Şimdi Ara

Önce Söz Vardı (2. sayfa)

Daha Fazla
Bu Konudaki Kullanıcılar: Daha Az
1 Misafir - 1 Masaüstü
5 sn
42
Cevap
0
Favori
1.122
Tıklama
Daha Fazla
İstatistik
  • Konu İstatistikleri Yükleniyor
0 oy
Öne Çıkar
Sayfa: önceki 123
Sayfaya Git
Git
sonraki
Giriş
Mesaj

  • Orada mısın ey eşrefi mahlûkat?
    Afşin Selim


    Marks'ın muazzam tespitindeki gibi: "İnsanlar düşündükleri gibi değil, yaşadıkları gibi düşünürler." İnsanoğlu bazen, işaret edilen yere bakmak yerine, işaret edenin işaret parmağına bakmayı tercih ediyor. Bu da içinden çıkılması güç bir keşmekeşin müdavimi yapıyor insanı. Malûm gürültü esnasında muhatap alınmıyorsunuz, çünkü rahmetli anneannemin deyişiyle, ses alınıp ses verilmiyor! Ve sonuç itibariyle, cümleten meçhul bir dilemmaya maruz kalıyoruz. Kurulan orkestrada bizim de elimize bir enstrüman tutuşturuluyor. Sesin tınılarını dinleyerek, kendimizden geçmemiz emir buyrulduğunda, evetlerimizi ve hayırlarımızı unutuyoruz! Genel de üflemeli çalgılar giriyor ilgi alanımıza. Üflüyoruz her birini. Vurmalı çalgıları ise, bu ülkenin Yalova'dan ötesini bilmezlerine bırakıyoruz. Esasen bu kelimeleri de onlara adıyoruz!

    Bilhassa televizyon ekranlarından afişe olan, sevgili ülkemizdeki sahte kutuplaşmaların tek kutup olduğunu idrak ettiğimiz gün, farklı yerlerde duruyormuş gibi gözükenlerin farklı olmadığını öğrenmiş olacağız. Sahi ne borçluyuz ki John Baird'e? Ah şu "vericiden iletilen dalgaların görüntü ve ses olarak görünmesini ve duyulmasını sağlayan aygıt!" Baird bir yana, "Başkaldırıyorum o halde varım" diyen, meşhur varoluşçulardan ve saçmacılardan Camus'nün, yanlış hatırlamıyorsam eğer, geleceğin insanını tarif ederken, "yalnızca cinsel ilişkiye giren ve televizyon seyreden canlı" olarak tanımlamasını hatırlıyorum şu anda.

    Sadede gelelim: Eşref-i mahlûkat olarak kodladığımız hâl beyanının olmazsa olmazı, Allah'tan başka ilah tanımamaktır. Allah'tan başka her şeye tapınanlara karşı hayır diyebilmektir. Lâ, bunun izahıdır bir nevi. Demek ki kendi koordinatımız bize, bir isyan ahlâkını, muhalif bir duruşu remz ediyor. Zaten birlemek, bütünlemektir. Birleyen insan, her halükârda "Ol deyince olduran"a sığınır, gerçekten de "O ne güzel sığınaktır..." Bu bahiste, Ahmet Arvasi bey'in, "içimdeki putları yıka yıka Allah'a ulaştım" itirafını da "özgürleşmek" minvalinde muhatap almalıyız.

    Bugünkü Neo-Liberal Faşizm, paylaşmayı reddeder fakat ayırmayı ihmal etmez! Bu ayrıştırma, Allah'tan başka her şeyi ilah edinenlerle; yalnızca Allah'a kul olanları, insana, hayata ve dünyaya dair endişe taşıyanları birbirinden ayırmaktan ziyade; aşağılayıcı tabiatı ve lime lime ediciliği ile topyekûn insanlığın kâbusu olmuştur! Peki, İslâmi vurgularla süslenmiş bir Liberal Faşizm hangi yolun yolcusudur? Proudhonvari bir tavır takınarak, mülkiyet hırsızlıktır diyecek halim yok, fakat zenginleşirken sefilleşenlere naçizane iki çift lafım olacak! "Allah'ın dediği olur" diyerek, hiç vakit kaybetmeksizin, hâdiseleri "paranın dediği olur"a getirenler, İbrahim Edhem ve Şakik Belhi diyalogundaki Horasan'ın köpekleri tabirini duymamış olsa gerek: "Ey Şakik nasıl geçiniyorsun?" Şakik Belhi, "Bulunca yiyoruz, bulmayınca sabrediyoruz" diye cevap verir. "Horasan'ın köpekleri de aynı şeyi yapıyorlar, bulunca yiyorlar, bulmayınca sabrediyorlar Ey Şakik" der, hazret. Sorma sırası Şakik Belhi'dedir ve sorar: "Peki siz ne yapıyorsunuz?" İbrahim Edhem cevap verir: "Biz bulunca dağıtıyoruz, bulmayınca sabrediyoruz."

    Velhâsıl, ezenlerle ezilenler, mazlumlarla zalimler, Harun'larla Karunlar, Musa'larla Firavunlar, bu dünyanın nostaljik bir yansımasından(!) ibaretmiş gibi gözükse de, insanoğlunun hakiki kutuplaşmasından ibarettir. Fakat insanın en büyük düşmanı yine kendisidir, son din İslâm, son Peygamber, bu cenge büyük cihat der. Beşer'den dem olabilmeye geçiş, büyük cihadı dikkate almakla mümkündür. Buradaki düşman, bütünüyle insan nefsi değil; terbiye edilmemiş, hizaya sokulmamış, insani ve İslâmi süzgeçten geçmemiş bir nefstir. Müslüman'ım ve Müslümanlardanım diyen bir insan için, bu dünyada yapılan her iş esnasında, mezardan sonrası için müspet mânâda ne gibi getirileri olabilir, sualini sormak mecburiyettir elbette. Ve yine "Bugün Allah için ne yaptın" levhası, yaratıcı tarafından yaratılmışa bahşedilen bu dünyanın, boş olmadığının kanıtıdır. Hâl böyleyken, dünyasından bihaber, çağını ve çağının meselelerini okuyamayanlardan da olmamak gerekir! Bilhassa ülkemizdeki fikir fukaralığının sebebi alâmeti, düşünce tembelliğinin üzerimize sinmiş olmasından dolayıdır. Dem vurulan düşünce mefhumundan ne kast edildiğini de, hakikat arayıcıları anlamış olmalı...

    Yeryüzü; insanların, insan olabilenlerin ve insansıların derbi maçına dönmüştür artık. Hazreti İbrahim'i yakmak üzere hazırlanmış ateşe müdahale etmek bâbında gagasında su taşıyan serçenin tavrını, serçelere havale edip, birbirinin derdiyle dertlenmeyenlerden de olabiliriz pekâlâ!

    Ha keza, eşref-i mahlûkat, Siyonist bir lügatle, seçilmiş bir yeryüzü cellâdı edası şeklinde algılanarak, politik komplolara hapsedilemez! İnsan, duyarlı, duygulu bir varlık olduğuna göre, mesuliyetleri mevcuttur. Prensip sahibi eşref-i mahlûkatın yaşayışı esnasındaki evetlerini ve hayırlarını, özgürlük, adalet ve ahlak biçimlendirir. O halde, insana güvenebiliriz, güvenmeliyiz... Zira bir bilgenin ümitvarlığıyla: "Her şey küçük başlar, zamanla büyür. Fakat sıkıntılar büyük başlar zamanla küçülür."




  • quote:

    "Her şey küçük başlar, zamanla büyür. Fakat sıkıntılar büyük başlar zamanla küçülür."


    Onlar da herşey gibi olsa ne olurdu be.
  • quote:

    Orjinalden alıntı: .ceylan.

    üşkufe bayan mıydın sen:)


    aklıma bi şey geldi ama söylemicem


    Anormal bir durum mu var, rahatsiz mi oldunuz Ceylan hanim?
    Bu tür davranislar hosuma gitmiyor kusura bakmayin.
  • quote:

    Bugünkü Neo-Liberal Faşizm, paylaşmayı reddeder fakat ayırmayı ihmal etmez! Bu ayrıştırma, Allah'tan başka her şeyi ilah edinenlerle; yalnızca Allah'a kul olanları, insana, hayata ve dünyaya dair endişe taşıyanları birbirinden ayırmaktan ziyade; aşağılayıcı tabiatı ve lime lime ediciliği ile topyekûn insanlığın kâbusu olmuştur! Peki, İslâmi vurgularla süslenmiş bir Liberal Faşizm hangi yolun yolcusudur? Proudhonvari bir tavır takınarak, mülkiyet hırsızlıktır diyecek halim yok, fakat zenginleşirken sefilleşenlere naçizane iki çift lafım olacak! "Allah'ın dediği olur" diyerek, hiç vakit kaybetmeksizin, hâdiseleri "paranın dediği olur"a getirenler, İbrahim Edhem ve Şakik Belhi diyalogundaki Horasan'ın köpekleri tabirini duymamış olsa gerek: "Ey Şakik nasıl geçiniyorsun?" Şakik Belhi, "Bulunca yiyoruz, bulmayınca sabrediyoruz" diye cevap verir. "Horasan'ın köpekleri de aynı şeyi yapıyorlar, bulunca yiyorlar, bulmayınca sabrediyorlar Ey Şakik" der, hazret. Sorma sırası Şakik Belhi'dedir ve sorar: "Peki siz ne yapıyorsunuz?" İbrahim Edhem cevap verir: "Biz bulunca dağıtıyoruz, bulmayınca sabrediyoruz."


    Ben ise, olunca sükrediyorum, olmayinca da sükrediyorum (sadece sabir degil, sükür ile) elimden geldigi kadar.

    Bu güzel yazini göremedigim için kendimi affedemiyorum. Öfkem, gözlerimi bir an içinde kör etti. Ne kadar acizim. Insallah, daha dikkatli olacagim.

    Tesekkürler etusch.




  • quote:

    Orjinalden alıntı: üşkufe


    quote:

    Orjinalden alıntı: .ceylan.

    üşkufe bayan mıydın sen:)


    aklıma bi şey geldi ama söylemicem


    Anormal bir durum mu var, rahatsiz mi oldunuz Ceylan hanim?
    Bu tür davranislar hosuma gitmiyor kusura bakmayin.


    yok rahatsız olmadım
    ama siz haklısınız rahatsız olmakta.kusuruma bakmayın
  • quote:

    Orjinalden alıntı: .ceylan.

    yok rahatsız olmadım
    ama siz haklısınız rahatsız olmakta.kusuruma bakmayın


    Estagfirullah.
  • Bedenimiz için sokak sokak, çarsi çarsi dolasip, en güzelini seçtigimiz kiyafetler kadar, ruhumuzun güzelligi için de vakit harcadik mi?

    En ince detayina kadar uyumlu olmasini arzu ettigimiz giysilerin seçimine gösterdigimiz hassasiyet kadar, ahlakimizdaki uyumsuzluklari gidermek için çabaladik mi?

    Bardagi süslemesini bilmemiz onu ise yarar kilmiyor, içine su koymadiktan sonra kuru bir kaptan öteye geçmiyor. Güzel bir bardakta, su içmek ne ala. Ama suyun degil de bardagin derdine düsene ne demeli?
  • quote:

    Orjinalden alıntı: üşkufe

    Bedenimiz için sokak sokak, çarsi çarsi dolasip, en güzelini seçtigimiz kiyafetler kadar, ruhumuzun güzelligi için de vakit harcadik mi?

    En ince detayina kadar uyumlu olmasini arzu ettigimiz giysilerin seçimine gösterdigimiz hassasiyet kadar, ahlakimizdaki uyumsuzluklari gidermek için çabaladik mi?

    Bardagi süslemesini bilmemiz onu ise yarar kilmiyor, içine su koymadiktan sonra kuru bir kaptan öteye geçmiyor. Güzel bir bardakta, su içmek ne ala. Ama suyun degil de bardagin derdine düsene ne demeli?


    Muhteşem.
  • "Ne vakte kadar testinin şekli, biçimi ile üstündeki nakışlarla oyalanıp duracaksın? Testini şeklini, nakşını bırak da içindeki suyu ara. Yani, insanların güzelliklerine, dış görünüşlerine bakma da ahlâklarına, huylarına, tabiatlarına bak.

    Ey gördüğü güzele takılıp kalan kişi! Onun sûretini görüyor, mânâsından, yâni, ahlâkının güzel mi, çirkin mi olduğundan gâfil bulunuyorsun. Eğer akıllı bir adam isen sedefteki inciyi bul.
    Dünyadaki kalp sedefleri, yâni, bedenlerimizin hepsi de can denizinin feyzi ile diridir; ama her sedefte inci yoktur. Gözünü aç da her birinin gönlüne, içine bak. Onda ne olduğunu, bunda ne olduğunu ayırt et. Çünkü, o değersiz biçilmez inci, pek az bulunur.

    Şekle bakarsan dağ, bir laleye göre yüzlerce defa büyüktür. Görünüşte elin,ayağın, saçın, sakalın gözüne göre yüzlerce defa büyüktür. Fakat, gözünün bütün uzuvlardan daha kıymetli olduğunu sen de bilirsin.

    Gönlüne gelen tek bir düşünce yüzünden de yüzlerce cihan bir anda baş aşağı devrilir gider.

    Pâdişahın bedeni de, görünüşte diğer insanların bedeni gibidir. Fakat yüzlerce asker, onun arkasından koşar. Onun izinden yürür. Sonra , o pâdişahın şekli, görünüşü de, bir gizli düşünce tarafından sevk ve idare edilir.

    Şu sonsuz, sayısız halka dikkatle bak , hepsi de bir düşünceye dalmış, yeryüzünde sel gibi akıp gitmede.

    O düşünce, halk nazarında önemsiz küçük bir şeydir. Fakat, sel gibi dünyayı sürükler götürür.

    Görüyorsun ki, dünyada her hüner, her sanat bir düşünce ile meydana gelmede olmadadır.

    Evlerin, köşklerin, şehirlerin, dağların, ovaların, nehirlerin; balığın deniz yüzünden diri olduğu gibi; yeryüzünün, denizin, güneşin, göğün düşünce ile hayat bulduğunu görüyorsun da, neden körleşiyorsun, aptallaşıyorsun da beden sana Süleyman gibi büyük; düşünce, karınca misali küçük görünüyor? Neden beden gözüne dağ pek büyük de; düşünce fare biri zayıf görünüyor? Neden dağı kurt gibi görüyorsun?

    Dünya, senin gözünde büyüyor, sana korku veriyor; buluttan, gök gürültüsünden, gökten titriyor, korkuyorsun?

    Bilgisizliğinden ötürü sen, gölge varlığı insan sanıyor, insan görüyorsun da, bu yüzden sence insan, bir oyuncak, değersiz bir varlık oluyor.

    Düşünce ve hayâlin örtüsüz, perdesiz, kol kanat açacağı, bütün sırların meydana çıkacağı kıyâmet gününe kadar dur bekle…

    O zaman dağların yün gibi yumuşadığını, şu soğuk ve sıcak yeryüzünün yok olduğunu görürsün.

    Ezelî, ebedî hayata ve sonsuz sevgiye mâlik olan Allah'tan başka, ne gökyüzü ne yıldız, ne de başka bir varlık görürsün.
    "



    Allah yüregi güzel ve temiz insanlarla karsilastirsin insallah...



    < Bu mesaj bu kişi tarafından değiştirildi üşkufe -- 7 Nisan 2009; 15:15:51 >




  • Âmin.

    Kötüyle arkadaşlık etmek gibi kötü bir şey olmasa gerek.
    Abdulkadir Geylani'nin bir sözü vardı; "cahilin sözü ekşi hamur gibidir,yiyenin midesini fesada uğratır" şeklinde. Kötü insanın yanında bulunmak o kötülüğe ortak olmak demektir. Onu onaylamak demektir. Üstelik onun tavırları sizde bulunmasa bile onun gibi değerlendirilirsiniz.
    Cahil ise her dediği ile sizi rahatsız eder.
  • quote:

    Orjinalden alıntı: etusch

    Âmin.

    Kötüyle arkadaşlık etmek gibi kötü bir şey olmasa gerek.
    Abdulkadir Geylani'nin bir sözü vardı; "cahilin sözü ekşi hamur gibidir,yiyenin midesini fesada uğratır" şeklinde. Kötü insanın yanında bulunmak o kötülüğe ortak olmak demektir. Onu onaylamak demektir. Üstelik onun tavırları sizde bulunmasa bile onun gibi değerlendirilirsiniz.
    Cahil ise her dediği ile sizi rahatsız eder.


    Bir söz vardir: "Bana arkadasini söyle, sana kim oldugunu söyleyeyim."
    Ne kadar anlamli...
  • Okuyacak ne çok şey var ve zaman ne kadar az!

    Ders kitaplarının arasına mahrem sevgililerinin resimleri gibi saklayarak evin soba yanan tek odasındaki kış gecelerinin Teksas ve Tommiks’lerini geride bıraktığım ilk mektep yıllarından sonra -ki kendilerini takip eden soluk benizliler yanlış istikamete gitsin diye Apaçilerin atlarının ayaklarına nalları ters çaktıklarını bu vesile ile bilirim- okuduğumu hatırladığım ilk kitap, Peyami Safa’nın 9. Hariciye Koğuşu olmuştu.
    Kitabı elime aldığımda önce Kızılderili reisi Oturan Boğa’ya ihanet ettiğim için utandığımı ve bir asker hikâyesi okuyacağımı vehmederken safran boyalı koridorlardan eter kokusu duyarak sükût-ı hayâle uğradığımı hâlâ unutmam. Galiba kitabın adındaki ‘Koğuş’ kelimesinin en masum askerî anlamıyla böyle düşünmüş ve Uşak sokaklarında asker koğuşu hayal eder olmuştum. 9. Hariciye Koğuşu’nu lise yıllarımda yeniden okuduğumda, ben de roman kahramanı gibi hasta yatağındaydım ve ıstıraplarımın ince sızılarında bir haram lezzeti duymuştum.

    Bunu, Peyami’nin Yalnızız’ı takip etti. O kitaptan aklımda kalan tek cümle -eğer yanlış hatırlamıyorsam- “Kendi kendimden nefretimin çerçevelediği ve çirkinleştirdiği bir dünyada yalnızım.” idi ve ben Peyami’nin, yalnızca bu cümleye anlam katabilmek için o koca romanı yazdığına inanmıştım. Gerçekten de ilk gençlik yıllarımın bütün ruh ummanları bu cümleyle çalkalandı ve Türkiye’nin 70’li yıllarına rastlayan bütün gençlik fikir ve bunalımları yavaş yavaş beynimin cidarlarında acıyla, nefretle formatlanmaya başladı.
    Yıllarım kitap satırlarının arasından süzülürken Ömer Seyfeddin, Refik Hâlid, Reşat Ekrem ve diğerleri birer dönem benim vazgeçilmezlerim oldular. Kütahya kahvehanelerinin kesif sigara dumanlarıyla grileşen duvarları ve Tekel markalı iskambil destelerinin konçinaları arasından sıyrılıp -ki heder edilmiş o birkaç yıla hâlâ acırım- sağlıklı nefesler aldığım zamanlarda kitaplarla muaşakaya devam ettim. Spor yapıyor ve kitap okuyordum. Hâlâ özlemini duyduğum ve dudağımda tatlı gülümseyişlerle hatırladığım güzel bir hayattı, herkese tavsiye olunur!

    İtiraf etmeliyim ki şiir kitapları hiç ilgimi çekmiyordu. Çünki yazdığım dörtlüklere sitayişler yağdırıp ileride büyük şair olacağımı söyleyen arkadaşlarım ve hocalarım yoktu. Bugün bir şair olamamışsam ve ömrüm şairleri kıskanmakla geçiyorsa eğer, bunun sorumluları onlardır.

    Siz, adına taşralılık kompleksi deyin, ben imkansızlık diyeyim; gençliğimi savurduğum şehirlerde kimsenin, en azından benim çevremdeki insanların kitapla alâkaları bulunmuyordu. Bu yüzden kitap biriktirmeye başlamam üniversite sıralarına rastlar. Bugün kütüphanemde ortaokul yıllarından kalma tek kitap, vaktiyle cildini de kendi elcağızımla yaptığım Hayat Büyük Türk Sözlüğü’dür. Şevket Rado’nun haftalık fasiküller hâlinde yayınladığı ve inşaatlarda amelelikle geçen yorgun günlerin terapi seansları gibi bilmediğim kelimelerini okumayı alışkanlık edindiğim bir kitaptı o ve hâlâ aralarında zaman zaman kendi parmak izlerimi bulurum. 1974 yazıydı ve üniversiteli olmanın eşiğindeydim. Akakuro Kurusava’nın Çaynâme’sini okudum. Doğu kültürüne yabancı Batı’nın onu küçümseyen tavrına içerledim. Edebiyat okumamda Kütahya’daki Vahitpaşa Kütüphanesi’nin elyazma Fuzulî divanı ne derece etkili olduysa (-ki yazdığım mektuplara epigraf bulabilmek için koca elyazma nüshaları kekeleye kekeleye okumaya çalıştığımı şimdi size söylesem gülersiniz-), Çaynâme de o kadar bunu desteklemiş, belki de Doğu’nun kara leke sürülmüş yüzünü ağartma hedefine beni yönlendirmiştir.
    Osmanlı tarihi ve edebiyatıyla tanışmam, Erzurum ve İstanbul’da geçen üniversite yıllarıma rastlar. Tanpınar’ın 19. Asır Türk Edebiyatı Tarihi’ne çarpılmıştım. Onun açtığı kapıdan girerek artık İsmail Hâmi’ler, Uzunçarşılı’lar, Pakalın’lar, Öztuna’lar okuyordum. Ve bir de Necip Fazıl ile Cemil Meriç… Türk Klasik Edebiyatı’nı sevmiştim ve bir dönem, onunla ayrı dünyaların insanı olduğuma yanarak geçti. Âşıktım; ama onu tanımıyordum. Nihad Sami merhumun Resimli Türk Edebiyatı Tarihi benim Divan-u Lugati’t-Türk’ümdü. Oradan berceste eserleri seçmeye, okumaya, ezberlemeye başladım. Mesnevî, Gülistan, Kelile ve Dimne, Eflakî Menakıbı, Hafız Divanı vs. derken Kebikec benim de dünyamı kemirmeye başladı. Dante, Homeros, Shakespeare, Goethe bilgimin öteki yüzünü oluşturdular. Artık rahmetli Harun Tolasa hocamın hazırladığı Ahmed Paşa’nın Şiir Dünyası ile tanışma vakti gelmişti. Ardından Ferid Kam, Tahirü’l-Mevlevi, Köprülü, Gölpınarlı, Banarlı, Tarlan, İpekten, Alparslan, Çavuşoğlu, Karahan, Çelebioğlu vb. Hepsine Teala’dan rahmet dilerim.

    Ve Stuart Mill’in ifadesiyle, “Kutsal su, bir baştan yüzlerce başa ayrıldı.” Ve ben İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi’nin kitaplığında memuriyete başladım. Şimdi size bir kütüphanede çalışıyor olmanın bin bir faydasını sıralamam abes olabilir; ancak benim için ne olduysa işte o zaman oldu, bilimsel okumanın lezzetini o zaman kavradım. Artık elyazmalarının âherli dünyasını, ebru ciltlerin mikleplerini, ortaçağ Türk sanatının dizilip gelen rik’alarını, siyakatlarını anlamaya başlamıştım. Güllerin ve bülbüllerin, ebrûların ve gamzelerin, gazellerin ve kasidelerin kırkıncı kapısından girme zamanıydı o. Önümde bir medeniyet duruyordu ve şimdi ne Troya kentini keşfeden Schliemann, ne Tut-enk-Amon nam Firavun’un mumyasını çözen Champollion; ne mikrobu keşfeden Pasteur, ne de arzın cazibesi kanununu haber veren Galileo Galilei, benim kadar mutlu olamazlardı. O medeniyet aynasında hüsn-i ta’lillerin fıstıkî feracelerine bürünmüş güzellerinin ve onların müraat-i nazîrlere bulaşmış ateşi etrafında kelebekler gibi dönen derbeder şairlerin nefeslerini duyabiliyor; saraylar ve konaklarda, sokaklar ve dükkânlarda, tekkeler ve medreselerde, mesire ve sayfiyelerde hangi âhenkle yaşayıp ne tür vezinlerde güldüklerini yahut ağladıklarını, sevindikleri yahut üzüldüklerini anlayabiliyordum.

    Türk klasik şiiri meğer benim için bir tarz-ı hayat imiş; beni öyle buldu. Hâlâ şiir yazamam; ama şiirin has bahçesindeki seyranın yolunu yordamını iyi bilirim. Bunu, Fuzulî’den, Bakî’den, Nef’î’den, Yahya’dan, Nailî’den, Galib’den, Nedim’den öğrendim. Galib Dede, “Birdenbire bul aşkı, bu tuhfe bulanındır.” diyordu ve ben, tam da onun dediği bir hediye gibi birdenbire aşkımı bulmuştum.
    Bu aşk beni iflah etmeyecekti, biliyordum. Artık kitaplarım, divanlar olmuştu ve çocukluğumda bütün merhamet duygularımı sömüren kızılderili reisi Oturan Boğa şimdi müstesna gazeller yazmaya başlamıştı. Üniversite yıllarından sonra yanlış bir karar ile asker olmuş, gülle bülbülle sohbet ederken birdenbire üniformayla postalla uğraşmaya başlamıştım. On beş yıl sürecek bu dönem içinde okumayı ve yazmayı asla bırakmadım; hatta dönem dönem okuyup yazmayı bir teselliye bile dönüştürdüm. Anladım ki Divan şiiri için yazdıkça daha çok yazmak gerekiyordu; ve daha çok yazmak için de daha çok okumak… Tarih, medeniyet tarihi, sosyal bilimler, felsefe, sosyoloji, sanat vs. ne bulursam okuduğum yılların semeresini hiç durmadan yazmam gereken yıllarda gördüm. Divan şiirinin püf noktalarını ve eski şairlerin hayatlarını keşfetmiştim. Bu bana hem bir bakış açısı hem de yazma kolaylığı sağlıyor; hemen her konuda eskilerin ne söylediklerine dair birkaç beyit nakletme cesareti veriyordu. Benim için yazıda bir konu sıkıntısı da yoktu üstelik. Herhangi bir divanın herhangi bir sayfasındaki herhangi bir beyitten elbette bir gazete fıkrası çıkabilirdi. Yahut en sıkışık zamanlarda bir divanın gazeller bölümünden fala bakar gibi bir sayfa açıp ilk karşılaşılan gazel hakkında yazı yazmanın keyifli bir macera olduğunu söyleyebilirim size.
    Şimdi mi?
    Okuyacak ne çok şey var ve zaman ne kadar az!


    İskender Pala




  • quote:

    Benim için yazıda bir konu sıkıntısı da yoktu üstelik. Herhangi bir divanın herhangi bir sayfasındaki herhangi bir beyitten elbette bir gazete fıkrası çıkabilirdi. Yahut en sıkışık zamanlarda bir divanın gazeller bölümünden fala bakar gibi bir sayfa açıp ilk karşılaşılan gazel hakkında yazı yazmanın keyifli bir macera olduğunu söyleyebilirim size.


    Şu anda bu şekilde köşe yazılarına devam ediyor ve bir ara TRT2'de aynı şekilde program yapıyordu. Sadece iki mısra şiir. Ve bir saati bulan program boyunca o iki mısrayı anlatacak bilgi. İskender Pala gerçekten takdire şayan bir bilgi birikimine sahiptir.

    Okunacak gerçekten çok şey var. Geçen Nt'yi gezerken bunu yine farkettim. Almak istediğim bir sürü kitap var.




  • Sen istediğin kitabı temin edebiliyorsun. Benim öyle bir fırsatım yok.
  • Seyyid Hüseyin Nasr ve kendimiz olmak
    Derya Güney


    Nasıl kendimiz olarak ve kendimiz kalarak, diğerleriyle dost olabiliriz? diyordu Seyyid Hüseyin Nasr geçen hafta CRR'de yaptığı konuşmasında. Kendimiz olamadığımızı, kendi gündemimizi oluşturamadığımızı farklı boyutlarıyla ortaya koyduktan sonra, "geleneğin sesi ölmedi, hatta daha da güçleniyor" diye ilave ediyordu. İslam'a, dışardan ve içerden -en çok ta "reformcu" kisvesi altında- zarar verenlerden, kendi ifadesiyle "deformcu" lardan bahsediyordu. "Asık bir suratla, dişlerimizi gıcırdatarak kendimizi koruyamayız" derken, entellektüel, ekonomik, politik ve dinî açıdan kendimize özgü bir "agenda-ajanda-gündem" oluşturmanın zorunluluğunu vurguluyordu. Nasr, kültür ve sanatın "bir kozmetik malzeme" olarak algılandığını ve ihmal edildiğini belirttikten sonra " Başka bir medeniyyet gibi yiyip, başka bir medeniyyet gibi giyinip ve başka bir medeniyyet gibi binalar yaparak kendiniz olamazsınız" diyordu.

    Kendine yöneltilecek soruları beklerken, elindeki bastonla sahnede yürüyüşünü izleyince karşımda duran zatın "ilerlemiş bir yaşta" olduğunu hatırladım. Evet, tam yetmiş altı yaşındaydı Nasr ve kimbilir kaç kez bu cümleleri tekrarlıyordu. İslam, felsefe, karşılaştırmalı din, çevre bunalımı gibi konular üzerinde dünyanın muhtelif yerlerinde konferanslar veren ve üniversitede hocalık yapan bir müslüman profesörü, okyanusu aşıp İstanbul'a geldiği günlerin birinde dinleme imkanı bulduğum için şükrettim doğrusu.

    Gazze'de ve dünyanın farklı bölgelerinde yaşanan zulm bahsi, kendisi olamayan "müslüman halk"lara getiriyordu sözü nihayetinde. Politik yaptırımdan yoksun, iç dinamiklerini harekete geçirmeyi beceremeyen toplulukların ve başındaki idarecilerin hali gün gibi ortadaydı. "Bir dünya görüşümüz olmadan yaşayamayız. Yaptığımız her şey dünyaya verdiğimiz mana iledir" derken, "bilgi" nin önemine atıfta bulunuyordu. "Kendi evimizin efendisi" olmak için "kendimiz olmaya muhtaç" tık. "Bilgisiz, aşağılık kompleksine sahip ve dahi kayıtsız, kaygısız" olmaktan bir an önce kurtulmalıydık.

    "Biz kimiz?" sorusuna "İslam ümmeti" cevabını verecek bir anlayışa ulaşmamızın gerekliliğini belirten Nasr'ın; bize yani çok da dolu olmayan salondaki dinleyicilere ve Türkiye'de yaşayan müslümanlara son sözleri şunlardı: "Bin kilometre yol, bir adımla başlar. Önce kendimizi değiştirmeliyiz. Evimizi (ailemizi) değiştirmeliyiz. Elimizde olmayan şeylerin elimizde olmadığını kabul edelim, tevekkül edelim ve fakat elimizde olanları da yapalım."

    Son sözünün, bitiriş cümlelerinin neler olacağını merakla beklediğim Nasr, aslında hepimizin gayet iyi bildiği, duymaya âşina olduğu ve belki de o nedenle "değeri"ni idrakten yoksun olduğu bir hakikatten bahsederek noktayı koymuştu. "Kendimiz olmak" için, "kendimiz olmalıydık". Ve bunu evimizde, yuvamızda, içinde bulunduğumuz doğal ortamda başarmalı ve etrafımızdakilerin de "kendileri olmalarına" sebep olmalıydık.




  • Başka bir hayat mümkün mü?
    Afşin Selim


    Bu yazı yetmiş milyon insana tesir edecek mi? Hayır, çünkü burası televizyon değil, çünkü sadece televizyon ekranına çıktığınızda yetmiş milyon insan tarafından seyredildiğiniz hissine kapılırsınız; çünkü burası Türkiye! Hani şu her gördüğünüz haritada bulabilmeye çalıştığınız ülke... Evet, kendimizi arıyoruz artık, kendimizi mi kaybettik acaba? Şairin ifadesiyle belki de, "zavallı dünya habersiz, zavallı dünya sağır." Fakat ülkemizden ziyade, global köy ve yaşayanlarına değinmeye çalışacağım bu yazıda. Yetmiş milyon okumasa bile! Ha keza, otobüsü bozulan bir yolcunun başka bir otobüse aktarılırken gördüğü mülteci muamelesine rağmen... İnsan olduğumuzu iddia ediyorsak, bir adımız olmalı. Ne cumartesiyiz, ne de pazartesi; zira her ikisi de ertelenmiş günlerdir, adsızdırlar. Çok çok eski Türklerde meselâ, çocuğa ad vermek, olağanüstü hâl ilan edilmiştir; verilecek olan ad, çocuğun ruhuna hitap edebilmeli, adını taşıyabilmeli... Hatta bazı Türklerde, çocuklar üstün bir yetenek veyahut bir kahramanlık gösterene kadar ad alamazlardı. Her neyse, konu fazla dağılmasın ve yayılmasın. Global köy için u dönüşü!

    "Kalpsizleşen bir dünyaya" muhatap olmanın getirileri de pek insancıl olmayacak elbette. Ne beklenebilir başka? En güzel surette yaratılan insan, besbelli ki emanete hıyanet ediyor.

    İdeolojilerin çözüldüğü, insani hassasiyetlerin tükendiği, insanın vahşileştiği, tabiatı diri tutan dengenin alt üst olduğu, gelir dağılımındaki eşitsizliğin ayyuka çıktığı, at izinin it izine karıştığı netameli bir çağın yaşayanlarıyız. Olsun, "Her çıkmaz sokak bir başka yöne işaret eder" diyor, İsmet Özel.

    Gidişat malûm: İnsanlığın vicdanı kan kaybetmeye devam ediyor; insanlıktan ve insana ait bir vicdandan bahsedebilmek dahi, güzel bir gelişme aslında! Bunca şeye rağmen, halen daha ayıran ve ayrıştıran, etiketçi ve vitrinci bir hizip diline sahip olmak ise, kısır tartışmalara sebebiyet veriyor. İnsanoğlunun o cihanşümul temennileri tarumar olurken, bir nevi canlı yayında ötenazi isteyen hastalar gibiyiz. Fakat her şeye rağmen hırslıyız ve hızlıyız! Böyle buyurdu modern dünya...

    Olandan ve bitenden mesul olduğumuzun farkında mıyız acaba? "Her insan herkes karşısında her şeyden mesuldür" der, Dostoyevski. Bünyemizi istilâ ederek, idrakimizin ırzına geçmiş soyut putların varlığından hiç mi rahatsız değiliz?

    Yaşadığımız çağı diğer çağlardan; yaşanılan çağın insanlarını diğer çağın insanlarından ayıran bariz farklar olsa gerek. "Adamlar uzaya çıkacak"tan, "adamlar uzaya çıktı" ya ve en nihayetinde bugün adına "bilgi" veyahut "iletişim çağı" denilen çağa terfi ediş söz konusu...

    Bilhassa kadim doğu medeniyetinin müdavimleri yakın zamana kadar sürekli "bekleyen" konumunda olduğundan, uzaya çıkmak için çaba sarf etmedi, çünkü onlar dünyanın ve içindekilerin zaten uzayda olduğunu bilmekteydi. Bunu şu şekilde de izah edebiliriz: Bir zamanlar "bilenler" vardı, bilmişlerdi; bugün ise dünden kalan bilmişliklerin mirası yeniyor; hain evlat Ökkeş psikolojisi bir nevi... Fakat bizim atalardan biri ta yıllar evvelinden teşhisi koymuş: "Hazıra dağ dayanmaz." Hâl böyle iken, çağın ve kadim doğu medeniyetinin insanı, kâh yalnızlaşıyor, kâh yabancılaşıyor. İnsan, emanete hıyanet ediyor! Allah'tan başka her şeye kul olup, özgürlükten dem vurmayı, özün gür olması zannediyor... Eyvah! Liberalizmin faşist versiyonuna muhatabız.

    Gelgelelim ülkemize: "Sözlüğe bakmasını bilmeyen bir toplum"dan öze ve söze dair şahanelikler beklenemez elbette; zira böylesi bir toplumun, fikir çilesi ve fikir haysiyeti babında, bünyesinin müsait olmadığı tek şey, "acı söz" dür; zira işittiği ve okuduğu anda, "ergenlik refleksiyle" tepki gösterir. Söz toplumdan açılmışken; bir müddet evvel, şöyle demiştim yanımdaki adama: "Sen, sen olmasan, onlar olsan, şu toplumu silahlı bir işgale tabi tutar mısın?" Buna benzer bir psikolojiyi Kıbrıs'ta da yaşamıştım. "İnsan kendini yalnızca insanda tanır" demiş ya hani Goethe...

    İki mühim şeyin noksanlığı sinmiş üzerimize: Delirmiyoruz ve şaşırmıyoruz.

    Bunca olan bitene rağmen, dilimize ve zihnimize karargâh kurmuş olan orman kanunlarının vahşiliğiyle hüküm sürüyoruz. Zihnin, ruhen ve bedenen... Çünkü insan, yaratılmış olmasını "oldu-bitti" ye hapsederek, gün kurtarıyor yalnızca. Ölmek ve olmak güzel şeyler, fakat bitmek, tükenmeye eş değer; "tükene tükene yaşamak" bir nevi; şairin, "siz hayat süren leşler" diye hitap ettiği canlılar familyası... Kim onlar? Son peygamber'in ayaklar altına aldığını, başının üstünde idame ettirenler... Meselâ bir Müslüman cahiliye dönemi bahsinde, cahiliye adetlerinin yeryüzünden bütünüyle tasfiye edildiğini düşünebiliyor pekâlâ. Takvim yapraklarına aldanmamak lâzım... Şerefini devesinin sırtındaki mallardan edinenlerle, bugünün vahşi sermayeperestlerini farklı kategorilerde tahlil etmek yanılgıdır! İnananların idrakine göre; ne zenginlik, ne de iktidar kurtaramaz onları; çünkü kurtulmak için yeterli addetmişlerdir mevkilerini ve biriktirdiklerini... Demek ki eski şeyler, yeni yüzüyle çıkabiliyor karşımıza. "Yaşandı ve bitti" diyenlerle, insanı "oldu-bitti" ye getirenler aynı atölyenin mahsulü... Her halükârda insanın değersizleşmesidir bu! Mesuliyetsizleşmesi.

    Malûm olduğu üzere, teşhis konmadan tedaviye kalkışmak Rus ruleti oynamaya benzer. Her şey şikâyetle başlar. Rahatsız olmadan rahata kavuşmayı temenni edenlerin kötü son yaşaması kaçınılmazdır. İnsan, emekledikten sonra yürümüştür.

    Unutma: "Sen bir devsin, yükü ağırdır devin."




  • quote:

    Orjinalden alıntı: etusch


    quote:

    Orjinalden alıntı: üşkufe


    quote:

    Orjinalden alıntı: etusch

    Eğer bir sevgiliden, bir eşden bahsediyorsan; o açıdan da aynı durumdayız. Biz de halen hayat arkadaşımız olacak hamfendiyi bulamadık.


    Bunu dert etmiyorum. Daha gencim, güzelim. O beni bulsun. Demeyi çok isterdim.

    Beyefendiyi buldum belki, belki de bulamadim. Söyle böyle.

    Eğer senin karşılığn beyefendi ise, doğru senin onun seni bulmasını beklemen gerekiyor.


    iç döküş ne dokunaklı

    aranıyorlar

    aradığınızı bulmak için doğru yere bakın



    < Bu mesaj bu kişi tarafından değiştirildi sinuhe.s -- 19 Nisan 2009; 18:02:47 >




  • İnsan olmak...
    Afşin Selim


    Ne diyor Mihail Nuayme: "Düşünen bir varlık değil de, varlıklaşmış bir düşünce olduğum sürece her an yeni bir insan oluyorum." Buraya dikkat: Düşünen bir varlık olmak, varlıklaşmış bir düşünce olmak ve en nihayetinde yeni bir insan olmak... Müthiş! Yalnızca düşünmek, insan olmak için kâfi değil elbette. "İnsan, düşünen hayvandır" hükmünden ziyade; düşüncenin düş kurmakla alâkalı olduğu aşikâr. Bu da insana mahsus!

    TDK'ya göre insan: "Toplum hâlinde bir kültür çevresinde yaşayan, düşünme ve konuşma yeteneği olan, evreni bütün olarak kavrayabilen, bulguları sonucunda değiştirebilen ve biçimlendirebilen canlı. Âdemoğlu, âdem evladı. Huy ve ahlak yönünden üstün nitelikli."

    Sıkça işitmişsinizdir: "İnsanı hayvandan ayıran farklar vardır." Evet, şüphesiz vardır. Ki her halükârda var olmaya da devam edecektir... Fakat mevcut farkları en aza indirgeyerek yaşamanın da pek insani olmayacağını bilmek gerekir. Zira hayvan postuna bürünmekle, insan postuna bürünmek ne denli farklı ise, farkı en aza indirgemek de o denli farklıdır. Ne gibi? İnsanın ölüsü, hayvanın leşi gibi... Ya da insanın ölmesi, hayvanın gebermesi gibi... Farkı fark edebilmeli. İnsanın ölümü dahi bambaşka... Hatta bazılarına göre "küçük kıyamet."

    Bugünkü en büyük meselemiz, insanın hayvandan farksızlaşmasıdır aslında. Hem de tüm şiddetiyle! Şayet hayvandan farksızlaşanlar için ikinci adım, hayvandan aşağı olmaktır. "Boşlukları affetmeyen" tabiat, bu dengesizliği de affetmeyecektir!

    Dünyevileşmenin ise eninde sonunda bir nevi hayvanlaşmak olduğu malûm; "gözünü toprak doyursun" der, eskiler. Hadsizlerden olmamak lâzım.

    İnsani hasletler, insani hassasiyetler, insani temenniler yitirildikçe, dünya yaşanmazlaşmaktadır. Tabiatın dengesi alt üst olmuştur. İnsan enkaz altında can vermiştir. Allah, geride kalanlara sabır ihsan eylesin! Biraz kötümserlik yapıp, son dakika haberi geçelim: Geride kalanlardan haber alınamamaktadır. Ya herrü, ya merrü!

    İnsan, kullanım dışıdır. Geri dönüştürülebilir bir atıktır. Ruhsuzlaştırılmıştır. Cesetleştirilmiştir. İnsan, ruhen göç etmiştir. Belki de, şarkıdaki gibi, gidişi suskun olmuştur ama gelişi muhteşem olacaktır...

    "İnsanlık öldü mü" suali, her kötü şeye rağmen, kalabalıkların vazgeçilmez sualidir. İlginçtir ve manidardır.

    "İnsanlıktan paylarını alamayanlar için zaten bir ölüydü; onun bu kadar uzun yaşamasına şaşılıyordu" diyen, Oğuz Atay haksız olmasa gerek. Esasen dünya, hazreti insana bırakılmayacak kadar önemlidir. Ve hâsseten duvarda asılı gördüğüm Hazreti Mevlana'nın yedi öğüdü karşısında, ilk aklıma gelen şey, toplum olarak veyahut modern insan olarak, yedi öğüdün her birini tersten okuduğumuz, tersten icra ettiğimiz...

    Duvarda emanetvari duran o levhada şunlar yazılıydı: Cömertlikte akarsu gibi olmak, merhamette güneş gibi olmak, başkalarının kusurunu örtmede gece gibi olmak, hiddette ölü gibi olmak, tevazuda toprak gibi olmak, hoşgörülükte deniz gibi olmak, olduğun gibi görünmek, göründüğün gibi olmak... İnsan, ah o İNSAN, neredesin? Gibilerimizi dahi kaybettik; hükümsüzdür!




  • Etusch
  • 
Sayfa: önceki 123
Sayfaya Git
Git
sonraki
- x
Bildirim
mesajınız kopyalandı (ctrl+v) yapıştırmak istediğiniz yere yapıştırabilirsiniz.