Şimdi Ara

Anlamlı, İnsanın 'İçine İşleyen' Hikayeler.. Mutlaka Okuyun!! (14. sayfa)

Daha Fazla
Bu Konudaki Kullanıcılar: Daha Az
5 Misafir (1 Mobil) - 4 Masaüstü1 Mobil
5 sn
526
Cevap
163
Favori
330.514
Tıklama
Daha Fazla
İstatistik
  • Konu İstatistikleri Yükleniyor
9 oy
Öne Çıkar
Sayfa: önceki 1213141516
Sayfaya Git
Git
sonraki
Giriş
Mesaj
  • Annesi, lösemiyle savaşan altı yaşındaki oğluna bakarken dalıp gitmişti. Kalbi, acı içinde olmasına rağmen, kararlılık duygusunun da etkisini hissediyordu. Her ebeveyn gibi o da oğlunun büyümesini ve umutlarını gerçekleştirmesini istemişti. Ama bu, artık mümkün değildi. Löseminin buna fırsat tanımasi olası değildi. Oysa o oğlunun hayallerini gerçekleştirmesini istiyordu.

    - “Bob! Büyüyünce ne olmak istediğini hiç düşündün mü? Hayatında neler olmasını dilediğin ve hayal ettiğin oldu mu?” diye sordu. Bob, beklemeden cevap verdi;

    - “Anneciğim, ben büyüyünce hep itfaiyeci olmak istedim”. Anne de gülümsedi ve;

    - “Dileğini gerçekleştirebilecek miyiz bir bakalım” dedi. Daha sonra, Arizona’daki itfaiye müdürlüğüne gitti ve orada yüreği en az Arizona kadar büyük itfaiyeciler ile tanıştı. Onlara oğlunun son isteğinden söz etti ve oğlunun itfaiye arabasına binip şehirde küçük bir tur atmasının mümkün olup olmadığını sordu.

    - “Bundan daha iyisini de yapabiliriz” dedi itfaiyecilerden biri, “eğer oğlunuzu Çarşamba sabahı saat yedide hazır ederseniz, onu o gün şeref konuğu yapar, itfaiyeci kimliğine büründürürüz. Bizimle itfaiye müdürlüğüne gelir, bizimle yemek yer, yangın söndürmeye gelir. Hatta bize ölçülerini verirsen, ona üzerinde Arizona itfaiyecilerinin sarı renk üzerine işlenmiş ambleminin olduğu gerçek bir itfaiyeci kostümü diktirir, lastik botları ısmarlarız. Hepsi Arizona’da üretiliyor.” Üç gün sonra, itfaiyeci Bob’u aldı, ona elbisesini giydirdi ve hasta yatağından itfaiye arabasına kadar eşlik etti. Bob, itfaiye arabasına kuruldu ve müdürlüğe doğru yol almaya başladı. Kendini çok mutlu hissediyordu.

    O gün Arizona’da tam üç yangın ihbari olmuştu. Değişik itfaiye arabalarına, hatta itfaiye müdürünün özel arabasına da binmişti.Yerel televizyonlar da onu izleyip, çekmişlerdi. Hayallerinin gerçek olmasi, gösterilen sevgi ve ilgi, Bob’u o kadar etkilemişti ki, doktorların söylediğinden tam üç ay daha fazla yaşamıştı. Bir gece bütün yaşam belirtileri dramatik bir şekilde yok olmaya başlayınca, hiç kimsenin yalnız ölmemesi gerektiğine inanan başhemşire, aile bireylerini hastaneye çağırdı. Daha sonra Bob’un itfaiyede geçirdigi günü hatırladı ve itfaiye müdürlüğüne telefon açıp Bob’un bu dünyaya veda ederken yanında, özel kıyafetleri içinde bir itfaiyecinin bulundurulmasının mümkün olup olamayacağını sordu. İtfaiye Müdürü;

    - “Bundan daha iyisini de yapabiliriz, beş dakika içinde ordayız. Yalnız, acaba bize bir iyilik yapar mısınız? Sirenlerin çaldığını duyduğunuzda, yangın olmadığı anonsunu yaptırabilir misiniz? Sadece itfaiyecilerin önemli bir meslektaşlarını ziyarete geldiklerini söyleyiniz ve lütfen onun odasının penceresini açınız” diye yanıtladı.

    Yaklaşık beş dakika sonra hastaneye çengel ve merdiven taşıyan kamyonet ulaştı. Merdiveni açtı ve Bob’un 3.kattaki odasına doğru yaklaştı. Tam ondört itfaiyeci Bob’un odasına tırmandılar. Annesinin izniyle onu kucakladılar ve ona onu ne kadar sevdiklerini söylediler. Ölümle pençeleşen Bob itfaiye müdürüne baktı ve;

    - “Efendim ben şimdi gerçekten itfaiyeci miyim?” diye sordu.

    - “Bundan şüphen mi var Bob?” diye yanıtladı müdür. Bu kelimelerden sonra Bob gülümsedi ve gözlerini sonsuza dek kapattı.




  • David o gün çok yoğundu,seçim kampanyaIarı devam ediyordu.AceIeyIe çevirdiği teIefonda karşısına çıkan şarkı gibi bir sesIe karşıIaşınca şaşırdı.Özür diIeyip kapattı.Ama o hoş ses akIından çıkmıyordu.Ertesi gün sabah erkenden o numarayı aradı.TeIefon çaIarken kaIbi çok hızIı çarpıyordu.Evet karşısında yine o tatIı ses vardı.Kendisini tanıttı. Konuşmaya başIadıIar.Konuştukça kızdan dahada etkiIeniyordu.

    GünIer geçti .Hergün onunIa konuşuyordu,onun sesini duymadan güne başIayamıyordu.Kızgın oIduğunda sakinIeştiriyor,üzgünken neşeIendiriyor,monoton günIerde yeni heyecanIar aşıIıyordu. O soğuk kış günIeri bu sıcacık sesIe ısınmış ve bahar geImişti.

    Bu arada seçim kampanyaIarıda çetin bir şekiIde devam ediyordu. AkIından ve kaIbinden çıkaramadığı o kızIa evIenmeIiyim diye düşünmeye başIadı.Bu kampanyası için de oIumIu oIurdu.Danışmanı başının etini yiyordu.” EvIenirsen ,raitingin 10 puan artar diye…Şu ana kadar bu konuyu pek ciddi düşünmemeşti.”Neden oImasın” dedi ve hızIa teIefonu çevirdi. Hiç nefes aImadan evIenmek istediğini söyIedi ,kampanyasını anIattı,hayaIIerinden bahsetti,seçimden sonra karayipIerde bir baIayından biIe bahsetti.Onun çoşkusu genç kızada geçmişti. Ama bir anda sessizIeşti ve mırıItıIı bir sesIe ” henüz beni görmediniz ,ya beğenmezseniz.” dedi.David” bu kadar güzeI bir sesin ve kaIbin sahibi çirkin oIamaz herhaIde” dedi.Bu arada eski neşesini ve çoşkusunu kaybetmişti.”O zaman yarın buIuşaIım” dedi.

    Ertesi gün David heyecanIa buIuşacakIarı yere geIdi.Biraz sonra uzaktan yanında köpeği iIe güzeI bir kızın kendisine dogru geIdiğini gördü. Acaba o mu diye düşündü.Ama parkın o kısmındaki tek kişi oImasına rağmen ona bakmıyordu. UzakIara çok uzakIara bakıyordu. “Sanırım o değiI”diye mırıIdandı David . Kızın gözIerinde güneş gözIükIeri vardı.. Kız David iIe buIuşacağı havuzun yanına kadar geIdi.Oda ne eIinde bir beyaz baston vardı.David şaşkınIıkIa ona bakakaIdı. Bu o teIefonIarda konuştuğu meIeğiydi.Ama o kördü.Ne yapmaIıyım diye düşündü. Kaçıp gitmeIi mi ? Herşeye rağmen eIini tutup konuşmaIı ve onunIa evIenmeIi miydi ? David yutkundu ve birkaç adım atıp,kızın yanından geçip sessizce gitti. Parkın dışına çıktığında son birkez dönüp kıza baktı.Kız haIa uzakIara doğru bakıyor,köpeğiyIe konuşuyor ve David’i bekIiyordu.

    David günIerce, onu bekIeyen kızın hayaIini unutamadı. SürekIi doğruyu yaptığına kendini inandırmaya çaIışıyordu. Bazen eIi teIefona gidiyor, o gün işim çıktı geIemedim deyip,yine herşeye yeniden başIamayı düşünüyordu. GünIer geçti ve seçimIer sonuçIandı.David seçimIeri kaybetti.New Jersey vaIisi oIamamıştı.Yine avukatIığa devam etmeye başIadı.

    NoeI hazırIıkIarının devam ettiği o öğIen, sekreteri içeri girerek, davanın 25 dk sonra oIacağını hatırIattı. HızIa hazırIandı. Çantasını aIıp adIiyeye gitti. Yerine geçti oturdu. ÖnemIi bir tecavüz davası görüIüyordu ve sanığı David savunacaktı, işi zordu. Biraz sonra karşı taraf ve hakimde yerIerini aImıştı. David iIk tanığa sorusunu sordu.MoraIinin bozuImaması için karşı tarafın avukatına dönüp bakmamıştı biIe. 2.tanık iIe iIgiIi notIarına bakarken, yüksek topukIu bir ayakkabı sesi duydu.Karşı tarafın avukatı tanığın yanına gidiyordu. Avukat konuşmaya başIadı.Bu ses çok sert,acımasız ama bir o kadarda tanıdık geIdi. Başını kaIdırdı daha bir dikkatIe baktı. O sırada saçIarını sımsıkı topuz yapmış, menekşe gözIü, dudakIarı bir çizgi gibi kapaIı avukatIa gözgöze geIdi. İşte o anda gözIerinde birden başka bir görüntü canIandı. ÇağIayan gibi omuzIarından aşağı sarkan sarı saçIar, heran güImeye hazır yürek şekIinde dudakIar, meIek gibi bir yüz ve güzeI bir vücut. Bu o parktaki kız oIabiIir miydi..? Yoksa haIisüIasyonIar mı görmeye başIamıştı. 2 saat sonra dava bittiğinde hiç bir şey hatırIamıyordu.Yanından hızIa geçen avukatın peşinden koşup bahçede yakaIadı.Tam ağzını açıp konuşacaktı ki. O menekşe göze ta gözbebekIerinin içine kadar sımsıcak bir şekiIde baktı; o çizgi haIindeki dudakIar güIIer gibi açarak güIümsedi ve şarkı gibi meIodik bir ses duyuIdu. ” Merhaba o gün parkta sana şaka yapmak istemiştim..Herşeye rağmen beni isteseydin, cesurca yanıma geIip bana teIefondaki meIeğim demiş oIsaydın. Ya da 1-2 saniye daha bekIeyebiIseydin. Sana evet demek için geImiştim.Oysa sen kendi kaIbini sınavdan geçirdin ve başarızsız oIdun.? Bu arada, sürekIi aradığın… ya da parktaki günden sonra hiç aramadığın teIefon, ofisimdeki direkt teIefondu…”

    Ve telefondaki melek yürüyüp gitti...




  • Bir acelesi olduğunu, onu görür görmez anlamıştım. Sağanak hâlinde yağan yağmura aldırış bile etmiyor ve bükülmüş beline rağmen sağa sola koşuşuyordu.
    Yanına sokularak:
    - Hayrola teyzeciğim, dedim. Bir derdiniz mi var?
    Sıcak bir tebessümle:
    - Buraların yabancısıyım evlâdım, dedi. Hastahane tarafına gidecek bir araba arıyorum.
    - Biraz beklerseniz aynı dolmuşa binebiliriz, dedim. Oraya geldiğimizde size haber veririm.
    Teşekkür ederek yanıma yaklaştı ve küçük bir çocuk gibi şemsiyemin altına girdi. Nurlu yüzü yağmur damlacıklarıyla ıslanmış ve yanacıkları pembe pembe olmuştu.
    - Torunlarımdan biri menenjit geçirdi, diye devam etti. Ziyaret saati bitmeden dolaşmak istemiştim.
    Saatime baktıktan sonra:
    - 20 dakikanız var, dedim. Hastahane yakın ama, bu havada pek araba bulunmuyor.
    Durağa herkesten önce geldiğimiz için dolmuşa da rahatça bineceğimizi zannediyordum. Ancak araba yanaştığında, arkamızda duran 4-5 kişinin bir anda hücum ettiğini gördüm.
    İçeriye doluşan ve arkadaş oldukları anlaşılan adamlara:
    - İlk önce biz gelmiştik, dedim. Sırayı bozmaya hakkınız var mı?
    Ön koltukta oturanı:
    - Hak istiyorsan Hakkâri?ye gideceksin arkadaşım, dedi. Hem oradaki haklardan K.D.V. de alınmıyormuş.
    Bu lâf üzerine attıkları kahkahalarla bindikleri araba sarsılmış ve sinirlerim allak bullak olmuştu.
    Sakinleşmeye çalışarak:
    - Ben biraz daha bekleyebilirim, dedim. Ama şu ihtiyar teyzenin hastahaneye yetişmesi gerekiyor.
    Bu defa şoför lâfa karışıp:
    - Teyzenin arabaya falan ihtiyacı yok be kardeşim, dedi. Okuyup üfledi mi hastahaneye uçuverir.
    Tekrar kopan kahkahalarla birlikte araba uzaklaşıp gitti. Yaşlı kadına baktım, tevekkülle susuyordu.
    5-10 dakika sonra gelen bir başka dolmuşa onunla beraber bindim ve şoföre, teyzeyi hastahanede indirmesini söyledim. Yaşlı kadın, yapacağı ziyaretten ümitsiz görünmesine rağmen şikâyet etmiyordu. Üstelik trafik de yarı yolda tıkanıp kalmıştı.
    Şoför:
    - Yolun bu durumu hayra alâmet değil, dedi. Sebebini anlasam iyi olacak.
    Arabayı çalışır vaziyette bırakıp ileriye doğru yürüdü ve biraz sonra döndüğünde:
    - Kısmete bak yahu, dedi. Bizden önce kalkan dolmuşa kamyon çarpmış.
    Heyecanla:
    - Bir şey olmuş mu, diye atıldım. Yâni yaralı falan var mı?
    - Herhalde, diye cevap verdi. Dolmuşta bulunanları, teyzenin gideceği hastahaneye kaldırmışlar.
    Göz ucuyla yaşlı kadına baktım. Solgun dudaklarıyla birşeyler mırıldanıyor ve sanki onlar için dua ediyordu.
    Şoför, koltuğuna yavaşça otururken:
    - Kısmet işte, diye tekrarlayıp duruyordu. Sen kalk koca bir kamyonla çarpış. Hem de Türkiye'nin öbür ucundan gelen Hakkâri plâkalı bir kamyonla.




  • Jack yavaşlamadan önce Takometreye baktı:
    Hız limitinin 50 mil olduğu yerde 73 mil ile gidiyordu
    ve son dört ay içerisinde dördüncü defa polis tarafından
    durduruluyordu. Bir insan nasıl bu kadar şanssız olabilirdi?

    Jack arabasını sağa çekti,”İnşallah şu anda yanımızdan
    daha hızlı bir araba geçer.” diye düşünüyordu.
    Polis elinde kalın bir not defteri ile arabadan indi.
    Bob? Bu Polis Kiliseden Bob değil mi?
    Jack iyice arabasının koltuğuna sindi. Bu durum
    bir cezadan daha kötüydü. Kiliseden tanıdığı bir Polis,
    arkadaş olduğuna bakmaksızın birini durduruyordu.
    Hem de hızlı gidip, trafik kurallarını ihlal ettiği için.

    - “Merhaba Bob. Birbirimizi yeniden böyle görmemiz
    çok ilginç”.

    - “Merhaba Jack” Bob gülümsemiyordu.

    - “Beni, karımı ve çocuklarımı görmek için eve giderken
    yakaladın”.

    - ”Evet öyle” Bob umursamaz görünüyordu.

    - “Son günler eve hep çok geç geldim.
    Çocuklarım beni uzun süredir hiç görmedi.
    Ayrıca Diana bana bu akşam; patates ve biftek
    yiyeceğimizi söyledi.
    Ne demek istediğimi anlıyor musun?”

    - “Evet ne demek istediğini anlıyorum. Ayrıca trafik
    kurallarını ihlal ettiğini de biliyorum.” diye cevapladı Bob.

    - “Eyvah! Bu taktik fazla işe yaramayacak gibi.
    Taktik değiştirmek gerekli” diye düşündü Jack.
    “Beni kaç ile giderken yakaladın?”

    - “Yetmiş. Lütfen arabana girer misin?” dedi Bob.

    - “Ah Bob, bekle bir dakika lütfen. Seni gördüğüm anda
    takometreye baktım. Sadece 65 mil ile gidiyordum.”

    - “Lütfen Jack, arabana gir” diye üsteledi Bob.

    Jack canı sıkkın bir şekilde arabasına girdi, kapıyı
    çarparak kapattı. Bob not defterine bir şeyler yazıyordu.

    - “Bob niye benim ehliyetimi ve araba ruhsatımı
    istemiyor ki” diye düşündü Jack. Ne olursa olsun,
    bundan sonra kilisede bu adamın yanına oturmaktansa,
    birkaç pazar kiliseye gitmeyecekti Jack.

    Bob kapıyı tıklatıyordu. Jack arabasının penceresini
    5 cm kadar açtı. Bob Jack’a bir kağıt verdi ve gitti.

    - “Ceza değil bu” diye kendi kendine söylendi Jack.
    Bir anda sevinmişti. Kağıtta şunlar yazıyordu:

    “Sevgili Jack, benim bir kızım vardı.
    Altı yaşındayken çok hızlı araba kullanan biri tarafından
    öldürüldü. Bu kazadan dolayı, adam cezalandırıldı.
    3 yıl hapishane cezasıydı bu. Bu adam hapishaneden
    çıkınca kendi çocuklarına sarılıp, öpüp, onları tekrar
    koklayabildi. Ama ben… Ben kızımı tekrar koklayabilip,
    öpebilmek için, cennete gidinceye kadar beklemem gerekiyor.
    Bin defa adamı affetmeye çalıştım. Bin kere de başardığımı
    zannettim. Belki başarmışımdır, ama hâlâ kızımı düşünüyorum.
    Lütfen benim için dua et ve dikkat et Jack, bir tek oğlum kaldı…”

    Jack, 15 dakika kadar bir süre yerinden kıpırdayamadı.
    Daha sonra kendine gelip, yavaş yavaş evine gitti.
    Evine varınca, çocuklarına ve karısına sıkıca sarıldı.
    Bob’u şimdi daha iyi anlayabiliyordu.




  • rezerved
  • quote:

    Orijinalden alıntı: HellLord_gs

    BİR SAATLİK DOST
    Hızli bir çalisma temposunun ardindan saatin bes oldugunu kat nobetini
    devretmeye gelen hemsire arkadaslar sayesinde fark etmistik.
    Yogun bir servisti calistigim servis cocuk servisleri hastanelerin en
    yogun ve gürültülü olan servisleridir. Artik günün yoğunlugu gecmis
    servis sessiz bir hal almistı. aksam tedavilerini henüz bitirmis ofiste cay içmeye
    gitme telasındaydim. Cünkü günün ilk cayini icme firsatını yakaladim
    diye kendi kendime dusünüyordum. Kep dagilmis saç baş karışmış yorgun
    bitkin bir haldeydim tedavi odasindan ciktigimda aynada kendimi
    taniyamadim ofise geldigimde hemsire odasinin telefonu caliyordu.
    Oturdugum yerden büyuk bir güçlukle ayaga kalktim ve telefona gittim karsidaki ses acilde
    trafik yaralilarinin oldugunu iclerinde çocuklarında bulundugunu damar
    bulamadiklarindan dolayi acile yardima gelmemi soyluyordu. Tum
    yorgunlugumu unutmus hizla acil servisine yonelmistim ki diger telefonda
    nobetci hekimin icapci beyin cerrahi hekimiyle gelip gelmeme konusundaki
    tartismasini duydum. Nobetci hekimin sesi ortaligi cinlatiyordu:

    - Ne yapalim? Birakalim olsun mu bu insanlar? Gelmek zorundasiniz!
    - Gittiginiz davet beni ilgilendirmez! Nobet degistirseydiniz cok onemli bir davetti madem.
    - Siz Hipokrat yemini etmediniz mi ?

    Konusma boyle surup giderken gelen asansore binerek kosarak acil servisine
    gittim. Her yer kan revan icinde aglayan kosusturan yakinini bulmaya
    calisan bir yigin insan vardi bu kalabalikta saglikli bir is nasil
    yapilirdi bilmiyordum ama her kez elinden geleni birilerine bakma
    gayretini gosteriyordu. Acil serviste yatak kalmamis sedyelere insanlar
    yatirilip ilk mudahale yapilincaya kadar bekletiliyor yetersiz kalan personel
    yerine hastalari yukari sevk edilen servise aileleri cikartiyordu. Onca
    kazazede icinde basinda kimsesi olmayan ama durumu da oldukca agir 15-17
    yas arasi bir genc vardi gerekli mudahalesi yapilmis fakat sevk edildigi
    beyin cerrahi hekimi henuz gorev yerine gelmedigi icin orada bekletiliyordu.
    Kendime ait serum ve tedavileri uyguladiktan sonra o cocugun basina giderek
    ilgilenmeye calistim suuru yerindeydi konustuklarimi anliyor fakat cevap
    veremiyordu.
    Hayatinin son anlarini yasadigini goruyor ve yalniz oldugu icin
    korkunc derecede uzuluyordum onu orada yalniz birakamiyordum . Zaten ben
    onunla ilgilenirken acil servis bosalmis tum hastalar gerekli
    servislere dagitilmisti. Genc iyice kotu olmustu ellerimi simsiki tutuyordu
    birakma dercesine gozlerinden yaslar suzuldukce kendimi bende tutamaz
    hale gelmistim egildim yanaklarindan optum
    "- Birakmayacagim seni sakin ol uzulme sakin." diyordum hic tanimadigim
    daha once hic gormedigim bu insana anlatilmaz bir yakinlik hissediyor
    sanki onun acisinin aynisini cekiyordum. Cok aci cekiyordu hem
    yalnizligindan hem de gecirmis oldugu beyin travmasindan ne kadar sure daha onunla
    kaldigimi hatirlamiyorum o artik aramizda degildi bu dunyayi terk etmisti
    ve ben gelmeyen doktoru suçluyor icimden lanetler yagdırıyordum .
    Derken beyin cerrahi hekimi gelmisti. Hastanin daha dogrusu ex olmuş
    gencin uzerindeki çarsafi almamı söyledi.

    Çarsafi kaldırdıgımda doktorun hic bir sey soyleme firsatı
    olmadan yere dustugunu gördum .Ne olduğunu anlamaya çalışıyordum.
    yemekli bir davetten gelmisti. acaba çok mu sarhostu ya da kalp krizimi geciriyordu,
    diye dusunurken diger hekim arkadaslari olaya mudahale etmislerdi bile.

    ölen o gencecik insanin babasiydi bu doktor ve kendi evladinin
    tedavisi icin cok geç kalmisti ne yazik ki. kötü günde oğlunun acisiyla felç
    gecirmis ve gorevine yeniden donememisti. Seni yeniden andim KEREM ruhun
    şad olsun hayattaki bir saatlik dost bana yillardir yasattigin tecrübeyle
    dost kalan dost.

    Bu gerçekmi ya




  • paylaşımlar çok güzel. teşekkürler herkese.
  • Otobüs yolcuları elinde beyaz bir baston taşıyan genç ve güzel kadının otobüse binişini içten gelen bir sempati ile izlediler… Basamakları geçti. Boş olduğu söylenen koltuğu el yordamı ile buldu. Oturdu… Çantasını kucağına aldı. Bastonu koltuğa yasladı. 34 yaşındaki Susan, bir yıldır görmüyordu. Bir yanlış teşhis sonucu görmez olmuş, birden karanlık bir dünyanın içine düşmüştü.

    Öfke.. Kızgınlık.. Kendine acıma..

    Hayatta tek dayanağı artık kocası Mark idi.. Mark hava kuvvetlerinde subaydı. Susan’ı bütün kalbi ile seviyordu. Susan gözlerini kaybedince, Mark karısının içine düştüğü umutsuzluğu hemen fark etmişti. Ona yeniden güç kazanması, kaybettiği kendine güvene yeniden sahip olması için yardım etmeliydi. Susan gene kendi kendine yeterli olduğuna inanmalı, kimseye bağımlı olmadan yaşayabilmeliydi.

    Sonunda Susan’ı işine dönmeye ikna etti. Peki ama evden işe nasıl gidecekti?… Genelde otobüsle giderdi. Ama şimdi koca kenti bir uçtan ötekine tek başına geçmekten korkuyordu. Mark her sabah onu arabası ile işe bırakmayı önerdi. Kendi işi tam aksi yönde olduğu halde..

    İlk günler Susan kendini rahat hissetti. Mark da, “Görmüyorum, artık hiçbir işe yaramam” diyen karısını çalışmaya başlattığı için mutluydu. Ama bir süre sonra Mark işlerin iyi gitmediğini farkketti. Başkasına bağımlı yaşamanın Susan’ı mutlu etmesi mümkün değildi. İşe eskiden olduğu gibi kendi başına otobüsle gitmeliydi. Ama Susan hala o kadar hassas, o kadar kırılgan, o kadar öfkeliydi ki.. Ne yapabilirdi?..

    “Otobüs” lafı ağzından çıkar çıkmaz, Susan öfkeyle haykırdı.. “Nasıl yaparım?.. Görmüyor musun ben körüm!.. Nerde olduğumu nerden bilirim, nereye gittiğimi nasıl anlarım.. Galiba sana ağır gelmeye başladım, beni başından atmaya çalışıyorsun..”

    Duydukları Mark’ın kalbini fena halde kırdı. Ama ne yapacağını biliyordu..

    “Her sabah ve akşam otobüsünü arabamla takip edeceğim. Sen bu yolculuğu tek başına yapmaya hazır olana dek sürecek bu..”

    Tam iki hafta Mark, Susan’ın otobüsünün arkasından gitti.. İki hafta boyu karısına görme dışındaki duyularını nasıl kullanacağını anlattı. Özellikle duymanın pek çok sorunu çözeceğini izah etti. Kulakları ona nerede olduğunu söyleyebilirdi. Yeni yaşam tarzına alışmasına yardımcı olabilirdi. Otobüs şoförü ile ahbap olursa, her şey kolaylaşır, şoför her gün ona önde bir yer bile ayırırdı. Nihayet Susan, yolculuğu tek başına yapmaya hazır olduğunu hissetti. Pazartesi sabahı geldi.. Ayrılırken, otobüsünün geçici eskortu kocasına, hayattaki en büyük dostuna sarıldı.. Gözleri yaşla doluydu Susan’ın.. Kocasına öyle teşekkürle doluydu ki.. Onun sabrı, sadakati, desteği ve sevgisiyle umutsuzluk uçurumundan nasıl çıkmış, nasıl yeniden hayata dönmüştü..

    “Allahaısmarladık” dedi kocasına ve uzun zamandan beri ilk defa ters yönlerde yola çıktılar. Pazartesi.. Salı.. Çarşamba.. Her gün mükemmel geçti Susan için.. Kendini hiç bu kadar iyi hissetmemişti. Yapıyordu.. Başarıyordu.. Tek başına başarıyordu.. Kendi kendine gidip gelebiliyordu işte.. Cuma sabahı, Susan her günkü gibi otobüse bindi.. Ofisinin karşısındaki durakta inerken bilet parasını uzattı şoföre..

    - “Sizi kıskanıyorum bayan” dedi, şoför..

    Susan şoförün başkasına hitap ettiğini düşündü.. Bir körün gıpta edilecek nesi olabilirdi ki?..

    - “Neyimi kıskanıyorsunuz benim” diye sordu şoföre..

    - “Sizin kadar sevilmek, sizin kadar şefkat ve sevgiyle korunmak çok hoş bir duygu olmalı bayan” dedi şoför..

    - “Nasıl yani” dedi, Susan..

    - “Bir haftadır, her sabah yakışıklı bir subay köşede duruyor ve siz otobüsten inene kadar izliyor. Yolu kazasız geçmenize bakıyor, ofisinize girene kadar oradan ayrılmıyor. Sonra size bir öpücük yolluyor, elini sallıyor ve yürüyüp gidiyor. Siz çok talihli bir kadınsınız bayan..”

    Mutluluk göz yaşları Susan’ın yanaklarından akmaya başladı. Ve birden hatırladı.. Mark’ı hiç görmüyordu ama, bir haftadır yanında olduğunu hem de öyle kuvvetli hissediyordu ki.. Talihli, gerçekten çok talihli idi. Öyle bir armağan vermişti ki ona hayat, görmekten daha değerliydi.. Bu armağanın varlığına inanması için görmesi gerekmiyordu. Sevginin aydınlatmayacağı hiçbir karanlık yoktu çünkü…




  • 19 Mayıs dolayısıyla Yılmaz Özdil'in eski bir yazısını paylaşmak istiyorum...




    Ekim 2007, İzmir.

    Alsancak’ın en meşhur dövmecisi Köprüaltı’na gençten biri girer, kolunu sıyırır, dirseğine doğru Mustafa Kemal’in imzası vardır, bir bankada çalıştığını, bu dövme yüzünden işten atılmakla tehdit edildiğini anlatır, tırsmıştır, ekmek parası filan diye ağlar, “silin” der.

    *

    Hep söylerim, ekmek parası diye ağlayanın maaşını, tavuk gibi buğdayla ödeyeceksin!

    *

    Adeta bomba düşer dövmeci dükkânına… “Bu gördüğün eller Atatürk’ü yazar, Atatürk’ü silmez” deyip, kapı dışarı ederler. Ve, internet sitelerinden alenen duyururlar: “Ey ahali, madem öyle işte böyle, bugünden itibaren burada, Atatürk’ün imzası bedava!”

    *

    İlk kim, nerede yazdırdı bilmiyorum ama, Atatürk imzasının furya haline gelmesinin miladı, bu olaydır.

    *

    Bir ödlek geri adım attı…
    On binlerce cesur öne çıktı.

    *

    Atatürk’e sövme modası…

    Dövme modası yarattı.

    *

    Köprüaltı örnek oldu, İzmir’de yapılan Atatürk dövmesi, 50 bini aştı. Yetişemiyorlar, her gün 30-40 kişi kazıyor vücuduna… Omuzuna, bileğine, iman tahtasına, kalbinin üstüne… Doktor var, avukat var, öğrenci, dekan, ev kadınları var. İstanbul’da patladı… Ankara, Antalya, Bursa, Trabzon, Muğla, Eskişehir dövmecileri artık neredeyse sadece bu imzayı kazıyor. 29 Ekim’lerde, 10 Kasım’larda Mustafa Kemal için ücretsiz çalışan 200’ün üstünde dövmeci var.

    *

    Dini gerekçelerle dövme yaptırmayan, otomobiline yapıştırıyor. Taksilerin camlarında… Motosikletine, hatta, bebe arabasına yazdıranı görüyoruz. Atatürk imzalı küpe kulaklarda, rozet yakalarda.

    *

    Ölümünün üzerinden taaa 73 sene geçtikten sonra, hiç tanışmadığı, hiç görmediği insanların bedenine imzasını atan bir başka lider var mı dünyada?

    *

    Neymiş, işten atarlarmış…
    Bizim işimiz Atatürk.

    *

    Memleketimin güzel kadınları, giydirin çocuklarınızı güzel güzel, doğum günüdür bugün… Cumhuriyet dediğin, korkak babalar tarafından kaybedilir, yürekli evlatları tarafından geri alınır.




  • Masumi Toyotome diye bir Japon yazmış. “Dünyada sevilmek istemeyen kişi yok gibidir” diye başlıyor.

    - “Ama sevgi nedir, nerede bulunur, biliyormuyuz?” diye soruyor…Sonra anlatmaya başlıyor:

    - “Sevgi üç türlüdür!..”

    Birincinin adı “Eğer” türü sevgi!.. Belli beklentileri karşılarsak bize verilecek sevgiye bu adı takmış yazar..

    Örnekler veriyor: Eğer iyi olursan baban, annen seni sever. Eğer başarılı ve önemli kişi olursan, seni severim. Eğer eş olarak benim beklentilerimi karşılarsan seni severim. Toyotome “En çok rastlanan sevgi türü budur” diyor. Bir şarta bağlı sevgi.. Karşılık bekleyen sevgi.. “Sevenin,istediği birşeyin sağlanması karşılığı olarak vaad edilen bir sevgi türüdür bu” diyor yazar..

    - “Nedeni ve şekli bakımından bencildir. Amacı sevgi, karşılığı bir şey kazanmaktır.” Yazara göre evliliklerin pek çoğu “Eğer” türü sevgi üzerine kurulduğu için çabuk yıkılıyor. Gençler birbirlerinin o anki gerçek hallerine değil, hayallerindeki abartılmış romantik görüntüsüne aşık oluyor ve beklentilere giriyorlar. Beklentiler gerçekleşmediğinde de, düşkırıklıkları başlıyor. Sevgi giderek nefrete dönüşüyor. En saf olması gereken anne baba sevgisinde bile “Eğer” türüne rastlanıyor.

    Yazar bir örnek veriyor. Bir genç Tokyo Üniversitesi giriş sınavlarını kazanarak babasını mutlu etmek için, çok çalışıyor. Okul dışında hazırlama kurslarına da gidiyor. Ama başarılı olamıyor. Babasının yüzüne bakacak hali yok. Üzüntüsünü hafifletmek için bir haftalığına Hakone kaplıcalarına gidiyor. Eve döndüğünde babası öfkeyle “Sınavları kazanamadın. Bir de utanmadan Hakone’ye gittin” diye bağırıyor. Delikanlı “Ama baba, vaktiyle sen de bir ara kendini iyi hissetmediğinde Hakone kaplıcalarına gittiğini anlatmıştın” diyor. Baba daha çok kızarak, delikanlıyı tokatlıyor. Çocuk da intihar ediyor. “Gazeteler intiharın anlık bir sinir krizi sonucu olduğunu söylediler, yanılıyorlardı” diyor yazar..

    - “Delikanlı babasının kendisine olan sevgisinin yüksek düzeydeki beklentilerine bağlı olduğunu anlamıştı!..” İnsanlar “Eğer” türü sevginin üstünde bir sevgi arayışı içindeler aslında.. “Bu sevginin varlığını ve nerede aranması gerektiğini bilmek, bu genç adamın yaptığı gibi, yaşamı sürdürmekle, ondan vazgeçmek arasında bir tercih yapmakla karşı karşıya kaldığımızda önemli rol oynayabilir” diyor, Masumi Toyotome.. İlginç değilmi?..

    İkinci türe geçiyoruz: “Çünkü” türü sevgi… Toyotome bu tür sevgiyi şöyle tarif ediyor: “Bu tür sevgide kişi, birşey olduğu, birşeye sahip olduğu ya da birşey yaptığı için sevilir. Başka birinin onu sevmesi, sahip olduğu bir niteliğe ya da koşula bağlıdır”.

    Örnek mi?.. “Seni seviyorum. Çünkü çok güzelsin. (Yakışıklısın!)” “Seni seviyorum. Çünkü o kadar popüler, o kadar zengin, o kadar ünlüsün ki..” “Seni seviyorum. Çünkü bana o kadar güven veriyorsun ki..” “Seni seviyorum.Çünkü beni üstü açık arabanla, o kadar romantik yerlere götürüyorsun ki..

    - ” Yazar, Çünkü türü sevginin, Eğer türü sevgiye tercih edileceğini anlatıyor. Eğer türü sevgi, bir beklenti koşuluna bağlı olduğundan büyük ve ağır bir yük haline gelebilir. Oysa zaten sahip olduğumuz bir nitelik yüzünden sevilmemiz, hoş birşeydir, egomuzu okşar. Bu tür, olduğumuz gibi sevilmektir. İnsanlar oldukları gibi sevilmeyi tercih ederler. Bu tür sevgi onlara yük getirmediği için rahatlatıcıdır.

    Ama derin düşünürseniz, bu türün, “Eğer” türünden temelde pek farklı olmadığını görürsünüz. Kaldı ki, bu tür sevgi de, yükler getirir insana.. İnsanlar hep daha çok insan tarafından sevilmek isterler. Hayranlarına yenilerini eklemek için çabalarlar. Sevilecek niteliklere onlardan biraz daha fazla sahip biri ortaya çıktığı zaman, sevenlerinin, artık ötekini sevmeye başlayacağından korkarlar. Böylece yaşama sonsuz sevgi kazanma gayretkeşliği ve rekabet girer.

    Ailenin en küçük kızı yeni doğan bebeğe içerler. Sınıfın en güzel kızı, yeni gelen kıza içerler. Üstü açık BMW’si ile hava atan delikanlı, Ferrari ile gelene içerler. Evli kadın kocasının genç ve güzel sekreterine içerler.

    “O zaman bu tür sevgide güven duygusu bulunabilir mi?” diye soruyor, Toyotome.. “Çünkü türü sevgi de, gerçek ve sağlam sevgi olamaz” diyor.

    Bu tür sevginin güven duygusu vermeyişinin iki ayrı nedeni daha var.. Birincisi.. “Acaba bizi seven kişinin düşündüğü kişi miyiz?” korkusu.. Tüm insanların iki yanı vardır. Biri dışa gösterdikleri.. Öteki yalnızca kendilerinin bildiği..”İnsanlar sandıkları kişi olmadığımızı anlar ve bizi terkederlerse” korkusu buradan doğar. İkincisi de.. “Ya günün birinde değişirsem ve insanlar beni sevmez olurlarsa..” endişesidir.

    Japonya’da bir temizleyicide çalışan dünya güzeli kızın yüzü patlayan kazanla parçalanmış. Yüzü fena halde çirkinleşince, nişanlısı nişanı bozup onu terketmiş. Daha acısı.. Aynı kentte oturan anne ve babası, hastaneye ziyarete bile gelmemişler, artık çirkin olan kızlarını.. Sahip olduğu sevgi, sahip olduğu güzellik temeli üstüne bina edilmiş olduğundan bir günde yok olmuş. Güzellik kalmayınca sevgi de kalmamış. Kız birkaç ay sonra kahrından ölmüş..

    Japon yazar “Toplumlardaki sevgilerin çoğu ‘Çünkü’ türündendir ve bu tür sevgi, kalıcılığı konusunda insanı hep kuşkuya düşürür” diyor..

    Peki o zaman, gerçek sevgi, güvenilecek sevgi ne?..”Ve işte sevgilerin en gerçeği!.

    * * * “Üçüncü tür sevgi benim ‘Rağmen’ diye adlandırdığım türdür” *** diyor yazar.

    Bir koşula bağlı olmadığı için ve karşılığında birşey beklenmediği için “Eğer” türü sevgiden farklı bu.. Sevilen kişinin çekici bir niteliğine dayanıp, böyle bir şeyin varlığını esas olarak almadığı için “Çünkü” türü sevgide değil. Bu üçüncü tür sevgide, insan “Birşey olduğu için” değil, “Birşey olmasına rağmen” sevilir. Güzelliğe bakar mısınız?.. Rağmen sevgi..

    Esmeralda, Qusimodo’yu dünyanın en çirkin, en korkunç kamburu olmasına “rağmen” sever. Asil, yakışıklı, zengin delikanlı da Esmeralda’ya çingene olmasına “rağmen” tapar!..”Kişi dünyanın en çirkin, en zavallı, en sefil insanı olabilir. Bunlara ‘rağmen’ sevilebilir. Tabii bu sevgiyle karşılaşması şartı ile..

    - ” Burada insanın, iyi, çekici ya da zengin konum edinerek sevgiyi kazanması gerekmiyor. Kusurlarına, cahilliğine, kötü huylarına ya da kötü geçmişine “rağmen” olduğu gibi, o haliyle sevilebiliyor. Bütünüyle çok değersiz biri gibi görünebiliyor ama en değerli gibi sevilebiliyor.

    Japon yazar “Yüreklerin en çok susadığı sevgi budur” diyor. “Farkında olsanızda,olmasanız da, bu tür sevgi sizin için yiyecek, içecek, giysi, ev, aile, zenginlik, başarı ya da ünden daha önemlidir.” Bunun böyle olduğundan nasıl emin?.. Haklı olduğunu kanıtlamak için sizi bir teste davet ediyor.. Şu soruma cevap verin” diyor.

    - “Kalbinizin derinliklerinde, dünyada kimsenin size aldırmadığını ve hiç kimsenin sizi sevmediğini düşünseydiniz, yiyecek, elbise, ev, aile, zenginlik, başarı ve üne olan ilginizi yitirmezmiydiniz?.. Kendi kendinize ‘Yaşamamın ne yararı var’ diye sormaz mıydınız?..” Devam ediyor Toyotome..

    - “Şu anda en sevdiğiniz kişinin sizi sadece kendi çıkarı için sevdiğini anladığınızı bir düşünün.. Dünya birden bire başınızın üstüne çökmezmiydi?. O an yaşam size anlamsız gelmez miydi?.”

    - “Diyelim sıradan bir yaşamınız var.. Günlük yaşıyorsunuz. Günün birinde gerçek, derin ve doyurucu bir sevgi bulacağınızdan umudunuz olmasa, kalan hayatınızı nasıl yaşardınız?..” diye soruyor ve yanıtlıyor:

    - “Böyleleri ya iyice umutsuzluğa kapılıp intihar ediyorlar ya da iyice dağıtıp yaşayan ölü haline geliyorlar.” Toyotome, hem de nasıl iddialı savunuyor “Rağmen” sevgiyi.. “Bugün yaşamınızı sürdürebilmenizin nedeni ‘Rağmen’ türü sevgiyi şu anda yaşamanız ya da birgün bu sevgiyi bulacağınıza inancınızdır.”

    Son sözlerinde biraz umutsuz, Toyotome.. “Bugün yaşadığımız toplumda herkesi doyuracak bu sevgiyi bulmak zor. Çünkü herkesin sevgiye ihtiyacı var.. Kimsede başkasına verecek fazlası yok” diye açıklıyor..

    Anlatıyor.. Peki bu dünyada sevgi ne kadar var?.. Yazara göre, açlığımızı biraz bastıracak kadar.. Ve de yemek öncesi tadımlık gelen iştah açıcılar gibi.. Bu minnacık tadım, bizi daha müthiş bir sevgi açlığına tahrik ve teşvik ediyor. Bu minnacık tadım sevgiye ne kadar muhtaç olduğumuzu anlatıyor. Büyük bir hırsla ana yemeğin gelmesini ve bizi doyurmasını bekliyoruz.. Hani nerede?.. Hepsi o.. Ve asıl çarpıcı cümle en sonda.. “Dünyadaki en büyük kıtlık, ‘rağmen’ türü sevginin yeterince olmayışıdır!..”




  • Rayların vagonlara değerken çıkardığı ses büyüyor, büyüyordu. Rüyada gibiydim. Bir yandan trendeki insan sesi, bir yandan dudaklarımda bir an hissettiğim kadın nefesi. Duygularım karmaşıktı. O gördüğüm sen miydin, yanındaki o mu ? Tüm bu sorular beni içten içe kemiriyor, 23 yıl öncesine, İzmir’de bir yaz sonuna götürüyordu.

    Rüzgarda uçuşan eteklerini hatırladım önce, sonra gitgide tizleşen kahkahanı. Ömer, çocukluk arkadaşım, uzun süredir gelmemi istediği evlerine çağırmıştı beni, ilerde yaşanacaklardan habersiz. O gün karşılaştığım sıcaklık hayatımın hiç bir evresinde yaşamadığım duygular yaşatmıştı bana. Babasızlığın eksikliğini ilk o zaman anladım. O aile, o yaşantı, o lüks.. Belki aşık olduğum onlardı, ama nasıl fark edebilirdim ki. Hayat karmaşıktı, farksız insanların farklı hayatlar yaşamasını fark edecek kadar zeki değildim. O gün hayatımın cenneti ve cehennemiyle karşılaşacağımı nereden bilebilirdim ..

    Ben bunları düşünürken birden düdük çaldı. Makinistin sabırsızolduğubelliydi. Kompartımana 40-45 yaşlarında bir bayan bindi, yanıma oturdu.. Bayanın gizliden gömleğinin içinden havaya karışanlavanta kokusu beni yine geçmişe götürmüştü. Bu kokuyu nasıl
    unutabilirdim ki ..?

    Yatılıdayken Ömer ve ben çok iyi arkadaştık;Yediğimiz, içtiğimiz ayrı gitmez, hafta sonları onların evine giderdik. Evleri güzel fakat soğuk bir binaydı. Ne zaman gelirsem geleyim temiz, tertipli olurdu. Ayşe bacı bizi pencerede görür görmez çayı demler, o pek sevdiğimiz kedi dili bisküvilerini tabaklara dizerdi. Ama Ömer’lerin evine beni bağlayan bambaşka bir şey, kuzeni, Hayal’di ..

    Hayal, uzun boyu, çelimsiz fakat zarif vücuduyla, tıpkı bi Fransız kadınını anımsatırdı. Ömer’in teyzesinin kızı olurdu, benden de 2 yas büyüktü. O eve her gelişimde Hayal’ i annesi Nedime hanımın başucunda, nakış işlerken bulurdum. Her görüşümde yüreğimdeki boşluk azalmaya, hayatım boyunca sahip olmayı düşlediğim hayallerse artmaya devam edecekti. Ömer de benim bu sevdamı öteden beri biliyor, fakat kuzeninin üstümdeki cazibesine engel olamıyordu. Ve bizi bir araya getirmek, en azından arkadaş olmamızı sağlamak, tek amacı olmuştu.

    Okula döndüğümde onun düşüyle yaşardım, ya da yaşayamazdım ikisi de aynıydı ne de olsa.. Nihayetinde ağabeyimin İzmir’e taşınmasıyla Ömer’lerin evine gitmekten de, Hayal’ i görmekten de kurtulmuştum. Ağabeyim Hayal’ e olan hislerimi bilmiyordu, ona söylemeye hem çekiniyor, hem de içten içe bir istek duyuyordum. Fakat kararlıydım söylemeyecektim. Kimsenin bilmemesi belki onu unutmama yardımcı olurdu. Ama hayır aslında asıl istediğim unutmak değildi, onunla evlenmek istiyordum. Fakat gerçeklerle yüzleştiğimde bunun da tıpkı onun gibi hayalden öteye geçemeyeceğini, boş ümitlerle sonu olmayan yollara çıkılamayacağını gördüm. Hepsi birer hayaldi..

    2 yıl geçmişti, okulda son ayımız, Ömer’le arkadaşlığımız hala devam ediyordu. Hatta bir gün onu ağabeyimin evine bile davet etmiştim. O gün Ömer çok sevineceğimi düşünerek Hayal’i de yanında getirmişti. Onu gördüğümde sanki kalbim durmuş, ellerim buz kesmişti. Özlemişim hem de nasıl..Uzun zamandır görüşmemiştik. Yüzünü unutmuşum.. Her şeye rağmen o essiz kokuyu tabii ki unutamazdım. Etkileyici olmak için sürdüğü belli olan, yoğun lavanta havaya onda asla hissedilmeyen bir cesaretle dağılıyordu. Sızlarken kalbimde sevgim, hep o kokuyu düşünerek uyumaya çalışmamış mıydım günlerce ne de olsa ? Geceleri özleminden hep rüyamda görmeyi umduğum o saflık değil miydi beni aşık eden Hayal’e. O nakış işleyen eşsiz zarif eller, konuşurken arada bir tonlaşan, kısılıp kalınlaşan kemansı ses, gülerken yanağında beliren o minik gamzenin getirdiği gizem.. Bunlar nasıl unutulabilirdi ki ..! Fakat o gün karşımda hiç tanımadığım bir hayal vardı sanki ..: Kahkahaları, rahatlığı, şımarıklığı hiç tanımadığım harikulade bir varlığın diğer gizemleriyle doluydu içten içe. Ağabeyimle anlaşmış gibiydiler. Muhabbet derindi. Ömer ve benle pek ilgilenmiyorlar, kitaplardan, sergilerden bahsediyorlar, daha önce adını hiç duymadığım kelimeleri büyük bir özenle kurdukları cümlelerde iltifat yerine kullanıyorlardı. Hayal kırıklığı mıydı o an yaşadığım, yoksa şaşkınlık mı ? Amaç neydi ? Sonuç ne ? Karmaşık yüzlerini görmüştüm hayatın. Belki farkındaydım, ya da farkında olmamak için çaba harcadım. Ağabeyimin yüzündeki mutluluk ifadesi, o an gelecekle ilgili işaretleri veriyordu sanki. Ama yakıştıramamak kötü bir kardeşe .. Ömer duyduğu pişmanlığı kızarmış yüzünün altında kendince gizlemeye çalışıyor, Hayal ise başından beri hiç fark etmediğini sandığım hislerimi fark etmemeye devam ediyordu. O gün, dakikalar hayatım boyunca hiç unutamayacağım izleri beynime kazımış, parça parça olmuş kalbime son darbesini vurmuştu. Hayal’di, hayal olup gitti..

    Yıl sonu geldi, okul bitmişti. Ağabeyim çalışmak için geldiği İzmir’de işi büyütmüştü. Büyüktü artık, çok büyüktü. Sık sık alay eder, beni küçümser olmuştu. Küçüklüğümden beri anlaşamazdık zaten. Konuşmuyorduk. Ara sıra o, eline almak istediği mesleğinden, bir de bana açıkça hiç anlatmadığı sevgilisinden bahseder olmuştu. Ben işsizdim, bomboş ..

    Aylar, yıllar derken askerliğim gelmişti. Gitmeliydim artık .. Hem bu ev, hem bu kırık kalp, hem bu yalnızlık, ayırmıştı beni zaten .. Zaman dolmuştu, hayata atılma vakti .. “Üzüntüye yer yok içimde” dedim, ve gittim. Askerlik güzeldi, biraz sıkıcı, ama heyecanlı .. Ta ki o güne kadar!

    Ağabeyimden mektup gelmişti. Korktum, bana değer vermezdi, anama bir şey oldu sandım, daha mı kötüsü desem .. Evlendiğini yazmış, gülüm yazmış Hayal için, küçüldüm .. İçimden ne sıfatlar geçerdi onu tanımlamak için tanımlayamazdım. O, bir “gülüm” yazmış, yeter miydi ? Fotoğraf yollamış bir de .. O hayatım boyunca hep göğsümde taşıyacağım bir kısmı kesik resim bu olacaktı ilerde .. Nedense pek üzülmedim, farkında mıydım ne ? Gelinlik yakışmış dedim .. Hiçbir zaman açamadığım kalbimi acaba açmalı mıydım diye düşündüm. Fakat artık her şey için geçti. Onu severken kaybetmiş, kaybederken ölmüş biriydim. Gerçek son buydu işte ..

    Trenin gürleyen sesi fısıltı gibi ürpertiyordu kulaklarımı, bu rüyadan uyanmak, geçmişi unutmak istiyordum artık. Vazgeçmeliydim .. Oğlumun sesiyle irkildim önce, beni kurtarmıştı. Uzun bir süredir uyandırmak için uğraştığı belliydi. Sıkıntıdan dopdonuk kesilmiş gözleri, şaşkın bi sevinçle bakıyordu yüzüme ..

    O gün İzmir’e ağabeyimin Hayal’le evlenip Ankara’ya yerleştikten sonra bana bıraktığı eve gittik. Karım elinde mektup beni bekliyordu. Her şeyi biliyordu. Mektubu verdi, oğlumu alıp küçük odaya gitti. İntiharımı çoktan kabullenmiş gibiydi. Okudum; gözümdeki bir damla yaş kağıda aktı; Hayal’in “SENİ HEP SEVMİŞTİM !” yazısını ıslatmıştı. Şaşırtıcı değil mi ? Benden bekleneni yapmadım, bana olan sevgisi uğruna ölmemi göze alan bir eşi terk edemezdim. Kağıdı çakmağımla yaktım. Artık yaşamak için de, ölmek için de çok geçti. Hayat özlemlerimle, tutkularımla geçip gidecekti. Odaya gittiğimde Ceyda’yı uyur buldum. Uyandırdığımda ürktü, vedalaştığımı sandı.” Seni seçtim” dedim. Ne onu, ne ölmeyi, ne de yalnızlığı .. Seni seçtim” dedim. “Seni seçtim” ..




  • Anzaklı Ömer’in Hikayesi

    1957 Yılında İstanbul Tıp Fakültesi’nden mezun olup ihtisas yapmak üzere ABD’ye giden doktor Ömer Muşluoğlu, görev yaptığı hastanede başından geçen çok enteresan bir hadiseyi şöyle anlatıyor:

    Amerika ‘ya gittiğim ilk yıllar New York’da Medical Center Hospital’da görev almıştım. Fakat vazifem kan almak, kan vermek, serum takmak, elektrokardiyografi çekmek gibi işler..

    Hastaya o kadar önem veriyorlar ki yeni doktorlar hemen direkt olarak hasta muayenesine, tedavisine verilmiyor .Diğer zamanlarda da laboratuarda çalışıyorum. Bir hastaya gittim. Yaşlıca bir adam, tahminen yetmiş beş yaşlarında..

    -Kan vereceğim kolunuzu açar mısınız?” dedim.
    Adamcağız kanserdi ve aynı zamanda kansızdı.. Kolunu açtım, baktım pazusunda bir Türk bayrağı dövmesi var. Çok ilgimi çekti, kendisine sormadan edemedim:
    -Siz Türk müsünüz?
    -Kaşlarını yukarıya kaldırarak “hayır” manasına bir işaret yaptı.
    -Ama ben hala merak ediyorum. “Peki bu kolunuzdaki Türk bayrağı nedir?”
    -Aldırma öylesine bir şey işte, dedi.
    Ben yine ısrarla:
    -Fakat benim için bu çok önemli, çünkü bu benim milletimin bayrağı, benim bayrağım…
    Bu söz üzerine gözlerini açtı. Derin derin yüzüme baktı ve mırıltı halinde sordu:
    -Siz Türk müsünüz?
    -Evet Türk’üm….”

    İhtiyar gözlerime tanıdık bir göz arıyor gibi baktı.. Anlatmaya başladı:

    “Yıl 1915. Çanakkale diye bir yer var Türkiye’de..Orada savaşmak üzere bütün Hıristiyan devletlerden asker topluyorlardı. Ben, Avustralya Anzaklarındanım. İngilizler bizi toplayıp dediler ki:
    -Barbar Türkler Hıristiyan dünyasını yakıp yıkacaklar. Bütün dünya o barbarlara karşı cephe açmış durumda.. Birlik olup üzerine gideceğiz. Bu savaş çok önemlidir. ‘
    Biz de inandık sözlerine ve savaşmak isteyenler arasına katıldık.. Beynimizi yıkayan İngilizler Türklere karşı topladığı askerlerin tamamını Çanakkale’ye sevk ediyormuş. Bizi gemilere doldurup Mısır’a getirdiler, orada birkaç ay talim gördük, sonra da bizi alıp Çanakkale’ye getirdiler.

    Savaşın şiddetini ben ilk orada gördüm. Öyle ki denize düşen gülleler suları metrelerce yukarı fışkırtıyor, gökyüzünde havai fişekler gibi geceyi gündüze çeviriyordu. Her taarruzda bizden de Türklerden de yüzlerce insan hayatının baharında can veriyordu. Fakat biz hepimiz Türklerdeki gayret ve cesareti gördükçe şaşırıyorduk. Teknolojik yönden çok çok üstün olduğumuz gibi sayı bakımından da fazlaydık. Peki onlara bu cesaret ve kuvveti veren şey neydi? İlk başlarda zannediyordum ki İngilizlerin bize anlattığı gibi Türkler barbarlıktan böyle saldırıyorlar. Meğer bu barbarlıktan değil, kalplerindeki vatan sevgisinden kaynaklanıyormuş.

    Biz karaya çıktık. Taarruz edeceğiz, bizi püskürtüyorlar.. Tekrar taarruz ediyoruz, bizi gene püskürtüyorlar. Tekrar taarruz ediyoruz..

    Derken böyle bir taarruzda başımdan yediğim bir dipçik darbesiyle kendimden geçmişim. Gözlerimi açtığımda kendimi yabancı insanların arasında buldum. Nasıl korktuğumu anlatamam. İngilizler bize Türkleri barbar, vahşi kimseler olarak tanıttı ya… Ama dikkat ettim, bana hiç de öfkeli bakmıyorlar, yaralarımı sarmışlar. İyice kendime gelince bu defa çantalarında bulunan yiyeceklerden ikram ettiler bana. İyi biliyorum ki onların yiyecekleri çok çok azdı. Bu haldeyken bile kendileri yemeyip bana ikram ediyorlardı. Şok olmuştum doğrusu..
    Dedim ki kendi kendime:
    -’Bu adamlar isteseler şu anda beni öldürürler, ama öldürmüyorlar… Veyahut isteseler önceden öldürebilirlerdi.. Halbuki beni cephenin gerisine götürdüler..’ Biz esirlere misafir gibi davranıyorlardı. Bu duygularla ‘Yazıklar olsun bana’ dedim. ‘Böyle asil insanlarla ben niye savaşıyorum, niye savaşmaya gelmişim? Bu İngiliz milleti ne yalancıymış, ne kadar Türk düşmanıymış’ diyerek pişman oldum.. Ama bu pişmanlığım fayda etmiyor ki… Bu iyiliğe karşı ne yapsam diye düşündüm durdum günlerce.. Nihayet bizi serbest bıraktılar. Memleketime döndüm. İşte memlekette Türk milletini ömür boyu unutmamak için koluma bu Türk bayrağı dövmesini yaptırdım. Bu bayrağın esrarı bu işte..”

    Benim gözlerim dolu dolu ihtiyara bakarken o devam etti: Talihin cilvesine bakın ki, o zaman ölmek üzere iken yaralarımı iyileştirerek, sıhhate kavuşmama çaba sarf eden Türkler idi. Şimdi de Amerika gibi bir yerde yıllar sonra yine iyileştirmeye çaba sarf eden bir Türk… Ne garip değil mi? Avustralya’dan Amerika’ya gelirken bir Türkle karşılaşacağımı hiç tahmin etmezdim. Siz Türkler gerçekten çok merhametli insanlarsınız. Bizi hep kandırmışlar, buna bütün kalbimle inanıyorum. Peşinden nemli gözlerle
    -Bana adınızı söyler misiniz? dedi.
    “Ömer” cevabını verdim.
    Merakla tekrar sordu:
    -Peki niçin Ömer ismini vermişler sana?”
    -Babam Müslümanların ikinci halifesinin isminden ilham alarak bana Ömer adını vermiş.
    -Senin adın Müslüman adı mı?
    Ben
    -Evet, Müslüman adı” deyince yüzüme baktı,doğrulmak istedi. Onun yatakta oturmasına yardım ettim. Gözleri dolu doluydu. Yüzüme bakarak dedi ki:
    -Senin adın güzelmiş. Benim adım şimdiye kadar Josef Miller idi, şimdiden sonra “Anzaklı Ömer” olsun.
    -”Olsun” dedim.
    -”Peki doktor beni Müslüman eder misin? Müslüman olmak zor mu ?”
    Şaşırdım, nasıl da birdenbire Müslüman olmaya karar vermişti. Meğer o bunu hep düşünüyormuş da kimseyle konuşup soramadığı için gerçekleştirememiş..
    -”Tabii” dedim.. “Müslüman olmak çok kolay.” Sonra kendisine imanın ve İslam’ın şartlarını anlattım, kabul etti. Hem kelime-i şahadet getiriyor, hem de ağlıyordu.. Mırıldandı:
    -Siz Müslümanlar tespih çekersiniz, bana da bir tespih bulsan da ben de yattığım yerden tespih çekerek Allah’ımı ansam olur mu?
    Bu sözden de anladım ki dedelerimiz savaş esnasında Hakk’ı zikretmeyi ihmal etmiyormuş. Hemen bir tespih bulup kendisine getirdim. Hasta yatağında tespih çekiyor, biz de tedavisiyle ilgileniyorduk. Bir gün yanına gittiğimde samimi bir şekilde rica etti.
    -Beni yalnız bırakma olur mu?”
    -Ne gibi Ömer amca?
    -Ara sıra gel de bana İslamiyet’i anlat!.. Sen çok güzel şeylerden bahsediyorsun. O sözleri duydukça kalbim ferahlıyor.” O günden sonra her gün yanına gittim, bildiğim kadarıyla dinimizi anlattım. Fakat günden güne eriyip tükeniyordu. Kaç gün geçti tam hatırlamıyorum, hastanenin genel hoparlöründen bir anons duydum;
    “Doktor Ömer, lütfen 217 numaralı odaya gidin!
    Hemen yukarı çıktım. Ömer amcanın odasına vardığımda gördüğüm manzara aynen şöyleydi: Sağ elinde tespih, açık duran sol kolunun pazusunda dövme Türk bayrağı, göğsünde imanı ile koskoca Anzaklı Ömer son anlarını yaşıyordu. Hemen başucuna oturdum, kendisine kelime-i şahadet söylettirdim, o şekilde kucağımda ruhunu teslim etti…
    Bir Çanakkale gazisi görmüştüm. Yıllar sonra da olsa Müslüman Türk Milletine olan sevgisi sayesinde kendisine iman nasip olmuştu. Ne yalan söyleyeyim, ağladım… ”

    Madem ki; düşünceyi zindana koymayan, hakikat sevgisini zincire vurmayan bir millet, o cesur ve adil Türkler var, üzerinde hakikatin, adaletin ve hürriyetin hüküm sürdüğü bir güneş ülke neden vücut bulmasın…”




  • Tarihimiz sayısız savaşlarla doludur. Biz bu savaşlardan baş kaldırıp ne memleketi imar edebilmiş, ne de kendimiz refaha kavuşmuşuzdur. Bunun sebebi, bizim suçumuz olduğu kadar düşmanlarımızın da suçudur. Çünkü başta Ruslar olmak üzere düşmanlarımız hep şöyle düşünürlerdi:

    -Türklere rahat vermemeli ki, başka sahalarda ilerleyemesinler…

    Bunun için de sık sık başımıza belalar çıkarırlar, savaşlar açarlar, Balkan milletlerini “İstiklal” diye kışkırtırlardı.
    Biz böyle durmadan savaşırken de o zamanlar askere alınmayan gayri müslimler zenginleşirlerdi.
    Onların neden zengin, bizim neden fakir kaldığımızı bir köylü, Atatürk’e verdiği kısa bir cevap ile çok güzel açıklamıştır.

    Atatürk, Mersin’e yaptığı seyahatlerden birinde, şehirde gördüğü büyük binaları işaret ederek sormuş:
    -Bu köşk kimin?
    -Kirkor’un…
    -Ya şu koca bina?
    -Yargo’nun…
    -Ya şu?
    -Salomon’un…
    Atatürk biraz sinirlenerek sormuş:
    -Onlar bu binaları yaparken ya siz nerede idiniz? Toplananların arkalarında bir köylünün sesi duyulur:
    -Biz mi nerede idik? Biz Yemen’de, Tuna Boyları’nda, Balkanlar’da, Arnavutluk Dağlarında, Kafkaslar’da, Çanakkale’de, Sakarya’da savaşıyorduk paşam…

    Atatürk bu anısını naklederken:
    -Hayatımda cevap veremediğim tek insan bu ak sakallı ihtiyar olmuştur, derdi…



    < Bu mesaj bu kişi tarafından değiştirildi unsal07 -- 19 Mayıs 2012; 16:37:53 >




  • Bir bilgeye 'nasıl insan oluruz' diye sormuş, 'üç adım atlama' gibi bir cevap almıştım:

    Önce sana kötülük yapanlara kötülük düşünmemen gelir. İnsanlığa atığın ilk adım budur.

    Sana kötülük yapanlara iyilik yapabildiğin an ise ikinci büyük adımı atar ve hakiki insan olmaya başlarsın.

    Nihayet, sana iyilik yapanla kötülük yapan arasında bir fark hissetmeyecek hale geldiğin zaman insan olursun...
  • Konya'da cömertliği ile tanınan bir Hasan Ağa varmış. Çoook zenginmiş. Sürekli insanlara yardım eder. Kazanlarla yemek dağıtırmış. Her hafta alimleri toplar dersler yaptırırmış evinde. Bir gün bu derslerdeb birine bir adam gelmiş aniden. İzin falan istememiş. Nur yüzlü bir insanmış ama bakışları çok ürperticiymiş. Bakmış gitmiş. Ertesi hafta yine gelmiş. Bu sefer ben size ders yapacağım demiş. O kadar güzel bir Kur'an dersi yapmışki hepsi bayılmışlar. Ertesi hafta yine gelmiş yine dinlemişler. Alimler Hasan ağa bu hocamız bizede gelsin her hafta birimizde yapalım demiş. Kabul etmişler. Bu yeni hoca bütün alimlere gitmiş. En sonunda haftayada bende yapacağız hepinizi bekliyorum demiş. Hasan ağa hoca giderken boynuna sarılmış hoşçakal demiş. Ders günü gelmiş. Gidiyorlarmış gidiyorlarmış yol bitmiyormuş. Birkaç kişi bu yolun biteceği yok biz dönüyoruz demişler. Kalanlar yola devam etmiş. En sonunda kırık dökük bir mezarlığa gelmişler. Kalanlarda aa biz buraya girmeyiz böyle yermi olur demiş geri dönmüşler. Hasan ağa kırık dökük kapıdan girmiş. Girmesiyle birden müthiş güzel bir sarayda bulmuş kendini. Ortada bir sofra birbirinden lezzetli yemekler. Hoca gelmiş. Hoşgeldin Hasan ağa demiş buyur sofraya. Hasan ağa buraya bayılmış. Düşünmeye başlamış. Benim evim ne kadar kötü burasının yanında. izin istesemde ben burda bekçilik filan yapsam. Aradada bu hocadan istifade ederim demiş kendi kendine. Hoca sormuş. Hayırdır Hasan ağa ne düşünüyorsun. Oda utana sıkıla söylemiş derdini. Hoca gülmüş. Hasan ağa burası senin zaten demiş. Cennetteki mekanın. Ben senin ruhunu bana sarıldığında hemencecik alıverdim demiş. Arkadaşlarında cenazeyi taşıyorlardı. Seni gömüp gittiler.

    Hasan ağa cömertliğiyle şehitlik mertebesine erişmişti. Unutmayın ki Şehitler de öldüklerini bilmezlermiş..




  • Baklayı ağzından çıkarmak

    "Deyimin hikayesi şöyle: Vaktiyle çok küfürbaz bir adam yaşarmış. Zamanla kendine yakıştırılan küfürbazlık şöhretine tahammül edemez olmuş. Soluğu bir tekkede almış ve durumu tekkenin şeyhine anlatıp sırf bu huyundan vazgeçmek için dervişliğe soyunmaya geldiğini söylemiş. Şeyh efendi bakmış, adamın niyeti halis, geri çevirmek olmaz, matbahtan bir avuç bakla tanesi getirtmiş. Bunlara okuyup üfledikten sonra yeni dervişe dönüp tenbih etmiş: - Şimdi bu bakla tanelerini al. Birini dilinin altına, diğerlerini cebine koy. Konuşmak istediğin vakit bakla diline takılacak, sen de küfretmeme isteğini hatırlayıp o anda söyleyeceğin küfürden vazgeçeceksin. Bakla ağzında ıslanıp da erimeye başlayacak olursa cebinden yeni bir baklayı dilinin altına yerleştirirsin. Adamcık şeyhinin dediği gibi tekkede kalıp kendini kontrol etmeye başlar. Bu arada şeyh efendi de bir yere gidince onu yanından ayırmamaktadır. Yağmurlu bir günde şeyh ile derviş bir sokaktan geçerlerken bir evin penceresi hızla açılır ve gençten bir kız çocuğu başını uzatarak, - Şeyh efendi, biraz durur musun? deyip pencereyi kapatır. Şeyh efendi söyleneni yapar, illa yağmur sicim gibi yağmaktadır. Sığınacak bir saçak altı da yoktur üstelik niçin durdurulduğunu henüz bilmemektedir ve kız da pencereden kaybolmuştur. Bir ara evin kapısına varıp kızın ne istediğini sormak geçer içinden ve tam kapıya yöneleceği sırada kız tekrar pencerede görünür ve, - Şeyh efendi, der, birkaç dakika daha bekleseniz? Şeyh içinden "La havle" çekse de denileni yapmamak tarikat adabına mugayir olduğundan biraz daha beklemeyi göze alır. O sırada küfürbaz derviş kendi kendine söylenmeye başlamıştır. Yağmurun şiddeti gittikçe artmakta, bizimkiler de iliklerine kadar ıslanmaktadırlar. Nihayet pencere üçüncü kez açılır ve kız seslenir: - Gidebilirsiniz artık! Şeyh efendi merak eder ve sorar: - İyi de evladım bir şey yok ise bizi niçin beklettin? - Efendim, der kız, elbette bir şey var, sizi sebepsiz bekletmiş değiliz. Tavuklarımızı kuluçkaya yatırıyorduk. Yumurtaları tavuğun altına koyarken bir kavuklunun tepesine bakılırsa piliçler de tepeli olur, horoz çıkarmış. Annem sizi geçerken gördü de yumurtaları kuluçkaya koydu. Münâsebetsizliğin bu derecesi üzerine şeyh efendi, - Ulan derviş, der, çıkar ağzından baklayı!"




  • Rahmetli Vehbi Koç ile yapılan bir televizyon röportajıydı.
    Yıllar önce...

    "Param var, malım var, şanım var, mevkim var; ama gel gör ki, iki kaşık bulgur, bulgur pilavı yiyemiyorum" demişti üzüntüyle. Domatesli bulgur pilavının yanında turşu ve soğan çok uzun zaman önce yasak edilmişti ünlü işadamına. "Çok şükür bugünleri de gördüm ama..." diye konuşmasını sürdüren ünlü sanayici "dünyanın en kudretli adamı da olsan fark etmiyor..." diye eklemişti. Bir soğan, bir bulgur bazen nelere bedel oluyor...

    Emel Sayın’ın hayatının anlatıldığı bir programdı. Çok genç yaşta başlayan yolculuğunda gücü, başarısı ve ışıltısından sonra bugün geldiği nokta konuşuluyordu. Pek çok kadının yerinde olmak istediği güzel, başarılı ve ünlü sanatçı "Bir tek şeye sızlıyor içim... Keşke bir çocuğum olsaydı" derken gözleri dolu doluydu. "Bana hep daha çok gençsin, önce işin, önce sanatın, daha şöhretin başındasın dediler. Ama keşke kimseyi dinlemeseydim. Keşke kimseyi dinlemeseydim..."

    Gani Müjde ile söyleşi yaptığım bir programdaydık. "Çok küçüktüm ve babam kendi koşulları içinde beni şımartmaya uğraşıyordu" diye başladı anlatmaya:

    "Bir bayram arifesiydi. Galiba kendi takım elbisesini verip bana bir elbise yaptırmış. Çok mutluydu o bayram; bana bir şey giydirebildiği için. Ama ben elbiseden hiç hoşlanmamıştım. Ağlamaya başladım, ben bu çirkin şeyi giymem diye. Babamın bana bakışını hiç unutamam. Galiba en fazla altı yedi yaşındaydım. Birden hiç beklemediğim bir şey oldu ve babam bana hayatımdaki ilk ve son kez çok şiddetli tokadını attı. Çok gücenmişti bana. Aradan yıllar geçti. Şimdi İstanbul’un güzel manzaralı evlerinden birinde oturabiliyor ve istediğimi alabiliyorum. Babam öldükten sonra bir gün, babamın o bakışı geldi aklıma. Keşke geri dönüp o sayfayı silebilsem, öyle isterdim ki... Babamı mutlu edebilseydim."

    Hayat bu kadar basit bir şeydi işte. Yaptıklarımız, yapmak istediklerimiz, özlediklerimiz, pişman olduklarımız, onardıklarımız, onaramadıklarımız... Hepsi basit, minicik şeylerdi ama ulaşamadıkça, çözemedikçe, yenemedikçe bize kocaman geliyordu.




  • Mesajim bulunsun

    < Bu ileti mobil sürüm kullanılarak atıldı >
  • Gül Yaprağı

    Uzakdoğu'da bir budist tapınağı, bilgeliğin gizlerini
    aramak için gelenleri kabul ediyordu. Burada geçerli
    olan incelik; anlatmak istediklerini konuşmadan
    açıklayabilmekti. Bir gün tapınağın kapısına bir yabancı
    geldi. Yabancı kapıda öylece durdu ve bekledi.
    Burada sezgisel buluşmaya inanılıyordu, o yüzden
    kapıda herhangi bir tokmak, çan veya zil yoktu.
    Bir süre sonra kapı açıldı, içerdeki budist,
    kapıda duran yabancıya baktı. Bir selamlaşmadan
    sonra sözsüz konuşmaları başladı. Gelen yabancı,
    tapınağa girmek ve burada kalmak istiyordu.
    Budist bir süre kayboldu, sonra elinde ağzına kadar
    suyla dolu bir kapla döndü ve bu kabı yabancıya uzattı.
    Bu, yeni bir arayıcıyı kabul edemeyecek kadar doluyuz
    demekti. Yabancı tapınağın bahçesine döndü, aldığı bir
    gül yaprağını kabın içindeki suyun üstüne bıraktı.
    Gül yaprağı suyun üstünde yüzüyordu ve su taşmamıştı.
    İçerideki Budist saygıyla eğildi ve kapıyı açarak
    yabancıyı içeriye aldı. Suyu taşırmayan bir
    gül yaprağına her zaman yer vardı.




  • 
Sayfa: önceki 1213141516
Sayfaya Git
Git
sonraki
- x
Bildirim
mesajınız kopyalandı (ctrl+v) yapıştırmak istediğiniz yere yapıştırabilirsiniz.