Üç günlüktür ömrümüz. Lakin üç günlük değil yürüdüğümüz yol, yolumuz. Gün gelir gölgeler düşer. Gün gelir dikenler sarar. Gün gelir sert taşlar takılır ayağımıza.
“Bir gün gelecek, bütün söylediklerimin doğru olduğunu göreceksin!”
Bunun üzerine sütbabası Hâris müslüman oldu.
Zamanın silemeyeceği
Eşi Hatice r.a. ve amcası Ebu Talip vefat etmişti. Müşrikler yalnız kaldığını, bir koruyanının artık olmadığını düşünüyorlardı. Eziyetlerini artırdılar. Bazen fazla ileri gidiyorlar, edep sınırlarını iyice aşıyorlardı.
Ve zaten sınırsızlıkta yaşıyorlardı. Ancak işlerine geldiğinde bazı sınırlar çizer, işlerine gelmediğinde sınırlarını silerlerdi.
Zira onlar sınırları kumlara çiziyorlardı. Birazdan deniz sularının ya da rüzgârın sileceği sınırlardı sınırları.
Zamanın silemeyeceği sınırlar çiziliyordu şimdi gönüllere, gözlerinin önünde.
Hakaretin dozunu artırdılar.
Fakat anlar değil zaman gösterecekti kimin hakir görüldüğünü. Ve gösterdi de...
Bir gün Efendimiz s.a.v. Mekke sokaklarından geçiyordu. İçlerinden biri Efendimiz s.a.v.’in başına toprak serpti. Üstü başı toprak olmuş halde evine geldi. Kızı Fatıma r.a. hem babasının başını yıkadı hem ağladı.
Allah’ın Rasulü s.a.v. kızını teselli etti:
“Ağlama kızım. Allah babanı koruyacak ve yalnız bırakmayacak!”
“Mümin kişinin durumu ne şaşırtıcıdır. Zira her işi onun için bir hayırdır. Bu durum sadece mümin için böyledir.
Başına memnun olacağı bir iş gelirse şükreder. Bu bir hayırdır.
Başına bir musibet gelirse sabreder, bu da onun için bir hayırdır.”
Bitkin buluruz bir gün kendimizi. Ayağımıza taşlar takılmıştır hep. İşte o sözler bulur bizi. Müjdeler, kuşatır.
Ayağa kalk ve yürü.
Nimette şükrü ara. Belada sabrı.
Bil ki asıl nasibin şükrün ve sabrındır.
Asıl nimet sana şükrün ve sabrın verilmesidir.
Bil ve onu ara. Kalbindeki hali ara. Cismindeki değil.
“Şartlar ne olursa olsun inanan için hepsi iyidir.”
Ümit eden çağrılır o kapıya
Ve O, günlük hayatımızda hangi halde olursak, bize o hale göre ümit verirdi.
Hasta ziyaretini pek önemser kendisi de hasta arkadaşlarını ziyarete giderdi. Zaman zaman hizmetine gelen Yahudi bir genci hastalığında ziyaret etmişti.
Ziyarete gittiğinde hastanın nabzını eline alır, diğer elini de alnına koyar, şifa bulması için dua eder, ‘inşallah kurtulacaksın’ derdi. Birisi olumsuz, fena bir söz edecek olsa, o sözden menederdi.
Dua ederdi, zira ümit ederdi.
Dua edin der; nasıl isteyeceğimizi, ne isteyeceğimizi öğretirdi tane tane.
Bir gün hasta bir arkadaşını ziyarete gitti ve hastayı çok perişan bir halde buldu, sordu:
– Sen sıhhatli olduğun zamanlar Cenab-ı Hak’tan en çok ne dilerdin?
Arkadaşı şöyle dedi:
– Ben hep ahiret azabının bana dünyada çektirilmesini ve orada azaba uğratılmamayı dilerdim.
Rasulullah s.a.v buyurdu:
– Cenab-ı Hak’tan bunu dileyeceğine, niçin Allah’ın bize öğrettiği şekilde dua edip: “Ey Rabbimiz, bize dünyada da ahirette de iyilik bahşet ve bizi cehennem ateşinden koru” demiyorsun?
Dua bizi kapına çağırmandır.
Dua ümittir.
Ümit eden dua eder.
Ümit edeni çağırırsın.
Ümidimiz yalnızca senden, dualarımız sana.
Şüphesiz ki öldüren de sensin, dirilten de. Güldüren de sensin, ağlatan da...
. . .
Ufka bakacağız. Yarınlara bakacağız
Ufukta bizi bekleyen güne döneceğiz yüzümüzü
Havz’ın başında bekleyeni dinleyeceğiz
O zaman ne yerdeki gölgeler, ne önümüzdeki taşlar...
Her varlıkta ve yoklukta kalbimize döneceğiz, onda ne vardır.
Güzel günler umacağız, güzel günler bulacağız her iki alemde.