Şimdi Ara

Marksizm-komünizm hakkında (12. sayfa)

Daha Fazla
Bu Konudaki Kullanıcılar: Daha Az
2 Misafir (1 Mobil) - 1 Masaüstü1 Mobil
5 sn
322
Cevap
0
Favori
7.966
Tıklama
Daha Fazla
İstatistik
  • Konu İstatistikleri Yükleniyor
5 oy
Öne Çıkar
Sayfa: önceki 1011121314
Sayfaya Git
Git
sonraki
Giriş
Mesaj
  • quote:

    Orijinalden alıntı: Periah

    Önce bakış açınız i değiştirmeniz öneririm. Herşey dışardan göründüğü gibi olmayabilir ...
    Dostum kapitalizmin bir sürü çıkmazı var bana göre enerjimizin %80 i israf oluyor bu israfın ortadan kalkmasıyla çalışma süreleri 2-3 saatlere düşecek herkes hemen hemen lüks denebilecek yaşam şartlarına ulaşacak. sence komünizmin çıkmazları neler? yada komünizm değilde paranın olmadığı bir sistem diyelim.
  • Zihniyete bakın hele


    quote:


    Her zamanki gibi bir forum Marksisti konuyu kirletmekle, mesaj ve laf kalabalığı yaratmakla meşgul. Böyle forumlara (hele bunun gibi sorunlu bir foruma) yazık. Buradaki mesajlar hep bit. Forumun altyapısını sömürüyor.


    Marksizme her türlü küfürü yapacaksınız,
    Hatta "Marksizm-komünizm hakkında" adlı topiği açtırdığınız adam daha ilk mesajda: iftiralara Marksizme küfüre başlayacaksınız.
    Marksizme ait olmayan düşünceler düşünceleri sanki Marksizm gibi sunacaksınız.

    Marksimin Kurucusu TKP ve türkiyede yasal yayın yapan sitelerden alıntı yaptık mı topiği kirletmiş olacağız hemi?

    Bu kadar tahammülsüzlüğe sadece Pes denir.




  • Kapitalizmin sonu

    21. yüzyılda eşitsizlik o kadar büyük ki kapitalistler kapitalizmin geleceğinden endişe duyuyor.

    2019, IMF yöneticilerinin küresel ekonomideki yavaşlamayı ve ABD-Çin arasındaki ticaret savaşını işaret ederek, kapitalizmin küresel bir krize doğru gittiği uyarılarıyla başlamıştı.

    28 Nisan-1 Mayıs tarihlerinde Los Angeles'te toplanan Milken Enstitüsü'nün yıllık küresel konferasında konuşan kapitalistler, sistemin geleceği hakkında korkularını dile getirdi.

    Süper zenginlerin yatırımlarını yöneten dünyanın en büyük şirketlerinden Bridgewater Associates'ın kurucusu milyarder Ray Dalio, Wall Street'in gazetesinde kapitalizmin sonunu tartıştı.

    ABD'nin dört büyük bankasından biri olan JP Morgan'ın başkanı Jamie Dimon, kapitalizmin reforme edilmesi gerektiğini söylüyor.

    Milyonlarca insanın yoksulluktan kurtarılmasına dair hayırsever bir düşünceye sahip değiller. Sosyalizmden de nefret ediyorlar. Kapitalizmin ayakta kalması için sistemin reforme edilmesi görüşündeler.

    Eşitsizlik

    Yapılan son araştırmalara göre ABD'deki en zengin yüzde 1'in serveti, nüfusun yüzde 40'ının serveti kadar.

    Kapitalizmin geleceğini tartışan kapitalistler bu oranın, 1920'lerdeki oran olduğunu söylüyor.

    1900'lerin başında ortaya çıkan tekeller, devasa bir serveti ellerinde toplamıştı.

    1920'lı yıllar boyunca ekonomik göstergeler normali işaret ederken, Florida'daki emlak balonu patladı.

    24 Ekim 1929 günü, yatırımcılar hisselerini satıp çıktığı için, ABD borsası çöktü. Bankalar battı. Milyonlarca insanın serveti bir günde buharlaştı. Milyonlarca kişi işini ve evini kaybetti. ABD'de kıtlık ve açlık baş gösterdi.

    1929 bunalımı, kapitalizmin tarihindeki en büyük krizdir. Dünyaya yayıldı ve 1930'lar denilen dönemin kapısı açıldı.

    1930'lar boyunca da yüzde 1'in serveti yüzde 35-40'ınkine eşit oldu. Fakat bu durumu korumak adına dünyada olağanüstü şeyler yaşandı: 1933'te Hitler'in Almanya'da iktidara gelişi, 1941'de İkinci Dünya Savaşı'nın başlaması...

    21. yüzyılda ABD kapitalizmi ve küresel sistemin gidişatını 1930'lara benzeten süper zenginler “Servetteki eşitsizlik çok aşırı, bu popülizmi besliyor” tespitini yapıyor. “Büyük bir servet açığının olduğu bir nüfusa sahipseniz ve ekonomik bir sıkıntınız varsa, neredeyse kaçınılmaz bir şekilde çatışma vardır” kabulü kolayca dile getiriliyor.

    Sınıf savaşı

    Kapitalistler korkuyor çünkü servet eşitsizliği, ABD siyasetini zorluyor.

    En zengin yüzde 1'in çıkarlarını vahşice savunan Trump'ın karşısında, en güçlü aday Demokrat Parti'nin sol kanadının lideri Bernie Sanders.

    Gelirin yeniden bölüştürüleceğini, yoksulluluğu azaltacak sosyal programları, parasız eğitim ve sağlığı savunan Demokratik Sosyalistler giderek güçleniyor.

    Jeremy Corbyn liderliğindeki İşçi Partisi'nin olası bir hükümeti de İngiltere'de aynı gündemi yaratabilir.

    Her iki gelişmenin de arkasında sınıf mücadelesi ve öfkeli kalabalıklar var.

    İşçiler ve yoksulların sola kayışı kapitalistlere, işçi devrimleriyle geçen 1920'leri hatırlatıyor. Trump yönetiminin orta sınıflardan oy alan aşırı sağcılığıyla dünyadaki ırkçı-milliyetçi hareketlere güç verişi eklenerek 1930'lar benzetmesi yapılıyor.

    Guggenheim Partners adlı dev finans şirketinin yatırımcılarından Alan Schwartz'a göre "Gelen gerçekten sınıf savaşı."

    Solda işçi sınıfının sosyal mücadelelerde belirleyici gücünü kaybettiğini, önemini yitirdiğini ya da yitireceğini iddia eden "teoriler" alıcı bulurken, patronlar, işçi sınıfını kurulu düzen için bir tehdit olarak görüyor.

    Reformlar

    Kapitalizmin reforme edilmesini savunan kapitalistler özellikle finans sektöründe yoğunlaşan bir azınlık.

    Önerdikleri ise ne sosyal bir içeriğe sahip ne de gerçek bir iyileştirmeye benziyor.

    Geçen yılki kazancı ile dünyanın en büyük Hedge Fonu'nun yöneticisi Ray Dalio'nun önerisi faizleri sıfırlamak ve yüksek borçlanmaya dayalı olarak harcamaların artırılması.

    Demokratlardan gelen bir diğer reform önerisi de "yurttaşlık maaşı." Yani devletin herkese bir miktar harcayacak para vermesi.

    İki yaklaşımın da merkezinde zor koşullarda yaşayan milyonlarca kişinin zenginlikten pay alması, biriken muazzam servetin eşit bir şekilde paylaşılması yok. Onların derdi arz-talep ilişkisinin bozulmaması.

    Servet eşitsizliğinin boyutlarından şikayetçi olan süper zenginler, herkesten kazancına göre vergi alınması ya da zengin yüzde 1'in toplumsal ihtiyaçlar için özellikle vergilendirimesine sıcak bakmıyor.

    Kasalarındaki parayı bölüşmek istemeyen azınlık, devletin giderek azalan tüketimi artırması ve ticari yavaşlamayı önlemesini istiyorlar.

    Reformdan bahseden süper zenginler yüzde 1 içinde bir azınlık. Geri kalan kapitalistler, her türden reform fikrine karşı. Mevcut düzenin olduğu gibi gitmesinden yanalar.

    Kapitalizmin yapısı

    Eşitsizlik, kapitalizmin yapısından kaynaklanıyor. Üretim araçlarının özel mülkiyeti ve miras yoluyla aktarımı sonucu çoğunluğun geliri ,kendilerini çalıştıran kapitalistin belirlediği ücretle sınırlanır.

    Temel güdüsü birikim için birikim olan kapitalizm, kapitalistler arasındaki rekabete dayanır. Rekabet sonucu bazıları batar, bazıları gittikçe büyür.

    1900'lerin başında ortaya çıkan tekellerden 21. yüzyılın devasa küresel şirketlerine: Servetin giderek daha az kişinin elinde toplanması, tekelci kapitalizmde sermayenin merkezileşmesi ve yoğunlaşması eğiliminin de bir sonucudur.

    Kapitalizme yön veren akılcılık değil, piyasanın girdapları. Diğeriyle rekabet eden her kapitalist sermayenin bir uzantısıdır. En tepedekilerin geri kalanları kurtarması beklenemez. Kapitalizm kendi kendini ıslah edemez.

    Küresel iklim felaketine rağmen, kapitalistlerin karbon emisyonlarını artırmaları bunun bir örneği.

    Burjuva demokrasisinde kapitalist sınıfın çıkarlarının garanti altına alınmış olması, bir azınlığın çoğunluk üzerindeki tahakkümü anlamına gelir ki otoriter yönetimler, aşırı sağ ve faşizm de servet eşitsizliği gibi kapitalizmin bağrında üretilir.

    Kapitalizmin reformlarla düzeltilemez. Toplumsal zenginliğin eşitçe paylaşımı, üretim araçlarının toplumsallaştırılması, üretimde ve bölüşümde işçilerin kontrolü, tam bir demokrasiyle sağlanabilir ki bu sosyalizmdir.

    Aşağıdan mücadele

    Kapitalizmin tarihi boyunca gelir eşitsizliğinin azaltılması, merkezinde işçilerin olduğu büyük sosyal mücadelelerle gündeme geldi.

    1990'ların sonu ve 2000'lerin başında Venezuela'da, Bolivya'da, Brezilya'da işbaşına gelen solcu hükümetler, kapitalizmi ortadan kaldırmadan, yukarıdan reformlarla geliri yeniden bölüştürdü. Latin Amerika'da neoliberalizme karşı büyüyen isyan ve aşağıdan gelişen sosyal mücadelelerin taleplerini hayata geçirerek muazzam işler yaptılar. Buna rağmen çarptıkları duvar tabi oldukları piyasanın girdapları ile üzerine gitmedikleri kapitalistlerin saldırılarıydı.

    Reformist sol, işçi sınıfının yaşam koşullarını iyileştirmek için mücadele etse de bunu parlamenter alanda, kapitalistlerle uzlaşarak yapar.

    Sanders ve Corbyn, eğer yönetime gelirlerse ilk karşılacakları şey kapitalistlerin saldırıları, sabotajları ve engelleme girişimleri olacak. Yüzde 1 servetini ve ayrıcalıklarını kolayca vermeye yanaşmayacak.

    Zenginlerin kazançlarına göre vergilendirilmesi, yoksulluğa karşı sosyal reform programlarının hayata geçmesi, işçilerin ve emekçilerin aşağıdan mücadeleleriyle mümkün.

    Onlar bir avuç, biz milyarlarız!

    Merkezileşmiş devlet aygıtına sırtını dayayan yüzde 1 karşısında işçiler ve emekçiler, güçlerini üretimde tuttukları yerden ve ezici bir çoğunluk olmalarından alır.

    İnsanlar bu güçlerinin farkına mücadele içinde varır. Patronların korkulu rüyası olan sınıf savaşı, büyük çoğunluğun berbat yaşam koşullarından kurtulabileceğini görmesini sağlar. Kapitalistleri sistemin sonu hakkında konuşturan, sınıf mücadelesinin geri dönüşüdür.

    Kapitalist sistemin tepeden reformlarla düzeltilemeyeceğini savunan marksistler, emekçi sınıfların yaşam koşullarının bugünden iyileştirilmesi için verilen mücadelelerin en kararlı savunucularıdır.

    Her biri gerekli ve karşılanabilir olduğu hâlde kapitalist azınlığın çıkarlarına aykırı olduğu için hükümetler tarafından uygulanmayan talepler için verilen mücadele, yeni bir dünyaya açılan kapıdır.

    Emekçi sınıflar bu mücadele içinde devrimin gerekliliği fikrine varır ki süper zenginleri korkutan bu ihtimal.

    Servet eşitsizliği ve gelirin yeniden paylaşımı üzerine kaçınılmaz olan kavganın zaferi, antikapitalist taleplerle yürütülecek aşağıdan mücadeleleri, reformları kazanmak için devrimci mücadelelerin zaferine bağlı.

    Bernie Sanders ya da Jeremy Corbyn'in solunda, aşağıdan örgütlenen devrimci partilerin varlığı, mücadelenin kitleselleşmesi, devamlılığı ve başarısının sigortasıdır.

    Volkan Akyıldırım




  • Marx'ın kullandığı kavramlar: Devrim
    @Mary Smith

    Marx’ın mezarı başında 1883’te konuşan Engels, Marx’ın her şeyden önce bir devrimci olduğunu söylemişti. Hayattaki temel gayesi, kapitalist toplumun ve onun meydana getirdiği devlet kurumlarının yıkılmasına şu veya bu şekilde katkıda bulunmak, önce kendi konumunun ve ihtiyaçlarının farkına varıp kurtuluşunun nasıl gerçekleşeceği konusunda bilinçlenmesi gereken modern proletaryanın özgürleşmesine yardımcı olmaktı.

    Gerçekte Marx “Marksist” olmadan veya hayatını işçi sınıfına adamadan önce de bir anlamda devrimciydi: Siyasal hayatına radikal bir demokrat olarak başlamıştı ve 1840’ların başında Prusya’da veya Avrupa'da radikal demokrat olmak demek, devrimci olmak demekti. Ancak Marx’tan önce devrimci harekete, 1789-94 Büyük Fransız Devrimi’nin mirasçısı olan Jakoben gelenek egemendi. Bu gelenek, devrimi çoğunlukla orta sınıftan gelen küçük grupların, yukarıdan özgürleştirilmesi gereken “halk” adına hareket eden komplocuların giriştiği bir eylem olarak görüyordu. Ama Silezyalı dokumacıların mücadelesinin, Paris’te komünist işçilerle görüşmelerinin ve Manchester’daki dostu Engels’in etkisiyle Marx’ın 1843-44’te işçi sınıfının devrimci rolünü keşfetmesi, tamamen yeni bir şekilde devrimi aşağıdan gelen kitlesel bir özgürleşme olarak tanımlamasını sağladı.

    Alman İdeolojisi kitabında (1845), sadece egemen sınıf başka türlü devrilemeyeceği için değil, aynı zamanda onu deviren işçi sınıfı da yalnızca bir devrim yoluyla çağların pisliğinden arınabileceği ve yeni bir toplum kurmaya hazır hâle gelebileceği için devrimin gerekli olduğunu yazdı.

    İşçi sınıfının içerisinde kendisini ve fikirlerini dönüştürerek “çağların pisliğinden” (ırkçılık, cinsiyetçilik, itaat, dinî hurafeler ve kinler) kurtulduğu ve böylece kendisini toplumu yönetmeye hazır hâle getirdiği kitlesel bir mücadele olarak devrim fikri, özel olarak Marksistti ve bugün de öyledir. Bu düşünce, felsefî ve siyasal anlamda büyük bir önem taşır.

    Yine 1845’te yazılmış olan Feuerbach Üzerine Tezler’de Marx şöyle yazar:

    "Koşulların değiştirilmesine ve eğitime dair materyalist öğreti, koşulların insanlar tarafından değiştirildiğini ve eğitmenin kendisinin de eğitilmesi gerektiğini unutur. Bu nedenle toplumu iki bölüme –birine toplum üstü bir konum verecek şekilde– ayırmak zorunda kalır. Koşulların değişmesi ile insan etkinliğinin veya öz değişiminin örtüşmesi ancak devrimci pratik olarak kavranıp doğru anlaşılabilir."

    Avrupa'da 1848 devrimlerinin yenilgiye uğramış olduğu 1850’de Komünist Birlik'in üyeleri olan Willich ve Schapper bir ordu kurup Almanya’yı işgal etmek için plan yaparak devrimi sunî bir şekilde yeniden canlandırmak istediklerinde Marx’ın tepkisi onların “devrimin temel unsuru olarak somut koşulları değil iradeyi” gördüklerini söylemek oldu:

    "Biz işçilere diyoruz ki: Eğer şartları değiştirmek ve kendinizi yönetmeye hazır hâle getirmek istiyorsanız, bunun için on beş, yirmi, elli yıllık iç savaşlara katlanacaksınız. Şimdi ise işçilere şu deniliyor: İktidara hemen gelmeliyiz, gelmeyeceksek bari eve gidip uyuyalım."

    Marx irade gücüyle devrim yapılamayacağında ısrarlıydı. Kasım 1850’de şöyle yazdı:

    "Burjuva toplumun üretici güçlerinin burjuva toplumu çerçevesinde mümkün olduğu kadar hızlı gelişmesine izin veren ve şimdi yürürlükte olan genel refah karşısında gerçek bir devrim asla söz konusu olamaz… Yeni bir devrim ancak yeni bir krizin sonucu olarak mümkün olacaktır, fakat bir krizin yaklaşmakta olduğu da en az bunun kadar kesindir."

    Devrimin genel tarihsel önkoşullarını 1859’da şöyle özetledi:

    "İnsanların varlığını belirleyen şey, bilinçleri değildir; tam tersine, onların bilincini belirleyen, toplumsal varlıklarıdır. Gelişmelerinin belirli bir aşamasında toplumun maddî üretici güçleri, o zamana kadar içinde hareket ettikleri mevcut üretim ilişkilerine ya da bunların hukukî ifadesinden başka bir şey olmayan mülkiyet ilişkilerine ters düşerler. Üretici güçlerin gelişmesinin biçimleri olan bu ilişkiler, onların engelleri haline gelirler. O zaman bir toplumsal devrim çağı başlar… İçerebildiği bütün üretici güçler gelişmeden önce, bir toplumsal oluşum asla yok olmaz; yeni ve daha yüksek üretim ilişkileri, bu ilişkilerin maddî varlık koşulları eski toplumun bağrında çiçek açmadan, asla gelip yerlerini almazlar."

    Ancak, Marx’ın döneminde harekette son derece yaygın olan ve Fransız devrimci Auguste Blanqui ve Rus anarşist Bakunin’de örneklerini gördüğümüz iradeci komploculuğa karşı koymak için gerekli olan, maddî önkoşullara ve nesnel şartlara yapılan vurgu, devrim bir kez patlak verdiğinde Marx’ın ona karşı edilgen veya kaderci bir yaklaşım gösterdiği anlamına gelmez. Aksine 1848 Devrimleri ve Paris Komünü deneyimi ona devrimlerin enerjik ve canlı eylemlerle korunması gereken bir ivmesi olduğunu göstermiştir.

    "Oysa ayaklanma, -savaş ya da herhangi bir başka sanat kadar- bir sanattır; savsaklanmaları, bunları savsaklayan partinin yıkımına yol açan bazı pratik kurallara bağlıdır. Böyle durumlarda göz önünde tutulmaları gereken partilerin ve koşulların özlüğünden mantıksal olarak çıkan bu kurallar öylesine açık ve öylesine yalındırlar ki, kısa 1848 deneyi bunları Almanlara adamakıllı öğretmiştir. Birincisi, eğer oyununuzun bütün sonuçlarına korkusuzca göğüs germeye iyice kararlı değilseniz, ayaklanma ile hiç oynamamak. Ayaklanma, değerleri hergün değişebilen çok belirsiz değerlerle ile yapılan bir hesaptır; düşman güçler her tür örgütlenme, disiplin ve yetke alışkanlığı üstünlüğüne sahiptirler; eğer onların karşısına daha üstün güçler çıkaramazsanız, bozguna uğradığınızın, hapı yuttuğunuzun resmidir. İkincisi, bir kez ayaklanma yoluna girdikten sonra, en büyük kararlılık ile ve saldırgan biçimde davranmak. Savunma, her türlü silahlı ayaklanmanın ölümüdür; ayaklanma, daha düşmanları ile boy ölçüşmeden yitirilir. Düşmanlarınıza, güçleri dağınık olduğu sırada, birdenbire saldırın, ne kadar küçük olursa olsun, yeni ama günlük başarılar hazırlayın; ilk başarılı ayaklanmanın size verdiği morali yükselterek sürdürün; her zaman en güvenilir yanda gitmeye çalışan sallantılı öğeleri böylece kendi yanınıza alın; devrimci siyasada bugüne kadar bilinen en büyük usta olan Danton ile birlikte: de l'audace, de l'audace, encore de l'audace (Cüret, cüret, daha fazla cüret) diyerek düşmanlarınızı güçlerini size karşı toparlayamadan, önünüzden kaçmaya zorlayın."

    Daha sonra Marx, en tutkulu destekçisi olduğu 1871 Paris Komünü’nü Fransa Merkez Bankası’nın kontrolünü ele geçirmediği, belirleyici anda Versay’daki karşıdevrimci karargâhın üzerine yürüyerek inisiyatifi ele almadığı ve Komün'ün Merkez Komitesi iktidarı seçilmiş Komün temsilcilerine çok çabuk devrettiği için eleştirdi:

    "Hemen Versay üzerine yürümeleri gerekirdi. Ellerine geçen bu fırsatı sırf vicdanî nedenlerle kaçırdılar. Sanki şu pis Thiers cücesi, Paris’i silahsızlandırma girişimi ile iç savaşı zaten başlatmamış gibi, bizimkiler iç savaşı kendileri başlatmama kaygısına düştüler. İkinci hata: Merkez Komitesi, yerini Komün’e bırakmak amacıyla, elinde olan gücü çok çabuk bıraktı. Bu da yine o 'onurlu' vicdan inceliğinden oldu!"

    Marx’a göre sosyalist devrimin büyük hedefi işçi sınıfının sosyal ve ekonomik özgürleşmesiydi:

    "Enternasyonal, bütün biçimleriyle köleliğin, her türlü toplumsal sefaletin, zihinsel çöküşün ve siyasal bağımlılığın temelinde, çalışanların, iş araçlarını, yani yaşam kaynaklarını tekelinde bulunduranların iktisadî boyunduruğu altına girmelerinin yattığını, işçi sınıfının iktisadî kurtuluşunun, bu nedenle, her siyasal hareketin, bir araç olarak, tâbi olması gereken büyük amaç olduğunu ilan eder."

    İşçi sınıfı “siyasal egemenliğini, tüm sermayeyi burjuvaziden derece derece koparıp almak için, bütün üretim araçlarını devletin, yani egemen sınıf olarak örgütlenmiş proleteryanın elinde merkezîleştirmek için” kullanmalıydı.

    Marx bunu başarmak için siyasal bir mücadele yürütülmesi gerektiğinde ısrarlıydı. Proleterya siyasal iktidarı ele geçirmeliydi ve bu da işçilerin siyasal partisinin kurulmasını gerektiriyordu:

    "İşçi sınıfı kendisini, mülk sahibi sınıfların kurduğu ve sahip olduğu tüm partilerden ayrı ve onlara karşı olan, siyasal bir parti olarak örgütlemedikçe, mülk sahibi sınıfların kolektif iktidarına karşı bir sınıf olarak mücadele edemez. İşçi sınıfının kendisini siyasal bir parti olarak örgütlemesi sosyal devrimin başarısını ve nihaî amacını –sınıfların ortadan kaldırılmasını– güvenceye almak için zaruridir."

    Peki, işçi sınıfının siyasal iktidarı ele geçirmesi tam olarak ne anlama geliyor? Sosyal demokratların ve reformistlerin yüz yıldan uzun süredir düşündüğü gibi yalnızca seçimleri kazanıp hükümet olmaktan mı ibaret? Yoksa ayaklanma yoluyla devleti ele geçirmek anlamına mı geliyor? Bu sorular gündeme kapitalist devletin doğası sorununu getiriyor. Marx’ın bu konudaki düşünceleri önemli bir gelişim göstermiştir; bu gelişim onun devrim kuramının can alıcı bir bölümünü oluşturur.

    Marx en başından beri, devlet hakkında egemen söyleme, yani devletin sınıfların ve onların çatışan mücadelelerinin üzerinde yer alan tarafsız bir yapı olduğu ve bir bütün olarak toplumun çıkarlarını temsil ettiği düşüncesine karşı çıktı. Erken dönem eserlerinden olan Hegel’in Hukuk Felsefesinin Eleştirisi’nde devleti hiyerarşik, bürokratik bir yapısı olan ve asalak bir şekilde gelişen, nüfusun geniş kesimlerini kontrol ederken çoğunluğun çıkarlarına karşı çıkan bir yapı olarak görüp eleştirdi. Komünist Manifesto’da şöyle yazıyordu:

    "Burjuvazi, en sonunda, modern sanayinin ve dünya pazarının kurulmasından bu yana, modern temsilî devlette siyasal egemenliği tamamıyla ele geçirdi. Modern devlette yürütme, tüm burjuvazinin ortak işlerini yöneten bir komiteden başka bir şey değildir."

    Yine Komünist Manifesto’da “işçi sınıfı devriminde ilk adım, proleteryayı egemen sınıf durumuna getirmektir” diye belirtir. Ancak bu aşamada henüz Marx bu genel ifadelerin pratikte ne anlama geldiğini tam olarak açıklayamamaktadır. 1848 Devrimleri’nin ardından, 1852 yılında “sınıf mücadelesinin zorunlu olarak proleterya diktatörlüğüne varacağını” yazdı. Ancak bunun kurumsal anlamda ne demek olduğu hâlâ belli değildi.

    Marx’ın bunu netleştirmesini sağlayan –her ne kadar tek bir şehirde gerçekleşse ve yalnızca 74 gün sürse de– işçi iktidarının ilk tarihsel örneği olan Paris Komünü deneyimi oldu. Paris Komünü her şeyden önce “işçi sınıfının hazır devlet mekanizmasına hemen el koyup onu kendi amaçları için kullanamayacağını” göstermiş oldu. Komün tarafından planlanan veya uygulanan önlemler bir işçi iktidarının neye benzeyeceği konusunda daha somut bir fikir veriyordu. Burada Fransa’da İç Savaş’tan uzunca bir alıntı yapmak gerekiyor:

    "Paris’in dayanabilmesinin tek nedeni kuşatma dolayısıyla orduyu dağıtarak yerine çoğunluğunu emekçilerin teşkil ettiği bir Millî Muhafız Birliği’ni koymuş olmasıdır. Bu olgu şimdi bir kurum haline getirilecekti. Bundan dolayı Komün’ün ilk kararı, devamlı ordunun kaldırılması ve yerine silahlı halkın konması oldu.

    Komün, şehrin çeşitli bölgelerinde genel oy hakkı ile seçilen, sorumlu ve azli kısa bir devrede mümkün belediye meclisi üyelerinden oluşuyordu. Üyelerinin çoğu doğal olarak emekçiler veya işçi sınıfının tanınmış temsilcileriydiler. Komün, parlamenter bir kuruluş değil, hem yürütme hem de yasama görevi olarak çalışan bir kuruluş olacaktı. Polis, Merkezî Hükümetin bir aracı olmaya devam edeceği yerde, elinden siyasî nitelikleri alınarak, Komün’ün sorumlu ve her an azli mümkün bir aracı haline getirildi. İdarenin diğer dallarındaki memurlara da aynı şey uygulandı. Komün üyelerinden başlayarak aşağıya doğru kamu hizmetleri, emekçi ücretleri seviyesinde ücretlerle yapılacaktı. Devletin yüksek rütbeli memurları, kazanılmış hakları ve temsilcilik ödenekleri ile beraber ortadan kaldırıldılar. Kamu işlevleri, Merkezî Hükümetin aletlerinin özel mülkiyeti olmaktan çıktılar. Belediye idaresi ile beraber şimdiye dek devlete ait olan bütün meşru haklar Komün’ün ellerine teslim edildi.

    Eski hükümetin maddî güç unsurları olan devamlı ordu ile polisi kaldırdıktan sonra Komün, mülk sahibi kurumlar olarak kiliselerin dağıtılması ve vakıflarının geri alınması işine girişti. Bu şekilde “rahip gücünü”, yani manevî baskı gücünü kırmış oluyordu. Rahipler, önceleri Havarilerin yaptığı gibi müminlerin sadakalarıyla geçinmek üzere özel hayatın derinliklerine gömüldüler. Eğitim kurumlarının tümü, kilise ve devlet müdahalesinden temizlenmiş olarak halka parasız açıldı. Bu şekilde herkes için eğitim olanağı sağlanmış olmakla kalmadı; aynı zamanda bilimin kendisi de sınıfsal önyargıların ve devlet gücünün üzerine yüklediği zincirlerden kurtulmuş oldu.

    Adlî memurlar, birbirini izleyen hükümetlere (ki onlar, bu hükümetlere defalarca bağlılık yeminleri edip bozmuşlardır) miskince bağlılıklarını örtmekten başka işe yaramayan sahte bağımsızlıklarını kaybediyorlardı. Diğer kamu görevlileri gibi, sulh yargıçları ve yargıçlar seçimle göreve gelecek, sorumlu sayılacak ve azilleri mümkün olacaktı."

    Bu olağanüstü metin, bugüne kadar geçerliliğini koruyan Marksist devrimci hükümet görüşünün temelini teşkil ediyor. Özellikle üç ilke öne çıkıyor: Tüm temsilcilerin geri çağrılabilir olması, ortalama bir işçi ücreti almaları, kilise ve devletin ayrılması.




  • Venezuela krizi sosyalizmin işe yaramadığını mı gösteriyor?

    Venezuela krizle boğuşurken, sağcılar bunun sosyalizmin işe yaramadığını gösterdiğini söyleyerek seviniyorlar. İngiltere’de yayımlanan Sosyalist İşçi (Socialist Worker) gazetesinden Alistair Farrow ise çökenin sosyalizm değil, sosyalizmin yukarıdan kurulabileceği düşüncesi olduğunu öne sürüyor.

    Hem İngiltere’de hem de uluslararası olarak sağ, Venezuela’daki ekonomik ve sosyal krizi, kapitalizme herhangi bir ekonomik alternatif olamayacağının ispatı olarak gösteriyor.

    Kaos inkâr edilemeyecek boyutta. Hiperenflasyona yakalanan ekonomi serbest düşüşte. IMF, enflasyonun bu yıl yüzde bir milyonu göreceğini tahmin ediyor.

    Bu, 2014’te petrol fiyatlarındaki ani düşüşün yarattığı uzun süreli ekonomik sorunların arkasından geldi. Ayrıca hepsi birlikte 2008 küresel ekonomik krizinin etkilerinin üstüne eklendiler.

    Ve faturayı sıradan insanlar ödüyor. Temel gıdalar ve ilaçlar ya sarsıcı ölçüde pahalı ya da tamamen yok.

    Hükümeti saran krize rağmen, hiç kimse onun etrafındaki sağcı akbabaların zararlı doğasını azımsamamalı.

    Onlar, takvimi Hugo Chavez’in iktidara geldiği 1999’dan önceki döneme döndürmek istiyorlar. İktidarlarına ve refahlarına yönelik her meydan okumaya acı bir şekilde sinirleniyorlar.

    Neredeyse yirmi yıldır sol iktidarların altını oymaya ve bir darbenin koşullarını hazırlamaya çabalıyorlar.

    Uluslararası ekonomik yaptırımlar Venezuela’yı ABD’nin çizgisini izlemediği için hedef alıyor.

    Venezuela’nın ABD’nin finansal sistemiyle etkileşime girme izni yok; bu da 45 milyar poundluk devlet borcunun yeniden yapılandırılamaması anlamına geliyor.

    Ve ABD Başkanı Donald Trump, Venezuela petrolünün ithalatını yasaklama ihtimalini gündeme getirdi.

    Sağcılar ikiyüzlü bir şekilde, Nicolas Maduro’nun rejiminin uyguladığı şiddeti, tüm sol hükümetlerin muhaliflerine yönelik izlediği totaliter baskıların kanıtı olarak gösteriyor.

    Bu, sağın vahşetini tamamen gözardı etmek demek.

    Sağın iktidarı almasına bir kez daha izin verilirse, ölümcül bir şiddet dalgası başlayacak.

    Meydan okuma

    Sağın iddialarına rağmen, Venezuela krizi, sosyalizmin zayıf noktalarının ispatı değil.

    Zenginlere karşı bir meydan okuma olduğunda, onların ekonominin ve toplumun kritik noktalarını kontrol etmeye devam etmelerine izin verildiğinde neler olacağının göstergesi.

    Chavez’in ve 2013’ten beri Maduro’nun politikaları, sosyalizmin tepeden, devlet eliyle kurulabileceği yönündeki fikri merkezine alıyor.

    1999’dan bugüne geçen dönemde, Venezuela sürecinde bir gerilim ortaya çıktı.

    Tepeden uygulanan resmi politikalar, bazen işçilerin ve yoksulların çıkarlarını, bazen patronları savundu.

    Ancan en olumlu adımlar, kitleler kendileri sahneye çıkıp kontrolü ellerine almaya çalıştıklarında atıldı.

    2002’de ordunun bazı bölümleri, egemen sınıfın zorlamasıyla, başkanlık sarayını ele geçirip Chavez’i tutukladılar.

    O, yalnızca yüz binlerce sıradan insan sokağa çıkıp darbecilerin güvenini sarstığı ve onları darbeden vazgeçmeye zorladığı için kurtuldu.

    2002 yılının sonraki döneminde, Venezuelalı patronlar ekonominin geniş sektörlerini durdurarak Chavez’I bir kez daha indirmeye çalıştılar.

    Bir kez daha işçiler belirleyici oldu; petrol üretimini tekrar başlattılar, ulaşımın ve gıda dağıtımının devam etmesini sağladılar.

    İki yıl sonra Chavez’in zengin düşmanları bu kez bir “geri çağırma referandumu” ile onu göndermeye çalıştılar. Bir kez daha kitleler organize oldu ve sağı mağlup ettiler.

    Bu süreçte hükümet çoğunluğun çıkarlarına geniş kapsamlı değişiklikler yapmaya çalıştı.

    Ancak işçilerin örgütlenebilme yeteneğinin alevlenmesinin üzerine bir şey inşa etmek yerine, Chavez ve Maduro tepeden kontrolü devam ettirmeye çalıştı.

    Petrol fiyatları yüksekken, kapitalist elitlere meydan okumadan reformları hayata geçirmek mümkündü.

    1999 ile 2011 arasında, tüm ekonomik aktiviteler içerisinde özel sektörün payı %65’ten %71’e yükseldi.

    Petrol fiyatları düştüğünde ise karşı karşıya gelmeden reform yapmak imkansız hâle geldi. Sağcılara ve onların sistemine karşı bir saldırı gerçekleştirilmediğinde, kaos kaçınılmazdı.

    Ülkenin tüm ihracatının %95’ini petrol oluşturuyor. Yani Venezuela, özellikle petrol fiyatlarındaki dalgalanma durumlarında savunmasız.

    Hem Chavez’in hem de Maduro’nun ekonomiyi çeşitlendirmedeki başarısızlıkları şimdi hissedilir oldu. Ancak Venezuela krizinin temeli bu değil.

    2018 Mayıs’ındaki bir röportajında, İşçi Partisi’nin gölge kabinesinden John McDonnell, Maduro hükümetinin 2013’te Chavez öldükten sonra yanlış bir yola saptığını iddia etti.

    McDonnell aynı zamanda 2018’in başında İsviçre’deki Dünya Ekonomik Forumu’na katıldı ve burada da Maduro hükümeti hakkında konuştu. Devletin bağımsız bir refah fonu kurarak petrolden gelen parayı ekonominin diğer sektörlerine yönlendirmesi gerektiğini iddia etti. Ancak Maduro’nun başarısızlığının bütün hükümet stratejisinden değil de bir ya da iki karardan kaynaklandığını düşünüyorsa, bu doğru değil.

    Sosyalizm yukarıdan kurulamaz, aşağıdan gelmek zorundadır.

    Ancak hükümet, halkın en fakir kesiminden giderek bir düşman yarattı.

    Hükümetin kendisini nasıl işçilere karşı konumlandırdığının çarpıcı bir örneği, Maduro’nun iktidardaki partisi PSUV ile işçiler arasındaki bağlantıda görülebilir.

    Oyuk

    PSUV yıllardır işçilerle patronlar arasındaki toplu sözleşme anlaşmalarının yenilenmesini reddediyor, böylelikle koşullardaki ve ücretlerdeki değişiklikler hukuk yoluyla yapılıyor. Bu, birçok sektörde sendika yapılanmalarının altının oyulmasına yol açtı.

    Maduro, bu sayede işçilerin, haklarının korunması için devlete bakacaklarını umuyor.

    Bu strateji hızla çözülüyor. Ekonomik krize yanıt olarak Maduro faturayı onlara ödetmek için işçilere bir saldırı dalgası başlattı.

    Asgari ücrete zam kılıfı altında, zenginlerin kızgınlığını yatıştırmak için sıradan Venezuelalılara karşı bir dizi ekonomik saldırı gerçekleştiriyor.

    Bu değişikliklerin, “neoliberal kapitalizmin ahlaksız savaşını parçalayacağını ve onun yerine erdemli, dengeli, sürdürülebilir, sağlıklı ve üretken bir ekonomik sistemi geçireceğini” iddia ediyor.

    Saldırılar hiçbir şekilde böyle bir şey yapmayacak.

    Milyonlarca Venezuelalının destek aldığı petrol sübvansiyonları kaldırıldı, bu da yeni asgari ücreti daha da değersizleştirdi.

    Daha önce benzer önlemleri uygulama girişimlerine başkent Caracas’ta isyanlarla karşılık verilmişti.

    Maduro’nun planında KDV oranlarını %12’den %16’ya çıkarmak da yer alıyor. KDV, doğru orantılı bir vergi, yani zenginler tarafından da yoksullar tarafından da aynı oranda ödeniyor. Dolayısıyla bundaki artış en çok yoksulları vuracak.

    Bütün bunların üzerine, Maduro yeni bağımsız para birimi bolivarın değerini petro adı verilen, petrol fiyatına bağlı hayali bir kura sabitledi.

    Yeni asgari ücretin bedeli aylık 23 pounda (ç.n. – 184 TL) denk. Daha önce aylık 1 poundun (ç.n. – yaklaşık 8 TL) altındaydı.

    Yeni ücretin dahi, bakkaliye ve fatura masrafları gibi temel ihtiyaçların ancak yarısını karşılayabileceği tahmin ediliyor.

    Hükümet bu kötü teklif için dahi arabuluculuk etmek zorunda kaldı. Değişiklikten sonraki ilk 90 gün patronların adına işçilerin maaşını ödeyeceğini açıkladı.

    Patronlar için bu dahi yeterli gelmedi. Şimdiden, ücret artışlarının onları iflas ettireceğini ve işlerini kapatmak zorunda kalacaklarını söyleyerek yakınmaya başladılar.

    Bu ayın başında Maduro yeni bir para birimini hayata geçirdi. Bu, “emperyalist güçlerin” açtığını söylediği “ekonomik savaş” karşısında yalnızca geçici bir rahatlama yaratacak gibi.

    Venezuela sağı, fırsatı görerek, genel grev çağrısı yaptı.

    Çok sayıda dükkan ve işyeri kapandı, ancak mevcut kaosun ne ölçüde grev yüzünden ne ölçüde para birimi değişikliğinden kaynaklandığını ölçmek güç.

    Sağcılar, ABD dış politika idaresi ile birlikte neşe içinde ellerini ovuşturuyor.

    Bu krizi, Latin Amerika’da 1990’ların sonlarıyla 2000’lerin başlarında oluşan sol hükümetler zincirindeki en kritik halkayı sökmek için bir fırsat olarak görüyorlar.

    Bu sol hükümetlerin birçoğu ekonomik yaptırımların ağırlığı altında ezildi, sonuçta ya politikalarını değiştirmek durumunda kaldılar ya da yerlerine yeni sağcı hükümetler geldi.

    Venezuela’dan öğrendiğimiz ders şu ki, sol hükümetler, geri adım atmaları için kapitalist sınıf tarafından muazzam bir basınç altına alınıyorlar. Sosyalist bir hükümet daha da büyük bir baskıyla karşılaşacak.

    Çıkaracağımız sonuç ise bu basıncı püskürtmek için aşağıdan bir hareket inşa etmek ve sınırların ötesindeki uluslararası işçi sınıfının dayanışma gösterme gücüne yaslanmak.




  • Troçki: Karanlıkta parlayan yıldız

    20 Ağustos 1940’ta Meksika Coyocan’da Stalin’in ajanı Roman Mercader Troçki’yi kafasına vurduğu bir buz kıracağıyla ağır biçimde yaraladı. Saldırıdan bir gün sonra Troçki yaşamını kaybetti. Bu cinayet Stalin’in Rus devriminin liderliğini yapmış Bolşeviklere yönelik cinayetlerinin son halkası ve kuşkusuz en etkili olanıydı. Bu cinayet aynı zamanda 1917 Ekim’inde başlayan sonrasında 1918‘de Alman devrimi ve Avusturya ve Macaristan devrimlerinin yenilgisiyle sonuçlanan dünya devriminin yenilgiye uğramasının bir sonucuydu.

    Avrupa’da emperyalist devletlerarasındaki rekabet, işçi sınıfının birbirine boğazlatıldığı kanlı bir savaşla sonuçlandı. Avrupa’nın en büyük sosyal demokrat partisi liderliği kendi devletini destekledi. Sosyal demokrat partilerin ihaneti savaş kredilerini desteklemekten ibaret değildi. Almanya’da 1918’de patlak veren devrimde işçi ve asker konseyleri kuruldu. Alman Sosyal Demokrat Partisi işçi sınıfını iktidara taşımak yerine, tüm enerjisini devrimi ezmek için harcadı. Alman Devrimi’nin önderleri Rosa Lüksemburg ve Karl Liebnecht dönemin hükümet yetkilisi sosyal demokrat Noske’nin göz yumması sonucu Freikorps tarafından katledi.

    Devrimin kaderi

    Lenin, Alman devriminin başarısız olması durumunda Rus devriminin kaybedeceğini söylemişti. Alman devriminin yenilgisi Rusya’da iktidarı ele geçiren işçi sınıfının izolasyonuna yol açtı. Rusya’da devrimden sonraki iç savaşta 6 milyon insan yaşamını kaybetti. Bunların 4 milyonu Kızılordu saflarındaydı. İşçi sınıfının en parlak en kararlı unsurları ve partililer cephede ölenlerdi. İç savaş nedeniyle sanayi yok olma noktasına geldi. Şehirler açlıktan kırıldı. Savaşın sonunda karşı devrimci güçler yenilgiye uğramıştı ama devrimin asli unsuru olan işçi sınıfı yok olmuştu. İşçi sınıfının atomize olduğu koşullarda Bolşevikler iktidarı kendi bünyesinde merkezileştirmek durumda kaldılar. On binlerce parti üyesi işçi devleti memuru haline geldi. Şehirlerdeki gıda arzını artırmak amacıyla devreye sokulan yeni ekonomik politika (NEP) işçi sınıfının gücünün mülk sahiplerinin lehine azalmasına yol açtı. Bürokrasi hem devlette hem de partide güçlendi. Partinin güç kazanması sonucunda bir sürü kariyerist işe yaramaz insan partiye doluştu. Lenin de yaşamının son evresinde bürokrasinin güçlenişine ve devletteki yozlaşmaya dikkat çekmiş, son mücadelesini bürokrasiye karşı vermişti.

    Lenin, “Bizim şu andaki devletimiz bürokratik bozuklukları olan bir işçi devletidir. Devletimiz öyledir ki, tamamen örgütlü proletarya kendisini ona karşı korumalıdır; eğer işçilerin devletimizi korumalarını bekliyorsak, işçi örgütlenmelerinden, işçilerin kendilerini kendi devletlerine karşı korumaları için yararlanmalıyız…” sözleri,1920’ler sonrasının işçi sınıfının kendisini ondan koruması gereken bir devletin varlığının en önemli kanıtıdır.

    İşçi sınıfının iktidardan uzaklaşmasına yol açan süreç Stalin’in yükselişine yol açtı. Bir süre sonra toplumda ayrıcalıklı bir sınıf olarak kendini örgütleyen bürokrasi işçi iktidarının temellerini yıktı.

    Ekim’in savunusu ve devrimci Marksist gelenek

    Lenin ve arkadaşları, Birinci Dünya Savaşı’nda İkinci Enternasyonal’in ihaneti karşısında yeni bir Enternasyonal örgütlenme kurdular. Reformizme karşı Marksizmin devrimci özünü savundular. Lenin’nden sonra Troçki, Stalinizmin III. Enternasyonal aracılığıyla tüm dünyada Marksist geleneği tahrif eetmesine karşı mücadele verdi. Troçki, Rusya’dan sürgününe ve devrimcilerin imha edilmesine kadar devrimin uluslararası alanda yayılması ve işçi sınıfının iktidara kavuşması için çabaladı.

    Faşizmin önlenebilir yükselişi ve birleşik cephe

    Kuşkusuz Troçki’nin Marksizme yaptığı en önemli katkı faşist hareketin niteliğine ve faşizme karşı mücadele biçimine ilişkin teorisi oldu. Troçki’nin sürgün yıllarında Almanya’da giderek yükselen faşist hareketin işçi sınıfı için büyük tehlike olduğuna dikkat çekti. 1929 yılında ABD’de patlak veren Büyük Bunalım etkisiyle işsizlik ve iflaslar dünya ölçeğinde krizi derinleştirdi. 1920’lerde ortaya çıkan Hitler 1923 Alman devriminin yenilgisinin ardından krize yanıt vererek seçimlerde kitlesel oy alan bir güç olmaya başladı.

    Troçki, umutsuz küçük burjuvaların, işsizlerin, lümpenlerin peşine takıldığı bu kitle hareketini başka bir kitlesel güç olan işçi sınıfının durdurabileceğini söyledi. İşçi sınıfı iki örgüte bölünmüştü. Ancak sosyal demokrat parti ve komünist partisinin hem örgütsel gücü hem de aldığı oylar Nazi hareketini ezmeye yeterdi. Troçki, Komünist Partisi’nin sosyal demokrat işçilerlerle, yükselen faşizme karşı birleşik cephe kurması için ısrarlı bir mücadele sürdürdü. Ancak 1928’den itibaren Komintern, "üçüncü dönem" politikalarını savunmaya başlamıştı. Ve bu politikaya göre Sosyal Demokratlar “sosyal faşist”ti. Daha da vahimi Stalinizme yaslanan Komünist Partisi faşizm ile burjuva demokrasisi arasında bir fark görmüyordu. Werner Hirsch adlı bir yazar “Sınıf içeriği bakımından demokrasiyle faşizm arasında hiç bir fark yoktur.” diyordu. Hatta Hitler’in iktidara geldikten sonra doğal yollardan (yıpranarak) iktidardan uzaklaşacağını anlatıyorlardı. Komünist Parti lideri Thaelmann “Hitler’in öneminin oportünist bir biçimde abartıldığını” söylüyordu.

    İşçi sınıfı yıllarca süren mücadele içinde burjuva demokrasisini kullanarak, bazen de ona karşı mücadele ederek kendi demokrasisini inşa edebildi. Sendikalar, siyasi partiler, dernekler, kooperatifler vb. işçi sınıfının demokratik mevzi kazanımlarıdır. Kuşkusuz işçi sınıfı kapitalizmin sınırları içinde iktidarı ele geçiremez. Bunun için devrim yapması gerekir. Ancak burjuva toplumu içinde demokratik mevziler elde etmek devrime giden yolda bir zorunluluktur. Tam da bu noktada Troçki faşizme karşı mücadelenin kalkış noktasının demokratik devlet soyutlamasının değil, içinde işçi sınıfının bütün geçmiş deneyimlerinin yoğunlaştığı ve onu geleceğe taşıyacak olan işçi sınıfı örgütleri olduğunu söyler.

    Ne yazık ki işçi hareketi içinde hegemonya kuran sağcı ve yanlış fikirler işçi sınıfının yükselen Nazi tehdidi karşısında savunmasız kalmasına yol açtı. Hitler iktidara geldi. Parlamentonun da işçi sınıfı örgütlerinin de kökünü kazıdı.

    Troçki’nin mücadelesi hem parlamenterist sığlığa hem de sekter eğilimlere karşı işçi sınıfının aşağıdan yukarı mücadelesinin ve bu mücadele içinde açığa çıkacak öz örgütlenmeleri vasıtasıyla kapitalizmi devirmesinin mümkün ve zorunlu olduğunu savunan klasik Marksist geleneğin en önemli halkasıdır. Bugün de işçi sınıfının eylemini ve birleşik mücadelesinin önündeki engellerin aşılmasını savunmak için en çok borçlu olduğumuz devrimcilerin başında Troçki gelmektedir.

    Çağla Oflas

    (Sosyalist İşçi)




  • İktidar Gerçeklerin Tersini Söylemeyi Alışkanlık Haline Getirdi!

    Dünya Çiftçiler Günü vesilesiyle 81 ilden AKP’lilerin çağrıldığı Külliyede güya çiftçilere seslenen AKP Genel Başkanı ve Cumhur Başkanı R. Tayyip Erdoğan, tarımda yaşanan yapısal sorunlara ilişkin tek bir laf etmeden “her şeyin çok güzel olduğunu” iddia ederek, muhalefeti eleştirdi. 15 temmuz darbe girişimine karşı çiftçilerin kahramanlığını anlattı. Bu güne kadar olduğu gibi, tarımda yepyeni şeyler yapılacakmış gibi, Gıda Tarım ve Hayvancılık Bakanlığı bünyesinde yapılacak içi boş vaatleri sıraladı.
    AKP’nin iktidar olduğu 2002 yılından buyana tarım toprakları inşaat, enerji,maden ve yol yapımları nedeniyle%12, çiftçi sayısı da%38 azalmışken tarımsal hasılada Avrupa birincisi olduğumuzu söylemek gerçekleri ters yüz ederek halkı aldatmak demektir.
    Yıllardır tarım ve hayvancılıkta kendi kendine yeten hatta ürün, et ve canlı hayvan ihraç eden bir ülkeyken, bu gün buğdaydan samana, patatesten soğana pek çok ürünle canlı hayvan ve et ithal eden bir ülke durumuna gelmişken , bu gün hayvancılık ve gıda sanayinde çağ atladığımızı iddia etmek gerçekleri alt üst ederek halkı aldatmaktır.
    Son 10 yılda, enflasyon %145; çiftçi borçları %830 artarken; %90’ı borçlu olan çiftçilerin borcu 100 milyara dayanmışken; bankalar futbol kulüplerinin borçlarını yapılandırıp borçlu çiftçilere haciz uygularken bugün çiftçilere ucuz ve uzun vadeli krediler verileceğini söylemek gerçekleri ters yüz ederek halkı aldatmak demektir.
    Toprak koruma ve arazi kullanım yasasıyla, miras hukukunda yapılan değişikliklerle küçük çiftçiliğin bitirilip büyük şirket tarımının önü açılmak istenirken , bu yasayla tarım topraklarının korunduğunu ve verimliliğin arttığını soylemek gerçekleri alt üst ederek halkı aldatmak demektir.
    Toprak toplulaştırma yasasıyla toplulaştırmanin DSI’ye devredilmesi, çiftçilerin rızası dışında toplulastirilmalarin yapıldığı,DSI’ye çiftçilerin kullandığı suyun özelleştirilmesi yetkisi verilmişken tarım arazilerinin büyütülerek verimliliğin artırıldığını söylemek gerçekleri alt üst ederek halkı aldatmaktır.
    Çiftçilere yapılması gereken tarımsal desteğin, milli gelirin en az %1’i kadar olması gerektiği halde, ancak bunun yarısı kadar destekleme verilirken, bu gün en büyük desteklemenin yapıldığını, mazot desteği ve havza bazlı destekle çiftçinin girdilerinin ucuzlatıldığını söylemek gerçekleri ters yüz edip halkı aldatmaktır.
    Bütün bunların dışında tarımın aynı savunma sanayi kadar önemli olduğunu, güçlü Türkiye’nin güçlü tarımdan geçtiğini, ülkelerin yükselişinin de ,çöküşünün de tarımla başladığını ve şu anda güçlü bir tarım ve güçlü bir Türkiye’nin var olduğunu söylemek ise, milletin aklıyla ve algısıyla alay etmek demektir.Yalanla gerçekleri değiştiremezsiniz, lafla peynir gemisi yürümez. Tarımın yapısal sorunlarına üreticilerin ve tüketicilerin çıkarına kalıcı çözümler ortaya koymadan ne çiftçimiz ne de ülkemiz kalkınabilir.

    Tarım Çalışma grubu




  • quote:

    Orijinalden alıntı: Communist

    Dostum kapitalizmin bir sürü çıkmazı var bana göre enerjimizin %80 i israf oluyor bu israfın ortadan kalkmasıyla çalışma süreleri 2-3 saatlere düşecek herkes hemen hemen lüks denebilecek yaşam şartlarına ulaşacak. sence komünizmin çıkmazları neler? yada komünizm değilde paranın olmadığı bir sistem diyelim.

    Alıntıları Göster
    Bu adamların hiç birine cevap vermeyin tahrik ederek banlatmaya çalışıyorlar.
  • quote:

    Orijinalden alıntı: Hobar

    Bu mesaj silindi.
    hep kübayı örnek veriyorsun gelişmemiş bir ülke olduğu halde kübada cinayet oranları dünya ortalamasının altında

    Marksizm-komünizm hakkında


    suç oranlarının düşmesi için paranın insan hayatı karşısında değerinin düşmesi lazım paranın değerini düşürmek için 2 seçeneğin var ya zengin bir ülke olup fakir ülkeleri sömürürsün yada yavaş yavaş kendini komünizme alıştırıp bir an önce bu yanlıştan kurtulursun. 2. seçenek hem insancıl hemde baki olanıdır.



    < Bu mesaj bu kişi tarafından değiştirildi Communist -- 22 Mayıs 2019; 1:48:32 >




  • Communist kullanıcısına yanıt
    İyi de alıp verecek bir şey yok ki ortada. Ne için öldürecek bir birini? Kendi sefil, yanındaki de sefil. Hırsızlık yok diyorlar. Neyi çalacak adam? Turist olarak gidenlerin özellikle elektronik eşyalarına ne yaptıklarını biliyoruz.

    Gerçekten olmayacak şeyin hayalini kuruyorsunuz. Bu kadar mala, teknolojiye, lükse ihtiyacımız yok. Sade yaşayalım. Fakir falan geçinip gideriz deseniz bir şey demeyeceğim ama günde 2 saat çalışacağız, lüks ve refah gelecek dediğin zaman gülerim kusura bakma
  • Communist kullanıcısına yanıt
    Arkadaşım tatlı dille uyardım seni. Sen Marksist olmadığını kabul etmiş adamsın.
    Bırak marksizmin savunusunu marksistler yapsın.
    Git Ateistmisin deistmisin nesin.
    Her ne isen eforunu oralarda sarfet.
  • Marksist Öğreti
    “Marksizm, Marx’ın görüş ve öğretilerinin sistemidir”

    Marksizm, klasik Alman felsefesi, klasik İngiliz ekonomi politiği ve Fransız devrimci öğretileriyle iç içe geçmiş Fransız sosyalizmi üzerinde yükselecektir


    Marx ve Engels’in birlikte kaleme aldıkları Komünist Manifesto’yu hatırla-yalım; oldukça kısa bir metindir. Sonradan ünü bütün dünyaya yayılan ve çeşitli dillerde kitap olarak basılan bu metin, bütün dünya işçilerini ve ezilen halkları komünizm bayrağı altına çağırır. Manifesto, yalınlığı ve her bir işçi tarafından rahatlıkla anlaşılabilir olması bakımından eşsizdir. Kapitalizmin temel çelişkisini gösteren ve yıkılmasının kaçınılmaz olduğunu kanıtlayan bu eser, yalın olduğu kadar muazzam bir derinliği de sahiptir.

    Şimdi şunu söyleyebiliriz; Lenin’in 1918’de yazdığı Marksist öğretinin bu özet hali (Marksizmin Özeti ve Marx’ın Kısa Biyografisi), Komünist Manifesto’daki yalınlığı ve derinliğini kendine esas almıştır. Lenin’in bu kısacık kitabından bir cümle çekseniz, bütün denge sarsılacak gibidir! Aynı şekilde fazladan bir cümle ekleseniz kristalleşmiş özet bozulacak gibi durur. Bu nedenle Marks’ı ve Marksizmi en özet haliyle öğrenmek isteyenler (daha doğrusu Marksizm deryasına ilk kulacı özgüvenle atarak dalmak isteyenler) için Marksist Öğreti eşi bulunmaz kaynaktır.

    LENİN MARX’I NEDEN YAZDI?

    Kitabın ilk bölümünde Karl Marx’ın kısa bir biyografisi yer alıyor. Engels ile birlikte geliştirdikleri ve adına Marksizm denen bilimi insanlığa armağan eden bu deha adamın üniversite yılları da oldukça ilginç;

    Hukuk okuyan genç Marx, profesör olmak için Bonn’a taşınır. Ne var ki Bonn Üniversitesi, önce Feuerbach’ı sonra da Bauer’i ateşli fikirlerinden dolayı kürsülerden men edecektir. Akademik alanda istediği çalışmaları yapamayacağını gören Marx, kariyeri bir kenara bırakarak üniversiteden ayrılır. Reinische Zeitung adlı muhalif bir gazetede yazmaya başlar ama sansür, kapatma ve sürgün gecikmeyecektir.

    Marx’ın bundan sonraki yılları sürgünler ve yoksulluk içinde geçecektir. Ama O, karanlıkta kalmış insanlığa ışığı bulup getirmekte kararlıdır; ailesinin yoksulluktan kırılması, çocuklarının hastalıktan ölmesi ve kendi sağlığını tehlikeye atmak pahasına bunu yapacaktır. Lenin’in, kitapta Marx’ın otobiyografisine yer vermesi bu nedenledir. Çünkü Marx, sadece yazıtları ve yapıtlarıyla değil yaşamıyla da çağdaş bir Prometheus’dur!

    Şimdi dilerseniz; “Marsist Öğreti”de Lenin’le birlikte kısa bir gezinti yapalım;

    MARKSİST ÖĞRETİ

    “Marksizm, Marx’ın görüş ve öğretilerinin sistemidir” Marksizm, klasik Alman felsefesi, klasik İngiliz ekonomi politiği ve Fransız devrimci öğretileriyle iç içe geçmiş Fransız sosyalizmi üzerinde yükselecektir. “Silahlı eleştiri” yani eleştirinin bir silah gibi şiddetli kullanılması Marx’ın temel aldığı yöntemdir.

    FELSEFİ MATERYALİZM

    “Dünyanın birliği onun varlığından ileri gelmez… Dünyanın gerçek birliği onun maddiliğinden ileri gelir. Ki bu da felsefenin ve doğa bilimlerinin uzun ve zahmetli gelişimi ile kanıtlanmıştır… Hareketsiz madde, maddesiz hareket olmamıştır, olamaz…” Bu bölümde Lenin, metafizik ve kaba materyalistlerle savaşımında Marksizmin ayrım noktalarını gösteriri ve şu sonucu gösterir: Marx’a kadar filozoflar hep dünyayı yorumlamakla yetindiler, oysaki mesele yorumlamakla yetinmek değil onu değiştirmektir!

    DİYALEKTİK

    Diyalektik, “hem dış dünyanın hem de insan düşüncesinin hareketini belirleyen genel yasaların bilimidir.” Hegel diyalektiğini klasik Alman felsefesinin en önemli başarısı olarak gören Marx ve Engels, henüz bir testi gibi baş aşağı duran Hegel diyalektiğini eleştir ve diyalektiği ayakları üzerine diker. Bilinçli diyalektik idealizmin tahribatından kurtulur ve Marx-Engels ile birlikte materyalist doğa anlayışına uygulanır.

    MATERYALİST TARİH ANLAYIŞI

    “Eski materyalizmin tutarsızlığını, kusurlarını ve tek yanlılığını gören Marx, toplum bilimini materyalist temele uyumlu hale getirmenin ve onu bu temel üzerinde yeniden kurmanın yargısına vardı.” Bu nedenle; “materyalizmin, toplumsal bilinci toplumsal varlığın ürünü olarak açıklaması gerekiyordu.”

    SINIF MÜCADELESİ

    Toplumsal hayat son derece karışık çelişkilerle doludur. “Marksizm, görünürdeki bu labirent ve kaosu yöneten yasaları keşfetmenin anahtarını, yani sınıf mücadelesi teorisini sunmuştur.” Yine alıntıyla devam edelim; “Bugüne kadar var olan tüm toplumların tarihi sınıf mücadelelerinin tarihidir”

    MARX’IN EKONOMİ ÖĞRETİSİ

    “Tarihsel olarak belirlenmiş verili bir toplumun üretim ilişkilerini ortaya çıkış, gelişme ve çöküş süreçleri içinde incelemek –Marx’ın ekonomi öğretisinin özü budur.”
    Lenin “Marx’ın analizi meta analizi ile başlar” dediği bu kitapçıkta, özetle kapitalist sömürü ve çelişkilerin kaynağını gösterir.
    Değer, kullanım değeri, değişim değeri, meta, görünmeyen emek, işgücü, emek zamanı sömürü, fiyat, kar… Marx’ın yıllar süren çalışmaları görülmemiş bir titizlik ve disiplinle ka-pitalizmin ekonomik yapısı ve çelişkilerini en küçük hücrelerine dek ayrıştırmayı başarır. Ve tarih sahnesine bir başyapıt olarak kabul edilen “Kapital” çıkar.

    SOSYALİZM

    “Marks, kapitalist toplumun kaçınılmaz biçimde sosyalist topluma dönüşeceği sonucuna bütünüyle ve yalnızca günümüz toplumunun ekonomik gelişim yasalarına dayanarak ulaşmıştır.” Üretimin toplumsallaşması zorunlu olarak şu kuralı dayatacaktır; mülk-süzleştirenler mülksüzleştirilmelidir!

    PROLETARYANIN SINIF MÜCADELESİNİN TAKTİKLERİ

    Marks 1856’da şöyle yazmıştı: “Almanya’da her şey proleter devrimin yeni bir köylü savaşıyla desteklenip desteklenmeyeceğine bağlıdır…”
    Lenin de 1918’de yazdığı broşürün (Marksizmin Özeti ve Marx’ın Kısa Biyografisi) önsözüne Marx’ın bu sözlerini ekler. Lenin, Marx’ın bu sözlerine atıfta bulunarak Rusya’daki Menşeviklere çatar. Çünkü onlar köylülükle ittifak konusunda işçi sınıfına sırt dönmüş ve burjuva cepheye katılmışlardır. Dolayısıyla broşür (Marksist Öğreti) Marx’ı ve Marksizmi anlatan genel ve her dönem kullanılabilen bir materyal olmakla birlikte, güncel taktik bir mücadele aracı olması bakımından da hayli ilginçtir.




  • Reavero kullanıcısına yanıt
    Konu başlığı "Marksizm-komünizm hakkında"

    Sen Marksizm hakkında yaz ben bana göre olması gereken komünizm hakkında yazıyorum
  • Communist kullanıcısına yanıt
    Sen ne komünistsin nede marksist. provakatör olma ihtimalinde çok yüksek.

    Edit : Eşitlik özgürlük sosyalizm konusu cezbediyorsa teorik araştırma yaparak başlamalısın.
    Burada seni "gamalı haç" ve "hayl hitler" deken görmeyelim.



    < Bu mesaj bu kişi tarafından değiştirildi Reavero -- 22 Mayıs 2019; 2:52:22 >
  • quote:

    Orijinalden alıntı: Hobar

    Bu mesaj silindi.
    quote:

    Hobar Tarih 22 Mayıs 2019 01:33

    İyi de alıp verecek bir şey yok ki ortada. Ne için öldürecek bir birini? Kendi sefil, yanındaki de sefil. Hırsızlık yok diyorlar. Neyi çalacak adam? Turist olarak gidenlerin özellikle elektronik eşyalarına ne yaptıklarını biliyoruz.

    Gerçekten olmayacak şeyin hayalini kuruyorsunuz. Bu kadar mala, teknolojiye, lükse ihtiyacımız yok. Sade yaşayalım. Fakir falan geçinip gideriz deseniz bir şey demeyeceğim ama günde 2 saat çalışacağız, lüks ve refah gelecek dediğin zaman gülerim kusura bakma


    Terbiyesiz ve iftiracısın.

    "Suç oranları

    Küba'da suç istatistikleri oldukça düşük. Öyle ki gece yarısı bile en izbe, karanlık sokaklarda rahatlıkla dolaşabilirsiniz. En fazla işlenen suç diğer ülkelerle kıyaslanmayacak kadar düşük olan hırsızlık. Cinsel suçlar, taciz ve tecavüz neredeyse yok gibi, tıpkı gasp ve öldürme suçlarında olduğu gibi. Kadına karşı fiziksel şiddetten çok ev içi "sözlü ve psikolojik taciz suçu" öne çıkıyor. Kübalı kadınlar, Kübalı erkeklerin maço olduğuna inanıyor. Aslında bu maço olma halinin bizde yarattığı çağrışımla, onların algısı arasındaki farkı biraz irdeleyince anlayabiliyoruz: Bizde şiddeti ve kadın üzerindeki egemenliği ifade eden maço kelimesi, Kübalı kadınlar için "ev işlerine karışmama, aldatma" gibi olumsuz davranışlarda bulunmayı ifade ediyor. Kübalı kadınlar, örgütlü ve kadının eşitlik mücadelesi sosyalist toplumda da tam gaz sürüyor."




    Direnen bir cennet: Küba
    Kemal Göktaş

    27 Aralık 2014

    Küba önce "camii" ve Kristof Kolomb tartışmaları nedeniyle Türkiye'nin gündemine girdi; sonra ABD ile diplomatik ilişkilerin başlayacağının açıklanması ile dünyanın gündemine. Küba, gidenin niyetine göre görülen ülkelerden biri. Sosyalistseniz bir sabah uyanıp da dünyada her şeyin yoluna girmiş olduğunu görmek hissiyle de gezebilirsiniz. Fakat sosyalizmin gerçekleşebilirliğine hep şüpheli yaklaşmış biriyseniz ya da "ama insanın içinde kötülük vardır" düsturunun etkisindeki amansız bir anti-komünist iseniz yağmurunun bile komünizmin laneti olduğunu söyleyebilirsiniz. (Böyle diyen adı lazım değil, bir ‘yazar’ vardı, Che ve Castro'nun amansız düşmanı.. 2 günlük Küba gezisinde sahilini, yağmurunu beğenmeyip sallamıştı Küba'ya)

    Naçizane benim gibi sosyalizmden umudunu kesmemiş ama karşılaşacağı şeylerin bu umuda zarar vermesinden de için için korkan biriyseniz, merak ve endişe karışımı bir duyguyla inersiniz Havana'ya. Havaalanında uzun kuyruklarda beklerken, sanki dünyanın hiçbir havaalanında beklememiş gibi, sorunun sistem sorunu olduğunu keşfeden tur arkadaşlarınıza kulağı tıkayıp Kübalılardaki hayat sevincini, herkesin Küba'da gördüğü ilk farklılıkla özetleyebilirsiniz: Mini etekli ve desenli çoraplı kadın polisler.

    Kübalıların "mutlu" olup olmadıklarını bilecek kadar kalınmıyor tabii Küba'da. Ama Küba'da, havasından, suyundan ve insanından sizi saran bir "hayat sevinci, coşkusu" hissediyorsunuz. Bunu bir halkın genetik özelliklerine de verebilirsiniz; Latin olmanın dışa vurumcu özgür ruhuna da, sosyalizmin sağladığı parasız eğitim, parasız sağlık, sıfır işsizlik ve dayanışmacı toplumun kodlarına da. Tercih sizin...

    “Cennet”

    Öncelikle evet; komplekssiz söylenebilir, Küba “direnen bir cennet” olarak tasvir edilebilir. Tropikal iklimi, yemyeşil ormanları değil sadece; bildik cennet tasvirlerinden ayıran başka şeyleri de var Küba'nın; üstünüze gelmeyen, doğayla barışık kentleri... Tarihsel dokusu, kâr hırsının kurbanı olmamış kentler... Yoksulluktan kaynaklanan bakım sorunları ve "harabe" görüntüsü bile bozamıyor kentlerin, özellikle başkent Havana'nın estetiğini... Bir kere hiç reklam tabelasının olmaması bambaşka bir dünyayı anlatıyor. Tüketim odaklı bir kent yerine, yaşam odaklı bir kenti soluyorsunuz, dünyanın neredeyse bütün diğer şehirlerinden farklı kılan da bu oluyor Küba’nın kentlerini… Tabii, doğayı ve kentleri bütünleyen "mutlu insanlar" tablosu Küba'nın doğadan ve tarihten öte, en etkileyici manzarası. Kendi halinde, sakin, koşturmacının olmadığı hayatlar. Eh tabii, bunu tembelliğe yoranlar da var: Sanki kapitalizmin koşturmacası ve "çalışkanlığı"ndan bir hayır görmüşüz gibi.. Koşturmacanın ve rekabetin yerini, sakinliğin aldığı bir ülke Küba...
    Kübalı nezaketi

    İnsanlar şık ve bakımlı. Temiz. (Bir başka ‘ünlü yazar’ sabun yokluğuna rağmen ter kokmadıklarını yazmıştı Küba gezisinden sonra!) Modanın ticari zoruyla bozulmamış doğal bir estetikle giyiniyorlar. Vücutlarıyla barışık ve özgür. Bu estetiğin içinde "özgür" olmakla; kendine, insanlara ve doğaya yabancılaşmış, tüketime endeksli ucube özgürlük anlayışları arasındaki farkı da görmek mümkün. Bunu tekstil sektörünün gelişmemiş olması da açıklayabilir tabi; başka okumalara göre.

    Kübalılar sade, telaşsız ve kibar insanlar. Nezaketin aristokrasi ile özdeşleştirilip sınıfsal bir aşağılamaya maruz kaldığı memleket vasatını ya da sadece biçimsel bir nezaketle davranıp rekabet koşullarında gözünü kırpmadan birbirine her türlü kötülüğü yapabilecek "modern" insan ilişkilerini düşününce bu nezaket daha farklı geliyor.

    Kadınların parlamentonun yarısını ve iş gücünün yüzde 60’ını elinde bulundurduğu bir ülke Küba. Nitelikli mesleklerin bir çoğunda (hekimlik gibi) kadınların oranı erkekleri oldukça geride bırakmış. Ev içi sorunlar kısmen devam etse de kadın-erkek eşitliğinde dünyada nadir bulanan bir başarı sağlanmış devrimden sonra. Kadının özgürlüğü yolunda atılan adımların başarısı doğal olarak toplumsal hayatın özgürleşmesinde de etkili olmuş.

    Eğitim şart

    Ücretsiz ve kaliteli eğitimde sanat okulları önemli bir yere sahip ama zaten bütün okullar adeta birer sanat okulu. Çocukların okul saatleri dışında gittikleri ve özgürce oyunlar oynayıp sanat eğitimi aldıkları, müzik yapıp resim çizdikleri, dans ettikleri "Arı Kovanı" adı verilen oyun-sanat evleri de apayrı bir güzellik. Yani burada bizim aman iyi –mümkünse özel– okullara gönderelim, özel dersler aldıralım, bir yeteneği varsa açığa çıkaralım, eğitim sistemi içinde kaybolmasın diye türlü eziyetlere katlandığımız, adeta ömrümüzü vakfettiğimiz şeyler Küba’da bütün çocukların ulaştığı temel bir hak.

    Çocuklara verilen önem, eğitim ve sağlık alanlarındaki başarılarla paralel… Kent merkezlerinde en güzel binalarda okullar var. Günümüzün rant anlayışının bir sonucu olarak kent merkezlerinden sürülen, ya mahalle aralarında kötü binalarda ya da şehir dışındaki kampüslerde eğitime zorlanan çocukların aksine; örneğin Havana’da, Trinidad’da, Cienfuegos’ta, kentin en işlek yerlerinde okullar var. Caddelerinde, sokaklarında çocukların yürüyüp koşabildiği bir ülke burası, daha ne olsun!

    Sanat eğitiminin doğal bir sonucu olarak, sanata değer veren, her biri en az bir sanat dalında en az ortalama düzeyde ilgili bir insan profili çıkıyor karşımıza.

    Tıpta dünyanın en gelişmiş ülkelerinden biri Küba. Koruyucu tedbirlerin öne çıktığı sağlık sistemi mükemmel işliyor. Küba'da ortalama yaş, gelişmiş Kuzey ülkeleri ile kıyaslanıyor. Zaten Küba, insanı gelişmişlik endekslerinde hep "en gelişkin ülkeler" arasında. Yaş ortalamasının yüksek olması nedeniyle yaşlı nüfus fazla. Yaşı 100'ün üzerinde 3 bin Kübalı var. 80 yaşın üzerindeki Kübalıların kurduğu "120 Yaş Kulübü" ise 120 yaşına kadar yaşayabilmek için yaşlı insanların deneyim paylaştığı oldukça eğlenceli bir kulüp. Dünyanın dört yanından hastalar tedavi olmaya, öğrenciler tıp okumaya geliyor Küba’ya. Geçen yıl ‘akciğer kanseri aşısı’ buldu Kübalı doktorlar. Tıptaki gelişmişlikleri hem bir gelir aracı hem de sosyalist dayanışmayı uluslararası düzeyde gösterdikleri bir alan. Ebola virüsü için Afrika’ya yüzlerce gönüllü Kübalı doktor gitti. Hala dünyanın yoksul ülkelerinde binlerce Kübalı doktor var, gönüllü yine.

    Suç oranları

    Küba'da suç istatistikleri oldukça düşük. Öyle ki gece yarısı bile en izbe, karanlık sokaklarda rahatlıkla dolaşabilirsiniz. En fazla işlenen suç diğer ülkelerle kıyaslanmayacak kadar düşük olan hırsızlık. Cinsel suçlar, taciz ve tecavüz neredeyse yok gibi, tıpkı gasp ve öldürme suçlarında olduğu gibi. Kadına karşı fiziksel şiddetten çok ev içi "sözlü ve psikolojik taciz suçu" öne çıkıyor. Kübalı kadınlar, Kübalı erkeklerin maço olduğuna inanıyor. Aslında bu maço olma halinin bizde yarattığı çağrışımla, onların algısı arasındaki farkı biraz irdeleyince anlayabiliyoruz: Bizde şiddeti ve kadın üzerindeki egemenliği ifade eden maço kelimesi, Kübalı kadınlar için "ev işlerine karışmama, aldatma" gibi olumsuz davranışlarda bulunmayı ifade ediyor. Kübalı kadınlar, örgütlü ve kadının eşitlik mücadelesi sosyalist toplumda da tam gaz sürüyor. (Yani devrim olunca kadın sorunu da kendiliğinden halledilmiyor, sevgili baylar)
    “Açık toplum”

    Kübalılar "açık bir toplum" olduklarını söylüyor. ABD dahil birçok ülkenin televizyon yayını Küba'da izlenebiliyor. İnternet ise daha çok maddi kısıtlılıklar nedeniyle yaygınlaşmamış. Venezuela'nın sağladığı uydu imkanlarıyla her mahallede bir "internet kafe" kurulabilmiş. Kişisel kullanım bu kafelerde veya otellerin lobilerindeki ücretli bağlantıyla mümkün. Ancak bilim (üniversite), eğitim ve basına internet kullanımında öncelikler tanınmış durumda.

    En etkileyici mekânlardan biri olan Ulusal Güzel Sanatlar Müzesi'nde Küba sanatının 17. yüzyıldan günümüze tarihsel evriminin etkileyici örnekleri yer alıyor. 19. yüzyılda altın çağını yaşayan Küba sanatına, devrimden sonraki dönemde "sansür" iklimi nedeniyle gölge düşmüş. 1960'larda sosyal konuları işlemeyen resimlerin sergilenmediği, 1970'lerde Beatles'ın dahi yasaklandığı ülkede, günümüz açısından sanatta herhangi bir kısıtlama ya da baskı olmadığının altı çiziliyor. Müzede Castro ve devrimi eleştiren resimlerin sergilenmesi de bunun ispatı gibi. Küba’nın film, müzik, edebiyat… sanatın tüm alanlarında özgürce eserlerin yaratılabildiği bir ülke olduğunu söylüyor müze yetkilileri. Eleştirilerin devrimi ilerletmek için gerekli olduğunun görüldüğünü, devrimin ilk yıllarındaki gibi "devrim-karşıtı" olarak damgalanmadığı anlatılıyor.
    Bilim, sanat, spor…

    Bir arkadaşım “İyi de Küba bilimde, sanatta, sporda neden ileri değil?” diye sordu bütün bunları anlattığımda. “Utanmalısın bu soruyu sorduğun için” dedim. Çünkü ben de Küba’ya gittiğimde utandım bu cehaletimden. Küba’nın dünya çapında müzisyenleri, ressamları, sanatçıları var. Dünyanın en iyi jazz grupları orada. Havana’daki Jazz Clup’ta 10 cuc yani 10 dolar vererek dinlediğiniz grup İstanbul’da 750 liraya konser veriyor. Buena Visto Social Club bile yeter, Küba müziğini anlatmak için. Üstelik dünyanın en iyi müzik gruplarından biri ve Küba’da onları dinlemek için sade ama çok şık bir restoranda, bizde meyhaneye vereceğiniz paranın çok azıyla ucuz bir yemek yemeniz yeterli.

    Sporda da olimpiyatlar önemli gösterge. Amerika kıtası oyunlarında kazanılan madalyalar gazetelerin manşetindeydi kasım ayı sonunda. Trinidad’da neredeyse her evde bir resim galerisi var. Ressamlar turistlere satıyor. Muhteşem resimler. Ve neredeyse her sokakta bir müze var. Tarihe ve kültürlerini bu şekilde sahiplenmeleri; sosyalizmle vatanseverliği eşitleyen bir ideolojinin de dışa vurumu.

    Küba’da tek bir tane bile Fidel Castro heykeli yok. Castro kuşkusuz çok seviliyor ama diğer sosyalist ülkelerdeki gibi bir lider kültü yok. Castro heykeli yerine Küba’nın ulusal kahramanı Jose Marti’nin çok sayıda heykeline rastlamak mümkün. Ernesto Che Guevera ise Küba’nın her köşesinde resimleriyle karşılıyor sizi. Küba devriminin mimarlarından olan Che kadar bilinmeyen bir isim olan Camilo Cienfuegos da önemli simgelerden biri.

    Rom, salsa ve puro

    Küba denilince, mutluluğun yanı sıra, o mutluluğun zemini olarak özgürlükten de bahsetmeden geçmek olmaz. Küba’da insanlar kendine güvenli ve özgür. Kışkırtılmış, yabancılaşmış, tüketim endeksli bir özgürlük; yoksun olmanın getirdiği açlık ve bunun sonucu tacizkar, saldırgan ve ‘fethedici’ bir cinsellik değil söz konusu olan. Küba, küresel kapitalizmin ‘nimetlerinden’ uzak olduğu kadar ‘zehrinden’ de uzak. Moda yok, reklam yok ama şık insanlar var. Doğallık, Küba’daki yaşamın kilit kelimesi olabilir. Yiyecekte, kıyafette, dansta…

    İşte bu yüzden (özel mülkiyetin ve devletin kökenindeki) aile mevhumu da giderek zayıflıyor. Ve tabii, her yerde puro, rom, mojito, cuba libre, salsa ve müzik…
    Hey Mango!

    Mango, sadece bir tropikal meyvenin adı değil Küba’da, aynı zamanda bir laf atma sözü. Bizdeki ‘fıstığa’ karşılık gelebilir ama ‘mango’ sadece erkeklerin kadınlara değil, kadınların da erkeklere söylediği bir söz. (Hemcinslerin birbirine söylediği de görülmüştür elbette) Sokakta, barda, meydanda ‘mango’ diye seslenildiğinde dönüp bakarsanız yüksek bir ihtimal size gönderilen bir öpücüğü de yakalayabilirsiniz. Üstelik, gülümsemeniz, ısrara, tacize neden olmadığı için gayet rahat yolunuza devam edebilirsiniz…
    Turizm: Küba’nın zayıf karnı

    Peki ama bu cennetin sorunları yok mu? “Direnen cennet” dedik ve evet sorunlara karşı direnmeye çalışan bir ülke, bir halk var.

    Küba’da göze çarpan en önemli sorun, konut sorunu. Evleri küçük ve bakımsız. Evlenen çocukların ayrı bir eve geçememesi yüzünden “geniş aileler” ortaya çıkmış, küçücük evlerde. Bu geniş aile hali, çokça da sorun getirmiş, başta kadınların ev içindeki konumları olmak üzere. Konutların küçük olması sorunu aslında Küba’ya has bir sorun da değil. Dünyanın gelişmiş ülkelerinde de özellikle yüksek kiralar yüzünden insanlar gelirlerinin önemli bir bölümünü barınma için ayırmak zorunda kalıyorlar. Küba’da ise bu temel bir hak ve ücretsiz karşılanıyor. ABD ablukası nedeniyle (Havana merkezinde çok isabetli bir afişle anlatılabilir ablukanın etkileri: ‘Tarihin en uzun soykırımı: Abluka) bazı temel ihtiyaç maddelerinin temininde sıkıntılar yaşanıyor. Sabun, deterjan, kozmetik ürünleri, çamaşır ve bulaşık makinesi gibi temel beyaz eşyalar yok ya da oldukça zor bulunuyor.

    Küba’ya ilişkin olumsuz değerlendirmelerin en başta geleni, malum, fuhuş. Ortada bir fuhuş sektörü olduğu açık. Bu durum turizmle birlikte ortaya çıkmış önemli başka sorunlarla birlikte de değerlendirilmeli. Turistlerde doğrudan ilişki kuran, bahşiş, avanta vs yoluyla gecede bir doktor maaşını çıkarabilen çalışanların gelirleri de “eşitsiz” koşulların ortaya çıkmasına neden oluyor. Kaçak puro satıcılığı, kayıt dışı alış veriş (çoğu özel işletmede ‘yüksek vergi oranlarını’ bahane ederek satış fişi verilmekten kaçınan satıcılar var), sayısı az da olsa dilenciler, avantacılar Küba’nın toplumsal hayatına ve sosyalist ilkelere önemli darbeler vuruyor. Kamusal ekonomi dışında işleyen bir paralel ekonomi var ve bu planlamaya dayalı bir ekonomi açısından eşitsizlik üretiyor. Yine de suç oranının düşüklüğünün de bir sonucu olarak mafya ve çetevari oluşumların görülmemesi önemli. Turizm sektörünün ortaya çıkardığı eşitsizliklere önlem olarak bu sektörde çalışanların 2 yıllık rotasyonlara tabi tutulması uygulamasına geçilmiş. Böylece hiç değilse turizmin getirdiği kayıt dışı gelirin daha fazla kişiye ulaşması hedeflenmiş.

    Sosyalizm yıkılır mı?

    Ey ‘bu kadar güzelleme de abartılı’ diye düşünen okur. “Bu hikâyede kesin ciddi pislikler var, yani böyle bir cennet olamaz” diyorsan ve ABD’nin Küba’ya uyguladığı ablukayı gevşetme ve diplomatik ilişki kurma kararlarının da Küba’da sosyalizm aleyhine gelişecek bir süreci açmasını bekliyorsan şunları da oku:

    Küba, ekonomik zorunluluklar nedeniyle özel mülkiyete ve yabancı yatırımlara kapısını aralayan, buna rağmen kamu ekonomisinin hala başat olduğu, parasız eğitim ve sağlık hizmetleri ile "sosyalist" bir ülke. ABD ambargosunun kalkmasının Küba'ya "McDonalds'ı getireceği" ve sosyalizmden uzaklaşacağı yorumları yapılsa da ambargonun verdiği ekonomik zararların ortadan kalkmasının sosyalist sistemi güçlendireceği de belirtiliyor. ABD Başkanı Obama ile aynı anda konuşan Küba Devlet Başkanı Raul Castro da ABD ile girilen yeni dönem için "Sosyalizmin kazanımlarını herhangi bir şekilde riske atmadan ekonomik olarak daha iyi koşullarda olmayı hedefliyoruz" diyerek bu hedefi de ortaya koymuş oldu. Bu hedefin gerçekleşip gerçekleşmeyeceğini görmek için Küba’ya biraz daha yakından bakmak lazım:

    Küba 13 milyonluk bir ada ülkesi. Ada demek kıt kaynaklar demek. ABD ablukası altında yaşayalı bir asrı geçmiş. Bu ablukanın verdiği zarar milyonlarca dolar her yıl. Hatta toplam zararın 1.1 trilyonu bulduğu ifade ediliyor. 1990’ların başında Sovyet bloku çöktüğünde Küba varlık-yokluk savaşına girmiş. Turizm bu dönemin bir ürünü. Açlık çeken milyonlar varmış o sıralar Küba’da ama ‘öncelik çocukların, yaşlıların ve kadınların’ olmuş hep. Çocukların sağlığından ödün vermeden, her bir Kübalı’nın ortalama 9 kilo zayıfladığı topyekun bir dirençle atlatılmış bu ‘özel dönem’. Hala ciddi sıkıntılar var tabii, petrol ithal ediliyor örneğin. Venezuela yetişmiş imdada biraz da, petrol ve diğer bazı temel ihtiyaçlar konusunda. (O yüzden her yerde Chavez’in resimleri var.) Çin, Rusya, Fransa gibi ülkelerle ticaret var ama sınırlı. Böyle bir ülkeden "süper güç" olmasını bekleyemezsin.

    Küba’yı tabii birçok artısına rağmen Türkiye’yle bile değil, diğer Karayip ülkeleri ile ya da Latin Amerika ile kıyaslamak lazım. O zaman fark daha belirginleşiyor.

    Küba, ablukanın ve dünyada yalnız kalmanın faturasını sosyalizmden verdiği tavizlerle ödüyor. Yabancı sermaye gelsin diye yüzde 51’i Küba devletine ait şirketlerin faaliyet göstermesine izin veriliyor. Ayrıca turistlere ev, yani pansiyon kiralamak için de özel mülkiyet yönünde adımlar atılmış.

    Küba, ordusu bütün ekonomik zorluklara rağmen güçlü bir ülke. Ama bütün bir gezi boyunca tek bir kışla görmemek enterasan geldi. Askerlik kadın-erkek bütün vatandaşlara zorunlu ama herkes kendi evinde askerlik yapıyor: toplum ve ordu iç içe. Ülke yönetimine ilişkin kararların alınma süreci de klasik liberal demokrasilerden farklı ama Kübalılar temsili demokrasinin başka bir biçimini tüm halkın aday olabileceği seçim süreçleri ile yaşıyor. Yerel ve ulusal meclislere seçilebilmek için Küba Komünist Partisi üyesi olma şartı aranmıyor. Adaylar herhangi bir yere para yatırmıyor ve seçim kampanyası için de para harcamak zorunda değiller. Küba’da yine sanıldığının aksine birçok demokratik kitle örgütü var. Üye sayısı 8 milyonu bulan Devrim Savunma Komiteleri başta olmak üzere Küba Kadınlar Birliği, Genç Komünistler Birliği, sendikalar, mesleki birlikler vs. aracılığıyla yaygın örgütlülükleri var ve bu örgütler de kendi adaylarını sunabiliyor. Milletvekilliği profesyonel bir iş değil ve maaş alınmıyor. Yasama çalışmalarına katıldıkları zamanlarda milletvekilleri işlerinden izinli sayılıyor, hepsi bu.

    Bu yapısı nedeniyle Küba’da bir dönüşüm olacaksa bunun keskin siyasi-alt üst oluşlarla olması beklenmemeli. Kaldı ki, bazılarının beklediği gibi Küba’da sosyalizmin çöküşü ve küresel kapitalist sisteme eski Sovyet ülkelerindeki gibi yıkıcı bir tarzda entegrasyon da toplumsal ve siyasal nedenlerle, neyse ki, oldukça zor. Belki ama kademeli bir geçiş ve karma bir ekonomik modele doğru gidiş, illa bu tür bir karamsar senaryo yazılacaksa, daha makul bir olasılık olarak görünüyor.
    Mutluluğun resmi

    Ama her ne olursa olsun; Nazım Hikmetin ‘Sen mutluluğun resmini yapabilir misin?’ derken Abidin Dino’ya, neyi kastettiğini bilmek, “mutlu” insanların ülkesinde olmayı daha da mutlu kılıyor:

    “… sen mutluluğun resmini yapabilir misin Abidin

    1961 yazı ortalarında Küba’nın resmini yapabilir misin?

    çok şükür çok şükür bugünü de gördüm ölsem de gam yemem gayrının

    resmini yapabilir misin üstat?

    yazık yazık Havana’da bu sabah doğmak varmışın resmini yapabilir misin?”



    < Bu mesaj bu kişi tarafından değiştirildi Reavero -- 22 Mayıs 2019; 3:16:33 >




  • Reavero kullanıcısına yanıt
    Ben paranın olmadığı bir sistemin daha iyi olacağını savunuyorum ne diyeceğiz buna?



    < Bu mesaj bu kişi tarafından değiştirildi Communist -- 22 Mayıs 2019; 3:0:46 >
  • 
Sayfa: önceki 1011121314
Sayfaya Git
Git
sonraki
- x
Bildirim
mesajınız kopyalandı (ctrl+v) yapıştırmak istediğiniz yere yapıştırabilirsiniz.