Şimdi Ara

Son birkaç gün

Daha Fazla
Bu Konudaki Kullanıcılar: Daha Az
2 Misafir - 2 Masaüstü
5 sn
1
Cevap
0
Favori
368
Tıklama
Daha Fazla
İstatistik
  • Konu İstatistikleri Yükleniyor
1 oy
Öne Çıkar
Sayfa: 1
Giriş
Mesaj
  • -Offf

    Neredeyse yirmi dakikadır koşuyorum. Kalbim deli gibi çarpıyor ve ciğerlerimde ağzımdan çıkacak gibi. Ama yapacak bir şey yok. Güvenli ulaşımın tek yolu olabildiğince hızlı koşmak.

    Yedi blok boyunca beni kovaladıktan sonra, ara sokaklara daldığımda pes edip geri çekildiler. Uzaktan onlara el sallayıp ardından orta parmağımı gösterecek cesareti nereden buldum onu da anlayabilmiş değilim. Bu cehennem kaçkını ucubelere bir gün yakalanacak olursam, yaptığım hareketin hesabını ayrıca soracaklarına eminim.

    Nihayetinde alış veriş merkezine bir iki dakikalık yolum kaldı. Dibinde durduğum evin duvarına sırt çantamı dayayıp, ağırlığını bir an olsun azaltmaya çalışıyorum.

    Her zaman yaptığım gibi sessizce, küçük soluklarla nefesimi düzene sokup, daha sonrada etrafı dinliyorum. Bu tehlikenin yaklaşıp yaklaşmadığını anlamanın en kolay yöntemlerinden biri.

    En küçük çıtırtıyı duymaya çalışmak, bunu refleks haline getirmek, hayatta kalmamı kolaylaştırıyor.

    Bulunduğum yer şimdilik güvenli sayılır. Bir süre dinlenebilirim. Çantamı yere bıraktıktan sonra sırtımı duvara yaslayıp, sokağa karşı ayaklarımı uzatıp, etrafa bakınıyorum.

    Artık şehir eskisinden çok daha güzel. Doğal ortam için; ormana gitmeme gerek kalmadı.

    Evlerin diplerinden çıkan eğrelti otları, asfaltların çatlaklarından güneşe uzanmaya çalışan diz boyu yabani otlar, parkların tamamını kaplayan; renk renk şakayıklar, mor renk (Orchis mascula) orkideler, gelincikler, beyaz sarı nergisler, pembe ekinezyalar harikulade görünüyorlar.

    Binaların pencerelerine, oradan üst katlara, oradan da çatılara kadar uzanan orman sarmaşıkları. Olabildiğince hür ve her yıl budanmaktan kurtulmuş, boyları beton yapıların hizasına erişmiş ağaçlar, şehri şehirlikten çıkarıp ormana dönüştürmüşler.

    Bu yeni ormanlar da davetsiz misafirlerde var. Meşe palamutlarını birbirlerinden çalarak koşuşturan sincapları izlemek gerçekten keyif verici. Sokağın çöken kısmında oluşan su birikintisin de ise minik iribaşlar yüzüyor. Kuşlarda binaların arasında sürüler halinde uçuyorlar ve bazı evlerin çatılarını mesken edinmişler.

    Yakınlarda arı kovanından gelen vızıldama seslerini duyuyorum. Görüş alanımda değiller. Sırtımı dayadığım duvarın sağ üst kısmında, çatı aralığında olmalılar. Sesler o yönden geliyor. Ona mutlaka ulaşmalıyım. Arılar tarafından sokulma tehlikesine karşılık, oldukça iyi bir enerji kaynağı.

    Şehrin; insanların girmeye cesaret edemediği bazı bölgelerin de yabani hayvanlarda gördüm. Karaca sürüleri, kızıl tilkiler, yaban domuzu sürüleri, çakallar, tepelerden şehre doğru inen büyük boynuzlu yaban koyunları, ceset bolluğundan sık sık şehir merkezine ziyarete gelen kurt sürüleri, kirpiler, gelincikler ve tavşanlar.

    Tavşanlar için birkaç tuzak denemesi yaptım ama başarılı olduğum söylenemez. Etrafta onca yeşillik varken bıraktığım yemlere pek tenezzül etmiyorlar.

    Metro tünelleri; yağmur sularının dolmasıyla yapay yer altı nehirlerine dönüştüler. Bazı bölgelerde ise tünel tavanları çöküp caddelerin arasında göletler oluşmasına neden oldu.

    Bu yapay göletler de sazan, yayın ve tatlı su levrekleri yaşıyor artık. Yaban ördekleri bu sulara uğramadan göç etmiyorlar.

    Gökdelenler; kanat açıklığı iki metreye yaklaşan Şah kartalların, uçarken kanatlarını 'V' harfi şekline getirip süzülürken onları izleyen insanları büyüleyen Kızıl şahinlerin ve birkaç cins daha yırtıcı kuşların yuvaları oldular.

    Ne kadar garip...

    Sonsuza kadar varlığını sürdüreceğini zannettiğimiz yapılar, tabiatın gücü sayesinde yeryüzünden yavaş yavaş silinmeye başladılar bile.

    Gözlerimi kapatıyorum birkaç saniyeliğine. Öğle güneşi yüzüme vuruyor. Hafif rüzgârla gelen sıcak esinti tenime değdikçe heyecan ve korkumu unutturup daha mutlu hissetmemi sağlıyor.

    Çantamdan mataramı çıkartıp biraz su içiyorum. Suyu kendim temin etmek zorunda kaldığım için bir belgesel de izlediğim taktiği uyguladım. Bir litre suya iki damla çamaşır suyu karıştırıp, otuz dakika bekletiyorum. Tadı hala çamaşır suyu gibi oluyor ama arıtılmamış su içip hastalanmaktan iyidir.

    Bu kadar dinlenme yeterli. Hava kararmadan avm'nin içinde işime yarayacak ne bulursam toplayıp evime dönmeliyim. Karanlıkta saklanması kolay fakat o saklanacak güvenli yeri bulması oldukça zor. Bu tehlikeyi göze alamam. Temkinli bir şekilde avm'nin cam kapısına doğru yol alıyorum.

    Alışveriş merkezi iki katlı devasa bir yapı. 2004 yılında inşa edilmişti. Ön cephesi; tam ortada camları kırılmış büyük bir döner kapı, her iki yanında tavana kadar uzanan ergonomik dizayn verilmiş geniş ahşap şeritlerden ve geri kalan boşlukları kaplayan açık siyah renk, bazıları kırılmış, kurşun delikleri olan devasa camlardan oluşuyor.

    Ayrıca ön cephenin tam karşısında çocuklar için tamamen ahşaptan imal edilmiş oyun parkı ve çevresini saran palmiyeler var.

    Yapının sağ yan tarafında ise; uzunlamasına giden, içinde kocaman nilüferlerin olduğu büyük bir havuz ve her iki tarafında da kendi çardakları olan banklar var. Binanın tüm çevresi binaya ismini veren beyaz renk White Queen gül sarmaşıkları ile kapı.

    Çatıya kadar uzanmışlar. Rüzgâr çıktığında havada uçuşup, yemyeşil çimlerin üzerine dökülen beyaz gül yaprakları muhteşem bir görüntü oluşturuyor.

    İşler sarpa sarmadan önce buraya bir kere gelmiştim. Pazar günüydü sanırım. Hınca hınç doluydu içerisi. Birbirleri ile muhabbet eden insanlar, sarılıp fotoğraf çektiren çiftler, şamataları dinmek bilmeyen öğrenciler ve minik çocukların cıvıltıları yankılanıyordu.

    Şimdi ise eski halinden eser yok. Çıt çıkmıyor içeriden.

    Müşterilerin dakikalarca önünde ürün beğendikleri, şatafatlı dükkânların camları kırılmış. O göz kamaştıran cilalı mermer zemin matlaşmış, bazı yerleri parçalanmış, üzerlerinde de iki parmak toz var. Bu da yakınlar da kimsenin buraya girip çıkmadığına işaret ediyor.

    Avm'nin tam ortasındaki kafeterya da bulunan masalar ters çevrilip barikat haline getirilmişler. Yerde; boş mermi kovanları, yakılan ateş sonucu ortada kalan küller, kırılan cam çatının aşağıya düşen parçalarını görüyorum.

    Ve yığınla ceset var. Göz kararı otuza yakın. Üniformalarından özel tim oldukları belli. Cesetler taşınmadığı ya da gömülmediğine göre aralarından sağ kalan olmamış. Çoğunun iç organları dışarıya dökülmüş. Az önce gördüğüm küllerin içinde de sanırım zavallı askerlerin kopan parçalarının, artıkları vardı.

    Silahları, şarjörleri, kasaturaları da üzerlerinde yoklar. Üzücü bir manzara. Keşke daha aptal düşmanlarımız olsaydı diye içimden geçiriyorum. Maalesef, yaratığa benzeseler de hala insan beynine sahipler ve çoğumuzdan zekiler.

    Cesetlerden dolayı etrafta çok ağır bir koku hâkim. Birkaç defa öğürdükten sonra elimle burnumu kapatıp, eğilerek soldaki duvar dibinden sessizce ilerliyorum.

    Dükkânların önünden geçerken giyim mağazalarını görünce, kıyafetlerimi değiştirebileceğimi fark ettim. Özellikle yeni ayakkabılara ihtiyacım var. Kırk altı numara bulması biraz güç ama yine de şansımı deneyeceğim.

    İlk katta; giyim, ayakkabı, saat, aksesuar, tobacco shop, parfümeri ve d&r dükkânları var. İlk katın orta bölümünde bulunan kafeterya da yiyecek bir şey bulmam imkânsız gibi. Olsa da çürümüştür muhtemelen. Önce üst katları araştırmam gerekli.

    Duvar diplerinden ayrılıp açık alana çıkınca ister istemez bir tedirginlik oluyor. Her an, her yerden saldırı gelecekmiş hissine kapılıyorum. Demir çubuğumu daha bir sıkı kavrayıp yürüyen merdivenlere yöneliyorum. Bir zamanlar yürüyen tabi.

    Attığım her adıma dikkat edip, hiç ses patırtı çıkarmadan üst kata ulaştım. Bu sefer sağ tarafa yönelip turu öyle tamamlamalıyım. Çünkü market sağ taraftaki dükkânların en sonunda bulunuyor. Sırayla önümde; bir suşi restoranı ardından pizzacı onun bitişiğinde de hamburgerci var.

    Her yiyecek dükkânın önünden geçerken o tanıdık lezzetler aklıma geldikçe yutkunuyorum. Ağzıma; kocaman köfteli, soğanlı, domatesli, turşulu, acı soslu hamburgerin tadı geliyor. Yanında da kocaman bardak buzlu bir kola. Tanrım bir daha o tatlara kavuşamayacak olmak ne kötü.

    Hamburgerle ilgili olan hayallerimi bir kenara bırakıp ilerlemeye devam ediyorum. Markete sonunda ulaştım. Gerçi artık buraya market demeye şahit lazım.

    Eskiden bu market ışıl ışıldı. Bin bir çeşit yiyecek içecek. Bir ton abur cubur. Çeşit çeşit peynirler, işlenmiş et ürünleri, dondurmalar, tatlılar. Ürünleri tatmamız için stant kuran satış görevlileri...

    Sanırım yiyecek hayallerim; kenara bıraktığım yerden beni takip etmişler. Neyse.

    Marketin şu anki hali ise içler acısı. İçeriye sanki bomba atılmış gibi. Dağınıklığa bakılırsa daha önce bir çok kez ziyaret edilmiş. Rafların çoğu boşaltılmış. Meyve ve sebzeler tamamen çürümüşler. Dolapların kapakları sonuna kadar açık. Rafların bir bölümü devrilmiş. Asma tavanın bazı parçaları yere düşmüş. Aydınlatmalar da yarılı asılı şekilde yere doğru sarkıyorlar.

    Marketin bir köşesinde; yer yatağı, bavulların içerisinde giysiler, küçük bir ocak, boş tencere ve tavalar görüyorum.

    Kasa bölümüne baktığım da kasiyer, kasanın üzerinde cansız yatıyor. Sanki kasayı korumak istercesine üzerine sarılı vaziyette kalmış. Ne kadar süre burada sağ kalabileceğini düşündü ki? Kafatasındaki deliğe bakılırsa yağmacılar tarafından öldürülmüş.

    Yaratıklardan korkulması gerektiği kadar insanlardan da korkması gerektiğini daha önceden akıl edebilseydi, belki de şu an yaşıyor olurdu.

    İşime yarayabilecek gıda maddelerini sonunda görebildim. Konserveler raflarında olmasalar da talan edilirken yerlere düşenler ve rafların altına kaçanlar var. Dizlerimin üzerine çöküp, tek tek hepsini topladım. Maalesef hepsi standart market konservesi. Bazılarının kapları şişmiş, bazıları da sızıntı yapmış ve çok kötü kokuyorlar. Bunları yediğim anda zehirlenirim. O yüzden oldukları yere bırakıyorum hepsini.

    İşin kötü yanı evimde bulunan uzun ömürlü konservelerin sayısı giderek azalıyor. Beni en fazla 3-4 ay daha idare edebilirler. Onlardan keşke biraz daha bulabilseydim. Yetiştirdiğim sebzeler de henüz günlük besin ihtiyacımı karşılayacak kadar fazla değiller.

    En kısa sürede, sessizce, dikkat çekmeden avlanmanın yollarını öğrenmem gerekecek. Raflardan fenerim için piller, tıraş bıçağı, kokusuz kalıp sabunu alıp çantama istifliyorum.

    Et reyonun yan tarafındaki kanatlı kapı sanırım depo bölümüne açılıyor. Oraya da mutlaka göz atmalıyım.

    Kanatlı kapının dibine geldiğimde depoya girmeden önce küçük yuvarlak camlarından içeriye bir göz attım. Deponun hiçbir penceresi olmadığından içerisi oldukça karanlık. Aldığım pilleri fenerime yerleştiriyorum. Daha sonra tek çıkışı olan alanlara girerken yapmam gerekeni yapıyorum.

    Deterjan reyonundan aldığım iki büyük boy deterjanı, sonuna kadar açtığım depo kapılarına dayıyorum. İçerisi tam aydınlanmasa da hiç yoktan bir aksilik olursa kaçış yolumu daha rahat bulabilirim.

    Fenerimi sol, demir çubuğumu da sağ elime alıp rafların arasında sessizce ilerliyorum.

    Deponun da dışarıdaki reyonlardan farkı yok. Etrafta gezinen fareler hariç yenilebilir hiçbir şey sağ kalmamış.

    Fareler yiyecekleri tükettikten sonra, kartonlarını ve plastiklerini de yemeye başlamışlar. Daha onları yiyecek kadar aç kalmadım neyse ki. Umarım o kadar kötü duruma düşmem. Ama düşersem de nerede yaşadıklarını öğrenmem iyi oldu. Tuzağa da gerek yok. Kaçmaya yeltenmiyorlar çünkü.

    İçeri de her adım attığımda yıllardır biriken tozlar havalanıyor, fareler koşuşturuyor ve çıkardıkları sesler giderek artıyor. Deponun sonundaki soğutma odasının metal kapısı sonuna kadar açık bir şekilde kalmış, içerisinden de berbat kokular geliyor. Ayağımla kapıyı hızlıca ittirip kapatıyorum. Koku biraz olsun hafifliyor.

    Feneri kapının camından içeri tuttuğumda gördüğüm manzara karşısında şaşırıyorum. Yer, bir fare örtüsü ile kaplı. Çürüyüp, kurtlanmış etler kancalara asılı kaldıkları için farelere yapay bir kapan oluşturmuş.

    Etlere ulaşmaya çalışırken, beklemenin anlamsız olduğunu düşünüp birbirlerini yemeye karar vermişler. Kapıyı kapatmam da isabet olmuş. Birbirlerinin tatlarına doyasıya bakarlar.

    "İyi şanslar farecikler. İyi olan kazansın."

    Kapıdan ayrılıp, yol da birkaç fareyi de tekmeleyerek reyonların olduğu bölüme geri dönüyorum.

    Markette alışverişimi tamamladım, ödemeyi yapmayı isterdim ama maalesef kasanın üzerinde çürüme görevini tamamlamaya çalışan kasiyer, bunu kabul edebilecek durum da değil.

    Sessizce tekrar alt kata doğru iniyorum. Alt kattan işime yarayacak birkaç parça giysi bulup buradan çıkmalıyım.

    Şu an elbiselerim öyle kötü kokuyorlar ki; bazen kendi kokumdan iğrenip, geceleyin uykumun bölündüğü bile oluyor. Yarın ilk işim güvenli bir yerde havuz ya da su birikintisi bulup, temizlenmek olacak.

    Alt kattaki ilk durağım olan, giyim dükkânın kapısı kilitli olduğu için kırık olan camından içeri girdim. Burası da yağmalanmış. İri olmanın iyi yanlarından birini daha fark ettim şimdi. Xxl giysilere dokunan yok.

    Bir poşetin içine; koyu renklerde beş adet t-shirt, geceleri serin olabilme ihtimaline karşı uzun kollu iki adet sweetshirt. Koşarken, tırmanırken, kaçarken, eğilirken rahat olması için bol kesim iki adet blue jean. Ve bir çift de siyah renk spor ayakkabı koydum.

    İşte bu. Kırk beş numara ayakkabı ile idare etmek ayaklarımı acıtıyordu. Sonunda kırk altı numara bulabildim. Bu zor zamanlar da bile, bir çift ayakkabı insanı mutlu edebiliyormuş demek. Son olarak tobacco shop'a da baktım ama içerisi bomboştu.

    Alt katta da işim bitince çıkışa doğru yöneldim. Avm'den çıkmama az bir mesafe kalmıştı ki birden garip bir his sırtımdan enseme doğru uzandı. Ürperme gibi.

    Beynim de tehlike çanları çalmaya başladı, kalp atışlarım hızlandı. Adrenalin hormonunun sağladığı güç duygusu tüm vücudumu sardı. Gelebilecek her türlü tehlikeye hazırdım o an.

    Yaklaşık beş saniye geçmesinin ardından dışarından gelen, erkek ve kadın sesi duydum. Kendi aralarında konuşuyorlardı.

    "Umarım içeride kimse yoktur" Dedi adam fısıltıyla.

    "Olsa da artık kaçamayız, erzağımız biteli iki gün oldu." Diye cevap verdi kadın memnuniyetsiz bir ses tonuyla.

    "Ben önden giriyorum. Siz burada bekleyin." Dedi adam.

    Çıkış kapısı ile aramda beş metre vardı. Elimdeki poşeti yavaşça kenara bıraktım. Sessiz ve ufak adımlarla geriye doğru çekilirken; kapıdan içeri giren adamla göz göze geldim.

    Kırk yaşlarına yakın, saçlarının yanları kırlaşmış, 1.70 boylarında ve biraz zayıftı. Üzerindeki elbiseler; kirden koyu kahverengi hale gelmişti. Ayakkabıları yırtık olduğundan üzerlerine basıyordu. Beni görünce irkildi, elindeki çiviler çakılı olan sopasını havaya kaldırdı.

    Demir çubuk iki elimdeyken, sol elime alıp yere doğru sarkıttım. Adamın da aynı şekilde hareket edeceğini, ben sopamı indirince onun da sakinleşebileceğini düşünmüştüm.

    Birkaç saniye birbirimizi süzdük. İkimizin de neden orada olduğu ve amacı belliydi. Zarar vermeyeceğimi, demir çubuğumu yere indirerek ifade etmeme rağmen, dışarıdaki kadına başını çevirip,

    "İÇERİDE BİR YAĞMACI VAR!" Diye bağırdı adam.

    "Sakin ol... Ve elindeki sopayı da indir. Kendini mağazanın müdürümü sanıyorsun? Sende bir yağmacısın." Dedim sakin ve alaycı bir ses tonuyla.

    "Çantanı yere bırak ve uzaklaş." dedi adam.

    "Çantam da olanların aynısını içeride de bulabilirsin."

    "Ya içerideki tüm yiyecekleri aldıysan?"

    "Evet. Oldukça mantıklı. Koca marketi çantama sığdırdım." Dedim gülerek.

    "Açlıktan ölmek üzereyiz. İki gündür birikintilerden içtiğimiz su dışında midemize bir şey girmedi. Çantandaki yiyeceklere ihtiyacımız var."

    "Yiyecek bir şey yok. Sadece birkaç parça eşya var."

    Adam biraz duraksadı.

    Önce sarkıttığım sopama daha sonra bana baktı. Yutkundu ve

    "SANA O ÇANTAYI YERE BIRAKMANI SÖYLEDİM P.Ç KURUSU!" Diye bağırdı adam ağzından tükürükler saçarak.

    "İşte bu imkansız."

    "Çantayı bırak... Bırak o çantayı.. Seni öldürmek istemiyorum."

    Başımı hayır anlamında iki yana salladım. Aslında bırakabilirdim çantamı. Bana çantayı bıraktırdıktan sonra aynı şeyi demir çubuğum için de yapmayacağı, daha sonra dizlerimin üstüne çökmemi isteyip, beynimin tam ortasına çivili sopasını geçirmeyeceğinin bir garantisi olmadığı için bırakmamayı tercih ettim.

    Adamın bağırmasından, işlerin kötüye gittiğini anlayan kadın da içeri girdi. Oda adamla aynı yaşlar da, sarışın küt saçlı, üstü başı kir içinde ve düzgün beslenememekten zayıf düşmüş bir haldeydi.

    Artık gidişat belliydi. Ne söylesem inanmayacaklar, çantamı almak için gerekirse beni öldürmeyi bile göze alacaklardı.

    Elin de çivili sopası ile adım adım yaklaşmaya başladı adam. O yaklaşırken her adım attığında bende aynı hızla geriye doğru çekildim.

    Yüzlerine dikkatlice baktığımda bir şey dikkatimi çekti. Yüz ifadeleri bir tuhaftı bu ikisinin.

    Bakışları sert değildi, kaşları çatık değildi, o gözü kan bürümüş insanların bakışları bunlar da yoktu. Sadece acımasız görünmeye çalışıyorlardı.

    Havaya kaldırdığı çivili sopası ile üzerime doğru koşmaya başladı adam. Demir çubuğumu yere bırakıp, tam vurmak için gerildiği anda hızlıca iki adım ona yaklaştım.

    Sarılma mesafesindeyken sol elimle, henüz savuramadığı sopayı kavrayıp, burnunun tam ortasına kafa attım.

    Yere yığıldı. Canının acısıyla bağırmaya, iki eliyle, kanlar akan burnunu tutmaya başladı. Ardından

    "GERİ ÇEKİL!" diye bağırıp, belinden çıkardığı bıçağını gösterdi kadın.

    Yaklaşık otuz santim boyunda, ince gövdeli, ahşap saplı, bir fileto bıçağıydı. Sırt çantamı çıkartıp elime aldım. Sağ ayağımla yerde yatan adamın boğazına basıp, kadını bana saldırması için tahrik ettim.

    Taktiğim işe yaradı. Kadın çığlık atarak bıçağıyla bana doğru koşarken; sırt çantamı üzerine tüm gücümle fırlatıp, onu da yere serdim. İkisi de şimdi ayaklarımın dibinde yerde yatıyor. Bir süre saldıracak ya da ayağa kalkacak durumda değiller.

    Çantamı tekrar sırtıma aldım. Demir çubuğuma uzandım. Giysi poşetlerimi de alıp avm'den ayrıldım.

    Dışarıya doğru birkaç adım atmışken çıkışın sağ yanında, çalılıkların arkasında duvara yapışıp sinmiş küçük çocuğu gördüm. Altı, yedi yaşlarında bir erkek çocuğuydu. Az önce burnunu kırdığım adama benziyordu.

    Titreyen alt dudağı ve sıktığı minik yumrukları ile oldukça korkmuş gözüküyordu. Gözünden süzülen gözyaşları kirli yanağında temiz bir yol açmıştı kendine.

    "Onlar iyi. Yanlarına gidebilirsin" dediğimde önce gözlerimin için sertçe baktı ve ardından koşarak yanlarına gidip yerde yatan anne babasına sarıldı.

    İnsanlar kendi açlıklarına bir şekilde dayanabilir ama işin içine çocukları girince her türlü tehlikeyi göze alabiliyorlar sanırım. Aynı şeyi ben de yapar mıydım acaba? Büyük ihtimalle yapardım.

    Geriye dönüp, yukarı kattaki markette, küçük bir ocak, bir tava ve bolca fare olduğunu söyledikten sonra yanlarından ayrıldım.

    "TEŞEKKÜRLER" Diye bağırdı adam ardımdan. Sanırım bu teşekkür farelerin yerini söylememden daha çok, onları öldürmediğim içindi. En azından onlar gibi davranmadığım içinde olabilir. Tam emin değilim...

    Geldiğim yolun arka sokaklarını kullanarak hava kararmadan evime varabildim. Gerçi pek de eve benzemiyor yaşadığım yer. Tek odadan ibaret.

    Herkesin hayali; kuralların olmadığı bir dünya da en iyi, en güzel, en büyük evi seçmek olurdu sanırım. Ama o tehlikelere açık ve korunmasız evde yaşamak sadece birkaç gün sürerdi.

    Böyle bir durumda ev seçerken; en az dikkat çeken, tek girişi olan, çelik kapılı, pencereleri dışarıdan korkuluklu hatta işi sağlama alıp içeriden metal kapaklı ve tamamen betonarme olanını seçmek insanı hayatta tutar.

    Evim yani odam yaklaşık yirmi beş metrekare kadar. Girişi devrilen araçların kapattığı bir caddenin orta sıralarındaki üç katlı bir binanın; ön cephesinden uzak, arka tarafına yakın, teras katında, güvenilir bir sığınak.

    Bulunduğum cadde de benden başka yaşayan kimse yok. Düşmanlarımızın ayda bir ya da iki kere ziyareti dışında rahatsız eden olmuyor.

    Odamın bulunduğu teras katına; yağmur suyunu toplayabilmek için muşambadan düzenekler yaptım. Yağmur suyu serdiğim muşambalardan süzülüp bidonların içine doluyor. Onları da su depoma aktarıyorum. Arıtma makinesi için de denemeler yapıyorum.

    Topladığım yağmur sularını; dibine ot parçacıkları, üstüne odun kömürü onun üstüne tekrar ot parçacıkları ve son kat olarak minik taşlar koyduğum bir bidona doldurdum. En altına da küçük bir delik açıp arıtma sistemimi tamamlamış oldum.

    Düzeneği kurması yaklaşık iki saatimi almıştı ama su filtresinin temeli olan odun kömürünü elde etmek çok daha uzun sürmüştü. Direkt odunları yakıp odun kömürü elde etmeye çalıştığımda, sadece odun külü elde edebildim ve hiçbir işime yaramadı. Yüzüme sürüp Kızılderili taklidi yapabilirdim sadece.

    Odunun hava ile temasını keserek yakmalıydım. Meşe ağaçlarından kestiğim ince dalları, aralarında hiç boşluk kalmayacak şekilde diklemesine yere dizdim. En ortadaki dalı diğerlerinden yarım metre daha uzun bıraktım. İstifi mükemmel şekilde yapıp bitirdikten sonra, odunların üzerini toprakla kapatıp hava ile temasını kestim.

    Daha sonra pastanın üzerine dikili mum gibi gözüken, en ortadaki, diğerlerinden daha uzun olan dalı tutuşturup, arkama bakmadan kaçtım. Patlayacağından falan değil. Dumandan dolayı yerim belli olacak diye.

    Bu işlemi sığınağımı belli etmemek için beş sokak ileride yapmıştım. İstifin tamamen yanması tam bir gün sürdü. Toprakla kapatarak odunların oksijen ile temasını kestiğimden dolayı, ağır ağır ve içten içe yandılar.

    Yanma işi bitince, neredeyse yüz kilogram odundan sadece yirmi kilogram odun kömürü çıkartabildim. Sağlıklı su içebilmek için değerli bir uğraştı bence.

    Düzeneğim gün boyunca beş litre suyu arıtabiliyor. Bu harika. Tadı hala normal içme suyu gibi olmasa da üzerinde denemeler yapıp daha iyi hale getirebilirim diye düşünüyorum. Ne olursa olsun çamaşır suyu ile arıttığım sudan çok daha lezzetli.

    Yiyecek stoklarım azaldığından dolayı tarım yapmaya da başladım. Plastik saksıların içinde yetiştirdiğim; domates, biber, patlıcan, bezelye, fasulye, salatalık, havuç ve yeşilliklerim var.

    Tohumları, özel toprağı ve gübreyi süpermarketlerden yağmaladım. Daha önce parktan aldığım toprakları kullandığımda, sebzeden çok yabani otlar yetişmişti.

    Yakında diğer teraslara geçiş yolları yapıp onları da tarıma elverişli terasa dönüştürmeyi planlıyorum. Böylece ürün yelpazemi genişletebilirim.

    Odamın içinde de kocaman bir yatağım var. Yorucu geçmeyen günüm olmadığından uyurken rahat etmek benim için oldukça önemli.

    Kütüphanem de ise; seksen tane ye yakın romanım, beş yüz tane civarı da karikatür dergim var.

    Kitap raflarının yanında da, tekli koyu kahverengi rahat bir okuma koltuğu, ayaklarımı üzerine uzatabileceğim aynı renkte bir puf mevcut. Zeminde ise; kendi döşediğim kat kat ısı yalıtımının üzerine bej renk laminantlar, onun üzerine de uzun havlı gri renk bir halı var.

    Diğer eşyalarım elbise ve yiyecek dolabım, gaz lambam, ikea'dan çaldığım kocaman mumlar, ecza dolabım, el fenerim, tıraş takımlarım, sabunum, deterjanlarım, d&r dan aşırdığım teleskobum ve zippo koleksiyonum, büyük bir mutfak bıçağım, mutfak gereçlerim ve jel yakıtlı mini ocağımdan ve yiyeceklerimi koyduğum ahşap bir sandıktan ibaret.

    Kış boyunca geceleri içine girdiğim, -40° de bile ısıtabilen kamuflaj desenli uyku tulumumda var. Gerçi İzmir'de 0° nadiren görülür ama temkinli olmak iyidir.

    Birinci katta sakladığım jeneratörün gürültüsünü engelleyecek bir yöntem bulabilirsem teknolojiye de geri kavuşacağım.

    Playstation oynamayı hala deli gibi özlüyorum.

    Deli gibi özlediğim birçok şey var aslında ama karamsarlığa kapılmamak için, elimden geldiğince aklıma getirmemeye çalışıyorum.

    Gözüm Ahşap yiyecek sandığına kaydığında, karnım gurulduyor ve acıktığımı haykırıyor bana. Öğle yemeğini atladığımdan dolayı, akşam yemeğinde iki tane konserveyi hak ettim demektir.

    Sandığıma istiflediğim bu uzun ömürlü konserveler, bundan yaklaşık on sene önce kurulan, halkın güvenli sığınak vaadi ile bedavaya çalıştırıldığı fabrikalarda üretilmişlerdi. Kaplarına her baktığımda konserveden çok daha fazlasını görüyorum. Neyse...

    Kış gelmeden, yiyecek sorunumu çözmeliyim. Konserveler bozulmadan daha on beş sene civarı dayanabilirler ama elimdekilerin sayısı giderek azalıyor.

    Menümüzde bu akşam et ve barbunya pilaki var. En sevdiklerim. Yanına da kendi yetiştirdiğim sebzelerden salata yaptım. Zeytinyağım şimdilik yok. Ama ekim ayında toplamak üzere gözüme kestirdiğim zeytin ağaçları var.

    Yemeğimi yedikten sonra odamın üzerine çıkıp teleskobumla gökyüzünü seyrediyorum. Artık şehrin ışıkları olmadığı için, tüm galaksiyi net bir şekilde görebiliyorum. Kartal takım yıldızı kartala, Kuğu takım yıldızı kuğuya benziyor benzemesine de, Büyükayı ve Küçükayı'ya neden ayı dediklerini hala anlayamadım.

    Gökyüzü ile ilgili bir kitap bulabilirsem, konu hakkında daha da uzmanlaşabilirim. Tv, internet ve elektriğin olmadığı bir dünyada, doğayı ve gökyüzünü seyretmeyi gerçekten çok sevdim.

    Yorucu bir gündü. Şimdi dinlenme vakti...







  • 
Sayfa: 1
- x
Bildirim
mesajınız kopyalandı (ctrl+v) yapıştırmak istediğiniz yere yapıştırabilirsiniz.