Şimdi Ara

Mustafa Kemal ATATÜRK (2. sayfa)

Daha Fazla
Bu Konudaki Kullanıcılar: Daha Az
2 Misafir - 2 Masaüstü
5 sn
535
Cevap
12
Favori
68.177
Tıklama
Daha Fazla
İstatistik
  • Konu İstatistikleri Yükleniyor
2 oy
Öne Çıkar
Sayfa: önceki 12345
Sayfaya Git
Git
sonraki
Giriş
Mesaj
  • Toplumdaki başarısızlığın sebebi, kadınlarımıza karşı gösterdiğimiz ihmal ve kusurdan doğmaktadır.


    Seni anlayamayanların kadını cinsel obje sözcüğüne eş değer kılanların nefes aldığı bir düzende yaşıyoruz , keşke Atatürkçülüğü bir takım tutar gibi tutmasalardı, atam
  • Atatürk'e göre milliyetçilik [değiştir]
    Atatürk
    Atatürk

    Atatürk’e göre Avrupa uluslar topluluğunun fiziki sınırlar dışında, bu sistemin üstünlüğüne karşı mücadeleler mutlaka ulusçu nitelikte olmalıydı.[2] Atatürk’ün amacı ulusal ve savunulabilir sınırlar dahilinde, bir Türk ulus-devletini kurmak için Türk milliyetçiliğini öne çıkarmaktı. Atatürk milliyetçiliği din ve ırk ayrımından uzak, ortak yurttaşlık temelindedir. Kemalistlerin anlayışına göre milliyetçilik temelde Türkiye Cumhuriyeti'nin bütünlüğünü korumayı ve ülkenin birliğini tehdit edebilecek ayrılıkçı akımları engellemeyi amaçlıyordu.[3] Recep Peker 1931 yılında bu sorunu şöyle anlatıyordu:

    "Bizim aramızda yaşayan, politik ve sosyal bağlarla Türk milletine ait olan tüm vatandaşlarımızı biz kendi insanlarımız olarak düşünürüz: aralarında 'Kürtçülük', 'Çerkezlik' ve hatta 'Lazlık' gibi fikirler ve duygular yerleşmiş olsa bile, onlar bize aittir. Mevcut yanlış anlayışlar ancak mutlakiyet yönetimlerinin ve uzun süren tarihsel baskıların ürünüdür ve biz en içten çabalarımızla bunları ortadan kaldırmayı görev sayıyoruz." [4]

    Kemalistler böylece teorik düzlemde ırk, din ve etnik köken konularını vurgulamaktan çok, dil ve kültür üzerinde durarak bir ulus tanımı yapmaya çalıştılar ve o zamana kadar Türk ulusu içinde asimile olmamış etnik grupların böylesi bir Türkleştirme politikası ile kaynaşacaklarını umdular.[5] Ulus tanımı yapılırken dil birliği üzerine bu vurgu, daha önceleri Ali Suavi, Şinasi, İsmail Gaspıralı, sonraları Ziya Gökalp, Ahmet Ağaoğlu, Yusuf Akçura, Fuat Köprülü ve Mehmet Emin Yurdakul tarafından ön plana çıkartılmıştı. Bu anlamda tümüyle özgün değildi.

    İslam'ı imparatorluğu bir arada tutmanın bir aracı olarak gören Jön Türkler'den farklı olarak Kemalistler laikti. Ancak yine de uygulamada dine belirli oranda önem veriyorlardı. Türkleştirilmiş bir İslam üzerinde durarak, bunun milli Türkiye fikrinin oluşmasında pekiştirici bir etkisi olacağını düşünüyorlardı.[6]

    Yine Jön Türkler'in tersine Kemalistler hem Enver Paşa'nın temsil ettiği Turancılık'ın askeri-siyasi sonuçlarını görmüş olduklarından, hem de SSCB ile ilişkilerini bozmak istemediklerinden ırk kavramını kendi ulus tanımlamasında ön plana çıkartmıyorlardı. Ancak dönemin yayın organları gibi ders kitapları da ırk düşüncesi üzerinde duruyordu. Ayrıca Turancılık 1944 yılına kadar yasaklanmamıştı.

    Paul Dumont Kemalist milliyetçiliği şöyle özetlemektedir:

    "Kemalizm dil ve kültür birliği kartlarını oynamaya karar vermişti; henüz toplumla kaynaşmamış azınlıkların sorunlarını çözmek için dil ve kültürleri fethetme ilkesine dayanıyordu. Ancak bu arada, gerekli olduğu zaman kullanabilmek amacıyla bazı belirsiz kartları da koz olarak saklamaktaydılar."[7]




  • Halkçılık


    Halkçılık, Mustafa Kemal'in TBMM'ye sunduğu ilke. Halkçılık 13 Eylül 1920'de uygun bulunularak 18 Eylül 1920'de kabul edildi. İlkede TBMM'ni halkın sorunlarını, sıkıntılarını yeni bir örgütlenmeyle ortadan kardırmak ifade edilir. Daha sonra Cumhuriyet Halk Fırkası tüzüğü ile 1924 esasiye kanunu metninde ilkenin belirttiği hedefler ele alındı.[1]

    Halkçılık (popülizm) ilkesinin anlamı, seçmene hoş görünme politikası olarak algılanmamalıdır. Bu ilkenin anlamı, kader siyaseti güdenlerin, halkı soktuğu uyuşukluktan kurtarıp, onun „birlik ve beraberlik gücü“ne dinamizm kazandırmaktır.[kaynak belirtilmeli]

    Halkçılık ve Ulusçuluk bu anlamda birlikte düşünülmelidir."Eğer bir ulus kendi yaşamı ve hakları için tüm gücünü ortaya koymazsa, onun için kurtuluş yoktur. Biz işimize köyden, komşudan, çevremizdeki insanlardan, yani fertlerden başlayarak ilerleriz. Her fert kendini kurtarmak için tüm becerisini ortaya koymak zorundadır. Bu suretle aşağıdan yukarıya, tabandan tavana sağlam bir yapı oluşturulur".[kaynak belirtilmeli] Bu, Mustafa Kemal’in uygulamak istediği programın, bireylere yüklediği sorumluluğa ilişkin olağanüstü önem taşıyan bir saptamasıdır.

    Halkın ortak yaşam ve amaç bilincinin şekillenmesi ve güçlenmesi, işgalci kuvvetlere karşı başkaldırmada ve Kurtuluş Savaşı’nda olağanüstü özveriyle çalışmada ortaya koyduğu dayanışma sayesinde süreklilik ve anlam kazanmıştır. Buna rağmen, bu gelişme kurtuluştan sonra da çeşitli önlemlerle desteklenmiştir. Buna ilişkin olarak en somut örnek eşit haklar konusudur. Yeni devletin kuruluşunda halkın sadece bir bölümünün fiili katılımı sözkonusu olsaydı, büyük bir bölümünden yükümlülük beklemek safdillik olurdu.

    Mustafa Kemal tarafından kurulan „Halk Partisi“nin programında, ki adı bile başlı başına bir programdır, halkçılık şu şekilde tanımlanmıştır: „Bizim için insanlar yasa önünde tamamen eşit mumale görmek zorundadır. Sınıf, aile, fert arasında bir ayrım yapılamaz. Biz, Türkiye halkını çeşitli sınıflardan oluşan bir bütün olarak değil, sosyal yaşamın gereksinimlerine göre çeşitli mesleklere sahip olan bir toplum olarak görmekteyiz.“[kaynak belirtilmeli]

    Bu anlamda her ferdin eşit tutulmasının gerçekleşmesi, ancak, eskiden kalan eşitsizliklerin ortadan kaldırılmasıyla mümkün olabilirdi. Nitekim de öyle oldu.

    Bu konuda kaydedilen en etkili devrimci atılımlardan bazıları şunlardır: Kadın-erkek eşitliği konusunda gerekli önlemlerin alınmış olması; öğretim birliğinin gerçekleştirilmiş olması; her yurttaşın öğrenebileceği yeni bir Türk alfabesinin hazırlanması ve her yurttaşın devlet organları önünde eşit muamele görmesi konusunda alınan önlemler.[2]

    Tarihçe [değiştir]

    Sultan Abdülaziz döneminde başta Ali Suavi olmak üzere kimi Osmanlı aydınları Rusya'daki narodniki hareketinden etkilenerek halkın sorunlarıyla ilgilenmeye başladılar. 19. yüzyılın sonlarında başta Mehmet Emin Yurdakul olmak üzere bir çok edebiyatçı halkçılıktan etkilenmişti. 1908 Devrimi'nden sonra halk sözcüğü geniş bir kullanım alanı buldu. Uzun bir süre halkçılık iyiliksever aydınların kitlelerin yararına harekete geçmesi olarak düşünülmüştü.

    Bu anlayış Birinci Dünya Savaşı sonrasında değişmeye başladı. Ziya Gökalp 1918'de Sovyet Devrimi'nden kısa bir süre sonra, Durkheim'in etkisiyle sınıf savaşının kötü olduğu sonucuna varıyor ve buna karşı halkçılığı savunuyordu. Gökalp halkçılığı şöyle tanımlıyordu:

    "Eğer bir toplum birkaç katman veya sınıftan oluşuyorsa, o zaman eşitlikçi bir toplum değildir. Halkçılığın amacı katman veya sınıf farklılıklarını bastırmak ve bunların yerine, birbirleriyle dayanışma içinde olan meslek gruplarından bir sosyal yapı oluşturmaktır. Başka bir deyişle, halkçılığı şöyle özetleyebiliriz: sosyal sınıflar yoktur, meslekler vardır!" [3]

    Bu yaklaşım büyük oranda korporatizme işaret ediyordu. Bu anlayış Kurtuluş Savaşı boyunca milliyetçileri, özellikle de Kemalistleri büyük oranda etkiledi. Her ne kadar Gökalp'in önerdiği korporasyonlar gerçekleştirilmediyse de, sınıfların olmaması ilkesi Kemalist liderler tarafından kabul edildi. Başta Atatürk olmak üzere Kemalist liderler Türkiye'de henüz sınıfların gelişmemiş olduğunu ısrarla vurguladılar. Dayanışma fikrini de komünizmle ve sınıf savaşımı düşüncesiyle mücadele edebilmek üzere benimsediler. Ayrıca bunu tek parti sisteminin gerekçesi olarak gördüler. [4]

    Halkçılık çabuk benimsenen bir ilke olmasına karşın, Atatürk ilkeleri arasında en kolay terk edilen ilke olmuş, İkinci Dünya Savaşı sonrasında, hızlı sanayileşme ve kapitalistleşme sürecinde büyük oranda arka planda kalmıştır.




  • Devletçilik,

    ülkenin genel ekonomik faaliyetlerinin düzenlenmesi ve özel sektörün girmek istemediği veya yetersiz kaldığı ya da ulusal çıkarların gerekli kıldığı alanlara girmesini öngören ilkedir.

    Mustafa Kemal Atatürk'ün ulusal ekonomiyi, sağlam temeller üzerine oturtma amacına yönelik olarak ve İktisaden zayıf bir ulus, fakirlik ve sefaletten kurtulamaz. Toplumsal ve siyasi felaketten yakasını kurtaramaz." felsefesine dayalı olarak Atatürk İlkeleri arasında yerini almış olan ilkedir.

    Atatürk bu ilkenin amacını "Bizim güttüğümüz "devletçilik" bireysel çalışma ve etkinliği esas tutmakla beraber, mümkün olduğu kadar az zaman içinde ulusu refaha, ülkeyi bayındırlığa eriştirmek için, ulusun genel ve yüksek yararlarının gerektirdiği işlerde özellikle ekonomik alanlarda, devleti fiilen ilgilendirmektir." diyerek açıklamaktadır.
    Konu başlıkları
    [gizle]

    * 1 İlkenin İçeriği ve Gelişmesi
    * 2 Devletçilik politikasının olumlu yanları:
    * 3 Devletçilik poltikasının olumsuz yanları
    * 4 Atatürk Devletçiliği'nin diğer Sosyalist görüşlerle ilişkisi
    * 5 Ayrıca bakınız
    * 6 Kaynakça

    İlkenin İçeriği ve Gelişmesi [değiştir]

    Atatürk, Devletçilik ilkesini, Halkçılık ilkesi ile bağlantılı olarak değerlendirmektedir.[1] Yoksul, yüzyıllardır ihmal edilmiş olan halkın kalkınması ve çağdaş yaşam düzeyine ulaşması için 1923 - 1930 yılları arasında, kalkınma için gerekli yatırımları yapması özel girişimcilerden beklendi. Ama bu işlevi yerine getirmeye özel kişilerin yeterli parası, yeterli deneyimleri ve yeterli teknolojik birikimi olmaması yanında Dünyayı sarsan 1929 Dünya Ekonomik Bunalımı, ekonomi politikalarının tam bir başarısızlığını vurguluyordu. Ülkeyi kalkındırmak, halkı çağdaş uygarlık düzeyine ulaştırmak için "Devletçilik" ilkesini benimsedi. Böylece hem üretim arttırılacak, sanayi gerçekleştirilecek, hem de hakça bir paylaşım yapılacak ve ekonomik gücü kullanan bir sınıfın halkı ezmesine olanak verilmemiş olacaktı.

    Türk Devrimi, tekelci eğilimi olmayan ulusal nitelikli özel girişimciliğin, gelişip güçlenmesine özel önem verir ama, bağımsızlıktan ödün vermeyen bir devletçiliğe dayanır. Siyasette olduğu gibi ekonomide de, yönlendirici ve belirleyici olan Kemalist devletçilik, ne Rusya'daki kollektivist devletçiliğe, ne de, Batı'daki mali sermaye egemenliği altındaki oligarşik devlet faaliyetlerine benzer.

    Mustafa Kemal Atatürk bunu şöyle açıklar:
    “ Türkiye'nin uyguladığı devletçilik sistemi 19. yüzyıldan beri sosyalist teorisyenlerin ileri sürdükleri fikirlerden alınarak tercüme edilmiş bir sistem değildir. Bu, Türkiye'nin ihtiyaçlarından doğmuş, Türkiye'ye özgü bir sistemdir. Devletçiliğin bizce anlamı şudur; kişilerin özel teşebbüslerini ve kişisel faaliyetlerini esas tutmak; fakat büyük bir ulusun ve geniş bir ülkenin bütün ihtiyaçlarını ve (bu uğurda) pek bir şey yapılmadığını göz önünde tutarak, ülke ekonomisini devletin eline almak. Türkiye Cumhuriyeti devleti, Türk vatanında yüzyıllardan beri kişisel ve özel teşebbüslerle yapılmamış olan şeyleri bir an önce yapmak istedi; ve kısa bir zamanda yapmayı başardı. Bizim takip ettiğimiz bu yol görüldüğü gibi liberalizmden başka bir yoldur.[2] ”

    Bu anlayışa oluşturulan Türkiye Cumhuriyeti Devleti, toplumsal yaşamın her alanındaki yenileşme ve gelişmeye öncülük edecek, ekonomik yaşamı düzenleyecek ve halkın sorunlarını çözecektir. Sosyal ve ekonomik gerilik nedeniyle, çelişkileri uzlaşmazlığa varmamış olan sosyalsınıf ve tabakaların haklarını, ulusal çıkarlar temelinde birleştirecek ve bunları yasal düzenlemelerle dengeleyecektir. Devlet faaliyetlerinin tümünde, topluma ve halka hizmet temel ilke olacaktır. Mustafa Kemal bunu şöyle açıklar:
    “ Bugün haklı olarak kıvanç duyabileceğimiz bütün başarıların sırrı yeni Türkiye devletinin yapısındadır. Türkiye Devleti'nin, bu yeni örgütün dayandığı temeller, nitelik yönünden, kendinden önceki tarihi kurumların temellerinden çok başkadır. Bunun bir kelime ile ifade etmek gerekirse, diyebiliriz ki, yeni Türkiye Devleti bir halk devletidir, halkın devletidir.[3] ”

    Tek partinin programında 1935 yılında yapılan düzeltmelerden sonra, Devletçilik ilkesi şöyle tanımlanmıştır: "Özel çalışma ve faaliyeti esas tutmakla beraber mümkün olduğu kadar az zaman içinde milleti refaha ve memleketi gelişmişliğe eriştirmek için, milletin genel ve yüksek yararlarının gerektirdiği işlerde, özellikle iktisadi alanda devleti fiilen ilgilendirmek önemli esaslarımızdandır. İktisat işlerinde devletin ilgisi fiilen yapıcılık olduğu kadar, özel girişimcileri teşvik ve yapılanları düzenleme ve denetlemektir."

    Devletçilik politikasının olumlu yanları: [değiştir]

    Türkiye başlangıç aşamasında Devletçiliğin iki büyük yararını gördü: Bir yanda, özellikle altyapı ve sanayi yatırımları sayesinde oldukça hızlı bir büyüme gerçekleştirirken; diğer tarafta, sanayileşmenin devlet eliyle oluşumu sayesinde, Türk işçisi, Batı'daki örnekleri gibi insancıl olmayan koşullar içinde birkaç kuşağın feda edildiğini görmedi. 1929 - 1939 yılları arasında dünya sanayi üretimi %19 artarken, Türkiye'de sanayi üretim artışı %96'yı buldu.[4] Sovyetler Birliği ve Japonya dışında hiçbir ülke, bu alanda Türkiye'den daha hızlı bir büyüme sağlayamadı. Giderek oluşmaya ve büyümeye başlayan sanayi işçisi sınıfı nasıl hiçbir mücadele vermeden seçme ve seçilme haklarını elde ettiyse; yüne kan dökülmesine, kuşaklar boyu süren büyük acılar çekilmesine gerek kalmadan insancıl çalışma koşullarına kavuştu.[5] sendikalaşma, grev ve toplu sözleşme gibi hakların verilmesi için de işçi sınıfının rejimi zorlaması beklenmemiştir. Demokrasinin beşiği sayılan ülkelerde ise işçiler seçme hakkını elde etmek için uzun ve kanlı savaşımlar vermişlerdir.[6]

    Kemalizmin diğer ilkeleri gibi "devletçilik" de, 1920'lerin Anadolu'sundaki koşulların ürünüdür. Altyapısı ve sanayisi yok düzeyde olan yoksul, yüzyıllardır ihmal edilmiş olan bir halkın nasıl kısa bir sürede kalkınıp çağdaş yaşam düzeyine ulaşacağına sorulan sorunun yanıtı "Devletçilik" olmuştur.[7]

    Çağdaş Uygarlığı temsil eden Batı, uzun ve ıstıraplı bir yoldan geçerek o noktaya ulaşmıştı. Batılı ülkeler zenginleşir ve gelişirken sadece geri kalmış ülkeleri sömürmemişler, aynı zamanda kendi halklarını -insancıl olmayan koşullarda- kuşaklar boyu çalıştırmışlardı. Türkiye ise geri kalmış bir ülke olarak ne sömürgesi vardı ne de yeni Türk Devleti yüzyıllar bekleyecek kadar zaman geçirmeyi düşünüyordu. Halkın sırtından, birkaç kuşağı daha yoksul tutma pahasına bir kalkınma ise, Kemalizmin "halkçılık" özüne aykırıydı. Tüm bu şartlara rağmen 1930 yılına kadar kalkınma için gerekli yatırımları yapması özel girişimlerden beklendi. Ödenmesi gereken Osmanlı borçları, Lozan Antlaşması'na bağlı Ticaret Sözleşmesi'nin bazı hükümleri gibi hususlar da devletin ekonomiye kapsamlı bir şekilde karışmasını engelliyordu. Bu eksikliği gidermek için özel kişilerin yeterli parası, yeterli deneyimi, yeterli teknik bilgisi yoktu. Dünyayı sarsan 1929 ekonomik bunalımı ise liberal ekonomilerin başarısızlığını vurguluyordu.[8] Kemalizm, ülkeyi kalkındırmak, ülkeyi çağdaş uygarlık düzeyine ulaştırmak için "devletçilik" ilkesini bu sürecin sonunda benimsedi. Böylece hem altyapı ve sanayı devlet eliyle kurulabilecek, hem de hakça bir paylaşım yapılacak ve ekonomik gücü kullanan bir sınıfın halkı ezmesine olanak verilmemiş olacaktı. Nitekim bu süreç bu şekilde gerçekleşti.[9]

    Sanayileşmeyi hızlandırmak ve ülke düzeyine yaymak için bir dizi girişimde bulunuldu. 28 Mart 1927'de, Sanayi Teşvik Kanunu, 8 Haziran 1929'da da Milli Sanayi Teşvik Kanunu çıkarıldı. Yerli sanayi ve ticareti koruyan yeni gümrük tarifeleri, 1 Ekim 1929'da uygulamaya sokuldu. 3 Haziran 1933'de, Sanayi ve Maadin Bankası ile Devlet Sanayi Ofisi'nin yerine Sümerbank kuruldu. 1925 yılında kurulmuş olan Sanayi ve Maadin Bankası, 7 yıl içinde Hereke, Feshane, Bakırköy Mensucat, Beykoz Deri ve Kundura, Uşak Şeker ve Tosya Çeltik fabrikalarını kurmuş veya kontrolü altına almıştı. Ayrıca, Bünyan ve Isparta İplik, Maraş Çeltik, Malatya ve Aksaray Elektrik, Kütahya Çini fabrikalarına ortak olmuştu. Bu fabrikalar 1933 yılında Sümerbank'a devredildi. Sümerbank 1939'a dek 17 yeni fabrika kurdu, birçok bankaya ortak oldu, bazı şirketlere sermaye yatırdı. 1935 yılında kurulan Etibank, madencilik alanında yatırımlar yaptı, modern maden işletmeleri kurdu. Emlak ve Etyam Bankası 1926'da açıldı ve ciddi düzeyde konut kredisi dağıttı, konut yatırımlarına destek verdi. İş Bankası 1924'de kuruldu, ve çok kısa zamanda, kredi piyasasında yabancı aracıları ortadan kaldıran mali bir güce ulaştı. 1924 yılında Ziraat Bankası'na her türlü bankacılık işlemini yapabilme yetkisi verildi. Ve Banka hızlı bir büyüme sağlayarak 1931 yılında mevduatını 56 milyon liraya çıkardı (1924 Devlet bütçesi 120 milyon liraydı). Banka 1933 yılında 58,363 ortağı olan 637 Zirai Kredi Kooperatifi aracılığıyla, tarım sektörüne kredi aktardı. Ziraat Bankası'nın denetimi altında çalışan Emniyet Sandığı'nın toplam mevduatı, 1923'te 2 milyon 327 bin lira idi. Bu miktar, büyük artış göstererek, 1929'da 16 milyon 508 bin lirayı buldu.[10]

    1929 Dünya ekonomik bunalımından en az zararla kurtulunması için devletçilik politikası yoğunlaştırıldı. Birinci beş yıllık planda madencilik, elektrik santralleri, ev yakıtları sanayii, toprak sanayii, gıda maddeleri sanayii, kimya sanayii, makina sanayii ve madencilik kollarında yatırımlar planlandı ve plan büyük ölçüde gerçekleştirildi. 1923 yılında 3,700 ton olan pamuklu dokuma 1932 yılında 9,055 tona, 597,000 olan maden kömürü ise 1,593,000 tona çıkarıldı. 1923 de hiç üretilmeyen şeker, 1927 yılında 5,184 ton, 1932 yılında da 27,549 ton üretildi. Aynı dönemde çimento 24,000 tondan 129,000 tona kösele 1,974 tondan 4,105 tona, yünlü mensucat 400 tondan 1,695 tona, ipekli dokuma 2 tondan 92 tona çıkarıldı. Sanayi ve ticaretteki canlanma firma sayısını da arttırdı. 1929 yılında Sanayi Teşvik Kanunun'dan yararlanan firma sayısı 490 iken, bu sayı 1933 yılında 2,317 ye çıktı. Elde edilen yerli üretimle, 1923 de ithal edilen kösele ve un 1932 de hiç ithal edilmedi. Şeker ithalatı yüzde 37, deri ithalatı yüzde 90, çimento ithalatı yüzde 96.5, sabun ithalatı yüzde 96.5, kereste ithalatı yüzde 83.5 oranında azaldı. 1923 yılında 36,100,000 dolar dış ticaret açıı verilirken, (ki tüm ithalat 86,900,000 dolar, tüm ihracat ise 50,800,000 dolar idi) bu açık 1931 yılında 300,000 dolara düşürüldü. 1936 yılında ise ihracat ithalatı 20,100,000 dolar aştı ve Türkiye, tarihinde ilk kez dış ticarette artıya geçti.[11]

    Bu ulusçu girişimler sonuçlarını kısa sürede gösterdi. 1922-1925 arasında fiyat artış oranı yani enflasyon, yılda yüzde 3.12, 1925-1927 arasında ise yüzde 1 oldu. Bazı fiyatlarda ucuzlama görüldü. Türk parası yabancı paralar karşısında değer yitirmedi, aksine bazılarına karşı değer kazandı. 1924 yılında 9,5 kuruş olan Fransız Farngı, 1929 yılında 7,7 kuruşa, 187 kuruş olan bir ABD Doları 127 kuruşa düştü. Aynı dönemde bir İsviçre Frangı 34 kuruştan 37 kuruşa, bir Alman Markı 44 kuruştan 46 kuruşa çıktı. Bunlar dünyanın en güçlü paralarıydı. Dış ticaret açığı 1930'da ihracat fazlasına dönüştü. Cumhuriyetin ilk yıllarında hiç olmayan altın stoğu, 1931'de 6.127 ton, 1933'de 17.695 ton, 1937'de ise 26.107 tona ulaştı. Yine ilk yıllarda hiç olmayan döviz stoğu ise 1938 yılında 28.3 milyon dolara çıktı.[12]Enflasyonsuz bir süreçte para hacmi hemen hemen sabit tutulmasına karşın, ekonomide gelişme sağlandı. Türkiye'de uygulanan ekonomik önlemler, 1929 buhranından etkilenen başta Almanya olmak üzere birçok ülke tarafından uygulanmaya başlandı. Almanya, Türkiye'nin izinden giderek kambiyo kontrolü rejimine geçti ve enflasyonu önledi. Paralarının serbest döviz niteliğini korumaya önem veren diğer ekonomiler, paralarının değer yitirmesini önleyemediler.[13]

    Devletçilik poltikasının olumsuz yanları [değiştir]

    Devletçilik politikasi'nin olumsuz yanlari Milton Friedman gibi nobel kazanmis unlu ekonomistler tarafindan kanitlanmistir. Devletcilik politakalarinda [sosyalizmde) devlet, tarim/sanayi urunlerinde veya hizmet sektorlerindeki talebi gormezden gelir. Tarim, sanayi ve hizmet sektorlerindeki kurumlar (fabrikalar, okullar hastaneler) halktan toplanan vergilerle açılır. Devlet bu kurumlardaki üretimi önceki yillardaki tuketime bakarak bir merkezi yönetim uzerinden tahminen yapar. Ne var ki, önceki yıllardaki tüketim bu yilki tuketime hiçbir zaman tam eşit olmaz. Uretim tuketimden az olursa kitlik cikar. Uretim gereginden fazla olursa bu kuruluslar zarara ugrayabilirler ve devlete yuk olmaya başlarlar. Devlet hicbir zaman bir sonraki yilin tuketimini tam olarak kestiremez ve devlet kuruluslari ya kitliga yada zarara neden olur ki bu zararlar yine vergilerle vatandaslara mal olur. (ornek: Turkiye'de 70'lerde tup kitligi ve tup siralari (ne var ki Kemal Sunal filmlerine bile konu olmustur),1980'lerde yag kitligi).[14]

    Çoğulcul Tercih

    Devletcilik politikasinin bir diger sorununu Ludvig von Mises "Cogulcul Tercih" olarak aciklamistir. Cogulcul tercih su manaya gelir: Devletcilik politikasinda eger devlet halkin sabit telefon, sigara, içki, yolcu ucağı ihtiyaçlarını görmüş ise, bunlar icin butun halktan vergi toplamak zorundadir. Boyle bir durumda sabit telefonu kullanmak istemeyen, sigara/icki icmeyen ve yolcu ucağına binmek istemeyen bir insan ile bunlari kullanacak kisiyi bir tutulmus olur. Kullanmadigi servisler icin fazladan vergi odemek zorunda kalan sahis, "Cogulcul Tercih" in magduru durumuna duser.[15]

    Yolsuzluk ve Mafya

    Unutulmamasi gereken bir diğer husus ise Henry Hazlitt tarafından "corruption" adiyla aciklanmaktadir. Devlet, halktan vergileri merkezi yonetim ile toplamaktadir. Bu vergilerin toplamlanması işlemi ve kuruluşlara aktarımı sırasında gorev alan memurlar "melek" olmadıkları ve kendi cikarlarini dusundukleri icin, buralardan para aklayabilirler. Toplanan vergiler kuruluslar yerine, gorevlilerin ceplerini doldurabilir. Bu da yolsuzluktur. [16]

    Uretimde olusan yanlis tahminler sonucunda kitlik cikarsa ihtiyac sahipleri ihtiyaclarini karsilamak icin fazladan para odemek isteyebilirler. Yalniz devletcilik politikalari genelde fiyat kisitlamalarida uygular. (petrolun, elektirigin, maximum ucreti ve işçilerin asgari ücreti gibi) Bu durumda devlet ne kadar tuketiciyi koruyormus gibi gozukse de ihtiyaci fazla olani, ihtiyaci az olandan ayiramaz. Bu durumda ihtiyac sahipleri devlet memurlarina rusvet onerebilirler ki bu da "corruption" in bir parcasidir. Rusya gibi devletcilik politikalarinin 1991'den once cokca uygulandigi yerlerde buna bagli olarak mafya'da turemistir.

    Rekabet

    Rekabet konusu da devletçilikte önemli bir yer tutar.Örneğin bütün süt işletmelerinin devletinin elinde olduğunu bir ekonomide inekler elle sağılır ve yeni teknoloji ürünlerine gereken önem gösterilmez. Her seçim sonrasında yönetim kadrosu değişir ve yine her seçim sonu iş vaad edilen kişiler işe almak için yeni işler bulunur. Bir yumurta bir kişiye taşıtılabilecekken, on kişiye taşıtılır. İşçiler ise nasıl olsa maaşlarını aynı miktarda her aybaşı aynı şekilde alacakları için fazladan bir çabayı gereksiz görürler. Her süt işletmesi de devletin olduğu için işletmeler birbiriyle yarışmak gibi gereksiz bir zahmete katlanmaz. Rekabetten olmadığından kaliteyi artırmayı veya fiyatları düşürmeyi gereksiz görürler.

    Eğer bu süt işletmelerinin özel sektörde olduğunu düşünürsek rekabet halindeki işletmeler daha az maliyetle daha çok ürün elde etmek için sütü elle sağmak yerine makinalarla sağarak zamandan tasarruf eder. Yapılan iş ile paralel ücretler öder ve sonuçta bir yumurtayı bir kişiye taşıtır. Böylece üretim daha fazla olur, hem devlet özel kurumdan daha çok vergi geliri sağlar, hem rekabet olduğunda ideal kaliteye yaklaşılır ve fiyatlar düşer, hemde vatandaşın üzerinden bu işletme için ödediği vergi yükü kalkar.

    Ekonomik Organizasyon'un Asimetrik Dağılımı

    Devletçilik polikalarının bir diğer sorunu ise misallocation of economic organization olarak Carl Menger tarafından açıklanmıştır. Bunun örneği ve çıkardığı sorunlar ülkemizde hala geçerlidir. PKK terörist organizyonuda bu sorun sonucunda doğmuştur. Yukarıda açıklandığı gibi devlet, rekabet olmadığından halkın taleplerini görmezden gelir. Ekonomi,merkezi yönetimce hazırlanan ekonomik plana uygun olarak şekillenir. Ne var ki, ekonomi siyasi, kültürel, sosyolojik, dini sebeplerden asimetrik olarak şekillenebilir. Ekonominin şekli halkın değil birkaç kişinin insiyatifinde bulunduğundan devlet yatırımlarında asimetrik dağılım gözükür. İstanbul'a ve Türkiye'nin Batısına yapılan devlet yatırımları, çeşitli sebepler nedeniyle doğuya yapılmayabilir. Bu da doğu halkının ödediği verginin karşılığını alamamasıyla sonuçlanır ki PKK isyanının sebebi de budur. Aynı şekilde başörtülü öğrencilerin veya kamu çalışanlarının devlet üniversitelerine veya kamu dairelerine sokulmaması, bu öğrencilerin/çalışanların ödediği katma değer vergileri/gelir vergileri gibi vergilerinin devletten karşılığını alamıyor olmaları ileride büyük isyanlara yol açabilir. Nitekim aslında devlet ne hastaneleri, ne okulları, ne fabrikaları, ne bankaları için aslında hiçbir ödeme yapmamaktadır.Devlet hizmetlerinin ödemelerinin tamamı (okul açmak için çimento, sıraların paraları, doktor/öğretmen parası, F-16 jetleri, yollar vs.) milletin vergileri üzerindendir.

    Gümrük Vergileri

    Devlet tarafından oluşturulan gümrük vergileri de zannedildiği gibi yerli üreticiyi korumamakta aksine onu tembelleştirmekle beraber tüketiciyi zarara uğratmaktadır. Ünlü ekonomist Donald Boudreaux cafehayek.typepad.com'daki blogunda sorunu şu şekile açıklamaktadır: ...Zannedildiği gibi gümrük vergileride ulusal üreticileride korumamaktadır. Sınırlarını dışarıdan gelen ürünler için geçilmesi zor bir kale duvarı haline getirmek isteyenler bir düşünsünler: Eğer gümrük vergileri ekonomiyi sağlamlaştırıp yerli üreticiyi koruyacaksa eyaletlerimiz arasında da gümrük vergileri koyalım. Biraz daha ileri gidip, illerimiz arasına, hatta ilçelerimiz, hatta sokaklarımız hatta evlerimiz arasındaki alışverişe de vergi koyalım. Sizce bu ekonomiye ne kadar iyi yönde katkı sağlayacaktır? Eğer paramızı evde tutmak isteyipte kendi dişimizi kendimiz çekelim, kendi meyve/sebzemizi kendimiz yetiştirelim istersek, hem dişsiz kalırız hem aç. Tabi gerçek işimize de (örneğin reklamcılık) hiç vakit ayıramayacağımızdan parasızda kalırız. İzin verin herkes kendi bildiği işi en iyi şekilde yapsın ve bu işi diğerlerinin işiyle alış veriş etsin.

    Asgari Ücret

    (bknz. asgari ücret)

    Özel Sermaye

    Devletçiliğin daha ağır yaşandığı komunist ülkelerde özel sermaye ya çok az bir seviyede tutulmaya çalışılır yada hiç yoktur. Nitekim özel sermaye kar amacı güder. Patronların çıkarları dahilinde işler. Ne var ki patronlar ancak halka hizmet ederek para kazanabilirler. Bu durum aslında patronları hizmetçi, halkı patron yapar. Çünkü rekabetin varolduğu bir ekonomide bir patron ancak iki şekilde yarışabilir: Maliyeti düşürerek veya kaliteyi arttırarak. Eğer bir patron rakiplerine kaybetmeden ekonomide var olmak istiyorsa bu iki rekabet enstrumanını hizmet verdiği kitleye gore en optimum seviyede tutarak işlerini devam ettirmelidir.

    Devletçi ekonomiler bu gerçeği görmezden gelirler ve halkı sömürülen ilan ederek ekonominin en büyük tekerleğini söker ve onu devletin baskıcı, zulümkar, acımasız ellerine teslim eder. Nitekim liberal bir ekonomide işten yöneticisiyle tartıştığından dolayı çıkarılan bir çalışan başka işletmelerde çalışma imkanı bulabilirken, devletçi bir ekonomide imlediğinden ve rekabet olmadığından bir daha hiçbir yerde çalışamaz. Bu yüzden devletçi (sosyalist/komunist) toplumlarda çalışanlar boynu bükük, eleştiremeyen, devletçe ezilmiş, yönetimdekileri sorgulayamayan birer birey haline gelmek zorunda bırakılmıştır. (daha çok bilgi için bknz. Özel Sermaye)

    Yabancı Sermaye

    Yabancı sermaye'de yine ulusal devletçi politikacıları, gazetecilerin bolca karşı çıktığı ne var ki ekonomiye çok yararlı bir enstrumandır. Ülke sınırları içerisinde reel ve finansal yatırım imkanı oluşturabilecek olan yabancı sermaye çalışana olan talebi arttıracaktır. Nasıl ki bir laptop'u 100 kişi isterken ki fiyatı, aynı laptop'u 1 kişi isterken ki fiyatından fazla olacaksa, yabancı sermaye'nin ekonomiye girişiyle de bir işçi talebin artmasından dolayı daha çok ücretle çalışabilecektir. Bu durum ülkenin kişi başına düşen milli gelirinin hızlıca artmasın sağlayacaktır.

    Ulusalcı birçok kimse yabancı sermayenin jeopolitik ve jeostratejik bir hata olduğunu savunmaktadırlar. Ne var ki göremedikleri çok büyük bir unsur vardır: Sermayenin bir ülkeden bir ülkeye gelmesiyle aslında bu iki ülke arasına barışta gelir. Eğer sermayenin çıktığı ülke sermayenin girdiği ülkeye savaş açacak olsa, sermaye sahipleri ilk olarak savaşı açan ülkenin meclisini lobi faaliyetleriyle durdurmaya çalışacaktır. (Örn. İtalya Türkiye'ye savaş açacak olsa, bu savaşın en büyük karşıtları Fiat veya UniCredit gibi İtalyan şirketlerinin hissedarları olacaktır. Türkiye'ye yatırım yapmış olan bu şirketler yatırımlarının kendi ülkelerince bombalanmasını istemeyeceğinden mecliste büyük kulis faaliyetleri yürüteceklerdir.)

    Devlet Bankacılığı

    Devlet bankaları özel bankaların kredi vermediği tarımsal işletmelere kredi açar. Nitekim bu krediler aslında çok yüksek risklidir (ki aslında özel bankaların kredi vermemesinin de sebebi budur.)Buna rağmen devlet bankaları vatandaşın vergileriyle vatandaşın üstünden bu çok riskli işletmelere kredi açar. Devlet çalışanlarının kendi akrabalarına/dostlarına da verebileceği bu krediler yüksek riskli olduklarından çoğu zaman batar ve vatandaşı zarara sokar. Devlet bankaları çoğu zaman bu batık kredilerin hesabını bile sormayabilir çünkü verilen vergiler ne kendilerine emaneten verilmiştir ne de kaybolan paralar kendi paralarıdır.

    Devlet Üniversiteleri/Okulları

    Devlet üniversitelerinde öğrenciler bedavaya okuyormuş gibidirler. Ne var ki onlar aslında vatandaşların gelirlerinden toplanan vergilerle okumaktadırlar. Oysa ki öğrenciler bunun farkında değillerdir. Olsalar da bu paralar kendi paraları olmadığından önemsemezler. Bu yüzden sınıfta kalmak, ders çalışmamak, sıralara tahtalar zarar vermek vs. gibi şeyler onlar için önemli değildir. Öğretmenler içinde dersi iyi anlatmak zorunlu değildir. Nitekim rekabet olmadığından derslerini iyi de anlatsalar kötü de anlatsalar maaşlarını ay sonunda aynı miktarda alacaklarını bilirler. Bu yüzden derslerini daha verimli anlatmaya yarayacak fazla motivasyonları yoktur. Bunların hepsi ülke ekonomisine birer net zarardır. İlk bakışta bedava gibi gözüken bu sistemin aslında içten çökmüş olmasının en temel sebebi çözümler için özel sektör yerine devletçi anlayış sunulmuş olmasıdır.

    Örn. ÖSS'ye hazırlanan birçok Lise son öğrencisi bilir ki, son sene okulda hiç ders çalışmamışlardır ve özel dershaneye gitmişlerdir. Ekonomik araştırmalar göstermiştir ki, eğer devlet lise sonu ve hatta bütün devlet okullarını kaldırıp, çalışanlardan çok daha az vergi alsa herkes özel dersaneye gidebilecek finansal kapasiteye ulaşabilecektir. Bu durumda öğrenci velileri eskiden gelir vergisi, KDV vs. gibi vergilere verdikleri vergileri artık özel dersanelere verecek ve daha kaliteli/sonuç odaklı eğitim alabileceklerdir. Nitekim bugün ortalama bir çalışanın aylık gelirinin yaklaşık 3/7'sinin KDV, ötür, gelir, iletişim vergilerine gittiğini düşünürsek bu çok yüksek bir tutardır. Bu oran düştükçe kişilerde daha çok net sermaye kalacak ve kendi tercihlerine göre okuyabilecektir.

    Atatürk Devletçiliği'nin diğer Sosyalist görüşlerle ilişkisi [değiştir]

    Türkiye'nin tatbik ettiği devletçilik sistemi 19. yüzyıldan beri sosyalizm teorisyenlerinin ileri sürdükleri fikirlerden alınarak tercüme edilmiş bir sistem değil, Türkiye'nin ihtiyaçlarından doğmuş, Türkiye'ye özgü bir sistemdir.[17]

    Atatürk 1 Aralık 1921'de Meclis Konuşmasında şöyle der:

    "Kurtulmak, yaşamak için çalışan ve çalışmaya mecbur olan bir halkız. Dolayısıyla her birimizin hakkı vardır. Salahiyeti vardır. Fakat çalışmak sayesinde biz hakkı kazanırı. Yoksa arka üstü yatmak ve hayatını emek harcamadan geçirmek isteyen insanların bizim toplumumuz içerisinde yeri yoktur, hakkı yoktur. İnsan ancak çalışmakla insan olur. Bizi mahvetmek isteyen emperyalizme karşı bizi yutmak isteyen kapitalizme karşı heyeti milliyece mücadeleyi öngören bir mesleği takip eden insanlarız. Fakat ne yapalım ki, Demokrasi'ye benzemiyormuş. Sosyalizm'e benzemiyormuş. Hiçbir şeye benzemiyormuş. Efendiler biz benzememekle ve benzetmemekle iftihar etmeliyiz çünkü biz bize benzeriz"

    Devletçilik; kişilerin özel teşebbüslerini ve şahsi faaliyetlerini esas tutmak; fakat büyük bir milletin ve geniş bir memleketin bütün ihtiyaçlarını ve birçok şeyin yapılmadığını göz önünde tutarak, memleket ekonomisini devletin eline almak. Türkiye Cumhuriyeti Devleti, Türk vatanında asırlardan beri kişisel ve özel teşebbüslerle yapılamamış olan şeyleri bir an önce yapmak istedi; ve kısa bir zamanda yapmayı başardı.

    Kemalist Devletçilik anlayışının, bütün üretim araçlarını devletin elinde toplamayı öngören marksizm ile farkı hızlı bir ekonomik büyümeyi sağlamak için devletin lokomotif görevini üstlenmesi anlamına gelmektedir. Ekonomiye yön vererek, kıt kaynakların akılcı kullanımını planlamak, özel girişimcilerin ilgilenmediği, başarılı olamadığı ya da kamu yararı görülen alanlarda yatırım ve işletmecilik yapmaktır.

    6-8 Mart 1921 de Hakimiyeti Milliye yazısında:

    "Sağa mı sola mı nereye gideceğiz? Herhalde sağa değil. Çünkü insanlar, fikirleriyle, siyasetleriyle, ilimleriyle sürekli aksi istikameti takip ediyorlar. Eski tarihin, insanlığı kendi kendine bağlayan bağları, bilhassa Umumi Harb'in yarattığı büyük sarsıntısan sonra, büsbütün gevşedi. Ve sola doğru, bazı devletler seri ve hamleli, bazı devletler ise yavaş ve temkinli bir yürüyüşe başladı. Şüphe yok, insanlığın düşünüş tarzı, çok derin ve esaslı inkılap devresindedir. Bir taraftan krallar, imparatorlar, sağ kanatta merkez partileri ve mutlakiyet parlamentoları zayıflıyor, diğer taraftan Sosyalistler hak taraftarları, halkçılar kuvvet kazanıyor. Bu değişim karşısında Türkiye ne tarafa dönecek?"

    Diyerek dünyanın sağdan sola doğru gittiğini tespit etmiştir. Yani dünya Feodalizm'den Kapitalizm'e Kapitalizm'den de Sosyalizm'e doğru gittiğini belirtiyor. Bu saptamasıyla Bilimsel Sosyalizm'in sosyalizmnin kapitalizmin çürümüşlüğü içinden doğacağını ve bunun da Komunizm'e doğru ilerleyeceği fikrini destekler.

    Ayrıca aynı yazısında:

    Üretim ve üretim araçları bireysel vasfı kaybederek ortak olmaktadır. Fakat onların mülkiyeti bu gelişmeye tabi ortak olamamış, bireysel ve kişisel kalmıştır. Cihan inkilabı işte bu gayrı tabilikte çıktı. Bu ihtilalin müdafa ettiği dava şudur: "Üretim ve üretim vasıtalarını, gelişme ortak bir hale getirdi. Bu ortak mesai ve teşkilatın menfaatı da ortak olmalı şahsi olmamalıdır. Hiç şüphe yoktur ki bu dava haklıdır. Çünkü üretim müesseselerinin şahıslar elinde kalması, makineler sayesinde çoğalması lazım gelen refahı akamete uğratıyor. Fabrikatörler çoğunlukla insanlığa faydalı olan şeyleri değil, çok para eden maddeleri üretmeye çalışıyorlar. Tacirler, stoklarını memleketin muhtaç bölgelerine değil, çok para eden yerlerine taşıyorlar. Bankaların sermayeleri insanları sefaletten kurtaracak zeminlerde, insanların hayrı için değil vurgunculuğun çok olduğu yerlerde sarrafların menfaatleri için işletiyorlar." Gerçekten çok önemlidir.Böylece Atatürk diğer sosyalist görüşlerde olduğu gibi üretim araçlarının bireysel mülkiyetinin yanlış olduğunu doğruluyor.




  • Laiklik Kavramı [değiştir]

    Laik harfi Yunanca laos ismi ve laikos sıfatından gelir, Latincesi laicus’tur. Laos: halk, kalabalık, kitle demektir ve zıddı kleros’tur. Laikos: halka ait, ruhban olmayan demektir (Sinanoğlu: 1, 2). Laicus: dinsel olmayan, demektir ve Osmanlıcada bu terim ladini ile karşılanmış fakat bu tutmamış, Fransızca laik kelimesi Türkçeye girmiştir (Altındal, 1986: 25). Laos/kleros karşıtlığı MÖ 3. yüzyılda, şeriat yönetimlerindeki iki sınıfı belirtmek üzere kullanılmıştır. Hıristiyanlığın ilk yüzyılından itibaren kilise adamlarına klerikoi (Latince clerici), bunların dışında kalanlara laikoi (Latince laici) denilmiştir. Bu adlandırma, ruhani ve cismani bir ikiliğe de işaret eder. Yeniçağda laik terimi, felsefi ve hukuki, siyasal bir anlamla genişleyerek devlet ve din ilişkilerine ait bir tarzı ifade etmeye başlamıştır (Özek: 1-5). Fransa’da 3. cumhuriyette laicisme kelimesi dile girmiştir (Poroy, Laiklik I). İngilizcede, papazdan başka bütün halka lay, laity denir ve laic, secular kelimeleri de cismaniliği ifade eder. Latince saecularis’ten gelen secular, özellikle İngiliz ve Alman toplumunda kullanılır.

    Kavramı felsefi açıdan tanımlayanlara göre laiklik “insana, insan aklına, beşerin ebedi tekamülüne iman getirmektir.” Buna göre, laik devletin dine karşı oluşu ile tarafsız olması arasında bir fark görmeyenler, dinle ilgisi olmayan anlamının hepsini dinsizlik olarak tanımlamışlardır (Bayur, Laiklik I). Bazı düşünürler insan eylemlerini dinli, dinsiz, dindışı şeklinde üçe ayırmışlar, buna örnek olarak ibadet etmeyi dinli, dindarları hor görmeyi dinsiz, yürümek konuşmak gibi eylemleri dindışı olarak görmüşlerdir.

    Siyasi anlamı üzerindeki tartışmalarda ise laiklik, liberalizmin dini kaynağı sayılır ve siyasi kudretin dini kudretten ayrılmasını ifade eder. Teokratik devletten demokrasiye geçerken devlet otoritesiyle din otoritesi sınırlandırılmış, laiklik klasik demokrasinin gerekliliğinin bir icabı olmuştur. Buna göre kavram, çağdaşlaşma ve insan hakları ile yakın bağlantılıdır. Buna mukabil, İsrail gibi bir din devletinde de demokrasi 1948 senesinden beri hiçbir askeri darbe ile kesintiye uğramadan başarıyla uygulanmaktadır.

    Hukuki tanımlara göreyse en yaygın tanım, devlet ile din işlerinin ayrılmasıdır. Devlet, bir dine inanıp inanmama meselesini özel bir problem sayar, fertlerinin sadece maddi yönüyle ilgilenir, kendisi devlet olarak hiçbir dini taşımaz, hiçbir dini ayine iştirak etmez, fakat fertlerin her türlü dini serbestliklerini kabul eder. Devlet, dini esaslara dayanan kanunlar yapamayacağı gibi, bütün dinlere eşit mesafede durur ve hiçbir şekilde dinlerin ibadet hüküm ve kurallarına müdahale edemez. Bununla birlikte dinlerin amme düzenini bozacak davranışlarını da önlemekle yükümlüdür (Başgil: 5, Onar: 563).

    Kavramın tarihsel gelişimi Katolik Avrupa ile Anglosakson Avrupa arasında bir nüans yaratmıştır. Katolik ülkeler laik, diğerleri sekülerdir. Laik ülkelerde daha çok din devletin denetimi altındadır; buna mukabil seküler ülkelerde din ile devlet özerk iki alandır (Altındal, 1986: 26). Protestan ve Anglikan ülkelerdeki sekülarizm, günlük hayatı belirleyen dünyevi bir yaşama tarzını ifade eder ve dünyevi işlerde dini dışarda bırakmak anlamını edinir. Bu ülkelerde milli kiliselerin Roma Kilisesinden ayrılmışlığı, Kraldan ayrı özerk kurum oluşu da kavrama etkinlik kazandırmıştır. Bu aynı zamanda uluslaşma ve burjuvazinin ortaya çıkışıyla da ilgilidir. Laikliğin Bizans sezaropapismine ve elitist hakimiyete, sekülarizmin ise Roma paganlığına ve vicdan özgürlüğüne yakın olduğu belirtilmiştir (Altındal, age).

    Devlet ve din arasındaki ilişkilere bir temel sağlayan laiklik, bu ilişkiler açısından üç özellik gösterir: Devlet dine bağlıdır (teokrasi, Tibet); din devlete bağlıdır (imparatorluk, Bizans, Osmanlı, İngiltere, Rusya); ikisi de özerktir (demokrasi, ABD, Avustralya, Belçika) (Poroy, 1951). Laik devleti Duguit şöyle tanımlar: “Din konusunda kendisi tarafsız olup, mensupları bir dini taşımakla birlikte kendisi devlet olmakla hiçbir dini özellik göstermeyen ve hiçbir din ayini yapmayan ve kendi namına yaptırmayan devlet.” (Poroy, aynı yer, 20). Bugün bütün dünyada, cismani ve ruhani ayrılık anlamındaki temel ilkeler kabul görmekle birlikte, her devletin toplumuna ve kültürüne has özellikler de kavrama girmiştir. Türkiye’de laik devlet ile Müslüman toplum arasında cumhuriyetin kuruluşundan beri bir gerilim vardır ve devletin özel siyasal bir kavramı olan irtica kavramı, laiklikle birlikte anılır olmuştur. Devlete göre irtica, dinin sahtesi ve taassuptur (Daver, 1955: 10). İrtica kavramının hukuki mi ideolojik mi olduğu tartışmalıdır. Atatürk’e göre “her faydalı ve yeni şeye karşı çıkmak irticadır” (Aydemir, 3). İrtica, devletin laikleşmesiyle ilgili olarak kanun koyucunun hukuki normlarına aykırı hareketler, devletin dayandığı ana değerlere aykırı görüşleri bu açıdan etiketlemesi şeklinde tanımlanmakla beraber, dini kamuoyundaki dini vecibeleri yerine getirme davranışları ile bu anlayış sıklıkla karıştırılmakta, hatta seçimle işbaşına gelse dahi eğer bu aykırılık görülürse devlet en başta ordu kurumu olmak üzere müdahale edebilmektedir. Burada devlet, demokratik açıdan her türlü düşünceye geçit verse bile, bu düşüncelerin dine dayanıp dayanmadığı noktasında laikliğe aykırı hareketler kapsamında irticayı temel terim olarak benimsemiştir (Batuhan, 1959). Felsefi açıdan ise laikliğe karşı taassup (yobazlık) kavramı, bir fikir ve inanç tekelciliğini ifade eder. Taassup bir kimsenin, bir kurumun, bir zümrenin kendi mutlak sandığı dar görüşlü düşünce ve inançlarını başkalarına kabul ettirmek istemesi, hatta zor kullanmasıdır.

    Tarihçesi [değiştir]

    Eskiçağlardan beri din, insanların, günlük yaşamında, toplumsal düzende ve devlet yönetiminde etkili oldu. Özellikle Hıristiyanlık Avrupa'da ortaçağ sonlarına kadar her alanda söz sahibiydi. Papalar krallara hükmedebiliyor, papaz, rahip, ya da keşiş gibi din adamları Hıristiyan dininin kurallarına göre insanların yaşamını yönlendiriyorlardı.

    Zamanla değişen ve gelişen ticaret ilişkileri, kentlerin zenginleşmeye başlaması, Hıristiyan olmakla birlikte ayrı mezheplerden olanların çoğalması gibi etkenler Hıristiyan dininin dönemin yeni koşullarına göre gözden geçirilmesini gerektirdi. 16. yüzyılda dinde Reform hareketi oldu. Edebiyat, sanat ve bilimde Rönesans diye adlandırılan canlanma ve atılım dönemi de 15. ve 16. yüzyıllarda gerçekleşti. Böylece Hıristiyan dünyasında din, yaşamın birçok alanında etkisini yitirmeye başladı. Özellikle eğitim ve öğretim alanında yenileşmeler oldu. Din kurallarına uygun eğitim yapan kurumların yani sıra özgür düşünceye ve inanç özgürlügüne dayanan eğitim kurumları devlet tarafından açılmaya başlandı. 1789 Fransız Devrimi'nden sonra laiklik yavaş yavaş devletin bütün kurumlarında ve toplumda kendini kabul ettirdi.

    En son 2008'de Türkiye'de parti kapatma davalarıyla ilgili olarak Avrupa Birliği, jakoben laiklik yerine demokratik laiklik kavramını tercih ettiğini belirtmiştir.[2],[3]

    Anayasasında laikliği kabul eden devletler [değiştir]

    * Amerika Birleşik Devletleri (1791 Anayasası'nın 1. Değişikliği)
    * Fransa (1958 Anayasası'nın 1. Maddesi)
    * Japonya (1946 Anayasası'nın 20. Maddesi) Ancak hükûmette dinî parti mevcuttur.
    * Meksika (1917 Anayasası'nın 3. Maddesi)
    * Portekiz (1976 Anayasası'nın 41. Maddesi)
    * Türkiye (1982 Anayasası'nın 2. Maddesi)

    Not:Bu başlıkta yer almayan devletlerde vardır.

    Anayasasında laikliği kabul etmemesine rağmen laik olan devletler [değiştir]

    * Azerbaycan
    * Hindistan
    * Küba
    * İrlanda
    * Avustralya
    * Endonezya
    * Senegal
    * Mali

    Not:Bu başlıkta yer almayan devletlerde vardır.

    Laik Olmayan Din/İdeoloji Devletleri [değiştir]

    * İsrail
    * İran
    * Suudi Arabistan




  • Yapıldıkları Alanlara Göre İnkılaplar [değiştir]

    Siyasal İnkılaplar [değiştir]

    * Saltanatın Kaldırılması (1 Kasım 1922)
    * Türkiye'nin Yeniden İdari Teşkilatlanması (1921, 1924, 1930)
    * Ankara'nın Başkent Olması (13 Ekim 1923)

    Atatürk İnkılapları

    Siyasal inkılaplar

    Saltanatın Kaldırılması
    Cumhuriyetin İlanı
    Halifeliğin Kaldırılması
    Toplumsal inkılaplar

    Kadınların Seçme ve Seçilme Hakkı
    Şapka Kanunu
    Tekke, Zâviye ve Türbelerin Kapatılması
    Soyadı Kanunu
    Lâkap ve Unvanların Kaldırılması
    Uluslararası Ölçülerin Kabulü
    Eğitim ve kültür alanındaki inkılaplar

    Öğretimin Birleştirilmesi
    Harf Devrimi
    Köy Enstitüleri
    Türk Dil ve Türk Tarih Kurumlarının Kurulması
    Üniversite Öğreniminin Düzenlenmesi
    Güzel Sanatlarda Yenilikler
    Ekonomik inkılaplar

    Aşarın Kaldırılması
    Çiftçinin Özendirilmesi
    Toprak Reformu
    Örnek Çiftliklerin Kurulması
    Sanayi Teşvik Kanunu
    I. ve II. Kalkınma Planları
    Hukuki inkılaplar

    Mecellenin Kaldırılması
    Medeni Kanun

    * Cumhuriyetin İlanı (29 Ekim 1923)
    * Halifeliğin Kaldırılması (3 Mart 1924)
    * Çok Partili Rejim Denemeleri (Serbest Cumhuriyet Fırkası, 1930)

    Toplumsal İnkılaplar [değiştir]

    * Kadınların Erkeklerle Eşit Haklara Sahip Olması (1926 - 1934)
    * Şapka ve Kıyafet Devrimi (Şapka Kanunu, 28 Kasım 1925)
    * Lâkap ve Unvanların Kaldırılması (26 Kasım 1934)

    Eğitim ve kültür alanındaki İnkılaplar [değiştir]

    * Millet Mekteplerinin Açılması (1920)
    * Öğretimin Birleştirilmesi (3 Mart 1924)
    * Medreselerin Kapatılması (1926)
    * Maarif Teşkilatı Hakkında Kanun (1926)
    * Harf Devrimi (1 Kasım 1928)
    * Güzel Sanatlarda Yenilikler(1928)
    * Türk Dil ve Tarih Kurumlarının Kurulması (1 Nisan 1931, 12 Nisan 1931)
    * Üniversite Reformu (1933)
    * Üniversite Öğreniminin Düzenlenmesi (31 Mayıs 1933)

    Ekonomi Alanında İnkılaplar [değiştir]

    * İzmir İktisat Kongresi (1923)
    * Aşar(Öşür) Vergisinin Kaldırılması (17 Şubat 1925)
    * Çiftçinin Özendirilmesi(1925)
    * Örnek Çiftliklerin Kurulması (1925)
    * Tarım Kredi Kooperatifleri'nin Kurulması (1925)
    * Kabotaj Kanunu (1 Temmuz 1926)
    * Sanayi Teşvik Kanunu (28 Mayıs 1927)
    * I. ve II. Kalkınma Planları (1933, 1937)
    * Yüksek Ziraat Enstitüsü'nün Kurulması (1935)
    * Ticaret ve Sanayi Odalarının Kurulması (1935)

    Hukuksal İnkılaplar [değiştir]

    * Mecellenin Kaldırılması (1924 - 1937)
    * Medeni Kanun (1924 - 1937)
    * Türk Ceza Kanunu (1926)
    * Yeni Anayasanın Kabulü (1924)
    * Teşkilatıesasiye Kanunu (1921)
    * Şer'iyye Mahkemelerinin Kapatılması (1924)

    Atatürk Devrimlerinin Nedenleri [değiştir]

    * Atatürk'e göre bu devrimlerin amacı; Türk Milletinin son asırlarda geri kalmasına neden olan bütün kurumları kaldırarak yerine milletin karakterine, şartlara ve çağın gereklerine uygun ve ilerlemeyi sağlayacak yeni kurumlar kurmak ve Türkiye'yi muasır medeniyetler seviyesine çıkartmakdır.
    * Osmanlı Devleti'nin içte ve dışta saygınlığını yitirmiş, vatandaşın sorunlarını çözmekten uzak hale gelmiş, ekonomisi bozulmuştu. Büyük devletler, Osmanlı Devleti'ne verdikleri borçların karşılığı olarak, üretilen malların çoğuna el koymaktaydılar.
    * Birbiri ardı sıra yapılan savaşlar ve ayaklanmalar halkı bezdirmiş, toplum düzeni bozulmuştur. Vergiler adaletsizdi. Kanun karşısında kimseye eşit davranılmıyor ve halk gittikçe daha da fakirleşiyordu.
    * Osmanlı Devleti Birinci Dünya Savaşından da yenik çıkınca, ülke diğer devletlerce işgale uğradı. Artık Osmanlı Devleti, fiilen çökmüş, sadece ismen varlığını devam ettirmekteydi. Padişah kendi canının ve tahtının kaygısına düşmüş, işgal devletleri ile işbirliği içerisindeydi. Vatanın ve milletin kurtarılması gerekiyordu. Bu da ancak yeni bir devlet ve rejimi kurarak yapılabilirdi.
    * Atatürk ve arkadaşları Türk Milletini bu durumdan kurtarmak için Kurtuluş Savaşını başlatmış, Samsun'a çıkışından sonra Erzurum ve Sivas Kongrelerini yaparak Anadolu'nun dört bir yanından gelen temsilciler ile birlikte vatanı kurtarmak için çalışmaya başlamışlardır. Sonunda 23 Nisan 1920'de Ankara'da TBMM açılmış ve yeni bir Türk Devleti, Türkiye Cumhuriyeti kurulmuş oldu. Bu yeni devlet içte padişah hükümetine, dışta işgalci düşmanlara karşı büyük bir mücadele başlattı. Vatan toprakları düşmandan temizlendi. Sonra da padişahlık yönetimi kaldırıldı. Yerine, akılcı, gerçekçi, ilerici bir yönetim kuruldu. Atatürk'ün yaptığı devrimlerle bugünkü çağdaş Türk toplum düzeni oluşmuş oldu.




  • Atatürk ve Matematik Tutkusu

    Mustafa Kemal, Selanik Askeri Rüştiyesindeyken, matematik öğretmeni yüzbaşı Mustafa efendi sınıfa gelmediğinde, onun yerine birçok kez bu dersi vermiştir (2). Atatürk, yaşamının askeri öğrenim sonrası dönemlerini, ulusal ve uluslar arası büyük savaş ve devrim olayları içinde, aklın ve bilimin kılavuzluğunu izleyen Büyük Asker, Ulusal ve Çağdaş Devlet kurucusu, "Yirminci Yüzyılın Gerçek Önderi" olarak geçirdi. O'nun bu dönemlerde, ölümünden yaklaşık birbuçuk yıl öncesine değin matematikle ne ölçüde uğraştığını bilmiyoruz. Bu konuda, Türk Dil Kurum Başuzmanı A.Dilaçar'ın 10.11.1971 tarihli bir yazısı(1) çok ilginç bilgiler vermektedir. Bu yazıdan öğrendiğimize göre, "Atatürk ölümünden birbuçuk yıl kadar önce, üçüncü Türk Dil Kurultayından (24-31 Ağustos 1936) hemen sonra 1936-1937 yılı kış aylarında kendi eliyle Geometri adlı bir kitap yazmıştır".

    Atatürk, bunu, birtakım Fransızca geometri kitaplarını okuduktan sonra hazırlamış ve yapıt ilk kez 1937 yılında "Geometri öğretenlerle, bu konuda kitap yazacaklara kılavuz olarak Kültür Bakanlığınca yayınlanmıştır"(3).

    Bu 44 sayfalık yapıttaki boyut, uzay, yüzey, düzey, çap, yarıçap, kesek kesit, yay, çember, teğet, açı, açıortay, içters açı, dışters açı, taban, eğik, kırık, çekül, yatay, düşey, yöndeş, konum, üçgen, dörtgen, beşgen, köşegen, eşkenar, ikizkenar, paralelkenar, yanal, yamuk, artı, eksi, çarp, bölü, eşit, toplam, oran, orantı, türev, alan, varsayı, gerekçe gibi terimler Atatürk tarafından türetilmiştir (3).

    Yapıttaki tanımların tümünü Atatürk yazmıştır. Her tanım, ilgi kavramı tüm öğeleriyle eksiksiz ve açık biçimde anlatmakta, özel ve temelli nitelikleri içermektedir. Gerekli ve yeterli örnekler de verilmiştir. Tanınmış bilim tarihçisi Ord. Prof. Dr. Aydın Sayılı, tam bir yetkiyle, bu Geometri kitabını, "küçük fakat anıtsal bir yapıt" diye nitelendirmiştir(4).

    Atatürk, yaşamının önemli bir kesimini tarihin en büyük savaşlarından birinin içinde, ulusal ve evrensel sorumluluklar yüklenerek geçirdikten yıllarca sonra, düzenli bir mantık ve bilgi disiplini kesinlikle gerektiren matematik alanında, yeni türettiği terimlerle böylesine özlü bir yapıtı yazmakla, dil ve matematikteki üstün yeteneğini kanıtlamıştır. Atatürk'ün yaşamında çok belirgin bir örneğini izlediğimiz gibi, aslında dil ile matematiksel kültür arasında sıkı bağıntı vardır. Atatürk'ün dehasında, dil ve matematik gibi aklın değişik disiplinleri birbirini karşılıklı olarak hep olumlu yönde etkilemiş ve geliştirmiştir. Atatürk, "Fen terimleri o suretle yapılmalı ki anlamları ancak istenilen şeyi ifade edebilsin"(5) demiş ve bunu, Osmanlıca çok sayıda terimin yerine öz Türkçe karşılıklarını türetirken üstün bir başarıyla gerçekleştirmiştir.

    Atatürk terim çalışmalarının ülkedeki etkisini öğrenmek için, 1937 yılı sonbaharında, Sivas'a giderek, vaktiyle Sivas Kongresini topladığı lise binasında, dokuzuncu sınıfın geometri dersine girmiştir'"1'. Bu derste eski terimlerle öğrenimin zorluğunu birkez daha saptayan Atatürk, "Bu anlaşılmaz terimlerle, öğrencilere bilgi verilemez" diyerek kitabı atmış ve sonra tahta başına geçip "dili" yerine "kenar", "müselles" yerine "üçgen", "müselles mütesaviyül adla" yerine "eşkenar üçgen", "zaviye" yerine "açı" terimlerini kullanarak ünlü Pısagor teoremini öğrencilere anlatmıştır"'. Atatürk, bu inceleme gezisinde yanında bulunan Kültür Bakanı Saffet Arıkan'a tüm okul kitaplarının yeni terimlerle, hemen yarılması emrini vermiş ve Türkçeleştirilmiş terimlerle iki ayda hazırlanan kitaplar bütün okullara Kültür Bakanlığınca gönderilmiştir' .




  •  Mustafa Kemal ATATÜRK
  • Atatürk'ün Kadına Dair Özdeyiş ve Demeçleri

    - Kadın meselesinde cesur olalım. Kuruntuyu bırakalım... Açılsınlar, onların zihinlerini ciddi ilimler ve fen ile süsleyelim. Namusu, bilimsel ve sağlıklı bir şekilde açıklayalım. Şeref ve gurur sahibi olmalarına birinci derecede önem verelim. Sonraki kişisel ilişkilere gelince, karakter ve ahlakımıza uygun eş arayalım ve onunla evlenme şartlarını açık ve kesin olarak kararlaştıralım. Ona uymakta kusur edince onun gereğini yapalım. Kadın da böyle hareket etsin...

    -Bizce: Türkiye Cumhuriyeti anlamınca kadın; bütün Türk tarihinde olduğu gibi bugün de en saygın yerde, her şeyin üstünde yüksek ve şerefli bir varlıktır.

    - Dünyanın hiçbir yerinde, hiçbir milletinde, Anadolu köylü kadınından daha fazla çalışan bir kadından bahsetmenin imkânı yoktur ve dünyada hiçbir milletin kadını "Ben Anadolu kadınından daha fazla çalıştım, milletimi kurtuluşa ve zafere götürmekte Anadolu kadını kadar gayret gösterdim" diyemez.

    - Kadınlarımızın her millette olduğu gibi, bizim milletimiz için de ne kadar yüksek önemi olduğunu söylemeye lüzum yoktur. Bizim milletimizde kadın eskiden bu önemi hakikaten en yüksek derecede kazanmıştır. Büyük atalarımız ve onların anaları tarihin, olayların şahitliği ile ispatlanmıştır ki, gerçekten yüksek faziletler göstermişlerdir. Burada birçok noktalardan sayabileceğimiz o faziletlerin en büyüğü ve en önemlisi kıymetli evlatlar yetiştirmeleriydi. Gerçekten Türk Milleti'nin bütün dünyada, yalnız Asya'da değil Avrupa'da bile büyük ezici gücünü göstermiş olması, görkemli savaşlar yapmış bulunması, hep böyle kıymetli ataların faziletli evlatlar yetiştirmesi ve daha beşikten çocuklarının ruhuna mertlik ve fazilet aşılaması sayesinde olmuştur. Şunu söylemek istiyorum ki, kadınlarımızın umumî vazifelerde üzerlerine düşen hisselerden başka kendileri için en önemli, en hayırlı, en faziletli bir vazifeleri de iyi anne olmaktır. Zaman ilerledikçe, ilim geliştikçe, medeniyet dev adımlarıyla yürüdükçe, hayatın, asrın bugünkü gereklerine göre evlat yetiştirmenin güçlüklerini biliyoruz. Anaların, bugünkü evlatlarına vereceği terbiye eski devirlerdeki gibi basit değildir. Bugünün anaları için gerekli özellikler taşıyan evlat yetiştirmek, evlatlarını bugünkü hayat için faal bir uzun haline koymak, pek çok yüksek özelliği şahıslarında taşımalarına bağlıdır. Bu sebeple kadınlarımız hatta erkeklerden daha çok aydın, daha çok feyizli, daha fazla bilgili olmaya mecburdurlar. Eğer hakikaten milletin anası olmak istiyorlarsa böyle olmalıdırlar.

    - Belki erkeklerimiz memleketi istila eden düşmana karşı süngüleriyle, düşmanın süngülerine göğüslerini germekle düşman karşısında varlıklarını ispat ettiler. Fakat erkeklerimizin meydana getirdiği ordunun hayat kaynaklarını kadınlarımız işletmiştir. Memleketin varoluş sebeplerini hazırlayan kadınlarımız olmuş ve kadınlarımız olmaktadır. Kimse inkâr edemez ki, bu harpte ve ondan önceki harplerde milletin yaşama gücünü ayakta tutan hep kadınlarımızdır.

    -Bir toplum, bir millet erkek ve kadın denilen iki cins insandan oluşur. Mümkün müdür ki, bir kitlenin bir parçasını ilerletelim. Diğerini görmezlikten gelelim de kitlenin tümü ilerlemeye imkân bulabilsin? Mümkün müdür ki, bir toplumun yarısı topraklara zincirlerle bağlı kaldıkça diğer kısmı göklere yükselebilsin? Şüphe yok, ilerleme adımları, dediğim gibi iki cins tarafından beraber, arkadaşça atılmak ve ilerleme ve yenileşme sahasına birlikte kesin aşamalar yaptırmak lâzımdır. Böyle olursa inkılâp başarılı olur. Memnuniyetle görmekteyiz ki, bugünkü gidişimiz gerçek ihtiyaçlara yaklaşmaktadır. Her halde daha cesur olmak lüzumu açıktır.

    - Bu millet, esas terbiyesini aileden almaktadır. Türk Milleti öyle analara sahiptir ki her devrin büyük adamlarını bu analar yetiştirmiştir. Türk kadını daha yüksek nesiller yetiştirmeye kabiliyetlidir.

    - Türk kadını dünyanın en aydın, en faziletli ve en ağır kadını olmalıdır. Ağır sıklette değil; ahlakta, fazilette ağır, ağırbaşlı bir kadın olmalıdır. Türk kadınının vazifesi, Türk'ü zihniyetiyle, bazusiyle, azmiyle koruma ve müdafaaya gücü yeter nesiller yetiştirmektir. Milletin kaynağı, sosyal hayatın esası olan kadın, ancak faziletli olursa görevini yerinde getirebilir. Her halde kadın çok yüksek olmalıdır.

    - Daha esenlikle, daha dürüst olarak yürüyeceğimiz yol vardır. Büyük Türk kadınını çalışmamıza ortak yapmak, hayatımızı onunla birlikte yürütmek, Türk kadınını ilmi, ahlâki, sosyal, ekonomik hayatta erkeğin ortağı, arkadaşı, yardımcısı ve destekleyicisi yapmak yoludur.

    -Bundan sonra Türk ırkı, kadınlarını, erkeklerinin yapmaya zorunlu olduğu askerlik vazifesi dahil, bütün hizmetlere ortak ederse, Etiler'de, İskitler'de, Amazonlarda olduğu gibi kendi ırkından başkalarının hiçbir yardımına muhtaç olmaksızın büyük milli ideallerine başlı başına ve bağımsız olarak yürümek kabiliyetini kazanabilir.

    -Türkiye Cumhuriyeti'nin esas düşüncesi kadınları değil, erkekleri bile, savaş meydanına götürmemektir. Fakat Türk Ulusu'nun yüksek varlığına, hangi taraftan olursa olsun, ilişildiği zaman, işte o vakit Türk kadınları Türk erkeklerinin bulunduğu her yerde hazır ve faal olacaklardır. Bu, insanlığın yüksek huzuru, sükûnu ve dünya insanlığı için lazım bir ödev olduğundandır ki, Türk kadını bunu yapacaktır ve yapa gelmektedir ve yapar.

    -Siyasi ve sosyal hakların kadın tarafından kullanılmasının, insanlığın mutluluğu ve prestiji açısından çok gerekli olduğuna eminim.

    -Bir toplum, cinslerden yalnız birinin çağdaş gerekleri kazanmasıyla yetinirse, o toplum yarı yarıya güçsüz kalmış demektir. Bir millet ilerlemek ve medenileşmek isterse özellikle bu noktayı esas olarak kabul etmek zorundadır... İnsanlar dünyaya alın yazılarındaki kadar yaşamak için gelmişlerdir. Yaşamak demek faaliyet demektir. Bu nedenle bir toplumun bir organı faaliyette bulunurken, diğer bir organı hareketsiz kalırsa o toplum felçlidir. Bir toplumun hayatta çalışması ve başarılı olması için, çalışmanın ve başarılı olabilmenin bağlı olduğu bütün sebep ve şartları kabullenmesi gerekir. Bunun için, bizim toplumumuzda ilim ve fen lâzım ise bunları aynı derecede hem erkek ve hem de kadınlarımızın kazanmaları lâzımdır. Bilinmektedir ki, her safhada olduğu gibi toplum hayatında da iş bölümü vardır. Bu genel iş bölümü arasında kadınlar kendilerine ait olan vazifeleri yapacakları gibi, aynı zamanda toplumun refahı, mutluluğu için çok gerekli olan genel çalışma hayatına da gireceklerdir. Kadının ev işleri çok küçük ve önemsiz bir vazifedir.

    -Kadının en büyük vazifesi analıktır. İlk terbiye verilen yerin ana kucağı olduğu düşünülürse bu vazifenin önemi gerekli şekilde anlaşılır. Milletimiz kuvvetli bir millet olmaya kesin karar vermiştir. Bugünün ihtiyaçlarından biri de kadınlarımızın her hususta yükselmelerini sağlamaktır. Bundan dolayı kadınlarımız da bilgin ve bilgili olacaklar ve erkeklerin geçtikleri bütün öğrenim aşamalarından geçeceklerdir. Sonra kadınlar toplum hayatında erkeklerle beraber yürüyerek birbirinin yardımcısı ve destekleyicisi olacaklardır.

    -Bir toplum aynı gayeye bütün kadınları ve erkekleriyle beraber yürümezse ilerlemesine ve medenileşmesine teknik bakımdan imkân, ilmi bakımdan da ihtimal yoktur.




  • Atatürk, sık sık sofrasında yer alan birisine fena halde içerlemiştir. Konukları arasındaki o şahsa sürekli "Beyefendi" diye hitap etmektedir.
    Atatürk genellikle ya isim söyler eder ya da "Çocuk" derdi.
    O nedenle, bu hitap tarzı sofradakilerin dikkatini çeker. Birbirlerine "Ne oluyor?" dercesine bakarlar. Kendisine "Beyefendi" diye hitap edilen konuk da rahatsızdır. Sonunda utana sıkıla zayıf bir sesle sorar:
    "Atam, bana neden her zaman ki hitap etmiyorsunuz da beyefendi diyorsunuz?.."
    Atatürk cevap verir:
    "Çünkü sana adam diyemiyorum."



    kısa bir hikaye eklemek istedim
  •  Mustafa Kemal ATATÜRK


    işte atamızın asaleti. burada olmazsa olmaz bi foto.
  • feth bu hataya düşmeyin, orada 32 kral 62 cumhurbaşkanı yok. bir kere o kadar insan ve eşleri o masaya nasıl sığsın.
    diğer bir konu da, o zamanlar dünyada o kadar devlet var mıydı
    62 tane cumhuriyet ile yönetilen devlet olduğunu da sanmam.

    benim bildiğim rus büyükelçiliği onuruna verilmiş bir yemektir bu
  • Paylaşıma devam.

    Trablusgarp Savaşı ve Atatürk

    İtalya, 19. yüzyılın sonlarına doğru, bugün Libya adıyla anılan Kuzey Afrika'daki Trablusgarp ve Bingazi'yi ile geçirmeyi planlamıştı. O dönem İngiltere Mısır'a, Fransa da Tunus'a hakim olmuş, İtalya da gözünü Trablusgarp'a dikmişti. İtalya, İngiltere ve Fransa'yla yaptığı gizli ve açık anlaşmalarla Trablusgarp'ı işgal onayını aldıktan sonra, 29 Eylül 1911'de Osmanlı Devleti'ne savaş ilan etti. 5 Ekim 1911'de Trablus'a asker çıkardı. 20 Ekime kadar peş peşe Tobruk, Derne ve Bingazi İtalyanların eline geçti.

    Osmanlı ordusunun genç subaylarından bir bölümü Trablusgarp'ı savunmak için gönüllü olarak Mısır, Tunus yoluyla cepheye gittiler. Binbaşı Enver Bey, Kolağası Mustafa Kemal, Fuat Bey (Bulca), Nuri Bey (Conker), Fethi Bey (Okyar), Albay Neşet Bey bu subaylar arasındaydı. Enver Bey, Trablus'ta yerli Arapları teşkilatlandırarak savunmaya katılmalarını sağladı ve Askeri birlikleri üç komutanlığı ayırdı. Trablus Komutanlığı : Kurmay Albay Neşet Bey Bingazi Komutanlığı : Kurmay Binbaşı Enver Bey Derne Komutanlığı : Kurmay Binbaşı Mustafa Kemal Seyahati sırasında binbaşılığa yükselen Mustafa Kemal, 8 Aralık 1911'de Trablusgarp'a geldi. 22 Aralıkta Tobruk Savaşı'nı kazandı. Derne'de 16/17 Ocak 1912 taarruzunda gözünden yaralandı. Bir ay hastanede tedavi gören Mustafa Kemal, 6 Mart 1912'de Derne komutanı oldu. Derne'de başarılı savunma muharebeleri yaptı.

    Trablusgarp Savaşı, Balkan Savaşı'nın çıkması üzerine 15-18 Ekim 1921 tarihleri arasında, Osmanlı-İtalyan delegeleri arasında imzalanan Ouchy (Uşi) Barış Antlaşması ile sona erdi. Antlaşmaya göre Trablusgarp ve Bingazi tam bir İtalyan sömürgesi oldu. İtalya bununla da yetinmeyerek, 5 Kasım 1911'de Trablusgarp ve Bingazi'yi topraklarına kattığını dünyaya duyurdu. Gönüllü subaylar Balkan Savaşında görev almak üzere İstanbul'a döndüler.





  • Atatürk ün kendi el yazısı ile ne mutlu Türküm diyene




    < Bu mesaj bu kişi tarafından değiştirildi akın48 -- 16 Ağustos 2008; 14:51:36 >
  • bende farkettim masada azmai 35 kişi var. onlarında arasından sadece şah rıza ve ismet inönüyü seçebildim. ama yinede aralarında çok farklı duruyo Atatürk
  • Çanakkale Savaşı ve Atatürk

    I. Dünya Savaşı'nda Osmanlı Devleti'nin en başarılı olduğu cephe Çanakkale Cephesi' dir. Dünya tarihinin en kanlı savaşı bu cephede cereyan etmiştir.

    İngiltere ve Fransa, müttefikleri Rusya'yla birleşerek savaşın seyrini lehlerine çevirmek istiyordu. Rus ekonomisi savaşın yükünü kaldıramaz hale gelmişti. İtilaf Devletleri Osmanlı Devletini saf dışı bırakmak, Rus Ordusu' na gerekli askeri yardımı ve malzemeyi en hızlı bir şekilde ulaştırmak, Kafkasya Cephesinde bunalan Rusya'yı rahatlatmak ve Türk Ordusu'nun geri çekilmesini sağlamak için Çanakkale Boğazı'na harekat düzenlediler.

    İngiliz ve Fransız savaş gemilerinin Çanakkale Boğazı'ndan geçişlerine 18 Mart 1915'te başarıyla karşı konuldu.

    İtilaf Devletleri donanması ağır kayıplar verince, Gelibolu Yarımadası'na asker çıkarıp kara muhaberelerini başlattılar.

    25 Nisan 1915'te Arıburnu'na çıkan düşman kuvvetlerini, Mustafa Kemal'in komuta ettiği birlik Conkbayırı'nda durdurdu. Bu başarı üzerine, Mustafa Kemal albaylığa yükseltildi.

    General Harrington komutasındaki İngiliz birlikleri 6-7 Ağustos 1915'te tekrar taarruz etti. Anafartalar Grubu Komutanı Mustafa Kemal, 9-10 Ağustos 1915'te 1. Anafartalar Zaferi'ni kazandı. Bu zaferi, 17 Ağustosta Kireçtepe, 21 Ağustos'ta 2. Anafartalar zaferleri takip etti. Çanakkale Savaşı'na katılan Türk Ordusu'ndan, çoğu öğrenim çağında 253.000 subay, er ve erbaş şehit oldu. Çanakkale'nin geçilemeyeceğini anlayan İngiliz ve Fransızlar da, arkalarında Türkler kadar kayıp bıraktılar. 19/20 Aralık 1915'te Anafartalar ve Arıburnu'ndan, 8-9 Ocak 1916'da Seddülbahir'den kesin olarak çekildiler.


     Mustafa Kemal ATATÜRK



    < Bu mesaj bu kişi tarafından değiştirildi Kuzey Kafkasya -- 16 Ağustos 2008; 14:57:30 >




  •  Mustafa Kemal ATATÜRK

     Mustafa Kemal ATATÜRK

     Mustafa Kemal ATATÜRK

     Mustafa Kemal ATATÜRK

     Mustafa Kemal ATATÜRK




  •  Mustafa Kemal ATATÜRK

     Mustafa Kemal ATATÜRK

     Mustafa Kemal ATATÜRK

     Mustafa Kemal ATATÜRK

     Mustafa Kemal ATATÜRK




  •  Mustafa Kemal ATATÜRK

     Mustafa Kemal ATATÜRK

     Mustafa Kemal ATATÜRK

     Mustafa Kemal ATATÜRK

     Mustafa Kemal ATATÜRK




  •  Mustafa Kemal ATATÜRK

     Mustafa Kemal ATATÜRK

     Mustafa Kemal ATATÜRK

     Mustafa Kemal ATATÜRK

     Mustafa Kemal ATATÜRK

     Mustafa Kemal ATATÜRK




  • 
Sayfa: önceki 12345
Sayfaya Git
Git
sonraki
- x
Bildirim
mesajınız kopyalandı (ctrl+v) yapıştırmak istediğiniz yere yapıştırabilirsiniz.