!
- Söyle bana, bu ilahların bile unuttuğu yerde ne işiniz var?
- Adım Lynn Schmidt. Cyrodiil'den bir şifacıyım. Buraya arkadaşımla birlikte oldukça nadir bir bitki türü bulmaya gelmiştik.
- Bu bölge ot toplamak için pek de iyi bir yer sayılmaz.
- Yolculuk öncesi, bizi aynen şu anda senin yaptığın gibi uyarmışlardı. Yaşananlara bakıyorum da, belki de uyarılara kulak asmış olsak tüm bunlar başımıza gelmezdi. Ama yerin cazibesi oldukça fazlaydı. Yangın alanına kadar gittik... otlardan bir ize rastlamadık, ama... aşağı da bir şey vardı... bir şeyler...
- Lütfen bize yardım et. Dostumu bul, sana yalvarıyorum.
Lynn bölgeye dostuyla nadir otlar aramak için geldiğini söyledi, ancak anlaşılan o ki hem ormanda hem de harabede kol gezen tehlikeleri pek hesaba katmamışlardı. Beni gördüğü anda kayıplara karışan arkadaşına yardım etmem için yalvarmaya başladı. Metfunların nidalarını duydum ve bunun bir şaka olmadığını anladım. Elimle kılıcıma uzandım. Hastanenin bodrumuna indiğim zaman, anormal bir şey tecrübe ettim.
Bana bir illüzyon gönderen bir hayalet gördüm. Etrafımdaki her şey yanmaya başladı ve hayalet tam da ona yakışacak bir şekilde duvardan yan odaya geçti. Hayaleti takip ettim ve bir grup metfunun saldırısına uğradım. Kendimi savunma esnasında duvarlardan birinin kenarında duran bir sandık fark ettim. Sandıkta birkaç doktorun notları bulunuyordu...
Tarih: 10 Ocak 4. Çağ 201 - Adam güçlü şizofreni semptomları sergilemektedir. Yakışıklılığını mahvetmekten kaçınmak amacıyla standart terapi yöntemlerinde verilen şifalı ot dozunu arttırmaya karar verdim. Sinir krizleri geçirmeye yatkın olduğundan, hastayı zincirledim. Duvarlara çizdiği resimler analiz edilmeli.
Tarih: 11 Ocak 4. Çağ 201- Hastane sakinlerinin en yaşlısı olan bu kadın diğerlerinden çok daha uzun süredir bizimle. Soğuk su terapisi onun tedavisinde başarısız oldu ve durumunda gelişmeye dair umut yok gibi. Hastalığın kuvvetini zayıflatmak ve kendine zarar verme eğilimlerini sınırlandırmak için onu bağladım ve verilen yiyecek miktarını azalttırdım ardındın şifalı ot uygulamaya başladım.
Tarih: 12 Ocak 4. Çağ 201 - Hasta dizanteri kapmış durumda. Artık onun için hiç umut kalmadı. Diğerlerinden ayrı bir yere naklettirdim ve çalışanlara onun adına ilahlara dua etmelerini emrettim. Ayrıca şifalı otlarının dozlarını da arttırdım. Karışımın bazı iyileştirici özellikleri var gibi görünüyor ve tesadüfen fark ettik ki dilleri de çözüyor.
Tarih: 13 Ocak 4. Çağ 201- Çizimleri şizofreni teşhisini doğruluyor. Çizimlere hakim olan acımasızlığın çocuklukta yaşanan olaylarla bağlantılı olduğu şüphe götürmez. Baskın bir baba ve güçlü bir travma bu zavallının zihnini mahvetmiş. Hastaya tedavi uygulanacak. Şifalı ot dozunu arttırmaya karar verdim. Tedavi etme özelliklerinin yanı sıra karışım, hastaları kendileri hakkındaki gerçekleri açıklamaya itiyor. Ve sadece gerçek bizi özgür bırakır.
Notlara göre, tıbbı personel akıl hastaları üzerinde bir takım deneyler yapmıştı. Okumaya devam ettim ve bir grup lejyonerin hastaneye fırtınapelerinli bir mahkum getirmiş olduğunu öğrendim. Anladığım kadarıyla askerler onu sorgulamak istiyordu, ama notlarda hikayenin nasıl sonlandığına dair bir bilgi yoktu. Malikaneyi arayıp kayıp adamın bırakmış olabileceği işaretleri aramaya başladım. Sonunda kayıp sıhhiyeciyi bulmayı başardım. Zavallı herif zihnindeki hayaletlerle savaşıyor, bir yangın ve o yangında ölmüş bir kız hakkında sayıklayıp duruyordu.
- Be-be-beni rahat bırak! Uzaklaş benden!
- Sakin ol. Sana zarar vermem.
- Benim suçum değildi... ben değildim, ben değil...!
- Senin suçun olmayan nedir ?
- Yan... Yangın her yerde... Olmaması gerekiyordu! Bunu ben istemedim... Yemin ederim!
- Ne saçmalıyorsun sen !?
- Ne oluyor ? Neredeyim ben?
- Sanırım kafan yerine geldi. Rahatla ve bana adını söyle.
- Ben...Ad.. Adım Selakur.
- Arkadaşın Lynn seni bulmamı istedi.
- Lynn... yaşıyor mu?
- Dinle, sen ve arkadaşını henüz tam olarak anlayamadım, sakladığınız bir şeyler var, gerçeği söylemediğiniz düpedüz ortada. Bu yerin oldukça karanlık bir geçmişi varmış gibi görünüyor, içerisinde senin de parmağın olan bir geçmiş. Beni anlıyor musun.? Şimdi bu yerde neler olduğunu anlamama yardımcı olur musun Selakur?
- Ta- tamam.
- Harika. O halde bana hikayeyi anlatır mısın, hiçbir şeyi atlamadan.
- Biz eski lejyoneriz, bundan tam 10 yıl önce, fırtınapelerinle yapılan son savaşlardan birinde İmparatorluk için savaştık. Birliğimiz bu malikaneye yerleştiğinde ben Lynn'in yardımcı subayıydım. Burada kimin yaşadığını pek umursamadık. Aslında, hastalar dost canlısıydı... Başlangıçta. Bir gün keşif erlerimiz bir Fırtınapelerinli yakaladı. Özgürlüğünü kazanmak için her şeyi yapacak durumdaydı ve Ulfric Stormcloak'un saklandığı yeri bildiğini iddia etti. Şansımıza inanamadık, ilahların yüzümüze güldüğünü düşündük. Son Ejderdoğan'ın büyük yardımlarıyla Fırtınapelerin isyanı başarısızlığa uğratıldı ancak elinde tuttuğu tüm bölgelerini, ordusunu kaybettikten sonra Ulfric kayıplara karışmıştı. Tüm Skyrim'i yerini bulmak için karış karış tarayıp, yakaladığımız tüm Kuzeylileri sorgulamıştık, herif yoktu sanki yer yarılmıştı ve içine girmiş gibiydi. Sonunda çabalarımız ödüllendirilecekti. Ardından onu konuşturmaya karar verdik.
- İşkence ederek mi?
- Komutanımız onu işkence sandalyesinde konuşturmak istiyordu, ama Lynn daha iyi bir yol bildiğini söyledi. Yöresel bir ot varmış - eğer bunu kaynatıp içersen sadece doğruyu söyleyebilirmişsin. Komutan mahkumu sorguladı ve harita çıkartıp işaretledi. Bu esnada bizde kutlama yaptık, Ulfric'i nasıl öldüreceğimizi konuştuk, ve de hastanedeki hastalara daha saygısızca davranmaya başladık. Onlara bakan rahibe itiraz etmeye başladı ve adamlarımızdan biri... onu önce dövdü sonra tecavüz etmeye kalktı. Kadıncağız karşı koymaya çalıştı... sanırım adamın suratını tırnaklarıyla çizmişti. Sonra adam balyozunu alıp kadının kafasını parçaladı.
- Sonra ne oldu?
- Fırtınapelerinli mahkum Ulfric'in nereye gizlendiğini söylediğinde, komutan onu delilerin gözü önünde boğazını hançeriyle bir kulaktan diğerine kesti. Hastalar daha önce saldırganlık belirtileri göstermişlerdi, ama kanın kokusunu aldıklarında, şey, onları kontrol edemedik, bize saldırdılar ve pek çoğunu öldürmek zorunda kaldık. Ancak yangının nasıl çıktığını bilmiyorum.
- Hastalardan sağ kurtulanlara ne oldu?
- Yaşlı bir kadını yanan binadan çıkartmayı başardık. İyi, sessiz ve anaç bir bayandı. İki gece sonra komutanımızın boğazını kesti ve bu onu, ve de Ulfric'in saklandığı yeri işaret eden haritayı, son görüşümüz oldu. Cephelerin değişmekte olması bizi kısa bir süre sonra onu aramayı bırakmaya zorladı. O zamandan sonra hayatta şansım yaver gitmedi, Lynn'in hayatıysa benimkinden de beterdi. Bunun, kötü kaderimizi tersine çevirmek için yaptıklarımızla yüzleşmek için bir fırsat olduğunu düşünmüştük.
- Hayalet intikamını alabilmek için sizi suç alanına sürükleyip, çekmiş gibi görünüyor. Burada oldukça ağır bir lanetle karşı karşıyayız ve görünüşe göre işe şu fırtınapelerinlinin cesedini, öldürüldüğü yeri bularak başlamamız gerekiyor.
Selakur ve Lynn yıllar önce iç savaş sırasında bu bölgede görev yapmış bir lejyon birliğine mensuplardı ve o dönemde çok ağır suçların altına imza atmışlar. Hastaları ve bakıcıları olan rahibeyi öldürmüş ve hain Ulfric Stormcloak'un yerini öğrenme umuduyla tutsak bir Fırtınapelerin askerine işkence edip öldürmüşlerdi. Yapılanların izlerini örtmek için ise mekanı kundaklamışlardı. Hikayeyi duyunca bu yerin lanetlenmiş olduğunu ve meselenin çözümünün işkence görmüş fırtınapelerin askerinin hayaletini bulmaktan geçtiğini anladım. Kayıp ruhun istediği tek şey vardı, kendisine zulüm edenlerin ölümü.
Onların bakışlarını hala üzerinde hissediyordu ve ona huzur getirecek tek şey ölümdü. Benden onları öldürmemi istedi, teklifini reddedince öfke içinde bana saldırdı. Fakat karşısında usta bir savaşçı vardı. Kısa sürede hayaletin icabına bakıp, geldiği yere yolladım. Lanet kaldırılmış ve hayalet Sovngarde'ın uzak diyarlarına gönderilmiş olsa da, hala adaletin yerini bulması gerekiyordu. Lynn ve Selakur'u Solitude yetkililerine teslim etmeye karar verdim. Yozlaşmış, suçlu pislikler isteksizce beni şehre kadar takip ettiler. Katiller Muhafız Komutanı tarafından tutuklanıp içeri alındılar ve bu lanetli hikayede sona ermiş oldu.
Dağların Bekçileri - Fantastik Hikaye
"Kaybettiklerini geri kazansan bile, asla eskisi gibi olmayacak."
-Dev Yürek Surgur
Benim evim Enginyurt'un kalan son yeminli halkının yaşadığı Puslu Kaya'dır. Skyrim'in yüzeyi altındaki gizli şehir. Benim dünyamda gökyüzü geceleri yıldızların süsünden, gündüzleri ise güneşin sıcak ılık ışıklarından yoksundur.
Sadece acımasız sert bir kayadır. Burası Skyrim'in en karanlık yerlerinden biridir . Buraya gelme yanılgısına düşecek kadar budala insanlar için ölüm tuzağıdır. Davetsiz gelenlerin asla geri dönemeyeceklerinden bizzat emin oluruz.
Zifiri karanlık koridorlar bir sağa bir sola ilerler bu kasvetli mağaralar irili ufaklı şekillerde birbirine bağlanır. Isırmak için saldıran bir ejderhanın dişleri gibi keskin taş yığınları kimi zaman davetsiz misafirlerin yolunu kesmek isteyen muhafızlar gibi yükselmiş nöbette beklemektedir.
Burada ölümün soğukluğunu çağrıştıran derin bir sessizlik hüküm sürer, pusuya yatmış yırtıcı bir sivri diş aslanının sükûneti. Karanlığın kaçınılmaz akıbeti. Puslu Kaya'da sessizlik olduğu zaman kulaklarda yankılanan tek şey uzaklardan gelen bir su damlacığıdır.
Bunu tıpkı kör Falmer halkının avlarını kulaklarıyla tespit etmeye çalıştığı sıradaki sakin kalplerinin atışlarına benzetebilirim. Damlacıklar sessiz kayalardan süzülerek Puslu Kaya'nın havuzlarına akar. Ta ki sükûnet bozulana dek, bu havuzların durgun yüzeylerinin altında hangi tehlikelerin olduğu ahmak maceraperestlerin tahminlerinden ve hayallerinden öteye gitmez.
Buralardaki yaşam bölgeleri sonradan kralımız Madanach'ın aklı başında olduğu dönemlerindeki önderliği sayesinde eklenmiştir. Yüzeydeki şehirlerin pek çoğu kadar büyük bir alan haline gelmiştir. Ancak, buralar aslında bir sığınak değildir, yalnızca budala gezginler böyle sanırlardı. Bu şehir tüm Skyrim'deki en şeytani ırklardan birinin vatanıdır.
Yüz mamut genişliğinde ve elli dev yüksekliğinde böyle bir mağarada beliriverir Puslu Kaya. Yok, olmaya mahkûm edilmiş Enginyurt'lu yeminli kabilesine özgü, ancak başka bir dünyaya ait gibi kaotik bir zarafet taşıyan abide.
Puslu Kaya, esasen nüfüs açısından çok kalabalık bir şehir sayılmaz. Yalnızca on bin yeminli barınır burada. Zaten artık büyük bir halkta değildik, Ulu Kral Ulfric Fırtınapelerin yüzünden. Yirmi yıl kadar önce oldukça kaba sıradan küçük bir mağaradan ibaret olan bu mekân, şimdi sakin ve büyülü bir ışıltı saçan sırayla ve özenle oyulmuş duvarlarıyla bir sanat eserini andırır.
Skyrim'deki diğer yeraltı şehirleri arasında Puslu Kaya biçimsel bir mükemmelliktir. Tek bir taş bile doğal halinde bırakılmamıştır içerisinde inşaata başladığımızdan sonra. Ancak, harika şehrimizin inşasındaki bu büyüleyici düzen, detay, görünümünün güzelliği, zarifliği ve hoşluğu yalnızca ırkımızın yüreklerindeki zalimliğin ve yönetimindeki keşmekeş ve kötülüğü gizleyen bir aldatmacadan ibarettir.
Yine de, hiç yoktan bir kralımız olmasına rağmen bu saklanmış çarpık dünyanın arka planda kalan asıl yöneticisi iğrenç kadınlar hagravenlerdir. Kara büyüden yaratılmış dehşet verici, ölümcül insansı yamyam bir ırktır. Yaşlı bir kadını andırır görünümleri ama diğer yönden iki ayaküstünde duran siyah tüyleri ve devasa pençeleriyle bir kargaya benzetilirler.
İtaatkâr bir kul olmayanların sefil hayatları bir hagravenin keskin şiddetli pençeleriyle ya da onların sadık askerleri Fundayüreklerin kılıçlarının ucunda solar. Hagravenler her koşulda hayatta kalmayı başaran çetin ve felaket saçan yaratıklardı. İşte benim evim böyle bir yerdi. Kaybedenlerin ölüm vadisi, sürülmüşlerin ülkesi, kâbuslar diyarı.
Din ise karmaşık olan bir başka sıkıntımız. Başlangıç olarak bizim kültürümüz için tek önemli şey diyebilirim. Tanrıça olarak kabullenip takipçileri olduğumuz hagravenler ve onların aracılığıyla hizmet ettiğimiz deadrik prensler. Hircine ve Namira gibi. Puslu Kaya'da onlara adanmış bir kaç tane mabet yapılmıştı. Her köşe başında heykellerine ve sunaklarına rastlamakta mümkündü.
Böyle korkunç bir toplumda güce ulaşmanın tek yolu elbette öldürmektir. Sanırım hiç şaşırmadınız. İtiraf etmeliyim, şu anda hatırlamadığım göstermelik bazı davranış kurallarımız vardı galiba ama gerçek adaleti kimse umursamadığı için anlamsızlardı.
Herkes yüce kraliçe hagraven ile nedimelerine ve sadist yeminli kral Madanach'a sarsılmaz bir sevgi ve saygı duymak zorundadır. Otoriteleri asla sorgulanamaz. Halk sadece onları memnun etmek için yaşar ve avlanır ya da av olurlar.
Peki, gerçek yeminliler aslında kimdi ve onlara ne oldu bilmek istiyor musunuz? Bizler Breton asıllı olan kendi topraklarımızı yakan ve yağmalayan insanlarız. İçimizde ayrıca pek çok ırktan kişi barınıyor; Ork, elf, khajiit ve argonyalı gibi.
Bizler bir zamanlar nord halkının belasıydık. Karanlıkta üzerlerine inen baltalardık. Bizler unutulmuş eski tanrıların çığlıklarıydık. Enginyurt'un topraklarının gerçek kızları ve çocukları bizleriz.
İlk başta gerçek kutsal bir amacımız vardı; tekrar bağımsızlığımızı kazanmak için topraklarımızı nordların elinden almak ve onlara doğum hakkımız olan bu özgür krallığı mezar haline getirmekti.
Fakat toplumum zaman içinde içlerine düştükleri çelişkilerle ve aldıkları sayısız yenilgiyle amaçlarından saptılar. Zafere duyduğumuz açlık ruhlarımızı mahvetti, bizden geriye nefret ve korku duyulan vahşi barbarlar kaldı.
İmza
Markarth'lı Eltrys'in oğlu
Dev Yürek Surgur
Tarih: 4. Çağ 221. Yılı.
RUNE - Fantastik Hikaye
"Rune,
Henüz bir haber yok...
Elimdeki her kaynağı kullandım ve hala ebeveynlerinden bir ize rastlayamadım. Kim olurlarsa olsunlar, kendilerini tarihten tamamen silmiş gibiler sanki. Kaynaklarımın kaliteside düşünüldüğünde bu oldukça büyük bir başarı onlar için. Başka bir şey bulursam, seninle iletişim kuracağımdan emin olabilirsin.
İmza
Athel Newberry"
Benim adım Rune ve ben gerçek ailemi hiç tanımadım. İsmim hakkında ne düşündüğünüzü biliyorum. Biraz tuhaf evet... Baba dediğim adam ise küçük bir bebekken beni Skyrim'in başkenti Issızkent şehri açıklarında batan bir geminin enkazından kurtarmış bir balıkçıydı.
Üzerimde bulduğu tek şey tuhaf şekillerin işlendiği küçük ve pürüzsüz bir taştı. Beni büyütüp, ismimi bana o adam verdi. Sanırım uygun olduğunu düşündü. Ben de hiç değiştirmedim çünkü doğru gelmedi. Hırsızlıktan kazandığım tüm parayı taşın anlamını öğrenmek için harcadım.
Kışhisar Koleji'ne götürdüm. Fakat ne yazık ki kimse sırrını çözemedi. Belki saçma bir şeydi. Canı sıkılan biri taşı öylesine karalayıvermişti. Ama gerçekten bir anlamı varsa nereden geldiğimi, hangi gemide olduğumu, her şeyi açıklayabilirdi. Pes etmedim ve Loncada ki bağlantılarımdan olan Athel Newberry'e ulaşıp bu konuda yardımını istedim.
Kabul etti ancak kısa bir süre sonra o da ailemle ilgili bir ize rastlamadığını yazdı. Bu bardağı taşıran son damla oldu. Ardından hemen Brynjolf'la görüşüp bir süreliğine kişisel işlerim nedeniyle Loncadan ayrılmam gerektiğini söyledim.
Şükür ki Brynjolf, Mercer'in aksine anlayışlı bir liderdi. İzin vermişti. Ve bu işte yalnızda değildim. Loncada iyi anlaştığım arkadaşlarımda bana yardım etmeyi kabul ettiler. Etienne Rarnis, Niruin ve Hızlı Vipir. Onların desteği olmadan bu tehlikeli yolculuğa çıkamazdım. Aileme ne olduğunu öğrenmeden rahatlamam imkânsızdı. Öz anne ve baba özlemim yüreğimi yakıyordu.
Benim adım Rune ve bu benim hikâyem...
Uzun bir ayrılıktan sonra eski bir dostla kavuşmak kadar büyük bir mutluluk olabilir miydi? Manevi babamdan uzakta tam 6 yıldan fazla geçirmiştim. Bu süre boyunca ne ben ondan bir haber alabilmiştim ne de o benden. Aklımda ona sormak istediğim birçok soru ve anlatmak istediğim sayısız şey vardı.
Her nedense onu görür görmez dilim tutuldu, sesim kısıldı ve gözlerim yaşlarla doldu. Ne soru soracak ne de bir şey anlatacak durumdaydım. Herhalde o da aynı duygu yoğunluğundaydı ki ağzını bıçak açmıyordu. Hasret dolu bir kucaklaşma, yanaklara öpücükler ve üzerlerinden akıp yere süzülen gözyaşı damlaları... Ardından derin bir sessizlik. Babam dakikalar sonra konuşacak gücü kendinde bulabilmişti.
Balıkçı: Aileni...
Biliyordum ne diyeceğini. Sanki duymak istemiyordum. Sorusunu sormasına fırsat vermeyip böldüm. Ve cevapladım.
Rune: Hayır.
Belirttiğim gerçek o an canımı çok acıttı. Bunun ötesinde bir şey söylemeye dilim varmadı. O sırada ilk defa gördüğüm bir kadın, mutfaktan yemek hazırlamak içinmiş gibi elindeki tencereyle çıkıp yakınımızda durdu. Babam cevabımı duyduktan sona titrek bir sesle sözüne devam etti.
Balıkçı: Üzgünüm oğlum. Keşke bu konuda yapabileceğim bir şeyler olsaydı.
Tam aksine kendimden emin bir ifadeyle karşılık vermeye çalıştım.
Rune: Merak etme, onları bulacağım.
Kestirip atmak istedim ama babamın kalbini de kırmak istemiyordum. Sıkıntılı halimi gizlemek için yapmacık bir gülümseme yavaş yavaş yüzüme yayıldı. Bizi izleyen kadın babamın aksine rahatsız olduğumu fark etmiş olacak ki lafı değiştirmek istercesine konuşmaya başladı.
Kadın: Her neyse Ronlo, çocuğun üstüne gitme bu kadar. Bak üzülüyor görmüyor musun? Ve utanmıyor musun? Ağaç oldum burada! Neden hala bizi tanıştırmadın?
Ronlo: Ah! Kusura bakma evladım. Daldım işte. Yılda'nın yanımıza geldiğini bile fark etmemişim. Bu karım Yılda. Bu da sana daha önce bahsettiğim öz çocuğum gibi sevip yetiştirdiğim Rune.
Rune: Memnun oldum efendim. Sizin adınıza sevindim. Peki, ne zaman evlendiniz? Son hatırladığımda babam bekârdı.
Ronlo: Beş yıl kadar oldu. Hatta küçük bir kızımız dünyaya geldi. 4,5 yaşında ve sokakta arkadaşlarıyla oynuyor şu an. Akşama eve gelince görürsün.
Rune: Bir kardeşim mi var? Çok mutlu oldum gerçekten!
Yılda: Bizde senin gelmene çok sevindik. Seni görünce çok sevecek Ridya. Benim kızım tatlı olduğu kadarda iyidir.
Ronlo: Şimdi. Söyle bize Rune, onca sene sonra hangi rüzgâr attı seni buraya? Bu arada görmeyeli pek boy atmışsın, kalıplanmışsın koca adam olmuşsun be!
Rune: Sağ ol. Yediğime ve içtiğime dikkat ettim. Ailemi bulmak için bir yolculuğa çıkıyorum. Uzun bir süre Skyrim'in diyarlarını gezeceğim. Bu yüzden son kez seni görmek istedim.
Ronlo: Çok iyi yapmışsın oğlum. Ama "son kez" falanda ne demek? İlahlarında yardımıyla elbet aileni bulacaksındır. Sonrasında eminim yine şu yaşlı balıkçıyı unutmayıp ziyaret etmeye de geleceksindir.
Yılda: Tabii ki de öyle olacaktır, Ron... Artık boş mideyle bu kadar muhabbet yeter. Yaptığım lezzetli yemeklerin ve pastaların tadına bakma zamanı geldi.
Yılda daha sözünü bitirmemişti ki, birden kulübeden bozma evin kapısı vurulmaya başladı. Kapıya vuran el şiddetini her vuruştan sonra daha çok arttırıyordu ve zavallı emektar kapı biraz daha açılmazsa şüphesiz bu darbelere dayanamayıp kırılacaktı.
Kadıncağız haklı olarak korkup çekindi. Kapıya bile yaklaşamadı. Ben sandalyeden kalkmak için hamle yaptığımda babam eliyle omzumu tutup engelledi. Duvarda asılı olan paslanmış eski kılıcına sarıldı ve usulca kapıyı araladı.
Ronlo: Kimsiniz ne istiyorsunuz?
Adam: Evinize girip, bizi saatlerdir buz gibi havada kapının önünde aç bekleten kişinin arkadaşlarıyız.
Yılda: Senden mi bahsediyor bu kaba herif Rune?
Sesinden tanımıştım bu Hızlı Vipir'di. Onu buraya getirmeden önce Kırık Testi'deyken babamın evinde hareketlerine dikkat etmesi için söz verdirmiştim. Çünkü babam beni 6 yıl önce evden sadece öz ailemi bulmak için çıktığımı sanıyordu. Hırsızlar Loncasına bulaştığımı duysa kahrolurdu adamcağız.
Sahiplendiği çocuğun bir hırsız haline geldiğini bilmemeliydi. Ona bunu yapmaya hakkım yoktu. Bunu sır olarak saklamak zorundaydım. Öfkeli bir şekilde kapıya atılıp şiddetle kendime doğru çektim. Vipir'e sinirlendim. Bunu etrafımdakilere belli etmemek için üstün bir çaba sarf etmeme rağmen kızgınlığım hareketlerime ve ses tonuma giderek yansıyordu.
Kontrol edemediğimi hissettiğim için Vipir'i kolundan çekiştirip evin biraz ilerisine sürükledim ve kısık bir sesle ama hiddetimden hiçbir şey kaybetmeden konuştum.
Rune: Daha geleli 15 dakika oldu ve sabredemedin değil mi! Alacaklı gibi çalmak zorunda mıydın kapıyı hayvan!
Elime elinin tersiyle vurdu. Her zamanki ciddiyetsizliğiyle gözlerini devirerek bana aynı kafasının içi gibi boş bakışlar atarak süzdü.
Hızlı Vipir: Saadetinizi bozmak istemezdik ama ne bitmek bilmez muhabbetiniz varmış arkadaş? Gö.. dondu, am... ko... burada. Uzun yoldan geliyoruz yorgun ve açız!
Etienne Rarnis: Kendi adına konuş.
Niruin: Evet, bunu sorun eden sensin.
Hızlı Vipir: Hemen satıyorsunuz bakıyorum! Neyse ne! Daha şimdiden böyle yapacaksanız ileride hiç çekilmezsiniz. Bakın böyle olacaksa dönüyorum ben Vadikent'te!
Rune: Tamam... tamam. Bekle Vipir! Şimdi babamın eşi yemekleri masaya koymaya başlayacaktı zaten . Daha fazla büyütmeyelim olayı istersen. Girelim soluklanalım hadi.
Hızlı Vipir: Sonunda! İçeriye hiç almayacaksınız sandım bir ara.
Eve doğru birlikte yürümeye başladık. Her adımda boğazım daha çok düğümleniyor, yutkunmak zorlaşıyordu. Ya ağzından bir şey kaçırırsa? Hızlı Vipir'i yanıma almak sanırım baştan kötü bir fikirdi ama artık çok geçti.
Son pişmanlık bir işe yaramazdı. Beni rezil edip küçük düşürmemesini umup dua ederek evin içine girdik. Babam elindeki kılıcını tekrar duvara astı ve derin bir nefes alıp sözü aldı.
Ronlo: Arkadaşlarını dışarda bekletmek yerine daha önceden söyleseydin ya Rune? Böyle gerilmezdik yok yere.
O an Hızlı Vipir'in yüzünde toplum arasında tamamen yasaklanması gereken alaycı bir ifade belirdi ve onun eşliğinde gülerek kulağımıza fısıldadı.
Hızlı Vipir: Amca silahı çıkarmış bizi kesecekti anlaşılan.
Yılda: Hadi çocuklar ayakta kaldınız lütfen üstünüzü çıkarıp masaya geçin. Servise başlayacağım.
Yemekler önümüze geldi. Yılda alçakgönüllülük bile yapmıştı. Az bile söylemiş, gerçekten çok lezizdi her biri. Ben sindire sindire yerken, nezaketten yoksun arkadaşlarım masaya çöreklenmiş tabaklarının yanında duran çatal kaşığı yok sayarak elleriyle hayvan gibi yemeye girişmişlerdi.
O sırada ben utancımdan yerin dibine girmekte, babamın ve Yılda'nın önünde giderek küçülüp yok olmaktaydım. Onları izlemekten kendimizi alamıyorduk. Bu tiksinç manzara iştahımızı kapatmaya yetti.
Ronlo: Rune... Arkadaşlarınla nereden tanışıyorsunuz?
Rune: Hah... şey işten. Ya mesai arkadaşıyız değil mi çocuklar?
Etienne Rarnis: Avot.
Niruin: Albatto.
Vipir'de diğerleri gibi ağzındakini yutmadan araya daldı.
Hızlı Vipir: Taboo... tob... doha hok huç oratğa...
Vipir'in boğazına bir anlık refleksle tutup sıktım. Ama sonra nerde olduğumu hatırlayınca gevşetip bıraktım. Yakasını düzeltiyormuş gibi yapıp ilk önce ağzındakini bitirip öyle konuşmasını rica edip dediklerinin anlaşılmadığını söyledim.
Hızlı Vipir: Beni konuşturmadın Rune! Ne diyordum ben? Ha! Suç ortağıyız moruk suç.
Vipir bunları söylerken diğer taraftansa dişlerinin arasına sıkışıp kalan yahni parçalarını tırnağıyla çıkartıp gözümüze soka soka yüksek sesle yutuyordu. İğrençliği Sıçan Yolu'n da yaşayan canlılar için hayranlık uyandırıcı ilham kaynağı olabilirdi.
Dediklerini tabii duymamla şok geçirdim ve boğazıma o sırada yutmak üzere olduğum lokmam takıldı. Deli gibi öksürdüm ve elimle göğsüme yumruğumu sıkıp sürekli vurdum sonra kısık bir sesle şöyle çıkıştım.
Rune: Söz vermiştin!
Ronlo: Ne demek oluyor bu?
Rune: Sadece kötü bir şaka...
Bakışlarımla bana katılması için Vipir'i ve diğer arkadaşlarımı işaretledim. Diğerleri de bana katıldı ve hep birlikte yalandan gülmeye başladık.
Hızlı Vipir: Doğru şaka yaptım amca. Ortam şenlensin diye.
Yılda: Çok şakacıymış arkadaşın Rune.
Rune: Ya öyledir. Öyledir... senin dalağını si... Vipir.
Hızlı Vipir: Ne? Az önce küfür mü ettin sen bana?
Elimle arkadaşça takılıyormuş gibi yapıp sırtına okkalı bir yapıştırdım. Öyle sert kaçtı ki ben bile şaşırdım. Ciğerleri ağzından yemek masasına fırlayacaktı sanki. Babamın laflarında anlaşılmasa da yüzünde arkadaşlarımdan, özellikle Vipir'den memnuniyetsiz olduğu okunuyordu. Bütün yemek boyunca bu durgunluğu sürdü.
Sofra benim için gergin ve stresli geçmişti. Sanki her an Vipir yine çenesini düşürecek ve beni bitirecekmiş gibi davranıyordu ve bunu resmen kasten yapıyordu. Birkaç kez neredeyse yakalanıyor, asıl mesleğim ortaya çıkıyordu ama Dokuzlara şükürler olsun ki güçbela toparlamayı başarmıştım.
Havadan sudan konuşmuş, Vipir'in arsızlıklarıyla uğraşmış ve babamın hoşgörü sınırlarının zorlandığını fark edip dışarıda yaşadıklarımı anlatma niyetinden de vazgeçmiştim. Nihayet yemekten sonra küçük üvey kız kardeşimle tanıştım.
Gerçekten çok sevimli minik bir kızdı. Kanımız birbirimize hemen kaynadı. Abi kardeş gibi biraz oyunlar oynadık ama sonra doyamadan uyku vakti geldi. Kucağıma alıp yatağına kadar taşıyıp yatırdım. Uykuya dalana kadar ona bildiğim birkaç tane masal anlattım.
Yılda eskiden kaldığım odayı bize hazırlamıştı. Her şey neredeyse 6 yıl önceki bıraktığımla aynı gibiydi. Babam odanın düzenini korumuş olmalıydı. Burada beni eski hatıralarımın acılarından başka karşılayan olmadı.
Ancak artık hepsi geçmişte kalmıştı. Onları deşmek düzeltmeyecekti. Dört tane eşek kadar adam ile dara cacık bir oda da ve iki kişilik yatakla mahsur kaldım. Buraya Sığmak zorunda kaldık. Vipir gene şikâyet etmeye başladı. Babamın kulağına gitmesini son anda ağzını kapatıp onu odaya tıkarak engelledim. Görgüsüz ayı! Ne olacak... sıkış tepiş yattık.
Vipir'in bezdirici ısrarlarına karşın ben ve Niruin yerde yatmak zorunda kaldık. Vipir ile Etienne yatağı kapmıştı. Vipir'in ayağı, Niruin'in kolu ve Etienne'nin başı... İçimden o an keşke Safir'im burada olsaydı diye geçirdim. Ona çok yalvarmış, dil dökmüştüm ama benimle gelmeyi reddetmişti.
Onu hala çok seviyordum. Bir yıl boyunca çıktık. Birbirimizi olduğumuz gibi kabullenmiştik. Ondan hiçbir şeyi gizlememiştim. Fakat hayatımla ilgili aldığım bu en önemli kararda beni yalnız bırakmış saygı duymayıp karşı çıkmıştı.
Eğer gidersem diye beni tehdit ederek, terk edeceğini ve ayrılacağımızı söyledi. Bu işi kurcalamamamı, bu yüzden beni kaybetmek istemediğini söylüyordu. Peki, böyle yaparak ilişkimizi kendi askıya almadı mı? Ne kadar kararlı olduğumu gösterdiğimde sevgisi ağır basar belki geri adım atar diye düşünmüştüm.
Ama keçi inadı vardı kadında, o da çok üzülse de yılmadı. Vadikent'te kalmayı seçti. Bu duygu ve düşüncelerle vücudum çalkalanırken gecenin dipsiz zifiri karanlığının kollarına kendimi ağır ağır teslim etmeye başladım...
Gri Tilki - Fantastik Hikaye
Jorundr kurnaz, gamsız ve serseri bir adamdı. Bir göçmendi. Skyrim'de kuzeyli bir ailede 1 Nisan 3E 403 yılında doğmuştu. Jorundr ikinci sıradaydı. Ağabeyi o daha doğmadan önce mahallede girdiği bir kavga sırasında muhafızlar tarafından öldürülmüştü. Babasını genç yaşta iş kazasında kaybetmişti. Ardından annesiyle birlikte 413 tarihinde Cyrodiil'de ki akrabalarının yanına taşınmak zorunda kaldılar.
Bundan beş yıl sonra da ihtiyar annesi hastalıktan öldü. Okula gitmedi. Hiçbir işte tutunamadı. Akrabalarıyla anlaşamıyordu. Sonunda bir gece yatağının baş ucuna bir veda notu yazıp koydu. Evden ayrıldı. Eski sıkıcı bulduğu hayatını sonsuza kadar geri de bıraktı. Bir süre sokakta kaldı. Aç yattı. Ancak büyüyüp aklı biraz başına gelmeye başlayınca özel bir konuya olan ilgisini ve yatkınlığını fark etti. Yani hırsızlığa...
Gözlerini kırpmadan, 17 yaşındayken hayata ve Cyrodiil'e tek başına atıldı. Çalınacak, soyulacak, aldatılacak binlerce zengin ve saf insan vardı. Şehir şehir, kasaba kasaba, köy köy dolaşmaya başladı. Önüne gelen her kişi onun kurbanı oluyordu. Meslekteki emekleme döneminde dikkat çekmemek için küçük işlerle başladı. Zamanla hedefleri büyüdü ve gözünü büyük vurgunlara çevirdi.
En karlı bulduğu iş vergi sevkiyatları karavanlarını pusuya düşürmekti. Kazancı yüksek olsa bile riskliydi. Bu tehlikeli soyguna kalkışmak her hırsızın harcı değildi. Jorundr'un keyfi yerindeydi ama memleket hasreti çekiyordu. Bu yüzden Skyrim'e benzerliğiyle ilgili duyduğu Bruma'nın övgüsüyle kulakları dolarak kalktı oraya gitti ve yerleşti. Aynı yıl içinde bizzat Gri Tilki tarafından Hırsızlar Loncası'na davet edildi.
Jorundr'un namı Gri Tilki'nin kulağına gitmişti. Bundan etkilenerek ondan loncaya katılmasını istedi. Jorundr tek başına çalışmaktan hoşlanırdı. Yine de Gri Tilki'nin teklifine hemen cevap vermedi. Düşündü taşındı, reddetti. Ama sonra Gri Tilki'nin ısrarlarına dayanamayıp aralarına katıldı. Hırsızlar Loncası arasında geçirdiği birkaç yıl da pekçok büyük iş başardılar. Ciddi meblağ da altınlar kaldırdı.
Son işlerinde ise terslik oldu. Bruma kontesinin paha biçilemez tablolarını çalarlarken Jorundr bir muhafız tarafından yakalandı. Alarm verilmiş, soygun yatmıştı ve diğer muhafızlar gelmeden önce kaleden derhal kaçması gerekiyordu. Ancak kimliği de ortaya çıkmıştı. Bu yüzden o an bir ikilemde kaldı. Ya elini kana bulayıp bununla yaşayacaktı ya da meslek hayatı bitecekti. Seçimin sonucu belliydi.
Onu gören muhafızı öldürmek zorunda kaldı. İlk cinayetini işlemiş ve katil olmuştu. Bu olaydan sonra loncadan ayrıldı ve uzun süre gözlerden ırak yaşadı. 433'ün yılbaşında uzun süren sessizliğini bozdu. Tekrar sahalara adım atarak çıktı. Ufak ama kesin vurgunlarla yolunu bulmaya devam etme kararı almıştı. Artık daha dikkatliydi. Kimseye güvenmiyordu. Plan yapmadan, olasılıkları değerlendirmeden ve yüzde doksan dokuz emin olmadan işe çıkmıyordu.
Lakin Bruma'da daima işlerini baltalayarak karşına çıkan bir rakip vardı. Onun alacağı karlı fırsatları elinden kapardı. Herkesin "Arnora Auria" diye çağırdığı bu kadının ismini daha yeni öğrenmişti. Esmer, ela gözlü, beyaz tenli, uzun boylu, üstten yapılı, iri ğöğüslü, basenli, ince çatık kaşlı, kırk beşlik bir hatundu. Jorundr'un beğenmeyip bıraktığı her haberi alıp onlardan iyi iş yapıyor, onlarca septim kazanıyordu...
Jerall Seyirtepesi Hanı'na girerken yine bu karıyı gördüm. Zarara uğramış gibi birdenbire canım sıkıldı. Ama, bozuntuya vermedim:
"Merhaba!" dedim.
"Merhaba!"
Şimdiye kadar onunla hiç konuşmamıştım:
"Şarap mı içmeye geldin?"
"Sana ne? Neye geldiysem geldim..."
Güçlü sağ elimle gür kirli sakalımı kaşıyıp bıyığımı kaldırdım. Gözlerimle etrafta bakacak yer aradım. Kalın renkli dudaklarımı kısarak gülümsedim:
"Ortak olalım..." dedi kadın.
"Olalım..."
O da şimdi gülümsedi. Döndük. Hanın alt katına doğru yan yana yürüdük. Merdivenlerden aşağıya indik. Karşımıza ilk çıkan kapıdan odaya girdik. Auria kapıyı hızla kapattı. Ardından kilitledi.
Bana baktı:
"Artık bizi kimse rahatsız edemez..."
Elindeki anahtarı masaya attı. Arkası bana doğru dönük şekilde elbisesinin sırt kısmındaki bağcıkları çözmeye başladı. Yavaşça bana döndü. İlerlemiş yaşına rağmen çok dinç bir güzelliği vardı. Dayanamayarak ivedilikle dudaklarını yapıştım ve onu solumdaki masaya kaldırdım. Bir süre orada öpüştükten sonra kucağıma alıp yatağa attım. O gece sabaha kadar seviştik...
Ertesi gün erkenden horozun sesiyle gözlerimi açtım. O da bir süre sonra uyandı. Gözlerimi tavana diktim. Düşüncelere daldım. Sonra aniden:
"Bunu neden yaptık?" diye sordum merakla.
Yatakta sağ tarafa doğru döndü ve cevapladı:
"Canım yatmak istiyordu. Sana denk geldi sadece. Bunu kafanda o kadar büyütme."
"Hadi üstümüzü giyinelim artık. Bugün seninle yapacak çok işimiz var." diye devam etti.
Verdiği cevap içimde hayal kırıklığı ve tatminsizlik duygusu yaratmıştı. Ama o an bu konunun daha fazla uzamasını istemedim.
Yataktan kalktık. Odadan çıktık. Üst katta bir masaya karşılıklı otururken, hancıya bağırdım:
"Bize iki şarap getir."
Sonra ona soru sordum:
"Sen nerelisin?"
"Colovialı."
"Hangi kısım?
"Bu tarafta..."
Arnora Auria, uzun parmaklı zayıf eliyle hanın kapısını gösteriyordu.
"Chorrol tarafında mı?" diye sordum.
"Hayır canım, daha aşağılarda..."
Daha fazla sohbeti uzatmadım. Direk işlere geçtik. Konuştuk, anlaştık. O günden itibaren birlikte çalışmaya karar verdik. Suç ortağı olduk. Onu o gün yatakta yaptığım gibi hırsızlıkta da ilerleyen zamanda becerecektim...
Ertesi gün beraber soygun yaptık. Auria'nın çaldığı altınlar benimkilerden her zaman daha çok duruyordu. Birkaç gün daha bu işe devam edip şehri soyacağımıza sözleştik. İkimizde handa, karşılıklı birer küçük oda kiraladık.
Bir gece ansızın oda kapım vuruldu. Kalktım, sürmeyi çektim, açtım. Baktım ki ortağım...
"Ne oldu?"
"Sabahleyin ben bir yere kadar gideceğim. Sana şimdiden unutmadan söylemeye geldim. İyi bir fırsat var."
Gözlerimi daha çok açtım:
"Ne?"
"Bruma'nın doğu tarafındaki kapısının girişinde bulunan Vahşigöz Ahırı'nın sahibi Petrine benden kanatlı bir beyaz at bulmamı istemişti. Karşılığında 8000 septim alabileceğiz. Ondanda kontes istemiş. "
"Ee?.."
"Ben yarın şehirde yokum. Sen arayıp mutlaka atı bul."
"Sen ömründe uçan bir at gördün mü?"
"Hayır."
"Peki nasıl bunu bulmayı kabul ettin?!"
"Problem değil. Yeter ki yapacağını söyle."
"Pekala, yarın bakarım."
Auria, sahte bir samimiyetle bana yanaşıp akıl vermeye başladı:
"Bak, şehrin batısında oldukça küçük bir çiftlik var. Elmacı Çiftliği derler.Oranın sahibini sen tanımazsın. Şimdi çok ihtiyar olduğu için evinden çıkmaz. Git onunla konuş. De ki: " Akşama kadar bana kanatlı bir beyaz at bul." 5000 septim kadar bir öneri yap."
Saf bir ortakmış gibi karşıladım:
"Pekala!"
Auria'nın ağzından sert bir şarap kokusu yayılıyordu. Küçük lambamın hafif aydınlığı ile gölgelenen yüzünde yorgun bir neşe yansıyordu. Gözleri dumanlıydı. Hafifçe takılmak geldi ona o an içimden:
"Keşke beni de davet etseydin masana! Beraber içerdik..."
Auria hafif bir tebessüm yolladı:
"Artık bir daha ki sefere... İyi geceler Jorundr."
"Sana da..."
Odamın kapısını kapatır kapatmaz yine "Seni gidi Sürtük karı! Seni bir düzeyimde gör!" dedim fısıltıyla. "Beni aptal yerine koyuyor ha" diyerek ellerimi belime dayayıp durdum. Gözlerimi küçülterek yere baktım:
"Kiminle dansa kalktığını göreceksin..."
Döndüm. Odamın kapısını sürgüledim. Soyunmaya başladım. Hemen yatağıma yattım. Ardından kısa bir süre sonra uyudum...
Rüya içinde Rüya - Fantastik Hikaye
"Ben karanlıkların sesiyim, öfkeyim, intikamım ve adaletim."
-Sevasi Omoone
Tarih: Turdas, Last Seed'in 16. Günü 4. Çağ 221. Yılı
Sevasi Omoone bir mağarada uyandı. Gördükleri kesinlikle korkunç bir kâbustu ve şu anda hafızasında onunla ilgili neredeyse hiçbir şeyi hatırlamıyor olmasına rağmen, üzerinde hala boğucu bir korku hissi vardı.
Kalp atışlarının sesini sanki duyabiliyordu, uzandığı yerden ayaklandı, derin bir nefes aldı ve mağaranın girişinden karanlık gökyüzüne baktı. Havada sadece birbirlerine yakın duran iki tane yıldız asılı duruyordu. Yıldızlar birden aşırı parladı ve beyaz renkleri kırmızıya döndü. Ardından bir göz misali onlarda Sevasi'ye doğru dikkatlice bakmaya başladılar.
Yıldızlar gökyüzünü dolduracak ve geceyi aydınlatacak kadar büyük bir bedende iki kırmızı göz halini aldı. Sevasi'nin gökyüzünde gördüğü bu büyük yansıma kendisine aitti. Sevasi bu anlamsız şeyleri görmesiyle hala bir rüya içinde olduğunu fark etti.
Sevasi kendisiyle göz göze geldiği anda irkildi ve uykusundan sıçradı. Fakat bu sefer uyandığında her yer günlük güneşlikti ve daha da tuhaf hissediyordu. Cyrodiil semalarında süzülüyordu ve siyah kanatları, gagası ve pençeleri vardı.
Bir leş kargası sürüsüyle beraber aynı yere doğru uçtuğunu görüyordu. Sevasi bu sefer gördüklerinde bir kontrol sahibi değildi. Sadece karganın gözlerinden olayları izlemekle yetinmek zorunda kaldı.
Sürüyle olan yolculuğu kuş bakışı bakıldığında ormanın iç kesimlerinde yeni yağmalanmış bir karavanın olduğu yolda durdu. Yere doğru yavaşça alçaldılar ve kargalar bulabildikleri her yere tünediler. Karavanın etrafında pek çok yaralı ve ölü vardı.
Aralarında cesetlerin ve yaralı bedenlerin üzerlerini değerli eşyalar için araştıran adamlar vardı. Elleri, bilekleri, ayakları ve denk geldikleri her cebi hızlıca kontrol ediyorlardı. Sevasi içerisinde bulunduğu bir düzine kargayla beraber etrafı gözetliyordu.
Sevasi'nin birden ilerde bir ağaca yaslanmış adam gözüne ilişti. Adam sıralanmış kuşların arasında özellikle Sevasi'nin karga şeklinin durduğu yere el sallıyor gibiydi. Sevasi karga gözleriyle daha dikkatli bakınca bu adamın kendisi olduğunu gördü. O an hala rüya içinde olduğunu hatırladı. Gördüğü bu yansımaların başka açıklaması olamazdı.
Diğer taraftan burada kan gövdeyi götürmüştü. Yerdeki her oluk kanla doluydu, çakıl taşlarıyla kaplı düzgün olmayan yolun yarısı kana boyanmıştı, kalın gövdeli uzun ağaçların gövdelerinden kan süzülüyordu. Meydandaki cesetler alana türlü biçimlerde saçılmıştı.
Bazılarının son hali dehşet içindeydi, eksik uzuvlarıyla göğe uzanarak İlahlara dua eder gibiydi. Aralarından bazılarıysa huzur içindeydi, başlarını geleni kabullenmiş ve direnmeden yaralarını tutup iki büklüm kalakalmışlardı.
Yaralıların hali ise bir başka acıydı. Onlar feryat figan ve can havliyle kıvrandıkça üstlerinden yüzlerce sinek havalanıyordu. Bir o yana bir bu yana uçuştukça, çıkardıkları keskin vızıltı sesleriyle birbirlerine çarpıp şikâyet ederek çevreye dağılıyorlardı...
Sevasi'yi birden nazik bir el dürttü ve bu zihnini gerçekliğe geri döndürdü. "İyi akşamlar lordum." Onu dürten elin sahibi yatağında birlikte yattığı tanımadığı bir kadına aitti. Sevasi iyice kendine geldiğinde kadına cevap vermeden yatağından attı ve bir süredir mesken belledikleri tavernadaki odasından kovaladı.
Yalnız başına düşünmeye en önemlisi de sessizliğe ihtiyacı vardı. Odasının dışında ki ziyafetten sarhoş olmuş adamları yeterince ses yapıyordu zaten. Bir bölümü boğulana kadar içmeye devam ediyordu. Diğerleri ise şarkılar söylüyor, dans ediyor ya da anlamsız sesler çıkarıyorlardı.
Yanlarındaki kadınlarla yiyişmeyi de unutmuyorlardı tabii. Leş Kargaları adıyla Cyrodiil'de nam salmış azılı bir grubun lideri olan Sevasi ise bir süredir bu tarz tuhaf rüyalar görmekteydi. Bu rüyaları bir tarafı hemen unutmak ve bir daha görmemek istiyordu ama diğer taraftan ne anlama geldiklerini de merak ediyordu.
Sevasi Morrowind'te ki Kızıl Dağ'ın patlamasının ardından Skyrim'e göç etmiş Dunmerların soyundan geliyordu. Annesi ve kız kardeşi Skyrim'de yaşanan iç savaş döneminde öldürülmüşlerdi. Babası ise hala Windhelm'de yaşamaktaydı.
Sevasi ise annesi ve kız kardeşi öldükten sonra Skyrim'den ayrılarak Cyrodiil'e yerleşmiştir. Skyrim'de yaşadığı dönemde bir süre hırsızlar loncasında çalıştı. Cyrodiil'e taşındığındaysa karanlık kardeşlik ile temasa geçerek onlar adına çalışmaya başladı.
Fakat oradaki işinden de hızla sıkılarak ayrıldı. Kendi grubunu kurdu ve zamanla bu grubun adı Leş Kargaları olarak kötü bir nam saldı. Sevasi'nin grubunun yaptığı en iyi şeyler hırsızlık, kaçakçılık, yağmalama ve suikasttı. Bu açıdan Hırsızlar Loncası ile Karanlık Kardeşliğin birleşimi gibiydiler.
Sevasi çok iyi yay, kılıç ve hançer kullanıyordu. Yani uzun ve yakın mesafede aynı oranda ölümcül bir rakipti. Ayrıca yıkım büyülerinde çok başarılıydı. Bu yüzden büyülü asalar kullanabiliyordu. Skyrim'de ki Windhelm şehrinde nordların ve özellikle Ulu Kral Ulfric'in ona, ailesine ve halkına olan ırkçı davranışlarından dolayı nord halkını sevmezdi ve grubuna o ırktan adamlar almazdı.
Sevasi kurnaz bir adamdı. Hayatta kalmak için yapamayacağı hiçbir şey yoktu. Grubun lideri konumuna rağmen Sevasi kendi kurallarına göre oynayan ve kendisinden başka kimseye gerçek anlamda onur veya sadakat duymayan, asi, kalpsiz ve acımasız bir adamdı. Gerektiğinde şiddetten çok hitabet konusundaki başarısını da sergiliyordu.
Herkesi kolaylıkla ikna edebiliyordu ama onun öldürmeye karşı doymak bilmeyen bir susamışlığı vardı. Çünkü o aynı zamanda bir vampirdi. Öldürmek onun için hem zevk hem de yemekti. Vampir olmayı kendi seçmemişti. Tanıştığı ve sevdiği bir kadından ona bulaşmıştı bu hastalık.
Fark ettiğindeyse çok geç kalmıştı. Daha sonraları bunun ona verdiği şeytani güçten hoşlanmaya başladı. Güneş ışığının üzerinde bıraktığı olumsuz etkileri ise bulduğu bir büyülü yüzük sayesinde engelliyordu. Tam yaşı bilinmiyordu. Ancak bir Dunmer'a göre daha genç görünüyordu.
Sevasi ve grubu bir süredir Hackdirt kasabasındaki Moslin'in hanında konaklıyordu. Buraya geldiklerinden beri Hackdirt halkından tek bir istekleri vardı o da onlara göre cüzi bir rakam olan 1000 septimi haraç olarak vermeleriydi. Sevasi ise köylüler altınları denkleştirene kadar kasabanın küçük hanında dinlenmeye karar vermişti.
Tabii bu sırada köylülerin Chorrol şehrine gizlice gidip konttan yardım istememesi için köyün her noktasına adam yerleştirmişti. Ama Hackdirt halkı anlaşmayı bu süreç içinde sonuçlandırmakta gönülsüz kaldı. Paralarını vermek yerine canlarını vermekte daha istekli olduklarını Sevasi'ye göstermişlerdi.
Hackdirt adlı kasabanın işte sonunu bu getirmişti. Sayılarına güvenerek bu aptalca işe bir gece kalkıştılar bir anda. Sevasi ise hakkı olanı istese zorlanmadan çok önceden alabilecekken köylülerin ne yapacaklarını merak ettiği için beklemişti.
Bu yersiz bir bekleyişti belki de ama bir süredir Sevasi'den beklenmeyecek değişimler vardı. Özellikle gördüğü rüyaların etkisinde kaldığı için pek adeti olmayan bu hareketleri sergiliyordu.
Sonra önceden az çok tahmin ettiği gibi işin sonunda zavallı köylüler ellerindeki tırpan ve baltalarıyla yere serilmiş ölüler haline geldi. Hâlbuki Sevasi bu sefer onları isteyerek uyarmıştı. İleri gelenlerine de üşenmeden tekrarlamıştı bu uyarısını. Onlara tuhaf bir şekilde şans tanımıştı, her zaman bunu yapmazdı.
Parayı alıp aralarından sadece birkaç tanesinin kanını emerek öldürecekti. Ama halkın kendisi bunun olmasını engel oldu. Hackdirt halkı onu önceki kurbanlarındaki gibi şaşırtmamıştı. Sevasi'yi illaki kan dökmek ve toplu kıyım yapmak zorunda bıraktılar işte.
Elbette Sevasi, Hackdirt'e gösterdiği merhametin karşılığında ihanet bulmasını hoş karşılamadı. Kasabaya adım attıkları anda yapması gereken şeyi yani hak ettikleri ölümü Sevasi onlara geçte kalsa verdi. Sadece bu kıyımı yaparken ilk seferlerinde yaşadığı heyecan ve zevk daha azdı.
Sevasi, öldürmeyi hala çok seviyordu. Leş Kargaları grubundaki üyelere de bu duyguyu aşılamaya çalışıyordu. Sevasi'nin mirası buydu. Onun öfkesi ve hırsı karşısında hiç kimse duramıyordu.
"Hanında bir süredir konakladığımız saygıdeğer Moslin'in yerde yatan parçalanmış cesedini zahmet edip vampir güçlerimle tekrar diriltsem ve bunu ona sorsam, muhtemelen geçte olsa haraç konusunda artık aynı fikirde olurduk. Ama bakın basit bir anlaşmaya Hackdirt halkı uymayınca ne hallere düştüler. Beni dinlemiş olsaydılar en azından hala bazıları yaşıyor olacaktı."
Uzaktan bakıldığında köylülerin üzerinden değerli pek bir şey çıkacak gibi durmuyordu ve bu da Sevasi'nin adamlarının moralini bozmuş ve görüntü rahatsız etmişti. Herkes bulduğu kayda değer ganimetleri Sevasi'ye gösteriyordu. Sevasi'nin ise hiçbiri umurunda değildi. Onun gözleri daha büyük ganimetlerdeydi. Hackdirt yağmasının sonunda koskoca köyden toplam birkaç küçük kese altın ile gümüş yüzük ve kolye dışında bir şey çıkmamıştı.
Sevasi köylülerin asıl hazinelerini sakladıklarını biliyordu. Fakat bunu araştıracak kadar zamanı yoktu. Katliam sırasında köylüler arasından ormana kaçmayı başaranlar olmuştu. Onların en yakın yerleşke olan Chorrol şehrine ulaştıkları varsayılırsa her an Hackdirt'i bir düzine askerin kuşatması işten bile değildi.
"Çulsuz köylüler. Şu sefilleri keşke öldürmeden önce biraz daha pataklasaydık. " dedi ork Gorgog. Diğer taraftan hıncını almak için elindeki devasa çift elli kılıç ile cesetlerin rastgele uzuvlarına darbeler vurarak kopartıyordu.
"Puşt Gorgog, açgözlülük yapmayı bırak. Sakin ol, ölüleri rahat bırak artık." dedi khajiit Tsahi.
Sevasi istemeyerek havada küfürlerin uçuştuğu bu tartışmayı dinliyordu ve adamları arasında olan anlamsız bulduğu gerginlikten rahatsız olmaya başlamıştı. Derhal kesmeleri için onlarla göz göze geldi ve bu onların aniden susmasına yetti. Adamlarını kan kırmızısı gözlerinden gelen korkutucu bakışlarıyla uyarmıştı. Sevasi haşin ifadesiyle en cesur yürekleri bile titretebilirdi.
"Hepinizin çabalarınız karşılığında daha fazlasını istediğini biliyorum. Bu olması gereken şey ama merak etmeyin size bunu temin edeceğimin vaadini zaten daha önce vermiştim. Yakında taşıyamayacağınız kadar altınınız olacak. Şimdilik ortamın sihrini bozmayın."
Gaddar Gorgog homurdandı, kanlı kılıcını sırtındaki kınına taktı. Tsahi ise bulduğu gümüş kolyeyi zulasına hızla atarak oradan uzaklaştı. Argonyalı Gamsız Neeta ise tam o sırada esprileriyle ortamı yumuşatmaya başlamıştı bile şimdiden.
Neeta'nın alışkanlığı böyleydi. Kolayca üzülmez ve kızmazdı. Hep gülmeye çalışırdı. Ne zaman bir muharebe sonrası ortam gerilse o hep şakalar ve komiklikler yapardı. Hatta öldürürken bile bunu yapıyordu bazen. Fırsatını bulsa kendimi ölümü sırasında bile espri yapardı. Giderayak insanları gülümsettiğini görmekten hoşlanırdı.
Gorgog ise hala hırçındı ve kendini yatıştırmak için oradan uzaklaşmak zorunda kaldı. Sevasi'ye sormak istiyordu ama hem çekinmişti hem de sabırlı olması gerektiğini fark etti, "Nasıl bir hazineden bahsediyor acaba?" diye meraklı düşüncelerle yürümeye devam etti...
Cesaret Çağı - Fantastik Hikaye - 5. Bölüm Final
"Yaratıcım, düşmanlarım çok ve tek başınayım ama inancım beni bu yolda ayakta tutuyor; karanlıktan korkmayacağım, eğer kötülükler bana karşı koyarsa onlarla senin adına yılmadan savaşacağım."
Engebeli taşların bulunduğu yolda yalpalayarak ilerleyen at arabasının arkasındaki samanların içinde oturuyordum. Dün gece lanetli ormanın içinden çıkarak ana yola ulaşmayı başarmıştım. Orada bir süre beni başkente bırakabilecek bir at arabasının geçmesini beklemiştim. Şansıma orada kurulacak büyük pazara gitmekte olan bir tüccar aracına denk gelmiştim. Sürücüsü halime acımıştı ve beni yolda bırakmamıştı.
Yol boyunca gözüme uyku girmedi. Devamlı düşüncelere dalıp durdum. Ağaç canavarı ile olan karşılaşmamı, o elf kadını, beni bekleyen kaderi ve geride bıraktığım ailem ile evimi. Rahmetli annemde aklıma gelmişti. Yıllardır isteklerime karşılık vermeyen evren sanki sonunda vermeye başlamış ve beni köyde yaşamaktan başka bir sonun beklediğini göstermişti.
Samanların üstüne uzandım ve ellerimi başımın altına alarak, yırtık brandanın altından gökyüzünü izlemeye başladım. Kilometrelerce uzakta olmalarına rağmen tüm güçleriyle parlayan yıldızlara baktım. İçim neşeyle dolup taşıyordu. Hayatımda ilk defa böyle bir maceraya atılıyordum. Çıktığım bu yolculuğun beni tam olarak nereye götüreceğini bilmesem de, yollardayım işte. Öyle ya da böyle, Amaranthine Şehri'ne varacaktım.
Tekrar gözlerimi açtığımda, gece uyuya kalmış olduğumu fark ettim. Sabah olmuş, brandanın deliklerinden içeriye güneş ışıkları sızmaya başlamıştı. Yavaşça doğrularak etrafımı şöyle bir inceledikten sonra, sürücüye günaydınlarımı ilettim.
Yoluna devam eden araba artık eskisi kadar sallanmıyordu. Bununda tek anlamı daha iyi bir yolda gidiyorduk ve şehre yakın olmalıydık. Kafamı arabanın kenarından çıkardım, üzerinde tek bir kayanın bile olmadığı pürüzsüz yolu gördüm. Amaranthine Şehri'ne yaklaştığımızı bizzat görünce, iyice heyecanım arttı.
Arabanın arkasından dışarıya bakarken inanılmaz etkilenmiştim; tertemiz ve süslü sokaklarda müthiş bir haraketlilik vardı. Her birinin farklı şeyler taşıdığı büyük yük arabaları, yolları doldurmuştu. Arabaların aralarında yürüyen tüccarların yanında genelde hayvan sürüleri oluyor, olmayanlar ise satacakları ürünleri ellerindeki kasalarda taşıyorlardı. Kalabalığın en önündeyse şehir muhafızları alayı gidiyordu. Kısacası tüm bu insanlar, tek bir yöne doğru ilerliyorlardı.
İçim sevinçle dolmuştu. Daha önce böylesi bir zenginlik ve bu kadar kalabalık görmemiştim. Küçük çiftliğimden dışarı neredeyse hiç adımımı atmadığım için insanlarla dolup taşan bu büyük sokaklar şaşkına döndürmüştü beni.
Yeri döven at nallarının sesinin kesildiğini işitmiştim. Arabadan dışarı eğilerek yere indim. Beni buraya kadar getiren tüccara içten gelen teşekkürlerimi sundum ve oradan ayrılıp şehri keşfe çıktım. Çevreye baktığım zaman, devasa büyüklükteki taş sütunları ve devasa kapılar gördüm. Şimdiye kadar gördüğüm en geniş kapılardı. Kapıların tam altında kazıklar vardı ve bunlar kesinlikle bir insanı ortadan ikiye ayırmaya yeterdi. Etrafta nöbet tutan Gri Muhafızlar, beni heyecanlandırıyordu.
Buradaki insan nüfusu, tüm Amaranthine Arllığının toplamından bile daha fazlaydı. Kusursuz şekilde kesilmiş geniş alanlara yayılan çimenliklerin her yerinden çiçekler fışkırıyordu. Yolların her bir yanında tezgâhlar ve stantlar kuruluydu. Tüm bu keşmekeşin ortasında ise Ferelden Kralı'nın adamları ve Gri Muhafızlar mevzilenmişlerdi. Üzerlerine parlak zırhlarını giymiş bu görkemli savaşçıları görmemle beraber, doğru yerde durduğuma artık emin olmuştum.
Etrafıma bakınıp, yol boyunca başıma gelen türlü zorlukları hayal ettim. Buraya kadar gelmek bile büyük bir başarıydı benim için. Bu noktada turnuvaya giremesem tabii ki üzülürdüm ama en azından hayatım boyunca asla unutamayacağım maceralar yaşamıştım, diye düşünüyor ve kendimi avutuyordum.
Kaybolmaya başlamış neşem böylece giderek artıyordu. Gözün alabildiğine uzanan kalenin avlusunun muhteşem görüntüsü karşısında kendimden geçtim. Avlunun tam ortasında tüm ihtişamıyla yükselen kulenin etrafı upuzun taş duvarlarla çevriliydi. Bu duvarların üzerinde yer alan siperlerin her noktasında Kral'ın askerleri ile gri muhafızlar devriye geziyordu.
Etrafım kusursuz şekilde kesilmiş bakımlı çimenlerle doluydu. Taşla döşenmiş geniş meydanlar ağaçlarla sarılıydı ve bazılarının orta yerinde süs havuzları bulunuyordu. Amaranthine şehrinin her yeri insanla kaynıyordu.
Her çeşit ırktan insan, tüccarlar, askerler, mevki sahibi soylular, koşturmaca içindeydi. Tüm bu insanlar özel bir şeyler için hazırlanıyordu. Etrafa sandalyeler yerleştiriliyor ve Andraste için bir sunak dikiliyordu. Sanki bir turnuva değilde bir düğün hazırlığı telaşı vardı çevrede.
Atlıların mızrak dövüşü için hazırlandığı toprak pisti görünce inanılmaz heyecanlandım. Başka bir arazide uzaktaki hedeflere mızrak atanları, bir diğerinde ise samandan hedeflere nişan alan okçuları fark ettim.
Sanki her yerde ilerleyen saatlerde yapılacak yarışmalar için hazırlık vardı. Ut ve flüt çalan müzisyenler etrafta dolaşıyor, şarap dolu koca variller yerlerde yuvarlanıyor ve upuzun masalara örtüler seriliyordu.
Büyük kutlama merasiminin hazırlıkları son sürat devam ediyordu. Tüm bunlar çok etkileyici olsa da, bir an önce gri muhafızların yerini tespit etmek istiyordum. Çoktan geç kalmış olduğumun farkındaydım ve kendimi bir an önce onlara tanıtmak istiyordum.
Gördüğüm ilk kişinin yanına ilerledim. Yaşlı cücenin elindeki kupadan bira içtiği ve sarhoş olduğu anlaşılıyordu. O şehirdeki diğer insanlarla aynı telaşı paylaşmıyordu.
"Affedersiniz, efendim" dedim adamı kolundan tutarak. Fakat çok ağır leş bir koku vardı üzerinde.
Cüce, elime sallanarak rahatsız bir şekilde baktı ve geğirmenin eşlik ettiği derinlerden gelen kalın sesiyle, "Ne var çocuk" dedi.
"Gri muhafızlardan Nathaniel Howe arıyordum da, acaba nerede çalıştığını biliyor musunuz?"
Şaşırmış cüce, "Nathaniel'i nereden tanıyorsun?"
"Tanımıyorum, ben gri muhafızlara katılmak için geldim. Gri muhafızlardan Velanna bana Nathaniel'in yardımcı olabileceğini söyledi."
"Velanna mı?"
Adamın sorularından dolayı şaşırmıştım.
"Bir sorununuz mu var?"
"Hayır yok. Sadece bende bir gri muhafızım ve onlar yakın arkadaşlarım olur."
"Ne? Baştan neden söylemediniz bana bunu!"
"Hey, hey! Sakin ol kızım, iki fıçı bira içtim ve şu an gerçek misin değil misin onu bile bilmiyorum. Burada şu anda bir gri muhafız kimliğiyle bulunmuyorum. Dikkat edersen üniformam bile yok üstümde ve aradığım tek şey eğlenmek ve içmek. "
Sinirlenmiştim ve oradan ayrılma kararı aldım. Daha fazla bu muhafız olduğunu iddia eden sarhoş cücenin beni oyalamasına izin vermeye niyetim yoktu.
Sarayın etrafını saran onlarca yolu inceledim. Taş duvarlarının arasından uzanan birçok geçit vardı. Burası kendimi küçücük hissetmeme neden oluyordu. Gitmek istediğim yeri saatlerce arasam dahi bulamayacağımı düşünmeye başladım.
Aniden o an aklıma bir fikir geldi. Gri muhafızların yerini bir askerden öğrenecektim. Askerlere yaklaşma fikri her ne kadar beni biraz ürkütse de, bunu yapmaya mecburdum. Çekiniyor oluşumun sebebi, dikkat çekmek ya da yanlış bir hareket sonucu şehirden atılmak istemediğim içindi.
En yakınımdaki girişlerden bir tanesinde nöbet tutan askerin yanına, beni şehirden atmayacağını umut ederek koştum. Dimdik duran asker, gözlerini ileriye dikmişti.
Tüm cesaretimi topladım, "Gri muhafızlardan Nathaniel Howe'u arıyorum" dedim.
Yerinden kımıldamayan asker beni görmezden geliyordu.
Askerin dikkatini çekmekte kararlıydım ve daha yüksek bir sesle, "Size dedim ki, gri muhafızlardan Nathaniel Howe'u arıyorum."
Asker birkaç saniye sonra bakışlarını üstüme indirdi. Korktuğum gibi öfkelenmiş gözüküyordu.
Ama zamanımda daralıyordu. Israrımı sürdürdüm, "Nerede olduğunu söyleyebilir misin" dedim.
"Senin onunla ne işin olabilir ki?" diye sordu asker.
"Oldukça önemli bir iş" dedim ama askerin beni bu konuda sıkıştırma ihtimalinden korkmuyor da değildim.
Fakat bunun üzerine gitmek yerine bakışlarını tekrar ileriye doğrultan asker, orada değilmişim gibi davranmayı tercih etti. Kalbim kırılmıştı ve askerin bana asla cevap vermeyeceğinden korkmaya başlamıştım.
Bana çok uzun gelen sessiz bir bekleyişin ardından asker sorumu sırf benden kurtulmak için istemeden cevapladı.
"Batı kapısından gir, ardından gidebildiğin kadar güneye git. Orada ilk kapıdan içeri gir ve sola döndükten sonra karşılaştığın ilk sağa doğru yönel. Taş kemerlerden ikincisinin altından geçtikten sonra griffin armalı kapıya varacaksın. Şehirdeki tüm rütbeli muhafızlar genelde orada oluyor. Ancak şimdiden söyleyeyim ki vaktini boşa harcıyorsun. Çünkü çocukları eğlendirmek gibi bir görevleri yoktur gri muhafızların."
İşte duymak istediğim buydu. Bir saniye daha kaybetmeden ve askerin söylediklerini unutmadan önce arkamı dönerek meydana doğru koştum ve yol tarifini takip etmeye başladım. Adamın dediklerini unutmamak için sürekli kafamda tekrarlıyordum. Gökyüzünde iyice yükselmiş olan güneşe bakıp, geç kalmamak için Yaratıcı 'ya dua ettim.
Görkemli Amaranthine Şehri'nin karmaşık yollarında var gücümle hala koşuyordum. Bu sırada yol tarifini aldığım askerin dediklerine harfiyen hatırlamaya ve uymaya çalışıyordum. Kaybolmamış olmayı umarak bir süre böyle devam ettim.
Avluya ulaştığım zaman bir sürü kapıyla karşılaştım ve üçüncü kapıdan içeri girerek askerin dediği yol ayrımlarına rastladım. Oradan tembihlediği gibi doğruca döndüm. Yol boyunca giderek artan insan sayısı hızlı ilerleyişime engel olmaya başlamıştı. Yolda her statüden elfler, cüceler, insanlar yani kısaca her ırkta mensup kişilerin oluşturduğu kalabalığı yarabilmek için çarparak ya da omuz atarak ilerliyordum.
Acele etmeliydim çünkü turnuva seçmeleri her an bensiz başlayabilirdi. Bunu şu an düşünmek bile istemiyordum hiç. Attığım her adımda etrafıma dikkatle bakarak yanlış yöne sapma ihtimalime karşın beni yönlendirebilecek bir tabela arıyordum.
Bir köprü kemerinin altından geçerek başka bir sokağın yoluna girdiğimde karşıma çıkan yapı aradığım şeyden başkası olamazdı; Dış cephesinin tamamı taştan yapılma, orta çaplı bir arena. Tam ortasında Ferelden Kral'ının askerlerinin ve Gri Muhafız Komutanı'nın muhafızlarının nöbet tuttuğu devasa griffin armalı bir kapı vardı.
Tam önümde beliren arena askerin söylediklerinden yola çıkarak kafamda hayalini canlandırdığım görüntü ile uyuşuyordu. İçerisinden gelen haykırma seslerini duyunca içim kıpır kıpır olmaya başladı. Aradığım yeri sonunda türlü badireler ardından bulmuştum.
Neredeyse soluklanmak için bile durmadan koşmaya devam ettim. Kapıya doğru yaklaştıkça nöbetçilerin istemediğim şekilde dikkatlerini üzerime çekmeye başladım. Muhafızlar anında ileriye doğru birer adım atarak mızraklarını girişi engelleyecek şekilde aşağı indirdiler. Aralarında diğerlerine nazaran daha tehditkar duran üçüncü muhafız elini kaldırarak bana doğru yürümeye başladı.
Gri Muhafız, "Dur orada" diye emretti.
Nefesim kesilmiş halde heyecanımı zor da olsa bastırmaya çalışıyordum.
Güçlükle nefes alıyordum ve ağzımdan kelimeler zar zor çıkıyordu.
"İçer...de olma...lıyım. Geç bile kaldım." diyebildim sadece ama cümle ağzımdan sanki bardaktan yere dökülen bir su misali gibi akıyordu.
"Ne için geç kaldın?!" diye sordu el hareketleri eşliğinde tersleyerek.
"Turnuva seçmeleri için efendim."
Oldukça çirkin suratlı, saçının büyük bölümü beyazlamış orta yaşlı ve kısa bir adam olan bu gri muhafız, bana küçümseyerek bakan arkadaşlarına döndü. Ardından tekrar bana doğru dönen önümdeki adamın suratında da küçümseyici bir ifade belirdi.
"Herkesin bildiği gibi seçmeler haftalarca önceden yapıldı ve saatler önce adaylar gri muhafızlara ait araçlarla buraya getirildiler. Eğer onlarla gelmediysen burada işin yok demektir."
"Fakat efendim gri muhafızlardan Velanna'nın bizzat onayı var. Nathaniel Howe ile görüşmemi ve onun beni seçmelere turnuva başlamadan aldırabileceğini söylemişti."
Muhafız bana doğru bir adam daha atarak kişisel alanımı girmiş ve neredeyse burun buruna gelmiştik. Aralı duran ağzından yüzüme çarpan kötü kokulu ve sıcak nefes alışverişiyle rahatsız etmeye başlamıştı.
"Bak kızım, verdiğin isimler tüm Amaranthine halkı boyunca tanınmış Ireail'ın şahsi yoldaşları olan dillerden düşmeyen ünlü kahraman muhafızlara ait. Buraya gelip her onların isimlerini vereni kapıdan içeri girmesine izin verirsek ve birde seçmelere alacak olursak işimizi yapamayız."
"Anlamıyorsunuz ama efe-"
Aniden ileriye fırlayan muhafız yakama yapıştı.
"Asıl anlamayan sensin, seni terbiyesiz çocuk. Ne cüretle buraya gelir de, zorla içeriye girmeye çalışırsın? Yaptığın yetmezmiş gibi aptalca bir yalan öne sürüyorsun. Seni zincire vurmadan önce buradan derhal defol."
Muhafız beni iterek uzaklaştırmaya çalıştı. Az kaldı yere düşüyordum. Adamın acımasızca gövdeme vuran elinden çok, içeriye girememenin acısı daha ağır bastı o an. Bu durumu çok içerlemiştim. Bunca yolu kalkıp da bir gri muhafız tarafından kendimi kanıtlama şansımın tekrar elimden alındığını görmeye gelmemiştim. İçeriye girmekte artık hiç olmadığım kadar çok kararlıydım.
Nöbetçilerle daha fazla konuşmadan usulca uzaklaştım ve yuvarlak yapının etrafında saat yönünde ilerlemeye başladım. Aklıma bir plan gelmişti. Nöbetçilerin görüşünden çıkana kadar beklemiş, sonra biraz hızlanarak gizlice duvarların dibinden ilerlemeye başlamıştım.
Arkamı dönüp izlenmediğime emin olunca da koşmaya başladım. Binanın etrafında yarım tur attıktan sonra içeriye giren başka bir giriş buldum; önünde koruma yoktu ve kapının tam üstündeki açıklık demir çubuklarla engellenmişti. Fakat çubuklardan birinin yerinde olmadığını fark ettim. Tam o anda içerden yükselen bağırışları görebilmek için kendimi yukarıya çekerek tırmandım.
Karşılaştığım manzara beni heyecanlandırdı. Aralarında ağabeyimin olduğu diğer adaylar da olmak üzere bu yuvarlak ve devasa antreman sahasının her yanına yayılmışlardı. Bunlardan bazıları bir düzine gri muhafızın karşısına hazır olda dikilmiş ve aralarında dolaşan rütbeli muhafızların emirlerini dinliyorlardı.
Arenanın başka bir noktasında yer alan bir grup aday ise onları dikkatle inceleyen bir muhafızın gözetimi altında uzaktaki belirlenmiş hedelere mızrak ve ok fırlatıyorlardı. Aralarından sadece biri hedefi ıskaladı. Onları takip eden arkası dönük olan muhafız hedefi ıskalayan adaya doğru kızgınlıkla dönünce yüzünü görme fırsatı yakaladım. Dikkatle bakınca onun Nathaniel Howe olduğunu hemen fark ettim.
Bu haksızlığa daha fazla dayanamayacaktım. O hedefleri kolaylıkla bende vurabilirdim; diğerlerinden hiçbir eksiğim yoktu. Sadece daha genç ve kız olduğum için babam tarafından böyle dışarda bırakılmam adil değildi. Üstelik birde kıdemli bir muhafızın onayını almama rağmen bunun olmasına göz yumamazdım.
Sırtımda aniden hissettiğim el beni aşağı çekerek, yere yuvarladı. Bu sert düşüş sonrası nefessiz kaldım. Kendime gelince kapıda karşılaştığım o suratsız muhafızın öfkeyle tepemde durmuş bana baktığını gördüm.
"Sana ben ne demiştim çocucuğum?"
Henüz yerimden bile kıpırdayamadan adam bana sert bir tekme indirdi. Kaburgalarımda büyük bir acı hissettim ve bunun üzerine daha kendimi toparlayamadan adam ikinci bir tekme için hazırlanmaya başlamıştı bile.
Fakat kendimi onca katlandığım şey sonrasında geldiğim bu noktada dövdürmeye niyetim olmadığı için daha fazla dayanamadım ve karşılık vererek adamın ayağını tutarak çektim. Sonra dengesini kaybeden muhafız yere kapaklandı.
Adam ile neredeyse aynı anda tekrar ayaklarımız üzerine fırladık. Yaptığım şeyin doğurabileceği ağır sonuçları düşününce epey korkmuştum. Muhafızın yüzündeki küçümseyici bakış artık kaybolmuş ve yerine saf nefret almıştı.
Gözleri dönmüş haldeki muhafız "Sana yapacağım tek şey zincirlemek olmayacak" dedi ve ekledi, "Bana yaptığın saygısızlığın halkın önünde kırbaçlanarak bedelini ödeyeceksin de. Thedas'ta ki hiç kimse görev başındaki gri muhafıza el süremez. Artık aramıza katılmayı unut. Zindanlarda çürüyüp gideceksin! Tekrar gün yüzü görebilirsen kendini şanslı say!"
Belinden bir zincirin ucuna bağlanmış kelepçelerini çıkaran muhafız, intikam isteyen bir suratla bana yaklaşmaya başladı.
Acil olarak yapabileceğim bir şeyler var mı diye düşünmeye başladım. Zincire vurulmak ve kırbaçlanmak istemesem de onların arasına katılmak için onca teptiğim bu yol sonucunda bir gri muhafıza zarar vermekte istemiyordum.
Bir an önce kurtuluş için bir çözüm bulmalıydım. Yerde bir taş gördüm. Fazla düşünmeden hızla alarak taşı adama gelişi güzel fırlattım.
Adamın parmaklarına çarpan taş, beni bağlamayı düşündüğü elindeki kelepçeleri düşürmesine neden oldu. Muhafız ondan beklenmeyecek şekilde acı içinde bağırmaya başladı.
Muhafız bu sefer bana ölümcül bir bakış attı ve metalik bir çınlamanın eşliğinde, çelik kılıcını belindeki kınından hışımla çekip çıkardı.
Suratında artık karanlık bir ifade oturan adam," Bu sana verdiğim son şanstı. Gri muhafıza mukavemetten dolayı seni ölüme mahkum ediyorum!" dedikten sonra saldırıya geçti.
Yapacak başka bir şeyim kalmamıştı; bu muhafızın peşimi bırakmaya niyeti yoktu. Tekrar yerden gözüme bir taş ilişti ama bu seferki öncekinden daha büyüktü. Taşı fırlattım. Niyetim bana yaptıklarına ve yapmayı düşündüğü şeylere rağmen onu öldürmek değildi.
Bu yüzden daha dikkatli nişan almıştım. Yüzü ya da kafası yerine tüm erkeklerin ortak zayıf noktası olan ve bu nedenle adamı anında durduracağından emin olduğum bir noktaya doğru taşı fırlattım.
Tam istediğim gibi bacaklarının arasına hedefi onikiden isabet ettirerek vurdum. Fakat darbenin vücudunda kalıcı zarar bırakmaması için var gücümle değilde, bunu daha hafifçe atarak gerçekleştirmiştim.
Elindeki kılıcı düşüren adam bacaklarının arasını tutarak önce dizlerinin üzerine, ardından da yere düşerek kendi içine doğru kıvrıldı.
Adam acılar içinde olduğu yerden sallanarak, "Bunu çok ağır ödeyeceksin!" dedi. "MUHAFIZLAR! MUHAFIZLAR!"
Kafamı kaldırdım ve kolezyumun sütunları arasından ve kenarlarından belirerek üzerime doğru koşan gri muhafızlarla birlikte askerleri gördüm.
"Ya şimdi ya da asla." diye geçirdim içimden.
Bir saniye bile yaşadığım olayın ehemmiyetine kendimi kaptırmadan tekrar kapıdaki açıklığa tırmandım. Bedenimin geçebileceği aralıktan arenanın içine atlayarak, içeriye kaçtım.
Kendimi Gri Muhafız Komutanı Ireial'a tanıtmak zorundaydım ve bunun için beni engelleyecek herkesle dövüşmeye hazırdım.
Peşimdeki muhafızların bana yetişmemesi için tüm gücümle turnuva sahasının tam ortasından koşuyordum. Fakat tüm çabalarıma rağmen bana neredeyse yetişmek üzereydiler. Adamlar ardımdan ağız dolusu küfürler savuruyorlardı. O sırada sahada gördüğüm yeni adaylar pek çok farklı silahlarla kendilerinden emin bir şekilde idman yapıyorlardı. Başlayacak turnuvada yaşanacak rekabet epey zorlu geçeceğe benziyordu.
Alandaki gri muhafızlardan bazıları uzaktan antrenman yapan adayları izleyerek kimin burada kalıp kimin evlerine gideceğine dair değerlendirmeler ve tahminler yürütüyorlar gibi görünüyordu. İşte kendimi bu adamlara kanıtlamak zorundaydım. Fakat öncesinde peşimdeki muhafızlardan kurtulmalıydım yoksa her an tepeme binebilirlerdi. Bu durumdan nasıl kurtulacaktım? Hızı mı kesmeden ilerlerken kafam sadece bu soruyla meşguldü.
Tribündeki ve sahadaki insanlar yaşanan bu koşuşturmacayı er ya da geç fark ettiler. İdmanı yarıda kesen adaylardan bazıları ile gri muhafızların bir kısmı başlarını benden yana çevirdiler. Tüm bakışlar artık üzerimdeydi. Sahanın ortasında peşinde beş muhafızla beraber koşan bu kızın kim olduğumu merak etmiş olmalıydılar. En başta açıkçası herkesi etkilemek isterken aklımdan geçen tam olarak bu değildi. Tüm hayatım boyunca katılmayı istediğim gri muhafızlar karşısına bu şekilde çıkmak çok utanç verici olmuştu.
Hala ne yapmam gerektiği konusunda beyin fırtınası yaparken adayların oluşturduğu kalabalık arasından tanıdık gelen yüzüyle iri bir çocuk çıkarak geldi. Sanki diğerlerini etkilemek için beni durdurmaya karar vermiş gibiydi. Öne atılan bu kişi ağabeyimden başkası değildi. Benden iki kat daha iri olan ağabeyim üzerime doğru hızla geliyordu.
Ben başta konuşacağını sanıyordum ama aniden elindeki devasa kılıçla beni şaşırtarak hamle yaptı ve bende hızla çekildim. Bunun üzerine ikinci bir hamle daha gerçekleştirerek kaçacağım yola doğru iki elli tahta kılıcını sert şekilde indirdi. Bana konuşma fırsatı dahi vermeden beni eliyle iterek yere yapıştırdı. Amacı beni herkesin önünde aptal durumuna düşürmekti ve bunda epey kararlı olduğunu bakışlarından artık iyice anlamıştım.
Bende öfkelenmiştim. Yıllar boyunca babamla beraber bana ettikleri eziyetlere katlandım. Yetmiyormuş gibi birde yol boyunca onca çektiğim çile sonrasında hayallerime bu kadar yaklaşmışken öz ağabeyimin beni bu noktada durdurmasına razı olamazdım.
Ancak ağabeyime yaklaşınca boyunun uzunluğu karşısında iyice hayrete düştüm. Hayatım boyunca onunla kavga etmekten hep kaçınmaya çalışmıştım ve ilk defa karşısına dikildiğimde ne kadar ufacık kaldığımı fark ettim ve onu atlatabileceğimden şüphe duymaya başlamıştım.
Konuşmaya hiç niyeti olmayan ve yüzünde alaycı bir gülümsemenin eşliğiyle tahta kılıcıyla üstüme giderek yaklaşmaya başlayan ağabeyimi durdurmak için hızlıca düşünmem gerekiyordu. Yoksa hayallerimin sonsuza kadar ayaklarımın altından kayıp gitmesi an meselesiydi.
Kendimi içgüdülerime bıraktım ve yerden aldığım bir taşı ağabeyimin kılıç tuttuğu eline doğru hızla fırlattım. Kılıcını indirmeye hazırlanan ağabeyim acıyla kıvranarak, ağır tahta aleti elinden düşürdü.
Hiç vakit kaybetmeden zıplayarak iki ayağımla beraber atlayarak ağabeyimin göğsüne doğru sert bir tekme attım. Ancak iri yapılı olan ağabeyime vurmanın bir meşe ağacına vurmaktan neredeyse hiç farkı yok gibiydi. Ağabeyim saldırım karşısında hiç yerinden bile oynamamıştı. Tam tersi sinirlenerek elinin tersiyle bana tokat attı ve beni ayaklarının dibine doğru düşürdü. İşte bu çok kötü olmuştu.
Ayağa kalkmaya çalışırken ağabeyim beni sırtımdan yakaladığı gibi havaya kaldırıp tekrardan toprağın üzerine fırlattı. Hızla etrafımıza toplanan çocuklar alkış tutmaya başladılar. İnsanlar karşısında küçük düştüğümü anlayınca utancımdan istemeden suratım kızarmıştı.
Ağabeyim fiziğine göre hiç beklemediğim kadar hızlıydı. Daha ben kendimi toparlayamadan üzerime çıkıp, beni tekrardan yere mıhladı. Birden güreş karşılaşmasına dönen kavgada doğal olarak bu ağırlıktaki bir erkeğe karşı hiç şansım yoktu.
Kana susayan diğer adaylar tezahüratlar atmaya başlamıştı. Öfkeli gözlerle üstümden bana bakan ağabeyim beş parmağını birden yanaklarıma doğru indiriyordu. Ağabeyimin niyeti sahiden canımı yakmak değildi ama buraya geldiğim için beni pişman etmekte istiyor gibiydi.
Son anda gücümü toplayarak kafamı yana çekmemle parmakları toprağa saplandı. Bundan faydalanarak kendimi yana yuvarlayarak ağabeyimin altından kurtulmuştum.
İkimiz de ayağa kalktık ve yüz yüze geldik. Ağabeyim üzerime doğru koşarak eliyle beni yakalamak için hamle yapmaya çalıştı fakat yana doğru atlayarak kurtuldum. Eğer beni tekrar yakalamış olsaydı büyük ihtimalle zindanı boylamış olacaktım.
Bende bunun akabinde ağabeyimin midesine hızla bir yumruk indirsem de ağabeyim bunu da hissetmemiş gibi görünüyordu.
Daha yerimden kıpırdayamadan ağabeyimin dirseğiyle suratım buluştu. Darbenin etkisiyle arkaya savrulurken suratıma sanki bir çekiç inmiş gibi hissediyordum.
Düştüğüm yerde sallanarak soluklanmaya çalışırken göğsüme güçlü bir tekme darbesi indi. Bu sefer geriye doğru uçarak yere yapıştım. Bunu gören diğer adaylardan sevinç çığlıkları yükselmeye başladı.
Başım dönüyordu ve henüz toparlanamadan suratıma güçlü bir tokat daha yiyerek dümdüz yere serildim. Suratımda oluşan şişkinliği ve dirsek darbesinden sonra burnumdan sızmaya başlayan kanı hissetim. Yere uzanmış yenilginin ve yaraların verdiği acıyla inliyordum. Ağabeyim ise dersimi aldığımı düşünerek çoktan onu kutlamaya hazırlanan adayları arasına dönmüş tebriklerini toplaya başlamıştı bile.
Kız halimle bir başıma çıktığım bu akıl almaz yolculuğun sonuna gelmiştim ama artık pes etmek üzereydim. Ağabeyimle dövüşmeye çalışmamın bile manası yoktu. Bana karşı tam gücünü dahi kullanmıyordu. Hem artık daha fazla darbe kaldıracak halim ve alınsam bile turnuvada yarışacak motivasyonum kalmamıştı.
Ancak içimden bir ses ne olursa olsun yılmamam gerektiğini söylüyordu sürekli. Her şeye rağmen kaybeden ben olmamalıydım. Hele ki etkilemek istediğim Ferelden Kralı ile Gri Muhafız Komutanının gözleri önlerindeyken.
"Pes etme. Ayağa kalk Bertha. Kalk!" diyordum içimden kendi kendime.
Zorda olsa bir şekilde gücümü tekrardan topladım; acılar içinde ellerim ile dizlerim üzerinde doğruldum, ardından yavaşça ayaklarım üzerine dikildim. Morarmış, şişmiş ve kan içindeki suratımla ağabeyim karşısında tekrardan çıktım. Ne etrafı düzgün görebiliyor ne de sağlıklı şekilde nefesimi kontrol edebiliyordum, buna rağmen yumruklarımı kaldırdım.
Benim ayağa kalkabildiğime inanamayan ağabeyim kaşlarını çatarak gözlerimin içine baktı. Tehditkar bir şekilde, "Ayağa kalkmamalıydın Bertha! Bu sana verdiğim son şanstı." dedi ve üzerime doğru var gücüyle koşmaya başladı.
"Yeter!" diye bağıran bir ses duyuldu. "Kızın yanından geri çekil!"
Birden ortaya çıkan gri muhafız aramıza girerek avucunu ağabeyimin göğsüne koyup ilerlemesini engelledi. Kalabalık sessizliğe büründü. Bu kişi kıdemli gri muhafız şövalyelerinden olan Nathaniel Howe'dan başkası değildi. Nathaniel, Vigil's Kalesi gri muhafızları arasında zaten hep en hayran olduğum bir kişiydi. Yakından gördükçe ise artık ondan giderek daha çok hoşlanmaya başlamıştım.
Beni korumasından çok etkilenmiştim. Nathaniel Howe uzun boylu, geniş omuzları olan otuzlu yaşlardaki bakımlı saçlara sahip sert mizaçlı ama oldukça yakışıklı bir adamdı. Gümüşten yapılma birinci sınıf zırhı güneşin altında parlıyordu ve üzeri gri muhafızların bir zamanlar uçan binekleri olan şimdilerde nesilleri tükenmiş griffon adlı hayvanın armasıyla kaplıydı.
Olayın heyecanından ağzım kurumuştu.
Gri muhafız bana," Sen çiftlikteki o cesur kız değil misin?" dedi "Davet edilmediğin halde buraya kadar nasıl geldin ve arenaya girebildin?"
Daha cümlemi toparlayamadan peşimdeki muhafızlar kalabalıktan sıyrılarak olay yerine gelip arkamdan birden beni yakaladılar. Liderleri olan çirkin muhafız zar zor soluklanarak parmağıyla beni gösterdi.
"Emrimize karşı geldi bu kız!" diye bağırdı. "Zincire vurup, onu derhal zindana götüreceğim!"
"Ben yanlış hiçbir şey yapmadım!" diye karşı çıkmaya çalıştım.
"Öyle miymiş?" diye bağıran çirkin suratlı muhafız devam etti, "Komutanımızın mülküne izinsiz girmek hiçbir şey yapmamak mı oluyor sence?"
"Tek istediğim bir şanstı! diye bağırdım Nathaniel Howe'un gözlerinin içine bakıp yalvararak.
"Tek istediğim gri muhafızlara katılabilmek!"
Sert bir ses, "Burası sadece katılan adaylara ve seçilenlere ayrılmıştır." dedi ve ardından herkes sesin geldiğine yöne doğru bakışlarını çevirdi.
Yüzümü sesin geldiği tarafa döndüğümde sahibinin kırklı yaşlarda, kel kafalı, kısa sakallı ve yüzünün üzerinde derin yara izleri olan irice bir Gri Muhafız olduğunu gördüm. Tüm hayatını savaşarak geçirmiş gibi duran bu adamın zırhındaki semboller ve göğsündeki altın rozet, onun Gri Muhafızlar arasında kıdemlilerden biri olabileceğini söylüyordu. Tam o anda karşımdaki kişinin Kristoff "Adalet Getiren "olduğunu hakkında çizilen portrelerden anlayınca iyice heyecanlandım.
"Seçilmediğimi biliyorum efendim" dedim. "Ancak tüm hayatım boyunca bunu hayal ettim. Tek isteğim, Gri Muhafızlar'a neler yapabileceğimi gösterebilmek ve aranıza katılabilmek. Buradaki herhangi bir aday kadar iyi olduğumu düşünüyorum. Lütfen bana bunu kanıtlamam için bir şans verin! Sizin en büyük hayranlarınızdan biriyim!"
Muhafız gene o sert sesiyle, "Burası hayalperest kızlar için uygun değil." dedi. "Turnuva alanı için kimse istisna değildir; adayların hepsi, haftalar önceden seçilmiş kişilerdir."
Kristoff'un işareti üzerine beklemede olan çirkin suratlı muhafız, elinde zincirle bana yaklaşmaya başladı.
Ancak birden ileri fırlayan Gri Muhafızlar'dan Nathaniel Howe muhafızı durdurdu. "Sanırım bu özel duruma göre tek seferlik istisna yapabiliriz." dedi.
Şok içindeki çirkin muhafız bir şeyler söylemek istemeye çalışır gibiydi, ancak karşısında kıdemli bir muhafız olduğu için, sözlerine itaat etmek zorunda kaldı.
Nathaniel, "Sendeki bu hevesi artık takdir etmemek mümkün değil." dedikten sonra sözüne devam etti, "Sanırım seni zindana atmadan önce neler yapabileceğini görmek istiyorum güzel kız."
Nathaniel'in bu beklenmedik müdahalesinden pek hoşnut olmayan Kristoff, "Fakat Nathaniel-" dedi.
"Sanırım son kararı Ireial verebilir Kristoff." diyerek sözünü kesti Nathaniel.
Ancak lafının kesilmesine iyice sinirlenen Kristoff sert bir şekilde, "Turnuva kurallarını General Ireial koydu ve biz muhafızlarda ona uymalıyız!"
Muhafızlar arasında ortam iyice gerilmişti. Ben ise o an tüm bunların sebebinin kendim olduğuma inanamıyordum ve benim için Kristoff'u ve Gri Muhafızlar'ı karşısına alan Nathaniel'in bu hareketinden de çok etkilenmiştim. Sanırım ona bir kez daha hayran olmuştum.
"Generali ve emirlerini gayet iyi biliyorum. Fakat onu biraz da iyi tanıyorsam eğer o, bu kıza bir şans verilmesini uygun görürdü. Biz de şimdi öyle yapacağız."
Kristoff isteksiz de olsa geri adım atmak zorunda kaldı. Yüzünü bana doğru dönen Nathaniel, gözlerini benimkilere kilitledi. "Sana tek bir şans vereceğim. Bakalım hedefi vurabilecek misin?"
Sahanın epey ilerisinde yer alan bir saman yığınını işaret etti. Samanların ortasında yer alan küçük kırmızı noktanın çevresi mızraklarla doluydu. Fakat tam o noktaya çok yaklaşmış olsa bile tam isabet etmiş bir olan bir tane mızrak yoktu.
Nathaniel, "Eğer antrenmanlarda diğer adayların yapamadığı şeyi yaparak, o noktayı buradan vurabilirsen, adaylar arasına katılırsın" dedikten sonra kenara çekildi. Ancak hala üzerime gelen Nathaniel'in bakışlarını hissedebiliyordum.
Kenarda duran mızrakları incelemeye başladım. Benim alışkın olduğumdan çok kaliteli mızraklar, en iyi meşeden yapılmış ve üzerleri pahalı deriyle çevrilmişti. Burnumdaki kanı elimin tersiyle sildikten sonra hayatımda hiç olmadığım kadar heyecanlanmış olduğumu fark ettim. Bana verilen görevi yerine getirmemin neredeyse imkansız olduğunu biliyordum, ancak denemek zorundaydım.
Ne aşırı uzun ne de aşırı kısa olan bir mızrağa elime aldım, mızrağı ardından kendimce tarttım. Sağlam ve ağırdı. Köyümde kullandıklarıma hiç benzemiyordu. Elime tam oturduğunu hissettim. Belki bunu gerçekten de başarırım, diye kafamdan geçirdim. Ne de olsa atıcılık en büyük yeteneklerimden biri sayılırdı. Tabii bu iş sapanla taş fırlatmaya benzemeyecekti. Ormanda geçirdiğim onca zaman sayesinde epey bir pratikte yapabilmiştim. Çiftlikteyken zaten ağabeyimin vuramadığı hedefleri bile vuruyordum rahatlıkla.
Gözlerimi kapatıp, derin bir nefes aldım. Eğer ıskalarsam, muhafızlar beni sürükleyerek zindanlara götürecek ve böylece Gri Muhafızlar'a katılma şansımı sonsuza dek kaybolmuş olacaktı. Tüm hayallerim bu yapacağım atışa bağlıydı.
İçimden Yaratıcı'ya ve Gelini Andraste'ye yakardım.
Ardından bir an bile tereddüt etmeyerek, gözlerimi açtığım gibi ileriye doğru iki adım attım ve gerindikten sonra mızrağı fırlattım.
Uzaklaşan mızrağı nefesim tutulmuş halde izliyordum.
Lütfen Yüce Yaratıcı ve Kutsal Gelini adına...
Yüzlerce göz sahaya çöken sessizliği yararak ilerleyen mızrağı izliyordu.
Bana bir ömürmüş gibi gelen bekleyişin ardından, mızrağın ucunun samanları delen sesi işitildi. O tarafa o an bakmaya bile tenezzül etmedim. Çünkü bir şekilde hedefi on ikiden vurduğumu tuhaf bir şekilde çok iyi biliyordum. Elimden çıkan mızrağın hissi ve bileğimin aldığı açı sayesinde bundan emin olmuştum.
Yine de cesaretimi toplayarak hedefe baktım ve haklı olduğumu gördüm. Mızrak, kırmızı noktaya tam ortasından saplanmıştı. Arasında ağabeyimin de olduğu diğer adayların başarısız olduğu yerde, ben başarıya ulaşmıştım.
Hayretler içindeki herkes inanmayan gözlerle bana bakıyordu. Sessizliği bozan Nathaniel, bana yaklaşarak omzuma hafifçe dokundu. Sırıtan yakışıklı yüzünde rahatlamış bir ifade vardı.
Nathaniel, "Haklıydık!" dedi "Gri Muhafızlar'a katılmaya hak kazandın!"
Başından beri sabırsızca bana ceza vermeyi bekleyen peşimden koşuşturup durmuş çirkin muhafız "Fakat Nathaniel! Bu adil değil. Kız buraya izinsiz girdi!" dedi.
"O kadar aday arasından hiçbirinin başaramadığını yaptı ve hedefi vurdu. Bundan başka bir izne ihtiyacı yok."
Lafa dahil olan Kristoff, "Bu Büyük Turnuva alanına izin girdiği gerçeğini ve o kadar adayın hakkını gasp ettiği gerçeğini değiştirmez!"
Nathaniel, "Turnuva'nın en zor testlerinden birini geçmeyi başardı. Hedefi vuramayan yeteneksiz bir aday yerine bu kızı tercih ederim." diye karşılık verdi.
"Bu sadece şanslı bir atıştı!" diye sesini yükseltti ağabeyim. "Bize daha çok şans verilmiş olsa, biz de vururduk!"
Kaşlarını çatan Nathaniel ağabeyime döndü.
"Sahiden de atabilir miydin? diye sordu. "Bana bunu nasıl yapacağını göstermek ister misin? Hatta turnuvadaki akıbetin üstüne bahse girmeye ne dersin?"
Utancından ağabeyim kafasını yere indirdi. Böyle bir şey için bahse girmekten çekindiği çok açıktı.
Kristoff tekrar itiraz ederek "Fakat bu kız bir yabancı, nereden geliyor ve ne iş yaptığını bile bilmiyoruz?" dedi.
"Bertha çiftlikten geliyor." diyen bir ses duyuldu.
Herkes sesin geldiği yöne doğruldu, ben hariç. Çünkü o sesin sahibini tanıyordum. Bu babama aitti.
Ağabeyim de aniden babamın yanında belirdi. İkisi beraber aşağılayan gözlerle bana bakıyorlardı.
"Kendisi en küçük çocuğum olur ve büyüğü olan ağabeyi aksine tek görevi benim sürülerimi gütmektir. Buraya izinsiz girdiği yetmiyormuş gibi bunu benimde şahsi iznimin dışında yapmıştır. "
Adayların ve Gri Muhafızlar'ın büyük çoğunluğu kahkahalara boğuldu ardından.
Suratımın kızardığını hissetmiştim. O an sanki ölmek istiyordum. Daha önce bu kadar utanmış olduğum başka bir zaman hatırlamıyordum. Bu ağabeyimin ve babamın her zaman yaptığı bir şeydi. Beni aşağılamanın bir yolunu bularak, mutlu olduğum her anı mahvetmek.
"Kristoff, "Demek sürülerini güdüyordu, ha?" diye alay ettti.
Ağabeyim, "O zaman kara nesil askerleri epey bir dikkatli olmak zorunda kalacaklardır!" diye bağırdı.
Seyircilerde dahil herkes tekrar kahkahalara boğuldu. Ben ise iyice yerin dibine girdiğimi hissediyordum.
Öfkeyle Nathaniel bağırarak, "Yeter!" dedi.
Kahkaha sesleri azar azar kesilmeye başladı.
Ve Nathaniel ekledi, "Eminim ki kara nesil karşısında turnuvada olduğu gibi bu yetenekli kız, sizin gibi gülmekten başka bir şey yapmayanlara kıyasla daha fazla şansı olacaktır!"
Bu lafın üzerine ortama tam bir sessizlik çöktü. Gülen tek bir kişi dahi kalmamıştı.
Kendimi Nathaniel'e karşı sonsuz bir şükran hissetmiştim. Ona o an bu yaptıklarının karşılığını bir gün ödemeye yemin ettim. Bunca aşağılamaya rağmen, Natnahiel sayesinde incinen gururum biraz da olsa toparlayabilmişti.
Nathaniel ağabeyime dönüp, "İnsanın öz ailesi bir yana, kendi arkadaşları için bile boşboğazlık etmesinin bir Gri Muhafız'a yakışmadığını bilmiyor musun çocuk?" diye sordu.
Utanıp, başını öne eğen ağabeyimin görüntüsü beni şaşırttı. Onu böyle görmek ender rastlanan türden bir durumdu.
Babam ise sessizliğini bozarak duruma karşı çıktı," Fakat kızım aday olarak seçilmedi bile. Ben bile izinde vermedim. Oğlum ise tam aksine seçildi. Bertha'nın tek yaptığı şey sizi buraya kadar izleyip gizlice girmek."
Daha fazla dayanamadım, "Ben artık senin kızın falan değilim!" dedim. "Ben yanlış bir şey yapmadım ve sadece Gri Muhafızlar için buradayım!"
Kristoff, "Neden burada olduğunun bir önemi yok. Tek yaptığın hepimizin şu an vaktini harcamak. Yaptığın atış etkileyiciydi, ancak bu aramıza katılacağın anlamına gelemez. Bu davetsiz ve onaysız girişinden sonra muhafızlar arasından seninle çalışmak isteyecek bir yoldaş bulman mümkün görünmüyor!"
Kalabalıktan bir ses, "Ben onunla birlikte çalışırım." Dedi.
Diğerleriyle beraber sesin geldiği yöne doğru döndüm ve karşımda siyah saçlı ve koyu yeşil gözlere sahip tıknaz genç bir cüce kadın görünce şaşırdım. Ardından onu tanıdığımı fark ettim. Gri Muhafız kahramanları arasından Sigrun'dan başkası değildi. Üzerinde Ölüler Lejyonu'na ait kızıl ve siyah renklerle süslü armalı zırhı, şu ana kadar gördüklerim arasında en güzeliydi.
Kristoff, "Sigrun?" dedi. "Kıdemliler arasından biri sıradan bir çırakla idman yapamaz."
Sigrun anında, "İstediğimi seçerim Kristoff." diye karşılık verdi. "Ve bu kızın takipçim olacağını söylüyorum."
"Bunu General onaylasa bile," dedi Kristoff, "Ona gördüğüm kadarıyla katılım ücretini sağlayacak bir maddi destekçiye sahip değil."
"Sanırım o işi de ben üstleneceğim." diyen bir ses duyuldu.
Sesin geldiği yöne kafalarını çeviren grup arasında fısıldaşmalar yükselmeye başladı.
Atının üzerinde kalabalığa yaklaşan kişi bugüne kadar görmüş olduğum en parlak zırhı giyiyordu. Adamın üzerinde özel metallerden dövüldüğü belli olan silahlar vardı. Adamın aydınlık suratı, ona bakanları sanki güneşe bakıyorlarmış gibi etkiliyordu. Adamın duruşunu ve hareketlerini inceledim, zırhının üzerindeki işaretleri de görünce, onun diğerlerinden daha farklı biri olduğunu hemen kavradım. O Ferelden Kralı Alistair Theirin'den başkası değildi.
Kral'ı sadece tablolardan görmüş, hakkında anlatılan efsanelerle tanımıştım. Yıkım'ın kahramanlarından biriydi ayrıca.
Kristoff, "Fakat lordum-"
Alistair kendinden emin bir sesle, "Daha fazla söze gerek yok. Ben bir Gri Muhafız olarak ve aynı zamanda sizlerin Kralı olarak gerekirse generaliniz ile bizzat bu durumu görüşebilirim." diye yanıtladı.
Kalabalığın üzerine şaşkın bir sessizlik çöktü.
Nathaniel, " O halde Kralımızın onayıyla beraber artık tartışacak bir şey de kalmadı. "dedi. "Bertha'nın hem çalışabileceği biri, hem de ona destek sağlayacak birisi var. Konu kapanmıştır. O artık bir Gri Muhafız adayıdır."
Çirkin suratlı muhafız isyan etti, "Fakat lordum beni unutuyorsunuz! Bu kız bir muhafıza görev başındayken zorluk çıkardı ve cezalandırılması gerekiyor! Adalet yerini bulmalı.
Alistair çelik bir sesle, "Bulacak da." Dedi "Fakat kefaretinin nasıl olacağına ben karar veririm, sen değil."
"Fakat efendim, bu kız zindanlarda zincire vurulmalı! Böylece herkes bir Gri Muhafız'a vurmanın bedelini görecektir!"
Sinirlenmeye ve bunu belli etmeye başlayan Alistair, "Eğer benimle böyle konuşmaya devam edersen muhafız, o zaman zincire vurulan tek kişi sen olacaksın."
Mücadelesinden vazgeçen muhafız, bana ters bir bakış attıktan sonra oradan uzaklaştı.
"O zaman işi herkesin önünde resmileştirelim." dedi Nathaniel Howe, yüksek sesle, "Bertha, Gri Muhafızlar'a şimdiden hoş geldin!" diye bağırdı.
Gri Muhafız ve adaylardan oluşan kalabalık, hep bir ağızdan beni selamladılar ve neredeyse başlamak üzere olan turnuva için antrenmanlarına geri döndüler.
Ben şaşkınlıktan donup kalarak olduğum yerde kalakaldım. Gelişen olaylara inanamıyordum resmen. Artık Gri Muhafızlar'ın bir parçasıydım. Kendimi hiç uyanmak istemediğim bir rüyadaymış gibi hissettim.
Tüm bunların gerçekleşmesinde en büyük rolü olan adama Nathaniel Howe'a olan borcumu nasıl ödeyeceğimi bilmiyordum. Daha önce hayatımda hiç kimse beni kollamamış veya iyiliğim için uğraşmamıştı. Çok hoş bir histi. Nathaniel'e karşı gitgide derin duygular hissetmeye başlamıştım. Tabii k Velanna, Sigrun ve Ferelden Kralı Alistair'e de çok büyük bir minnet borçlu olduğumu unutmamıştım.
"Size nasıl teşekkür edebileceğimi bilmiyordum." dedim. "Size karşı borçluyum."
"Nathaniel gülümsedi. " Velanna'na bana senin durumunu haberdar etmişti. Ancak senin aramıza katılmak için ne kadar istekli olduğunu görene kadar gerçekten bir şeyler yapmaya niyetim yoktu. Cesaretine hayran kaldığımı bilmeni isterim. Senin gibi birisi Gri Muhafızlar'a çok iyi hizmetlerde bulunabilir."
Nathaniel henüz uzaklaşmıştı ki, ağabeyim yanıma yaklaştı ve "Kendine dikkat et küçük kız kardeşim." dedi. "Aynı kışlada kalacağız, biliyorsun değil mi? Bir an bile rahat nefes alabileceğini sanıyorsan yanılıyorsun."
Ağabeyim vereceğim cevabı dinlemeden oradan uzaklaşmaya başladı. Kendimi başka ne türlü sürprizlerin beklediğini düşünürken, Gri Muhafızlar'dan Sigrun'un yanıma yaklaştığını gördüm.
"Sen ağabeyine aldırma." dedi Sigrun. "Ben yanındayken sana bir şey yapamaz."
Elimi Sigrun'a doğru uzattım," Beni yoldaşın olarak seçtiğin için teşekkürler. Sigrun, sen olmasan ne yapardım bilmiyorum."
Sesinden ne kadar neşeli olduğu anlaşılan Sİgrun, "Ağabeyin ile mücadelen inanılmazdı açıkçası. Güzel bir dövüştü." dedi.
Suratımdaki kurumuş kanı sildim, "Dalga mı geçiyorsun? Neredeyse beni öldürüyordu." dedim.
"Ancak senden daha güçlü olmasına rağmen pes etmedin." diye karşılık verdi Sigrun. "Her şeye rağmen bu etkileyiciydi. Başka biri olsa bu kavgadan kesin kaçardı. Ayrıca o nasıl bir mızrak atışıydı öyle? Bu kadar iyi olmayı nasıl öğrendin atıcılıkta? Bence biz seninle iyi işler başaracağız gibi görünüyor." dedikten sonra elimi içtenlikle sıktı ve ekledi,"Ve tabii iyi de arkadaş olacağımızı şimdiden görebiliyorum."
Sigrun'un elini sıkarken, kendimi hayat boyu yoldaşlık edecek bir arkadaş, kız kardeş edindiğimi hissediyordum. Ancak birden birisi beni itti. Bunun kim olduğunu anlamak isteyen bir bakış attım arkama ve tekrar başımın belası olan ağabeyimi gördüm.
"Birazdan turnuva başlayacak ve o zaman sana tüm krallık önünde dünyanın kaç bucak olduğunu göstereceğim!"
Sigrun benimle ağabeyim arasına girerek beni oradan uzaklaştırdı ve hemen turnuva için hazırlıklara başlamamız gerekiyordu ve Sigrun'un ile nereye gittiğimiz hakkında hiçbir fikrim yoktu o an. Zaten umurum da da değildi. İçim hala bitmeyen bir heyecanla dolup taşıyordu. Çünkü başarmıştım. Çiftlikteyken düşünmesi bile zor olan şeyler yani hayallerim gerçek olmuştu....
Cesaret Çağı - Fantastik Hikaye - 4. Bölüm
Amaranthine şehri arllığın merkezidir. Waking Denizi kıyısında ve Denerim'in kuzeyinde bulunur, Pilgrim Yolu üzerinde bağlanır. Şehir, Thedas'ın dört bir yanından hacıları da cezbeder. Bu şehir, Andraste'nin kocası Maferath'ın Tevinter İmparatorluğunu istila etmek için ordularını bir araya getirmek için kullandığı yerdir.
Yaratıcı'nın Gelini ve Maferath'ın karısı Andraste'nin ışık ilahisini yazdığı yer olarak ta bilinmesinden dolayı kutsal bir yer olarak görülür. Orlais istilasından önce, ticarete çok uygun derin bir limana sahip olmasına rağmen sadece mütevazi bir balıkçı köyüydü. Orlaislilerin gelmesiyle şehir hızla değişti ve gelişti.
Şövalyelerle dolu gemileri barındıracak geçici rıhtımlar inşa ettiler ve bir süre için Amaranthine şehri, işgal edilen Ferelden'nin başkentiydi. O zamanlar Amaranthine şehri yöneticileri şehir mallarıyla şişmiş limanları sayesinde, tüm krallığın en zengin soyluları haline gelmişti.
Orlaisliler Ferelden'den çekildikleri sırada şehri yağmaladı. Açtıkları yaralar yine de hızla iyileşti. İronik olarak halkı tarafından açıkça kabullenilmiş bir görüş olmasa da Amaranthine'nin hala günümüzdeki mevcut yüksek refah düzeyi Orlaislilerin işgalinin bıraktığı mirastı.
Günümüzdeki yöneticisiyse ufak tefek genç bir şehir elfi olan Gri Muhafız Komutanı Ireial'di. İnce bir dalı andıran kaslı gövdesi, katıldığı sayısız savaşlara ait izlerle dolu bir alnı, tühsüz parlak koyu tenli bir yüzü ve uzun bakımlı sarışın saçları vardı. Amaranthine'nin duvarları arkasındaki kalesindeki yatak odasında bir başına oturuyor, günün gelişen olaylarından uzakta dinlenmek istiyordu.
Tüm ihtişamıyla uzanan arazinin etrafı çoğu sonradan eklenmiş devasa taşlardan yapılma duvarlarla örtülüydü. İşte meşhur Amaranthine şehri, burasıydı. Şehrin şu anki hali Ireial'ın Ferelden Kralı Alistair tarafından yönetici olarak getirilmesinden sonra olmuştu. Şehrin hazinesini akıllıca kullandı ve kendisinin de yaptığı büyük yatırımlarla şehri kalkındırdı.
Birbiri içine giren sokaklar içinde her tür yapı inşa ederek şehri genişletti. Atlar için ağırlar, muhafızlar için kışlalar, silahlar için depolar, alışveriş için marketler, tapınaklar ve şehir duvarlarının içinde yaşayan diğer her ırktan vatandaşlar için konutlar her bir yana saçılmıştı. Ayrıca geniş çimenlikler, renkli çiçekli, böcekli bahçeler, fıskiyeli süs havuzları da her köşeye dağıtıldı.
Birkaç yıl önce şehir büyük bir kara nesil ordusu tarafından kuşatılmıştı. Gri Muhafız Komutanı Ireial'ın üstün çabaları sayesinde şehir ve halk kurtulmuştu. Sonrasında şehre yaptırdığı ek kule ve duvarlarla beraber garnizonu arttırmasıyla şu an hiç kuşkusuz Thedas'ın en iyi korunan yerlerinden biri haline getirmişti
Ireial bir yöneticinin sahip olabileceği en sadık askerlere sahipti; Gri muhafızlara. Ireail aynı zamanda Vigil's kalesinin komutanıydı. Orada davaya yeni gönüllü olan acemiler yetiştiriliyordu. Onun hükmüne kimse karşı çıkmadı. Birkaç yılda halk tarafından iyi niyeti ve bilgeliğiyle tanındı.
Onun hükmünde kısa sürede topraklar genişledi, ordusunun büyüklüğü iki katına çıktı, şehir ve kasabalar zenginleşti ve halkı büyük bir refaha kavuştu. Topraklarda ondan yakınacak bir kişi bile bulmak çok zordu.
Çömertliğiyle ve girdiği tüm savaşlarda becerisiyle saldığı nam ile tanınan bu adamdan önce diyar genelinde bu boyutta barış ve refah içinde olduğu başka bir dönem yaşanmamıştı. Zaten bunlardan önce tüm Ferelden'i Yıkım'ın pençelerinden iki defa kurtarmasından bahsetmiyordum bile. O başka bir zaman anlatılacak uzun bir hikayeydi.
Denerim şehrinde insanların baskısı altında ve kapalı duvarlar ardında, yoksul bir ailede doğup büyümüş bir şehir elfine göre hiç fena değildi.
"Yüzlerce yıldır süren bu Yıkım döngüsüyle ilgili tek iyi şey; hatalarından ders çıkarmak istemeyen insanlık kısa sürede unutmaya çalışıyordu ama Yıkım bize birlik olunursa her şeyin üstesinden gelinebileceğini acı bir şekilde hatırlatmaya ısrarla devam ediyordu."
- Ferelden Kralı Alistair Theirin I.
Alistair, merhum Kral Maric Theirin'in bir elfle olan ilişkisinden 26. Wintermarch ayı 9:10 Ejderha yılında doğmuş gayri meşru oğluydu. Doğduğunda annesi Fiona tarafından Arl Eamon Guerrin'in güvenli ellerine verilmiştir. Fiona Kral Maric'i bu konu da ikna etmek için çok uğraşmıştı.
Bu yanlış gibi görünse de soyluların resmi olmamış çocuk yetiştirmesi yasal değildi.Ferelden monarşisi gereği soyluların bu tür çocuklarının bakımları sadece annelerinin sorumluluğundadır ama Fiona bir gri muhafız büyücüsüydü.
Bir gri muhafız ev ve aile sahibi olamaz, çocuk doğurup bakamazdı. "Piç" olarak damgalanmış bu günahsız çocuklar babalarının mirasından gelen hiçbir şeyde hak talep edemezler ve topraklarında ve unvanlarında iddia da bulunamazlar. Babaları onları kabul etmezdi.
"Bir adamın kalitesi düşmanlarıyla ölçülür."
- Kurtarıcı Maric Theirin
Kurtarıcı lakabıyla nam salmış Kral Maric'in yüzlerce yıllık saf bozulmamış Büyük Celanhad soyunu basit bir elfle yaptığı kaçamakla birleştirip bozduğu ortaya çıksaydı tebaasının gözünde itibar kaybederdi. Ayrıca diğer varisi Cailan Theirin adında o sıralar beş yaşlarında olan bir oğlu daha vardı. Alistair'in Cailan'ına ilerde bir rakip olmaması için Alistair büyüdüğünde annesini hastalıktan vefat etmiş sıradan elf bir hizmetçi olarak bilecekti. Babası hakkında ise ona söylenecek tek şey onu daha doğmadan önce terk ettiğiydi.
Fiona Ferelden'in Eski Muhafız Komutanı Duncan'dan büyük bir rica da bulunmuş ve oğlunu uzaktan olsa da takip edip iyi olduğundan emin olmasını istemişti. Duncan'da bunu kabul etmişti. Yıllar geçti ve Arl Eamon yaşlanmaya başladı, Alistair''in de aklı başına erince Eamon bu sırrı mezara götürmek istemediğini fark etti. Küçük Alistair'e babasının asıl kimliğini açıkladı.
Alistair on yaşına geldiğinde onunla amcası Arl Eamon arasında çıkan dedikodular iyice arttı ve eşi Isolde bu baba oğul ilişkisinden rahatsız olmaya başladı. Redcliffe halkı Alistair'in Eamon'un evlilik dışı çocuğu olabileceğinden şüpheleniyordu. Bu yeni bir şey değildi aslında yıllar önce Eamon küçük Alistair'i kundakta bir bebek olarak kaleye getirdiğinden beri konuşulan bir konuydu ama artık gittikleri her yerde bunun bahsini yapar hale gelmişlerdi.
Isolde'nin kulağına bu kontrolden çıkmış dedikodular ulaştı o da bunu kökten çözmek için Eamon'na baskı yapmaya başladı ve bir süre sonra Eamon'da pes etti. Alistair'i kendinden istemeden uzaklaştırdı ve onu Bournshire'daki manastıra yaşamaya yolladı.
On dokuz yaşına kadar Alistair orada kaldı. Eamon yinede onunla arasındaki aile bağını tamamen koparmak istemiyordu. Belirli aralıklarla gizlice onu ziyaretlere gitti. Genç Alistair ise daha olup bitenleri tam olarak anlayabilecek yaşta değildi ve uzun bir zaman boyunca içinde amcasına karşı çocukça bir öfke duydu.
9:29 Ejderha yılına geldiğimizde yani Beşinci Yıkım'ın patlak vermesinden altı ay kadar önce, Alistair Mabet'te bir tapınakçı olarak eğitim görüyordu ancak Alistair dindar bir insan olmamıştı hiçbir zaman.Yaratıcı'ya inanıyordu ama tüm hayatını buna gerek yaşamayı düşünmüyordu. Mutsuzdu, uyum sağlama sorunları yaşıyordu. Son yeminini etmeden evvel eski Muhafız Komutanı Duncan tarafından Gri Muhafızlara askere alındı.
Muhafızları onurlandırmak adına düzenlenen bir turnuvada yarıştı ve rakipleri ondan çok daha üstün savaşçılar olmasına rağmen Duncan, Alistair'in iyi ve sadık bir kalbe sahip olduğunu hissetti ve onu bu yüzden seçmişti. Annesinin muhafız olmasından ya da taşıdığı soylu kandan dolayı değildi.
Durumu Mabet'teki baş rahip tarafından öğrenildiğinde büyük tepki çekti, ama Alistair kutsal yeminlerini daha etmemiş ve Mabet'e kendini adamamıştı. Gri muhafızlar istedikleri her kişiyi zorlayarak askere alabilme hakkına da sahipti. Baş rahip Alistair'in gitmesine izin vermek zorunda kaldı.
Alistair Beşinci Yıkım'ın seyri boyunca yaşanan olaylarda Ostagar'da çırak bir muhafız adayı olan Ireial ile tanıştı ve dört adayın iştirak töreninden sonra hayatta kalan tek kişi Ireial oldu. Zamanla iyi arkadaş oldular. Rütbece daha üstün ve deneyimli bir muhafız olmasına rağmen, Alistair isteyerek Ireial'ın ona yolculukları boyunca liderlik etmesine izin verdi.
"Yurdum için yapamayacağım hiçbir şey yok."
- Loghain Mac Tir
Daha sonraları herkesten sakladığı doğum hakkı ortaya çıktı. Alistair o zamanlarda Denerim şehrinde yaşayan anne tarafından üvey bir kız kardeşi olduğunu da öğrendi. Denerim'de düzenlenmiş bir kurultayda tüm Ferelden soyluları önünde bu meşrulaştırıldı. Babasının soyadı olan Theirin'i de taşıyabilecekti artık. Maric Theirin'in çok eski arkadaşı olan Kral Naibi Loghain Mac Tir o ana kadar tahtta takıntılıydı ve onu Maric'in öz oğluna bile vermekte gönülsüzdü.
Kurultay oylamaya gitti ve herkes kartlarını oynadı. Oylama sonrası Alistair çok az farkla öne geçerek kazandı. Loghain bu karara riayet etmedi ve zorluk çıkartarak Alistair'i düelloya davet etti. Bu kurultayca onaylandı. Alistair çetin bir düellonun sonucunda galip geldi. Loghain son anlarında Alistair'in gerçekten Maric'in kanını taşıdığından emin olmuştu. Merhamet için yalvarma şansı tanınmadan oracıkta Alistair tarafından idam edildi. Fakat Alistair'in bu durumu kişisel bir hale getirmesinin asıl nedeni tahttaki hakkı değildi.
O asla babasının bir kral olmasını önemsememişti. Kral da olmak istemiyordu. Öz babası gibi gördüğü tek gerçek kişi ölen komutanı Duncan'dı. Hatta Duncan'a olan sevgisi onu büyüten amcası Eamon'un bile üstündeydi. Ferelden'in, Orlaisliler tarafından işgal altında olduğu dönemde Loghain halk tabakasından olan sıradan genç bir askerdi. Savaşlarda gösterdiği büyük hünerlerden ötürü Kral Maric onu en yüksek soylu kademesi olan teyrnliğe yükseltti ve halkta onu kahraman ilan etti. Ancak Loghain Yıkım'ın doğurduğu gerçek tehlikeye ve gri muhafızlara asla inanmadı.
"O şanlı anı sabırsızlıkla bekliyorum! Gri Muhafızlar ve Ferelden Kralı omuz omuza, kötülüğün akınlarını engellemek için savaşacak!"
-Şehit Ferelden Kralı Cailan Theirin
Cailan'ın neredeyse onun elinde büyüdüğü halde ve damadı olmasına rağmen asla onun davranışlarını ve kısa süren yönetiminde aldığı kararları onaylamadı. Cailan'ı gösteriş meraklısı zayıf hayalperest bir adam olarak görüyordu. Onda arkadaşı Maric'ten bir şey görememişti. Ferelden'in en eski düşmanı olan Orlaislilerden Yıkım'la olan savaşta yardım istemesiyle Loghain için bardağı taşıran son damla oldu. Kraldan ve gri muhafızlardan kurtulmak için bir plan yaptı.
İyi organize olmuş devasa kara nesil birliğiyle Ostagar'da gerçekleşen Beşinci Yıkım'ın ilk büyük savaşı sıralarıydı. Düşmanı kalenin önünde karşılayan öncü ana ordu zayıf düşmüştü ve desteğe ihtiyacı vardı. İşaret Komutan Loghain'e verildiği halde ormanda saklanan ordusuna saldırı emri vermeyip aniden geri çekti ve binlerce Ferelden askeri Yıkım'ın ordusu tarafından ezilerek yutuldu.
Ostagar savunması için olabilecek en kötü senaryo gerçekleşerek düştü. Zavallı askerlerin cesetleri ok ve kılıç darbelerinden delik deşik edilmişti. Savaş alanında kuş bakışı açıdan en cesur askerlerin bile yüreğine dehşet salacak bir görüntü vardı. Hurlock ve genlocklar cesetlerle ziyafet çektiler. Hayatta kalacak kadar talihsiz olanları da yerin altına köleleri yapmak için sürüklediler. Artık önlerinde kayda değer bir zorluk kalmayınca kara nesil orduları o noktadan sonra ağır adımlarla önlerine çıkan her şeyi yakıp yıkarak Ferelden'e yayılmaya başladılar.
Aralarında Alistair'in üvey kardeşi eski Ferelden Kralı Cailan Theirin'le beraber Ferelden'in eski Gri Muhafız Komutanı Duncan'ın da şehit olmuştu. Cailan'ın ile Anora'nın beş yıllık evlilikleri boyunca bir çocukları olmadığı için taht resmiyette varissiz kalmıştı. Anora'nın kısır olduğuyla ilgili söylentiler vardı.
Alistair ise bu yüzden Loghain'e bu kadar büyük intikam duygusu beslemişti. Onun ölmesini ve mümkünse bunun kendi ellerinde olmasını her şeyden çok istemişti. Bunu başarmıştı ama düşündüğü kadar rahatlatıcı olmamıştı.
Alistair kral olmak istemiyordu ve bu duyulduğu için çok rahatsız olmuştu. O gri muhafız olarak hayatının geri kalanını Duncan'ın onuru adına yaşayarak geçirmek istiyordu. Ferelden soyluları Maric'in tahtını bırakabilecekleri daha uygun bir aday bulamamıştı.
Bir elften doğmuş olduğu bilinmesine ve üzerinde bir kralda bulunan temel özelliklerin hiçbirini barındırmamasına rağmen damarlarında ilk Ferelden Kralı Büyük Celanhad'ın kanını taşıyan son kişi olduğu gerçeği onu tek uygun aday olmasına yetiyordu. Amcalarıyla beraber Ireial ona bu konu da sonuna kadar destekleyip akıl vermişlerdi.
Alistair kendisinden iyi bir kral olmayacağını düşünüyordu. Kurultayda o an buna hızla bir çözüm yolu buldu o da şuydu; kendisinden yedi yaş daha büyük olan tahtta diğer hak iddia sahibi Loghain'in kızı ve Cailan Theirin'in dulu eski Kraliçe Anora Mac Tir ile evlenmek.
"Özgürlük bizlere atalarımız tarafından armağan edildi. Bizlere ise sonraki nesil için bunu israf etmemek düşüyor."
-Ferelden Kraliçesi I. Anora
Anora evlilikleri boyunca krallık işlerinde eski kocası merhum Kral Cailan'dan daha aktif rol oynamıştı. Saray huzuruna çıkan soyluların işlerini ve halkın ricalarını hep o halletti. Cailan ise ordularıyla ve gri muhafızlarla daha çok vakit geçirip adamlarına moral aşılıyordu.
Böylece Anora yeni evliliğinde tercih ettiği gibi yönetim ve sıkıcı siyasi işlerle uğraşırken, Alistair daha az sıkıcı bulduğu olan krallık işleriyle meşgul olacaktı. Bu süreçte yanında diğer amcası Teagan Guerrin'de ona çok destek oldu. Eamon'un çekilmesiyle, Teagan aynı yıl Redcliffe Kasabası'nın yeni yöneticisi seçildi.
Alistair Ferelden'in 9:31 Ejderha Yılında yeni meşru hükümdarı ilan edildi. Yirmi bir yaşında taç giydi ve ayrıca tarihte kral seçilmiş ilk Gri Muhafız oldu. Ordularının başına dostu Ireial'ı komutan olarak koydu. Bu arada Beşinci Yıkım'ı da Denerim'de yapılan son büyük savaşla baş iblisi yenerek birlikte durdurmayı başarmışlardı.
Ülkenin yönetimindeki sarsılmaz konumuna rağmen tanınan eski Gri Muhafız kişiliği daha ağır basıyordu ve halkı tarafından o her zaman Yıkım'da oynadığı büyük rolden ötürü kahraman olarak görüldü, öyle sevildi ve sayıldı. Alistair'de bundan hiç rahatsız olmadı ve içten içe bundan memnuniyet duydu.
Alistair ve Anora'nın taç giyme törenleri ardından kendilerini şaşırtıcı derecede etkili bir çift olarak kanıtladılar. Tahmin edildiği gibi Alistair ordularıyla ve gri muhafızlarla çok zaman harcadı, Anora ise yönetim işleriyle uğraştı.
İkisi Denerim ve Ferelden'deki diğer yerleşim yerlerine sayısız geziler yaptılar, yeniden yapılanma sürecini denetlediler ve konuklarını kişisel olarak selamladılar. Zamanla halktan birçok kişi, iç savaşın yarattığı kaosun sonucunda her şeye rağmen başlarına gelen bu iki sevgili hükümdarları için değdiğini söyledi.
Gri Muhafız Komutanı Ireial ise birkaç hafta Alistair'in baş danışmanlığını yaptı ama daha sonra ona uygun olmadığını düşündüğü için görevinden ayrıldı. Mevkiye Eamon Guerrin getirildi. Ireial ise Alistair tarafından muhafızlara ödül olarak verilen Amaranthine'daki Vigil's Keep Kalesi'ne yolculuğa çıktı.
"Ben evlatlarımı yönetmedim, sadece onları zincirlerinden kurtarmaya çalıştım."
- Mimar'ın son sözleri
Ferelden'de ki Yıkım olaylarının sona ermesinden altı ay sonra Gri Muhafız Komutanı Ireial Amaranthine topraklarına yolculuk yaptı. Ferelden Kralı Alistair Theirin I. tarafından Vigil's Keep Kalesi Gri Muhafızlara geri verilmişti ve Ireial Amaranthine'nın yöneticisi olarak atanmıştı. Ireial Vigil's Keep Kalesine geldiğinde kalenin kara nesil tarafından istila edildiğine ve neredeyse içindeki herkesin öldürüldüğünü gördü.
Ireial'ın çabalarıyla hayatta kalan çoğunluğu yaralı olan asker ve köylüler kurtarıldı. Ancak tüm Gri Muhafızlar ölmüştü. Kaledeki istila güçleri defedildi. Daha sonraları Baş İblisin yok edilmesine rağmen kara nesil ordularının yeraltına kaçmadıkları ve aksine yeni bir Eski Tanrı'ya hizmet ettikleri ortaya çıktı.
Bu yeni kara nesil askerlerinde büyük değişiklikler vardı. Artık konuşabiliyor ve mantık yürütebiliyorlardı. İradeleri "Anne" diye adlandırdıkları iblisin çağrısına bağlı olsa da artık eskiden olduğu gibi tamamen içgüdüsel olarak hareket etmiyorlardı. Aralarında hala konuşamayan fakat yeni bir tür olan oldukça saldırgan kırkayaka benzeyen yaratıklar vardı.
Kara nesiller yenilseler bile her zaman yüzyıllardır bir şekilde geri dönmüşler ve Thedas'a Yıkım'ı getirmişlerdi. Fakat hiçbir Yıkım'ın arasında geçen zaman bu kadar yakın olmamıştı. Çünkü kara nesil orduları Eski Tanrı'yı buluyor onu kirletiyor ve sayılarını arttırıp bu döngüyü devam ettiriyordu. Bu hazırlık süreci onlarca hatta yüzlerce yıl sürebiliyordu.
Ne olursa olsun Amaranthine'da adına Yıkım diyemesekte orta çaplı bir savaş patlak vermişti. Bu zorlu görev tekrar Ireial'ın ve Gri Muhafızların omuzlarına yüklenmişti. Ireial Vigil's Keep'i kalesinin duvarlarını ve ordusunu güçlendirdi. Yeni Gri Muhafız adayları seçti ve tüm Amaranthine boyunca halka yardım etti. Karşılaştığı her kara nesili öldürdü.
Amaranthine'de ki bu süreçte kendine "Mimar" diyen ve Anne ile tamamen zıt görüşlere sahip olduğunu söyleyen hitabet ve ikna konusunda çok başarılı olan bir kara nesil ortaya çıktı. Ayrıca bir ilk yaşanmıştı ve kara nesil kendi içinde isyan çıkarmış ve ikiye bölünerek birbirleriyle savaşmaktaydılar.
Mimar ile Ireial'ın ilk karşılaşmaları hoş olmasa da daha sonrasında şahsen konuşma fırsatı yakaladılar. Mimar'ın düşüncesi Gri Muhafız kanının Eski Tanrı'ların kara nesil orduları arasındaki bağlantıyı bozabileceği yöndeydi. Yapılacak bu ayin onlara özgürlük ve farkındalık verebileceğini belirtti. Bunun sonucunda Eski Tanrı'larının şarkısının çağrılarına karşı dayanıklı olacaklarına ve artık Yıkım döngüsünün bir son bulacağını öne sürdü.
Mimar tüm bu erken yaşanan Yıkım olaylarının ve Vigil's Keep Kalesine sürekli kara nesil saldırılarının bu yüzden olduğunu belirtti. Anne gerekirse bunu engellemek için Thedas'daki tüm Gri Muhafızları öldürebilirdi. Ancak Mimar'ın mantıklı açıklamalarına rağmen Ireial ve muhafız yoldaşları hür irade sahibi zeki kara nesillerin varlığını onaylamadı. Mimar'a güvenmedi ve kanını almasına izin vermedi. Sonuçta karşı karşıya geldiler. Ireial Mimar'ı ve ona daha önce kanını vermiş olan eski bir muhafız yardımcısını öldürdü.
Ireial Anne ile karşılaşması sırasında Anne ona Mimar'ın aslında Baba olduğunu ve Beşinci Yıkım'ın başlamasının, güzellik ejderhası Baş İblis Urthemiel'ın uyanışının sebebinin Mimar olduğunu söyledi. Ireial duyduklarından sonra o noktaya kadar Mimar hakkında verdiği kararındaki şüpheleri kalktı. Ireial Anne'yi de yuvasında yavrularıyla beraber öldürdü ve bu istilayı tamamen durdurdu.
Vigil's Keep kalesi kara nesil kuşatmasından büyük zarar almıştı fakat tekrar inşaatına başlandı. İşgal altında kalan Amaranthine Şehri ve halkı ise Ireial sayesinde kurtarılmıştı. Ireial bir süre tek başına seyahate çıktı. Birkaç ay sonra tekrar Amaranthine'deki görevlerine döndü ve bir daha ayrılmadı.
Hem Mimar hem de Anne öldürülmüştü, geriye kalan kara nesiller Derin Yollar'daki deliklerine geri çekildiler. Amaranthine'ye yaptıkları baskınlar aniden sona erdi. Ancak, Derin Yollar'da konuşabilen aklı başında olan bu yeni kara nesil ordularının varlığı insanları ve muhafızları rahatsız etmeye devam ediyordu.
İleri de hiç şüphesiz yeni bir Yıkım'ın başlayacağı kesin gibi görünüyordu. Eski Tanrıların Yıkım döngüsü devam edecek gibi duruyordu.
"Lekenin çağrısında bizlere katılın kardeşlerim. Bizlere uyumadan nöbet tuttuğumuz gölgelerde katılın. Tahammül edilemez acılarla yerine getirdiğimiz asla bitmeyecek görevimizde bize katılın. Şayet bu şanlı yolumuzda bizlere eşlik ederken düşerseniz, fedakarlığınızın asla unutulmayacağına ve bir gün Yaratıcı'nın yanındaki sizlerin arasına katılacağımızı emin olun. Daha büyük bir iyilik adına kendinizi karanlık lekenin kollarına bırakmaya hazır olun."
- Kral Alistair Theirin, Gri Muhafız Seromonisi
Ferelden Kral'ı bir sonraki Yıkım'ın ne zaman olacağını kestirmeye çalışıyordu. Ferelden ve Amaranthine yolu boyunca sürekli bunu düşündü. Artık uykuları kaçmaya başladı. Kral'da olsa Alistair hala bir Gri Muhafız'dı. Hem bir ülkeye hemde tüm dünyaya karşı bir sorumluluğu vardı.
Şüphesiz en büyük tehdit akıl sahibi kara nesil ırkının doğduğu yer olan Amaranthine'ın altındaki tünel ağlarıydı. Bir zamanlar tüm cüce imparatorluğuna ev sahipliği yapmış Derin Yollar'da ki bu devasa yeraltı geçitleri artık kara nesil ve daha pek çok farklı yaratık türüne ev sahipliği yapmaktadır.
Yeraltı hatları o kadar uzun ve geniştir ki tüm Thedas'a yayılmıştır. Bir tanesi de Gri Muhafızların kalesi olsan Vigil's Keep'in bodrumunun derinliklerinde tespit edildi. Neyse ki komutan Ireial oranın girişini mühürletmişti.
Alistair avludan aşağı baktığı zaman, renkli kıyafetleriyle Amaranthine Arllığının ve Ferelden'in her yanından gelen binlerce insanın şehre doluşmasını izleyebiliyordu. Aylardır Amaranthine Şehri bizzat Arl Ireial tarafından turnuva için hazırlanmaktaydı, her şey ihtişamlı ve güçlü görünüyordu. Bu alelade bir turnuva değildi. Bir ikincisi belki de bir daha görülmeyecekti.
Şehrin stratejik noktalarına yerleşen yüzlerce Ferelden'li askeri izleyen Kraliçe Anora, bu manzaradan hoşnuttu. Onun istediği gizli düşmanlarına karşı tam da böyle bir güç gösterisi yapmaktı. Kral Alistair ise biraz gergindi. Alistair ardından dövüş müsabakalarının yapılacağı alana göz gezdirmeye başladı.
"Kralım?"
Eşinin nazik elini omzunda hisseden Alistair, ona doğru döndü ve genç güzel Kraliçesine baktı. Birkaç yıldır süren hükümdarlıklarının başlangıcı olaylı olsa da ve birbirlerini severek evlenmemiş olmalarına rağmen zamanla bu zoraki olmuş beraberlikten şikayet etmeyi bırakmışlar ve alışmışlardı.
Anora güvenilir bilge bir danışmandı. Ayrıca Alistair'i eski eşi merhum Ferelden Kralı Cailan Theirin'e benzetmişti. Zaten Alistair ile Cailan baba tarafından yarı kardeştiler. Benzemeleri normaldi.
Alistair halkının gözünde sevilen bir kahramandı. Kader bu iki genç insanı dramatik bir şekilde birleştirmiş gibi görünüyordu. Fakat ortak noktaları olmasa da aslında birbirlerini tuhaf ama iyi tamamlıyorlardı.
"Politikacılardan uzakta bir gün." dedi Kraliçe. "Aynı zamanda bir turnuva izlemek üzereyiz. Neden keyfini çıkarmıyorsun?"
"Eskiden sadece sıradan bir muhafızken hiçbir konuda endişelenmezdim." diye cevapladı Alistair. "Fakat artık koskoca bir ulusun yöneticisiyim. Eskiden olsa hayal bile edemeyeceğim şeylere sahibim ve bu yüzden artık sürekli endişeliyim. Ferelden güvende mi? Biz güvende miyiz? Kötü şeyler olacak gibi hissediyorum."
Anora iri mavi gözleriyle, anlayış dolu bir bakış attı.
"Hiçbir kral güvende değildir" dedi. "Bu ister kara nesil olsun ister insan kaynaklı olsun fark etmiyor. Krallığımızda ve sarayımızda her yerde casuslar var. Tehdit ve düşman bakmadığın her yerden karşımıza çıkabilir."
Ardından Anora, Alistair'i dudağından nazikçe öpüp, gülümsedi.
"Bu işler böyle gelmiş böyle gider. Etrafımız büyük duvarlarla ve Ferelden'in en seçkin askerleri ile Gri Muhafızlarla çevrilmiş. Herhalde tüm Thedas'ın en güvenli yeri burası olmalı. Ferelden tahtı ise en güvenilir akrabamız olan amcan Eamon Guerrin'e emanet. Bir süreliğine ara verelim ve turnuvanın keyfini çıkaralım."
Alistair dikkatini tekrar turnuva alanına çevirdi. Kraliçesinin haklı olduğunu fark etti. Eskiden birlikte kılıç salladığı ve kardeşi gibi sevdiği Ireial ile diğer tanıdık gelen simaları gördü. Kafasında o an sadece yanlarına inip, sarhoş olana kadar bira içmekten başka bir şey kalmamıştı.
Son Giriş: 4 hafta önce
Son Mesaj Zamanı: 3 ay
Mesaj Sayısı: 655
Gerçek Toplam Mesaj Sayısı: 1.402
İkinci El Bölümü Mesajları: 4
Konularının görüntülenme sayısı: 60.123 (Bu ay: 970)
Toplam aldığı artı oy sayısı: 1.709 (Bu hafta: 0)
En çok mesaj yazdığı forum bölümü: Oyun

