Allah'ın ve Ahiretin Varlığının Aklî Yoldan İzahı/İspatı
Ahirete İman
Video Metni
Bismillahirrahmanirrahîm
“Güneş katlanıp dürüldüğünde, yıldızlar kararıp döküldüğünde, dağlar yürütüldüğünde, kıyılmaz mallar bırakıldığında, vahşi hayvanlar bir araya toplandığında, denizler kaynatıldığında, ruhlar bedenlerle birleştirildiğinde, diri diri toprağa gömülen kızlara: ‘Hangi günahtan dolayı öldürüldünüz?’ denildiğinde, amel defterleri açıldığında, gök sıyrılıp açıldığında, cehennem kızıştırıldığında ve cennet yaklaştırıldığında herkes (hayır ve şerden) ne getirmiş olduğunu anlar.” (Tekvir 1-14)
Kur’an’ın bu ve benzeri ayetlerinin sarahatiyle, bir gün gelecek ve bu âlemin kıyameti koparak başka bir âlemin kapısı açılacaktır. Bu, gözümüz önündeki şu âlemin vücudu kadar katidir.
“Ahirete İman” isimli bu eserimizde iman hakikatlerinden biri olan haşir, yani öldükten sonra dirilme ve mahşere çıkma, iki kere iki dört eder katiyetinde ispat edilmektedir. Bu eserde anlatılan hakikatler o kadar kuvvetlidir ki en inatçı kâfiri dahi ilzam eder ve susturur.
Nasıl ki, bir saray veya bir şehir hakkında biri dava etse: “Şu saray veya şehir, tahrip edilip yeniden sağlam bir surette bina ve tamir edilecektir.” dese… Elbette, onun davasına karşı altı sual terettüp eder.
Birincisi: “Niçin tahrip edilecek? Sebep ve gerekçe var mıdır?” Eğer, “Evet, var.” diye ispat edilse bu sefer ikinci soru sorulur.
İkincisi: “Bunu tahrip edip tamir edecek usta muktedir midir? Yapabilir mi?” Eğer, “Evet, yapabilir.” diye ispat edilse bu sefer üçüncü soru sorulur.
Üçüncüsü: “Bu sarayın veya şehrin tahribi mümkün müdür?” Eğer, “Evet, mümkündür.” diye ispat edilirse bu sefer dördüncü soru sorulur.
Dördüncüsü: “Mümkün olan bu tahrip gerçekleşecek ve vukua gelecek midir?” Eğer, “Evet, gerçekleşecektir.” diyerek vukuu ispat edilse iki sual daha ona varid olur ki:
Beşinci ve altıncı sualler: “Acaba şu acayip saray veya şehrin yeniden tamiri mümkün müdür? Mümkün olsa, acaba tamir edilecek midir?” Eğer, “Evet” denilerek bunlar da ispat edilse o vakit bu meselenin hiçbir cihette hiçbir köşesinde bir delik, bir menfez kalmaz ki, şüphe ve vesvese girebilsin.
İşte, bu temsil gibi:
· Dünya sarayının ve şu kâinat şehrinin tahribi ve tamiri için gerekçeler olduğu,
· Fail ve ustasının buna muktedir olduğu,
· Tahribinin mümkün olduğu ve vaki olacağı,
· Ve tamirinin de olası ve vuku bulacağı meseleleri ispat edilirse, artık bu mesele hakkında şüphe ve vesvese edilmez.
İşte eserimizde bu altı cihetin her biri, iki kere iki dört eder katiyetinde ispat edilecek ve ahiretin varlığı güneş gibi kati gösterilecektir.
Eserimizden hakkıyla istifade edebilmeniz için, ilk önce eserde takip ettiğimiz yolu ve metodu bilmeniz gerekir. “Ahirete İman” isimli eserimizde şöyle bir yol takip ettik:
Ahiretin varlığına dair delilleri başlıklar ve maddeler hâlinde inceledik. Her bir başlık müstakil olup tek başına ahiretin varlığını ispat etmeye kâfidir. Bütün başlıkların toplamındaki kuvvet ise asla karşı gelinemeyecek kuvvettedir.
Her bir delilde iki basamaklı bir yol ve bir tarz takip edilmiştir.
1. Basamak: Bu basamakta, kâinattaki fiillerden ve tecellilerden bahsedilmekte ve daha sonra fiilden faile, isimden müsemmaya, yani ismin sahibine ve sıfattan da mevsufa, yani sıfatın sahibine geçilmektedir.
Mesela birinci delilin birinci basamağında kâinatta gözüken saltanattan bahsedilecek ve bu saltanat delil yapılarak Sultan-ı Ezel ve Ebed olan Allah’ın varlığı ispat edilecektir. İkinci delilin birinci basamağında ise kâinatta gözüken merhametten bahsedilecek ve bu merhamet delil yapılarak Rahim olan Allah’ın varlığı ispat edilecektir. Üçüncü delilin birinci basamağında ise kâinatta gözüken izzetten bahsedilecek ve bu izzet delil getirilerek Aziz olan Allah’ın varlığı ispat edilecektir. Diğer delillerde de aynı yol takip edilmektedir.
Demek 1. Basamakta, kâinatta tecelli eden fiillerden, isimlerden ve sıfatlardan bahsedilecek ve fiilden faile, isimden müsemmaya ve sıfattan da mevsufa geçilecektir. Zira fiiller failsiz, isimler müsemmasız ve sıfatlar mevsufsuz olamaz; bir iğnenin ustasız ve bir harfin kâtipsiz olamayacağı gibi…
Demek birinci basamakta aynı zamanda ispat-ı vücud da yapılmaktadır. Yani ahiretin varlığından önce Allah’ın varlığı ispat edilmektedir.
2. Basamak: 1. Basamakta fiil ve tecelli anlatılıp faile ve müsemmaya çıkıldıktan sonra, 2. Basamakta mezkûr ismin ahireti gerektirdiği ve mezkûr sıfatın ahireti iktiza ettiği ispat edilmektedir. Demek bu basamak, ahiretin varlığının ispat edildiği basamaktır.
Her bir delilde anlatılan meseleler âdeta üç zincir halkasından oluşmaktadır:
1- Kâinattaki tecelli.
2- Bu tecellide gözüken isimler ve sıfatlar.
3- Bu isimlerin ve sıfatların ahireti gerektirmesi.
Bu halkalar birbirine geçmiş olup tamamını koparamayan, bir halkaya ilişemez. Ya da başka bir ifadeyle, bir halkayı koparabilmek için tamamını parçalayabilmek gerekir. Mesele bir bütündür; bütünü çürütemeyen, parçaya ilişemez. Parçaya ilişebilmek için bütün çürütülmelidir.
Dolayısıyla diyebiliriz ki:
· Ahireti inkâr edebilmek için, ilk önce faili ve müsemmayı yani Allah’ı inkâr edebilmek gerekir.
· Allah’ı inkâr edebilmek için de kâinatta gözüken fiilleri ve isimleri inkâr edebilmek gerekir.
· Kâinatta gözüken isim ve fiilleri inkâr edebilmek için ise bizzat kâinatın kendisini inkâr edebilmek lazımdır. Bu ise mümkün değildir.
· Başka bir ifadeyle, kâinatı inkâr edemeyen, göz önündeki fiilleri inkâr edemez; fiili inkâr edemeyen, faili inkâr edemez; faili inkâr edemeyen de o fiilde gözüken, faile ait ismin ahireti gerektirmesini inkâr edemez.
Sözün özü: Her bir başlıkta öyle bir yol takip edilmiştir ki, ahireti inkâr edebilmek için şu göz önündeki âlemi inkâr etmek ve akıldan istifa etmek gerekecektir. İşte bu eserde ahiretin varlığı bu kadar net bir şekilde ispat edilecektir.
“Ahirete İman” isimli eserimiz hazırlanırken Bediüzzaman Hazretleri’nin “10. Söz” namıyla maruf “Haşir Risalesi” kaynak eser olarak kullanılmıştır. Eserimizde anlatılan bütün hakikatler, Bediüzzaman Hazretleri’nin mezkûr eserinden iktibas edilmiştir.
Bu eserle amacımız:
· Ahirete iman hakikati hususunda imanlarımızı taklitten tahkike çıkarmak,
· Ahiret hakkında şüphesi olanları şüpheden kurtarmak,
· Ahireti inkâr edenlerin imana girmelerine bir vesile olmak,
· Ahiret hakkında kâfirler ile mücadeleye girmek zorunda kalanlara bir rehber olmak,
· Ve bu vesileler ile Cenab-ı Mevla’nın rızasını kazanmaktır.
Tevfik ve inayet Allah’tandır!
Reenkarnasyon Yanılgısı
1-Kur’an reenkarnasyon hakkında ne diyor?
Video Metni
Kur’an’da tenasüh (ruhun bedenden bedene geçmesi) var mıdır? İnsan fıtraten mükerrem olduğu için hakkı arıyor, lakin bazen batıl eline gelir, hak zannederek alır koynunda saklar. Hakikati kazarken ihtiyarsız dalâlet başına düşer, hakikat zannederek alır başına giyer.
İşte reenkarnasyon da böyle batıl bir meseledir ve asla İslam’ın ve Kur’an’ın malı değildir. Buna rağmen esefle ve üzüntüyle görmekteyiz ki, bir kısım bedbahtlar televizyon televizyon gezerek bu batıl meseleyi hak gibi göstermeye çalışmakta ve maalesef insanları aldatmaktadırlar. Bilhassa bu bedbahtların içinde bir kısım ilahiyat profesörlerinin de olması bizleri ayrıca üzmekte ve “Ümmetin dinini korumakla mükellef olanlar bunlar mı?” diye bizleri düşündürmektedir.
Bu eseri hazırlamaktaki amacımız:Reenkarnasyonun batıllığını ispat ederek Müslümanların imanını bir tehlikeden kurtarmak ve bu batıl meseleyi hak gibi anlatan sözde profesörlerin asıl yüzlerini göstererek, onların diğer şerli fikirlerinden Ümmet-i Muhammed’i muhafaza etmektir.
Yani mesele sadece reenkarnasyon değildir. Mesele, aynı zamanda bu fikri savunanların İslam’dan ve imandan ne kadar uzak olduklarını beyan ederek, Ümmet-i Muhammed’i onlara karşı uyarmaktır.
“Reenkarnasyon Saçmalığı” isimli bu eserimizde reenkarnasyonun asla mümkün olamayacağı iki kere iki dört eder katiyetinde ispat edilecektir. Tevfik ve inayet Allah’tandır.
REENKARNASYON NEDİR?
Reenkarnasyon:Ruh göçü demektir. Ruhun, insan öldükten sonra başka insana geçmesi ve başka bir bedenle dünyaya gelmesidir. Buna tenasüh de denilir.
Reenkarnasyonun mümkün olamayacağı meselesini dört başlıkta inceleyeceğiz:
·İlk önce Kur’an’a bakacağız ve Kur’an bu konuda ne diyor, bunu öğreneceğiz.
·Daha sonra hadislere bakarak, bu konuda Efendimiz (s.a.v.)’in bir beyanı var mıdır? bunu araştıracağız.
·Daha sonra ise bu konudaki İslam âlimlerinin görüşlerini inceleyeceğiz. Acaba onlar bu konuda ne demişler?
·Ve daha sonra da reenkarnasyonun aklen ve mantıken mümkün olamayacağının delillerini beyan edeceğiz.
Zira bir meselenin hak olabilmesi için:
·Ya Kur’an haber vermeli,
·Ya Peygamberimiz (s.a.v.) ondan bahsetmeli,
·Ya İslam âlimleri o meselede ittifak etmeli,
·Ya da en azından o mesele akla ve mantığa uygun gelmelidir.
Eğer:
·Kur’an’ın haber vermesi bir kenara, Kur’an ona karşı çıkıyorsa,
·Peygamberimiz (s.a.v.) ondan hiç bahsetmiyorsa,
·İslam âlimleri onu küfür sayıyorsa,
·Ve akıl ve mantık da onu reddediyorsa, artık bu meselenin batıllığı güneş gibi ortaya çıkmış demektir.
İşte bizler, bu dört başlık altında reenkarnasyonun batıllığını kat’i olarak ispat edeceğiz. Şimdi, Kur’an’ın bu meseleye bakışına geçiyoruz.
KUR’AN REENKARNASYON HAKKINDA NE DİYOR?
DELİL 1
Nihayet onlardan (müşriklerden) birine ölüm gelince, “Rabbim, beni (dünyaya) geri döndür, ta ki yapmadan bıraktığımı tamamlar, iyi iş işlerim” der. Hayır! Bu söylediği boş bir laftır. Onların arkasında ise, yeniden dirilecekleri güne kadar berzah vardır.(Müminun 99-100)
Mezkûr ayet-i kerime, reenkarnasyonu çok açık bir şekilde reddetmektedir. Şimdi ayet-i celileyi tahlil edelim:
Soru:Onlara ölüm gelince ne diye dua etmeye ve yalvarmaya başlarlar?
Cevap:Bir daha dünyaya geri dönmek ve dünyada iken terk ettikleri salih ameller işlemek isterler.
Soru:Onlara müsaade edilir mi?
Cevap:Hayır, müsaade edilmez.
Soru:Peki, onların bu istekleri hakkında ne buyrulur?
Cevap:“Bu söyledikleri boş bir sözdür!” buyrulur.
Soru:Peki, onların akıbetleri ne olur?
Cevap:Dirilme gününe kadar beklemek üzere Berzah adı verilen âleme götürülür.
Acaba, ayet-i kerimenin beyanları bu kadar açık ve net iken, nasıl olur da bir Müslüman reenkarnasyona inanabilir? Ve reenkarnasyona inanana nasıl Müslüman denilebilir?
Reenkarnasyonu savunanlar; ruhun kemal bulmak için, bu dünyadaki macerasına başka bedenlerle devam ettiğini iddia ederler. Hâlbuki tefsirini yaptığımız ayet-i kerimede, günahkâr olarak ölenler, terk ettikleri salih amelleri işleyebilmek için izin istemekte -yani reenkarnasyonculara göre, kemal bulmak için izin istemekte- ama onlara izin verilmemektedir. Demek, reenkarnasyoncuların iddiaları tamamıyla Kur’an’a zıt ve muhalif olan bir görüştür.
Ayet-i kerimede geçen ve kıyamete kadar onların kalacakları yer olarak bildirilen “Berzah” ise, ölen ruhların kıyamete kadar bekledikleri âlemin ismidir. Dünyaya gelmeyen ruhlar “Âlem-i Ervah”ta beklerken, dünyaya gelmiş ve ölüm ile bedenini terk etmiş ruhlar “Âlem-i Berzah”ta beklemektedirler. Âlem-i berzah âdeta ahiretin bekleme salonudur.
Netice olarak diyebiliriz ki:Müminun suresi 99. ve 100. ayetler tenasühü açıkça reddetmektedir. Malumdur ki, Kur’an’ın tek bir ayetini inkâr edenler dinden çıkar ve kâfir olurlar. İşte tenasühe inananlar bu ayet-i kerimeyi ve birazdan zikredeceğimiz diğer ayetleri inkâr ettikleri için dinden çıkmışlar ve küfre girmişlerdir.
DELİL 2
De ki: Size vekil kılınmış olan ölüm meleği canınızı alacak, sonra döndürülüp Rabbinize götürüleceksiniz. Günahkârları bir görseydin! Rablerinin huzurunda başları öne eğilmiş olarak şöyle derler: “Ey Rabbimiz! Gördük ve işittik, şimdi bizi geri çevir de salih bir amel işleyelim; çünkü biz artık kesin bir şekilde inanıyoruz.” Eğer biz dilemiş olsaydık her nefse hidayetini verirdik!(Secde 11-13)
Mezkûr ayet-i kerime de tenasühü reddetmektedir. Şimdi bu ayet-i kerimeyi tahlil edelim:
Soru:Günahkârlar, boyunlarını öne eğmiş olarak Allah’tan ne isterler?
Cevap:Dünyaya bir daha gönderilmek ve salih ameller işleyebilmek.
Soru:Salih amel işleyecekleri hususunda neyi delil gösterirler?
Cevap:Artık hakkı gördüklerini ve hakikati işittiklerini delil gösterirler ve bundan sonra artık batıla dalmayacaklarını bildirirler.
Soru:Onlara ne cevap verilmiştir?
Cevap:İstekleri reddedilmiş ve “Eğer biz dilemiş olsaydık her nefse hidayet verirdik!” denilerek, her nefsin hidayet bulmasının murad-ı İlahî olmadığı beyan buyrulmuştur.
Hani ölümden sonra ruh başka bedene giriyordu? Hâlbuki ayet-i kerimenin açık ifadesiyle onların bu istekleri reddedilmektedir.
Hem hani ruh başka bedene girerek kemal buluyordu? Hâlbuki “Eğer biz dilemiş olsaydık her nefse hidayet verirdik!” ayetinin açık beyanıyla, her nefsin hidayet bulması murad-ı İlahî değildir. Evet, Cenab-ı Hak her kulunun hidayet üzere olmasından ve kemal bulmasından hoşnut ve razı olur; ancak her kulun illaki kemal bulmasını Allah-u Teâlâ murad etmemiş ve kullarını, iman veya küfrü seçme hususunda serbest bırakmıştır. Bu hakikate Kur’an’ın şu ayeti işaret etmektedir: “Ve de ki: O hak Rabbimiz’dendir. Artık dileyen iman etsin, dileyen inkâr etsin.” (Kehf 29)
Zaten eğer Allah-u Teâlâ her kulunun hidayet bulmasını murad etseydi, her nefse ölmeden önce hidayet verebilir ve ruhların onlarca beden değiştirmesi gibi uzun bir seyahate gerek kalmazdı. Ancak böyle olsaydı, imtihanın açılması ve cehennemin yaratılmasının bir manası olmazdı.
Netice olarak diyebiliriz ki:Secde suresi 11, 12 ve 13. ayetler tenasühü açıkça reddetmekte ve ölümden sonra bir daha dünyaya gelmenin mümkün olmadığını beyan etmektedir. Artık kim bundan sonra tenasühe inanırsa, mezkûr ayeti ve Allah-u Teâlâ’yı tekzib etmiş olur. Herhâlde insan olan da bu yaptığından utanır ve aklı varsa bundan titrer!
DELİL 3
Zalimler şöyle diyecekler: “Ey Rabbimiz! Bizi yakın bir zamana kadar ertele de senin davetine uyalım ve peygamberlere tabi olalım.” Onlara denilir ki: “Sizin için hiçbir zeval (ölüm) yoktur diye, daha önce yemin etmemiş miydiniz?” (İbrahim 44)
Bu ayet-i kerime de açık bir şekilde tenasühü reddetmekte ve tenasüh fikrinin batıllığını ortaya koymaktadır. Şöyle ki:
Tenasühü savunanlar, kendileri için bir zeval ve ölümün yok olduğuna inanmaktadırlar. İleride de açıklanacağı üzere, tenasüh fikrinin temelinde, uzun asırlar boyunca dünyada yaşama arzusu vardır. Onlara göre, ruhları başka bedenlerle defalarca bu dünyaya gelecek ve bu dünyadan hiç ayrılmayacaklardır. Yani inançlarına göre, onlar için bir zeval yoktur.
Şimdi, ayet-i kerimenin onlara verdiği cevaba bakalım: “Onlara denilir ki: ‘Sizin için hiç bir zeval (ölüm) yoktur diye, daha önce yemin etmemiş miydiniz?’”
İşte, bu ayet-i kerime âdeta onların yüzüne bir tokat vurmakta ve şöyle demektedir: “Hani siz ruhunuzun başka bedenlerle defalarca dünyaya geleceğine inanıyor ve buna yemin ediyordunuz, hani sizin için bir son yoktu! O hâlde niçin şimdi, ecelinizin ileriye tehir edilmesi için yalvarıyorsunuz? Hadi gitseniz ya dünyaya, niçin gidemiyorsunuz…”
Demek, ruhlar öyle başıboş değiller ve diledikleri gibi bu dünyaya gelip gidemezler! Acaba, tenasühe inananların o andaki hâllerini ve yüzlerinin şeklini hayal edebiliyor musunuz?
DELİL 4
Onlar, orada şöyle feryat ederler: “Ey Rabbimiz! Bizleri çıkar, yaptıklarımızdan başka, salih bir amel yapalım.” Onlara denilir ki: “Size düşünecek olanın düşüneceği kadar bir ömür vermedik mi? Hem size uyarıcı da gelmişti. O hâlde tadın bakalım azabı! Çünkü zalimleri kurtaracak yoktur.” (Fatır 37)
Bu ayet-i kerime de tenasüh fikrini açık bir şekilde reddetmektedir. Şöyle ki: Tenasühe inananlara göre, insan kemal bulmak için defalarca bu dünyaya gelmekte ve seyr-i sülükünü tamamlayıncaya kadar bu seyahat devam etmektedir. Hâlbuki ayet-i kerime onların bu görüşlerini reddetmektedir. Şimdi, ayet-i kerimeyi tahlil ederek bu reddi görelim:
Soru:Onlar niçin dünyaya bir daha gelmek istiyorlar?
Cevap:Salih amel işlemek, yani kemal bulmak için.
Soru:Peki, onlara izin veriliyor mu?
Cevap:Hayır!
Soru:İzin verilmeme gerekçesi olarak ne gösteriliyor?
Cevap:Onların, düşünecek ve salih amel yapabilecek kadar bir ömre sahip oldukları ve ayrıca kendilerine uyarıcılar geldiği; ama onların buna rağmen salih amel işlememiş olmaları.
Demek ki, kemal bulmak için bir daha bu dünyaya gönderilme yoktur. Eğer öyle olsaydı, onların salih amel işlemek için bir daha bu dünyaya dönme arzuları kabul edilirdi. Hâlbuki ayetin çok net ifadesine göre, bu istekleri reddedilmiş ve onlar bir daha dünyaya gönderilmemiştir.
Ayet-i kerimenin bu kadar açık beyanına rağmen hâlâ nasıl olur da tenasüh kabul edilebilir? Biz, bu ayetlerden habersiz olanların tenasühe inanmasını bir derece anlayabiliyor ve cehaletlerine veriyoruz, tabi cehalet özür değildir! Lakin Kur’an’ı bildiğini iddia eden sözde profesörlerin bu görüşü savunmalarını anlayamıyoruz. Acaba onlar bu ayetleri hiç görmüyorlar mı? Ya da amaçları üzüm yemek değil de, bağcıyı mı dövmek? Yani onlar, bu milletin itikadını bozmak için tutulmuş kişiler mi? Bizim aklımıza başka bir şey gelmiyor; çünkü değil bir profesör, Kur’an’ı az bir şey okuyan kimse bile tenasühün Kur’an’a bütün bütün zıt olduğunu anlar. Peki, onlar nasıl anlayamıyorlar? Bizce anlıyorlar ve hakikati çok iyi biliyorlar; ama dediğimiz gibi, onlar başka bir şeyin peşinde, bu ümmetin imanının…
DELİL 5
Onlar, ilk ölümden başka orada bir ölüm tatmazlar. (Duhan 56)
Mezkûr ayeti kerime, insanın ölümü sadece bir kere tadacağını haber vermekte iken; tenasühçüler insanın defalarca ölümü tattığını ve her defasında başka bir beden ile bu dünyaya geldiğini söylemektedirler. Şimdi, Kur’an’a mı inanacağız, yoksa tenasühçülere mi?
Ayrıca şunu da merak ediyoruz, acaba tenasühü savunanlar bu ayeti hiç görmüyorlar mı? Gerçi daha evvel söylemiştik, onlar tenasühü, inandıklarından dolayı savunmuyorlar; onların derdi başka, onların derdi, sadece bu ümmetin imanını çalmaktır.
“Onlar, ilk ölümden başka orada bir ölüm tatmazlar.” ayet-i kerimesi o kadar açık ve nettir ki, tahlile ihtiyaç duymuyor ve bir sonraki ayet-i kerimeye geçiyoruz.
DELİL 6
… Onlar ki gayba iman ederler… (Bakara 3)
Bu ayetin beyanıyla, bu dünya imtihan için yaratılmıştır ve imtihanın sırrı da gabya iman esası üzerine cereyan etmektedir.
Yani iman hakikatlerini görmeden inanmamız istenmektedir.
Başka bir ifadeyle, Cenab-ı Hak bu dünyayı, kim iman edecek ve kim iman etmeyecek sırrının açığa çıkması için yaratmış olup kullarından gayba iman etmelerini istemiştir.
Hâlbuki bedenden çıkan bir ruh için gayb kalmamakta ve o ruh bütün iman hakikatlerini bizzat müşahade etmektedir. Yani melekleri, mükâfatı ve azabı v.s. görmekte ve kendisi için imtihanın sırrı bozulmaktadır. Dolayısıyla bu dünyaya tekrar dönmesinin hiçbir manası yoktur. Ve madem manası yoktur, o hâlde dönüşüne elbette izin verilmeyecektir.
Kur’an-ı Kerim’de ölüm ve dirilişle ilgili birçok ayet-i kerime vardır. Bu ayetlerin hiçbirinde ruhun başka bir insana veya başka bir mahluka geçtiğini gösteren bir ifade yoktur. Buna karşı tenasühü reddeden ayetler oldukça çoktur. Bizler, bu altı ayeti yeterli görüyor ve sizleri sıkmamak için daha fazla ayet-i kerimeyi delil getirmeye gerek duymuyoruz. Zira daha üç kapıyı daha çalacak ve tenasühü, ilk önce Efendimiz (s.a.v.)’e, sonra İslam âlimlerine ve daha sonra da akıl ve mantığa soracağız.
Bizler bu kapıyı kapatmadan önce, tenasühü reddeden diğer Kur’an ayetlerinin bir kısmını vereceğiz. Dileyenler bu ayetlerin tefsirlerini mütalaa ederek, tenasühün Kur’an’ın ruhundan ne kadar uzak olduğunu görebilirler.
Nisa 18, En’am 93, Secde 11, Münafikun 10-11, Mü’min 45-46, Mümtehine 13, Nisa 97 ve mükâfatın ve cezanın ölümden hemen sonra olduğunu beyan buyuran diğer bütün ayetler tenasühü reddetmektedir.
Deizm Yanılgısı
1- Bu kadar kıymetli duygular insana niçin verildi?
Video Metni
Bir vakit bir sultan, iki hizmetkârını huzuruna davet eder. Hizmetkârlarından birisine on altın verip, “Güzel bir kumaştan bir kat elbise yaptır.” diye ona emreder… İkinci hizmetkârınaysa on altın değil, bin altın verir ve içinde bazı şeylerin yazılı olduğu bir kâğıdı cebine koyup onu pazara gönderir…
Evvelki hizmetkâr on altınla, en güzel kumaştan mükemmel bir elbise alır… İkinci hizmetkâr akılsızlık edip, evvelki hizmetkâra bakıp, kendisini ona kıyas eder ve cebine konulan kâğıdı okumadan bir dükkâna girer. Dükkâncıya bin altını verip bir kat elbise ister… İnsafsız dükkâncı da: “Bu akılsız bir adama benziyor, on altına alınabilecek bir kumaşa bin altın veriyor.” der ve kumaşın en çürüğünden ona bir kat elbise verir.
Daha sonra, bütün sermayesini çürük bir kumaşa veren O bedbaht hizmetkâr, Sultanının huzuruna gelir. Cebindeki kâğıdı okumadığı ve kıymetli sermayesini çürük bir kumaşa verdiği için Sultanı onu cezalandırır. Ve ona der ki: “Eğer ben senin çürük bir kumaşı almanı isteseydim, sana bin altın değil, evvelki hizmetkâra verdiğim gibi on altın verirdim. Zira kumaşın en iyisi bu pazarda on altına satılır. Sana bin altını vermemle anlamalıydın ki, seni bu pazara bir kat elbise almak için göndermedim. Eğer cebine koyduğum kâğıdı okusaydın, pazara niçin gönderildiğini anlar ve sermayeni böyle boşa harcamazdın. Şimdi çek bakalım cezanı…”
Şimdi misalin hakikatini beyan edelim: Misalimizde sultan, Ezelin ve ebedin sultanı olan Rabbimizdir… Kendisine on altın verilen birinci hizmetkâr, hayvanlardır. On altın ise, onlara takılan duyguların ve donanımın kıymetidir… Kendisine bin altın verilen hizmetkârsa insandır. Bin altın ise, insana takılan, akıl, kalp, göz ve dil gibi duyguların ve donanımın kıymetidir… Pazar ise, şu dünyadır… İkinci hizmetkârın cebine konulan kâğıt ise, ona yapması gereken ticareti öğreten semavi kitaplar ve başta Kur’an’dır…
Evet, insan bu dünyaya hayvan gibi yaşamak ve lezzet almak için gelmemiştir. Ona verilen sermaye, mühim bir ticaret içindir. Eğer hayvan gibi yaşamak için bu dünyaya gönderilseydi, bin altına, yani bu kadar kıymetli cihazlara ve duygulara ne gerek vardı? Ona da hayvana verilen kadar verilir; bu kadar masraf yapılmazdı…
Hakikat böyleyken, deistler, hayvan gibi yaşamak için yaratıldıklarını iddia etmekte, “Hayvan gibi yaşarız, ölürüz ve yok oluruz” diyerek adeta akıldan istifa etmektedirler. Bu eserde, deizmin nasıl bir saçmalık olduğunu Allah’ın izniyle kati bir surette ispat etmeye çalışacağız.
Bu eserdeki muhatabımız deist kişidir. Onunla konuşacak ve deizmin saçmalığını ona ispat edeceğiz. Bu eseri kim aklını ve vicdanını hakem yaparak izlese, inşallah deizm hastalığından kurtulur. Bu eserde, peygamberlerin ve kitapların gönderilmesinin lüzumu, iki kere iki dört eder katiyetinde ispat edilmiştir. Yardım ve inayet; hidayet ve selamet Allah’tandır.
"Zekat" Hakkında..
1-Biriktirdikleriyle Azap Olunanlar
Video Metni
Asrımızın insanı ne kadar da gariptir; Müslüman olduğunu ve İslam dinini kabul ettiğini söyler; ama İslam’ın şartlarından olan namazı kılmaz, zekâtı vermez, hacca gitmez, hatta bir kısmı orucu bile tutmaz. Sadece ilk şart olan kelime-i şehadeti getirir…
Maalesef günümüzün Müslümanı zekâtı terk etmiş ve fakirlerin hakkını gasp etmiştir. İşlemiş olduğu bu günahın büyüklüğünden ve cezasından da gafildir. Bu cevabımızda zekât vermemenin ne kadar büyük bir günah olduğunu ve ahiretteki şiddetli cezasını beyan edeceğiz. Belki zekât vermeyenlerin tövbe etmesine ve zekâtlarını vermelerine vesile olur ve bununla da Rabbimizin rızasını tahsil ederiz.
Zekatı verilmeyen malların azabı tadılacak.
Tevbe suresi 34. ayet-i kerimede şöyle buyrulmuştur: “Altın ve gümüşü biriktirip de onları Allah yolunda harcamayanlar var ya; işte onları pek acıklı bir azapla müjdele! O gün Cehennem ateşinde bunların üzeri kızdırılır ve bunlarla onların alınları, yanları ve sırtları dağlanır. Ve onlara şöyle denilir: İşte bu, kendiniz için biriktirdiğinizdir. Tadın bakalım biriktirmiş olduğunuzu.”
Ayet-i kerimede “biriktirmek” olarak mana verdiğimiz “kenz” kelimesi hakkında, Hz. Ömer: “Bu, zekâtı verilmeyen maldır.” der. İbni Abbas, Abdullah İbni Ömer, Hz. Cabir ve Ebu Hüreyre hazretleri de aynı görüşü nakletmişlerdir. Diğer bütün âlimler de “kenz” kelimesinin, zekâtı verilmeyen mal olduğu hususunda ittifak etmişlerdir.
Buna göre ayetin manası şöyle olmaktadır: Altın ve gümüşü biriktirip de onların zekâtını vermeyenler var ya; işte onları pek acıklı bir azapla müjdele! O gün Cehennem ateşinde bunların üzeri kızdırılır ve bunlarla onların alınları, yanları ve sırtları dağlanır. Ve onlara şöyle denilir: İşte bu, kendiniz için biriktirip zekâtını vermediğiniz maldır. Tadın bakalım şimdi zekâtını vermediğiniz malın cezasını.
Denilmiştir ki: “Kim bir şeyi sever ve onu Allah’a itaatten öne alırsa onunla azap olunur.” İşte zekât vermeyen bu kişiler de, topladıkları malların sevgisini, Allah’ın sevgisine tercih ettikleri için bu şekilde azap edileceklerdir. Malı sevip Allah’ı terk ettikleri için, azapları da mal ile olacaktır. Cehennem ateşinde kızdırılan altın ve gümüşle vücutları dağlanacaktır.
Ebu Hüreyre hazretlerinden nakledilen bir hadis-i şerifte Peygamber Efendimiz (sav) şöyle buyurmuştur: “Altın ve gümüşü bulunup da onun zekâtını vermeyen kimse için kıyamet gününde ateşten levhalar hazırlanır ve zekâtını vermedikleri o altınla gümüş, üzerinde kızartılıp onun yanı, alnı ve arkası dağlanır. Bu levhalar soğudukça, miktarı elli bin sene olan bir günde tekrar kızdırılarak iade edilir. Kullar arasındaki mahkeme bitinceye dek bu böyle devam eder. Sonra ya Cennet’e gider, ya da Cehennem’e.” (Müslim, Zekât, 24, (987); Ahmed b. Hanbel, Müsned, II/262)
Şimdi, ey zekâtını vermeyen kişi! Ayet-i kerimeyi ve hadis-i şerifi gördün. Acaba Allah’ın bu azabı seni hiç korkutmuyor mu? Ya da bu azaba dayanabilecek bir gücün mü var? Cehennem ateşinde eritilen altın ve gümüşle vücudun dağlandığı gün hâlin nasıl olacak?
Hem ayet ve hadisin beyanından anlamıyor musun ki, zekâtı vermemek Allah katında ne büyük bir günahtır ve Allah’ın gazabını celbeden ne büyük bir isyandır! Gel, çok geç olmadan bu günahından tövbe et ve Allah’ın sana verdiği malın zekâtını severek ver. Yoksa ahiretteki pişmanlığın o kadar büyük olur ki, hayal dahi bunun tasavvurundan aciz kalır!
Hem şunu da bil ki: Malı kazanmak güçtür; fakat kazandıktan sonra koruması daha da güçtür. Bu sebeple gafil insan, ömrü boyunca bir taraftan mal kazanmak, diğer taraftan da onu korumaya çalışmak arasında kalır ve ezilir.
Hem insan, malının ancak cüzi bir kısmından faydalanabilir. Sonunda ise pişmanlık içinde, ölümüyle onu terk etmeğe mecbur kalır. Bu ise apaçık bir ziyandır.
İşte bu sebeplerden dolayı, gel, mal sevgisini gönlünden çıkar; onun yerine gönlüne Allah’ın sevgisini koy!
Hz. Ali’den şöyle nakledilmiştir: “Altın ve gümüşü biriktirip de onları Allah yolunda harcamayanlar var ya, işte onları pek acıklı bir azapla müjdele…” ayet-i kerimesi indiğinde Hz. Peygamber (s.a.v.) üç defa: “Altın helak olsun, gümüş helak olsun.” (Ahmed, Müsned, 5/366) buyurdu. Bu, Sahabe-i Kirama ağır geldi ve onlar: “Hangi malı edinelim?” diye konuştular. Hz. Ömer: “Ben bunu sizin için öğreneceğim.” deyip: “Ey Allah’ın elçisi, muhakkak senin ashabına bu ağır geldi de hangi malı edinelim diye soruyorlar.” dedi. Bunun üzerine Allah’ın Resulü şöyle buyurdu: “Zikreden bir dil, şükreden bir kalp ve dini üzere sizden birine yardım eden bir eş.” (İbn Mâce, Nikah, 27; Tirmîzî, Tefsir, 9/9)
İşte hakiki mal budur: Zikreden bir dil, şükreden bir kalp ve Allah yolunda yardım eden bir eş…
Ey altın ve gümüşe gönlünü bağlayıp zekâtını dahi vermeyen biçare! Hakiki maldan ne kadar da gafilsin. Kabir yolunda sana refakat etmeyecek mala gönlünü bağlamış, eksilecek korkusuyla zekâtını dahi veremiyorsun. Bil ki hakiki mal, sana kabirde ve ahiret yolcuğunda arkadaşlık edendir. Diğeri ise, oyun ve eğlencedir. Sen oyun ve eğlenceye dalmış, ölümü ve ahireti unutmuşsun. Zannediyorsun ki, vermediğin zekâtın hesabı sana sorulmayacak. Bu zannının ne kadar yanlış olduğunu ölüm seni yakaladığında anlayacaksın. Aklın varsa gel, şimdi tövbe et ve geciktirdiğin zekâtları vererek Rabbinden af dile…
Varoluş Sorgulaması - Allah Beni Ve Kainatı Neden Yarattı?
Kur'an'ın Değiştirilmediğinin/Tahrif Edilmediğinin İspatı
"Faiz" Hakkında..
7 Büyük Günah
1) Allah'a Şirk Koşmak
2) Büyü/Sihir Yapmak
3) Haksız Yere Adam Öldürmek
4) Yetimin Malını Yemek
5) Faiz (almak yada vermek)
6) Savaşı Bırakıp Kaçmak
7) Masum Mü'min Kadınlara -yalan yere- Zina İsnadında Bulunmak
"Kur'an bize yeter." Hadis İnkarcılığı hakkında..
1. Seni hakem tayin etmedikçe iman etmiş olmazlar.
Video Metni
Hadis İnkârcılığı, Sünnet düşmanlığı, Müslümanları tehdit eden sinsi bir yapılanma, sloganları Kur’an bize yeter. Amaçları sünnetsiz bir İslam, peygambersiz bir din
izledikleri yol ise, peygamber efendimiz (s.a.v.)’i itibarsızlaştırmaya çalışmak, hadisler etrafında şüpheler oluşturmak, Allah Rasûlü (s.a.v.)’e postacı diyecek kadar alçalmak, Mucizeleri inkâr etmek, Sahabe i kirama hakaret, Allah Rasûlü’nün masumiyetini inkâr edip O'na itaat şart değildir diyen karanlık bir zihniyet…
Bu eserde Kur’an bize yeter diyerek Peygambersiz bir İslâm oluşturma gayretine giren karanlık bir zihniyetin gerçek yüzlerini göstererek bu kimselerin Kur’an’dan ne kadar uzak olduğunu yine Kur’an ayetleriyle göstereceğiz.
Hadis inkârcıları: “Biz Kur’an’a uyarız. Kur’an bize yeter.” diyorlar.
Bu onların sloganıdır. Gayet masum gibi görünen bu slogan altında asıl maksatları Peygamber efendimizin hadis-i şeriflerini reddedip sonra Kur’an’ın ayetlerini kendi hevalarına göre yorumlamak ve böylelikle dini tahrip etmek vardır. Yani düşünün Kur’an’ın kendisine indiği zat olan Peygamber efendimiz (s.a.v.) bir ayet hakkında konuşamayacak ama bu kimseler dilediği gibi konuşacaklar. Peki, sonuç ne olacak. Hep beraber izleyelim.
- Kur’an bize yeter Peygamber ta 1400 sene önce yaşamış gitmiş. Biz Kur’an’a uyarız.
- Buhari’nin yavelerine itibar etmeyiz bize Kur’an yeter
- Peygamberin sözleri bizi bağlamaz bizi Kur’an bağlar
- Peygamber tebliğcidir. Bir şeyi açıklama yetkisi yok bize Kur’an yeter.
- Resule itaat şirktir biz ancak Allaha itaat ederiz.
İşte Kur’an bize yeter diyenlerin yaptıkları tahribat. Peygambersiz bir din.
Kur’an bu kimselere yeterse, bunlar şu ayeti, ya hiç okumadı ya da bu fikri telkin edenler, bu ayeti bunlara hiç anlatmadı. Madem bu kimseler Kur’an’a uyuyor, o halde Nisa suresi 65. ayetin emrine de uymalılar. Bu ayet-i kerimede Rabbimiz şöyle buyurmuştur:
Hayır! Rabbine yemin olsun ki onlar aralarında çekiştikleri şeylerde seni hakem tayin etmedikçe, sonra senin verdiğin hükümden dolayı gönüllerinde hiçbir sıkıntı duymadıkça ve tam bir teslimiyetle teslim olmadıkça iman etmiş olmazlar.”
Ayeti kerimede; Hayır! Rabbine yemin olsun ki onlar iman etmiş olmazlar ifadesiyle, mümin olduğunu iddia eden kişinin, bir işi yapmadıkça imanının tamam olmayacağı beyan buyrulmuş. Ve bundan sonra, imanın şartı olarak üç şey zikredilmiştir.
Birincisi: Aralarında çekiştikleri şeylerde seni hakem tayin etmedikçe! İmanımızın kabulünün birinci şartı budur. Aramızda çekiştiğimiz bir meselede Peygamber Efendimiz (a.s.m)’ı hakem tayin edeceğiz. Bu ifadeden anlıyoruz ki, aramızda çekiştiğimiz mesele Kur’an’da açıkça beyan edilmemiştir. Zira açıkça beyan edilseydi, aramızda bir çekişme olmazdı. O halde eğer biz mümin isek ve imanımız varsa; Kur’an’da açıkça hükmü beyan edilmeyen ve aramızda tartışma konusu olan şeylerde, kafamıza göre hükmetmeyip, Peygamber Efendimiz (a.s.m)’i hakem tayin edeceğiz. Peygamber Efendimiz (a.s.m)’i hakem tayin etmek, meseleyi Efendimizin hadislerine ve sünnetine götürmektir. Demek bir kimse, çekiştiği meseleyi Peygamberimizin sünnetine götürmüyorsa, Kur’an’ın ifadesiyle, o iman etmemiştir.
İmanın ikinci şartı, ayetin devamında beyan edilir: Sonra senin verdiğin hükümden dolayı gönüllerinde hiçbir sıkıntı duymadıkça… Demek, sadece meseleyi Peygamberimiz (a.s.m)’e götürmek yeterli değildir. Ayrıca, Efendimizin hükmünü kabul etmek gerekir. Öyle bir kabul lazımdır ki, gönülde en küçük bir sıkıntı olmayacak. Yani kişi, “Bu mesele keşke şöyle olsaydı, böyle olsaydı.” gibi düşünmeyecek. Peygamberimiz (a.s.m)’in o meseledeki hükmünü öğrenir öğrenmez, “İşittik ve itaat ettik.” diyecek. Eğer bunu diyemiyorsa, gönlünde sıkıntılar varsa, bu hâl ispat eder ki, onun imanı tamam olmamış ve kemale ermemiştir. Ayette zikredilen imanın üçüncü şartı da tam bir teslimiyetle teslim olmaktır. İşte bunları yapabiliyorsak, iman etmişiz demektir. Yok, bunları yapamıyorsak, imanımız geçerli değildir.
Kur’an bize yeter diyerek hadisleri inkâr edenler sanki bu ayet hiç nazil olmamış gibi hareket etmekte ve ümmetin kabul ettiği şefaat”, “tevessül” ve “kabir hayatı” gibi birçok meselede ihtilafa düşmektedirler. Yapmaları gereken şey ise Nisa suresi 65. ayetin emriyle amel etmek ve meseleleri Peygamberimiz (a.s.m)’e götürmektir. Ve Peygamberimizin hükmüne razı olup teslim olmaktır.
Bu kimselere “Gelin, meselelerimizi Peygamberimize, yani Onun sünnetine ve hadislerine götürelim.” denildiğinde ise: “Yok, biz Peygamberimize götürmeyiz, onu hakem kabul etmeyiz ve hadislerine itibar etmeyiz.” demektedirler. Çünkü onlarda bilmektedir ki o mesele Peygamber efendimize arz edildiğinde yalanları ortaya çıkacaktır. Kur’an bize yeter deyip Kur’an ile amel etmeyen bu kimseler “tartıştığınız meseleleri Resule götürün, onun sözlerini ve hadislerini aranızda hakem yapın ”emrine rağmen bırakın Peygamberimize götürmeyi Peygambere söz hakkı bile vermeden onun sözlerini itibarsızlaştırma gayretine soyunmaktadırlar. Dilleri ile Kur’an bize yeter derken halleriyle kendilerini yalanlamaktadırlar. Nerde kaldı Peygamberimizin hükmünü kabul etmek ve tam bir teslimiyetle teslim olmak!
Yine bunlardan bir kısmı ayetin manasını da değiştirmeye cüret etmektedir. Ayet seni hakem tayin etmedikçe demesine rağmen bu kimseler Kur’an’ı hakem tayin etmedikçe demektedir. Hâşâ sanki Allah, Kur’an’ı hakem yapın demeyi bilmiyordu da bu kimseler bunu keşfetti. Allah sözün en güzelini söyler, söylenme ihtiyacı olmayan bir şeyi söylemez. Daha iyi bir şekilde söylenebilirdi diye bir şey düşünülemez. Zira sözü söyleyen Allah’tır. Şimdi, haddini aşarak seni hakem tayin etmedikçe ayetine ısrarla Kur’an’ı hakem tayin etmedikçe diyenler hâşâ Allah’a söz söylemeyi mi öğretmektedirler?
Kur'an'da Allah, niçin "biz" diyor; "ben" demiyor?
Video Metni
Niçin Allah "ben" demiyor da "biz" diyor. Dilerseniz cevabı maddeler halinde öğrenelim:
1- "Biz" tabiri meliklerin ve sultanların tabiridir. Onlar sözlerine ya da mektuplarına başlarken "Biz ki..." diyerek başlarlar. Zira bu ifadede haşmet ve büyüklük vardır. Allah'ta, ezel ve ebedin sultanı ve padişahıdır. Elbette haşmet ve büyüklük ifade eden "Biz" tabirini "Ben" tabirine tercih etmesi azametinin şanındandır.
2- Allah, Kur'an'ın indirilmesi gibi, meleklerin de içinde bulunduğu ve onların vasıta olduğu işlerde "Biz" der ki, bununla, zatı ile birlikte o icraatta vasıta olan meleğe de işaret edilmiş olur. Mesela "Kur'an'ı biz indirdik" dediğinde "Biz" ifadesinin açılımıyla ayet şöyle anlaşılır: "Kur'an'ı ben, meleklerim vasıtasıyla habibime indirdim" Ya da "Biz gökten bir su indiriyoruz" denildiğinde, yağmur damlalarını indirmekle görevli olan meleğe de dikkat çekilmekte, melek de bu ifadeye dâhil olmaktadır. Ancak bu meleklerin tesirde hiç bir müdahaleleri yoktur. Çünkü tesir-i hakiki sahibi ancak Allah'tır.
3- Genelde yaratılışın anlatıldığı ayetlerde Allah "Ben" der. Mesela "Ben cinleri ve insanları ancak bana ibadet etsinler diye yarattım" ayetinde olduğu gibi. Ancak yaratılışın anlatıldığı bazı ayetlerde de "Biz" tabiri geçer. Bununla kastedilen ise o anda meleklerin o yaratılışa şahit olduğu ve orada bulunduğudur. Bu ifadeyle Allah kendi sözüne melekleri şahit yapmaktadır.
Mesela "Biz yeri, göğü ve içindekilerini yarattık" denildiğinde, Allah'ın bu yaratmayı tek başına yaptığı ve bunları yaratırken meleklerin hazır ve şahit olduğu anlaşılır.
Kur'an'da neden tekrarlar var?
Video Metni
Arkadaş her parlayan şey ateş değildir. Evet, tekrar bazen usanç verir. Fakat umumi değildir. Her yere, her kelama ve her kitaba şamil değildir.
Usanç verdiği zannedilen pek çok tekrarlar, söz sanatı olan belagatçe güzel kabul edilir. Ve takdir edilir.
Evet, insanın yediği yemekler; biri gıda, diğeri meyve olmak üzere iki kısımdır.
Birinci kısım yani gıda olanı tekrar ettikçe memnuniyet verir, kat kat teşekküre sebep olur.
İkinci kısım olan meyvede ise tekrar usanç, değişiklik ise lezzet verir.
• Aynen bunun gibi sözler ve kelamlar da iki kısımdır.
Bir kısmı ruhlara gıda ve fikirlere kuvvet verici hakikatlerdir ki, tekrar ettikçe, güneşin ışığı gibi, ruhlara, fikirlere hayat verir. Meyveye benzeyen kısımda ise tekrar makbul değildir. Ve beğenilmez. Buna binaen; Kur’an tamamıyla kalplere gıda ve kuvvet olduğundan, tekrarı usanç değil, lezzet verdiği gibi, Kur’an ayetlerinden öyle bir kısmı vardır ki, o kuvvetin ruhu hükmünde olup, tekrar ettikçe daha ziyade parlar, hak ve hakikat nurlarını saçar, misk gibi karıştırıldıkça kokar.
• Ayrıca tekrar zannedilen ayetlerde, hakikatte tekrar yoktur. Zira o ayetler ayrı ayrı hikmetleri, nükteleri, gayeleri ifade ettiğinden, yalnız ibarece ve lafızca birbirine benzediklerinden tekrar zannedilmiştir. Hatta Musa (a.s.)’ın kıssasında çok meziyetler ve hikmetler vardır ki, her makamda o makama münasip bir yön ile zikredilmesi, belagatin ta kendisidir. Demek hangi surede tekrar varsa, o surenin ruhuyla münasip bir cihet bizzat kastedilmiştir.
• Ayrıca Kur’an, hem bir zikir kitabı, hem bir dua kitabı, hem bir davet kitabıdır. Bu sebeple içindeki tekrar güzeldir hatta lazımdır. Zira zikrin gereği tekrar ile nurlanmak, duanın gereği ısrarla istemek, davetin gereği ise tekrar ile kuvvetlendirmek. O halde kusur zannedilen tekrar kusur olamaz.
• Bilakis böyle bir kitapta tekrar olmaması kusurdur. Çünkü zikir, dua ve davet tekrar ile güzeldir.
• Hem herkes her vakit bütün Kur’an’ı okumaya güç yetiremez fakat bir veya birkaç sureyi okumaya muvaffak olabilir. Onun için Kur’an’da ki tevhid, ahiret ibadet gibi en mühim maksatlar her bir surenin içine yerleştirilmiş böylece her bir sure bir küçük Kur’an hükmüne geçmiştir. Demek hiç kimseyi mahrum etmemek için bu maksatlar hemen her surede tekrar edilmiştir.
• Hem Kur’an tesis edicidir. Âlemi islamın temellerini ve bu dinin esaslarını içerir. Ve bu esasları beşerin toplumsal hayatına yerleştirip tesis etmeye çalışır. Öyle ise bu esasların tekrar ile zikredilmesi gerekir ta ki bu tekrar ile o hakikatler kalplerde kuvvet bulup perçinleşsin. O halde kusur zannedilen tekrar kusur değildir. Bilakis nerde tekrar var ise orada önemine binaen bir tekid var demektir.
• Hem Kur’an öyle büyük meselelerden ve ince hakikatlerden bahseder ki onu okuyup dinleyenlerin kalplerine yerleştirmek için çok defa farklı şekillerde tekrar gerekir.
Son Giriş: geçen yıl
Son Mesaj Zamanı: 3 yıl
Mesaj Sayısı: 0
Gerçek Toplam Mesaj Sayısı: 186
İkinci El Bölümü Mesajları: 0
Konularının görüntülenme sayısı: 6.090 (Bu ay: 161)
Toplam aldığı artı oy sayısı: 2 (Bu hafta: 0)
En çok mesaj yazdığı forum bölümü: Konu Dışı / Off Topic