Köy Enstitüleri Yasası'nın kabul edildiği 17 Nisan 1940'ın üzerinden yetmiş yıl geçti. Bu, yazın tarihimiz açısından da büyük önem taşıyor. Çünkü köyden gelip enstitülerde yetişen bir kuşak, yazınımızda farklı bir damar yaratarak günümüze ulanan bir çığıra imza attı. Fakir Baykurt, Talip Apaydın, Mahmut Makal, Mehmet Başaran, Dursun Akçam, Ümit Kaftancıoğlu vb. yazarların başı çektiği yazıncı grubu, 1950'lerden başlayarak yazınımızda farklı boyutta bir dönüşüm yaratmayı, kendilerine yer açmayı başardı' 1950 öykücü kuşağından bir adım önde yola çıkan bu yazıncılar grubunun etkisi tüm ülkede kitlesel tartışmalara da neden oldu aynı zamanda. Kuşak, büyük yankılar yaratan ilk büyük çıkışını Mahmut Makal'ın Bizim Köy (1950) anlatısı aracılığıyla ortaya koydu denebilir. Kitlesel yankılar yaratan ikinci büyük çıkış ise Fakir Baykurt'tan geldi: Yılanların Öcü (1958). Romanın Yunus Nadi Armağanı'nı kazanması, Metin Erksan'ın romandan çektiği aynı adlı filmin (1962) ilk gösterimde saldırıya uğraması, Köy Enstitülü kuşakça üretilen yazınsal verimin, görece bu iki yapıta göre ölçümlenip bu eşikler arasına kısılıp kalmasına neden oldu yazık ki.
M. SADIK ASLANKARA
Talip Apaydın'ın Sarı Traktör (1958) adlı romanı işte bu sıralarda yayımlandı, ancak yukarıda andığım doruk yapıtlara dönük tartışmalar sırasında görece sönük bir ilgiyle karşılandı. Yarbükü (1959) de bu sessizlikten payını aldı. Sonrasında pek çok kitap yayımladı yazar. Roman, öykü, oyun, şiir vb. toplamda otuzu aştı kitaplarının sayısı.
Bugüne dek yazınsal verimi üzerinde hiç mi hiç duramadığım yazarımızdan biri de Talip Apaydın oldu. Köy Enstitüleri Yasası'nın kabulünün yetmişinci yıldönümüne gelen bu aydınlanma bayramında söz konusu eksikliği gidermeye girişmek doğrusu ya, mutlu ediyor beni.
Talip Apaydın'ın Romancılığında Evreler'
1930-40'lar aydınlanma kavrayışına bağlı olarak okumanın kutsandığı bir dönemdi. Köy çocukları olağanüstü bir okuma eyleminin içinden geçti enstitülerde. Bugün pek çok yazarın belki de okuma fırsatı bulamadığı kitapların neredeyse tümünü okudu Köy Enstitülüler. Hasan-Âli Yücel döneminin çevirilerinden söz ediyorum.
Evet, Köy Enstitüsü çıkışlı yazarlarımız tümden değilse de genelde köylümüzü yazdılar. Ancak kırsal alan kadar kentlerle de ilgilendiler, köylülerden işçilere, tarlalardan fabrikalara uzanmayı başardılar. Söz konusu yazar kuşağı kırsal alana yönelik ufkumuzu açmanın ötesinde yazınımızı zenginleştirip çeşitlendirdiler, kitlesel okuma eylemini alabildiğine yaydılar.
Talip Apaydın'ı söz konusu kuşağın önemli bir üyesi olarak alırken masama yedi romanını seçtim onun: Sarı Traktör (Varlık, 1958), Yarbükü (Ararat, ikinci basım, 1968), Ortakçılar (İmece, 1964), Toz Duman İçinde (Hürriyet, ikinci basım, 1974), Vatan Dediler (Yalçın, 1981), Köylüler (Cem, 1991), Kente İndi İdris (Tekin, 1981). Gelin, bu romanlar arasında bir gezintiye çıkalım şimdi.
Yedi romanın izlekçe, biçemce birbirinden doğmuş, sürgit birbirinin kopyası kitaplar olduğu düşünülmemeli kesinlikle.
Bana göre ilk dönem romanları bağlamında alınabilecek Sarı Traktör, Yarbükü, Ortakçılar Apaydın'ın olgusal düzlemde ciddi dönüştürüm çabaları sergilediği, buradan hareketle kavramlaştırma yönünde adımlar attığı romanlar olarak alınabilir. 1950-60 yıllarındaki bu ilk evrenin ardından Kurtuluş Savaşımızı anlatmaya yöneldiği, serüven duygusu eşliğinde kolay okunurluğuyla dikkati çeken ikinci evre romanları geliyor üçleme halinde: Toz Duman İçinde, Vatan Dediler, Köylüler. Son evrede biçem denemelerine giriştiği romanı anılabilir sanıyorum: Kente İndi İdris.
Talip Apaydın'ın romanlarından söz edilecekse eğer, ilk evre yapıtlarını örneklemek daha doğru geliyor bana. Talip Apaydın, tahıl, pancar üretiminin yanında, çeltik üretimini de köylü yaşamının temel uğraşlarından biri olarak alıyor romanlarında. Buna göre Sarı Traktör'de tahıl, pancar üretimi, Yarbükü'yle Ortakçılar'da çeltik üretimi köylülerin tarımsal etkinliği olarak öne çıkıyor. Bu çerçevede ezilen insanların gerek üretim sürecinde gerekse ekonomik değerin paylaşılmasında yaşadıkları sıkıntılar belirgin biçimde kendini duyuruyor.
Ne var ki söz konusu romanlar yoksul insanların yaşadığı sıkıntıları, verdikleri yaşam savaşımını yansıttığı için önem taşıyor değil. Bu romanlar, dramatik olanın içkinleştirilip yapıtlara giydirilişi açısından önem taşıyor. Satırbaşlarıyla bunun üç romana dağılımını gözden geçirmeye çalışalım'
DRAMATİK OLANIN ROMANA KAZANDIRDIĞI DEĞER...
Sarı Traktör'de zaman Özeler Köyü'ndeki harman etkinlikleriyle açılır. On yedi, on sekiz yaşlarındaki Arif, buğday saplarını at arabasıyla harman yerine taşırken Yakubun Ali, yenice, ama borca edindiği traktörle bir çırpıda getirip yığar bunları. Traktör, Arif'in düşlerini süslüyordur. Bu arada sözlüsü sayılan dayısının kızı Emine'ye kur yapmasında da etkin rol üstlenir traktör. Bu arada erkini, erkeklik gücünü de simgeler. Diyeceğim bir kahramandır 'sarı traktör'.
Arif, babasının böyle bir traktör alması için kıvranıyordur. Eski muhtar olan baba İzzet Ağa ise buna karşıdır. 'Köyde varlıklı, hatırlı bir evdi(r)ler. Traktörle mi gelmişlerdi(r) bu hale?' (10) Karısına söylenir: 'Bu oğlan hepsinin altından girip üstünden çıkacak.' (13) Anne, kocasıyla oğlu arasında denge kurmaya çabalıyordur sanki: 'Bir de onun dediğini yapıver bakalım'' (14)
Arif'in yerini Yarbükü'nde Remzi alır. O da varlıklı bir babadan artakalan çeltik tarlasındaki verim için babası gibi güce gereksinim duymaktadır. Oysa hem çelimsizdir, hem de inceli kalınlı sesinden ötürü köylülerin durma alay ettiği biridir. Oğlunun bulunmayışı, dört kızlı oluşu bile alay konusudur. Üstüne üstlük en geniş çeltik tarlasına sahip olması nedeniyle Yapılı Köyü'nün geleneği uyarınca Yarbükü'nün 'bük ağası'dır. Özellikle suyun kullanımı konusunda sözünü dinletmek zorundadır. Ancak bir türlü başaramaz, çünkü kimse ciddiye almaz Remzi'yi, kadınlar da. Ne ki kışkırtmaktan da geri durmazlar onu: 'Malı olanın herkese gücü yeter.' (22)
Bir başka bükte Kocaağa'nın 'şımarık' (62) oğlunu vurduğu için hapis yatıp çıkan yoksul Haydar da Yarbükü'nde tarla komşusudur Remzi'nin. Haydar'ın gelişiyle bük ağalığı kadar iki erkeğin erk-güven-korku odağında çatışması başlar.
Ortakçılar'da Köy Enstitüsünün son sınıfına geçen Sefer, yaz tatili nedeniyle, mandoliniyle birlikte babası Durmuş'un, ortakçılık yaptığı Hasırlı Çiftliğine gelir. Durmuş, Sefer'i, annenin uzaktan akrabası olan, Sefer'e yakınlık gösteren çiftlik beyinin karısı Melahat Hanım'a, çocuklarına, yaşama biçimlerine yönelterek, oğlunun bu tür yüksek bir yaşama katılması isteğiyle bunun gerçekleşmesi için çabalar.
Oysa Sefer, yoksullardan yana tutumla yaşlı babasının çeltikte çektiği sıkıntılar karşısında ona yardımcı olmaktan, bey ailesine sırt dönmekten yanadır. Öte yandan aile karşısında üstüne başına, davranışlarına bakarak hem eksiklik duygusuyla utanır, hem de ailenin kendi yaşıtı kızının rolüyle gizlice ilgi duyar bu yaşama. Yetişme çağındaki delikanlının sancıları, büyüme sorunları da eklenir böylece romana.
Her üç roman da, çelişkiyi, doğayla insan çelişkisi zeminini bozmadan insanla insanın çelişkisine kaydırışı, bunları dramatik olanla temellendirişi, bu çerçevedeki dönüştürümüyle dikkati çekiyor denebilir.
ROMANIMIZDA BİR DORUK YAPIT:'SARI TRAKTÖR'
Talip Apaydın, üç romanda da dramatik olanı temele alırken karakterleri yapılandırmada çelişkilerden ustalıkla yararlandığını ortaya koyuyor. Kahramanların yaşadığı derin sıkıntıları, iç burkulmalarını, ruhsal karmaşaları daha işin başında onları tipleşmekten kurtarıp karaktere dönüştürmenin gereci olarak kullanıyor. Gerçekten de sayfalar ilerledikçe Arif, İzzet, Remzi, Haydar, Sefer, Durmuş vb. tam bir dolantı karakteri olup çıkıyor.
Kahramanlar için kendi çelişkileri, birer yürek yarası, bu nedenle de kendi iç bukağıları. Gerçekten de yıkım bu onlar için. Aşağılama o boyuta varmıştır ki, kahramanlar kendilerini hep yaralı duyumsar, kendi kişiliklerini sergileyememenin sıkıntısını yaşar. Sürdürülen karmaşık ilişkiler göndergesiyle, bu bağlamda yaratılan yan anlam katmanlarıyla, arka alan örgüsüyle romanlarının önünü açıyor Talip Apaydın. Gerçekten de Apaydın'ın kahramanları, 'güven' konusunda koygun, kapkara bir umutsuzluk yaşar. Apaydın'ın romanlarında önemli bir dinamizm öğesine dönüşür kahramanların bu ruhsal karmaşası. Bundan ötürü değişiklikten yana olanlarla koşulları sürdürmek isteyen gelenekçiler ciddi çatışma içine girer.
Bütün bu nedenlerden ötürü Sarı Traktör, Yarbükü, Ortakçılar adlı yapıtların gerek Talip Apaydın romanları içinde gerekse yazınımızda ciddi değer taşıdığı savlanabilir. Anlatıyı söylenle, tapınım kültürüyle harmanlayan bir biçem bu. Arif'le İzzet, Sefer'le Durmuş baba oğul, Remzi'yle Haydar katillik paydasında tarla komşuları olarak aynı üvendireye koşulmuş karakterlerdir bir bakıma. Bu aynı zamanda birbirlerinin korkusu olmalarına da yol açar. Sırt sırta birbirine yapışmış görüntüler eşliğinde birbirinin yok edicisi, trajiği konumundadır çünkü hepsi.
Romanda, köylülüğün işlenişinin geri bir biçem ya da yönseme olacağı sanılmamalı. Köylülüğün toplumbilimsel açıdan geri öğe oluşuyla bunu romana taşımak, konu edinmek farklı yaklaşımlar. Köylüden karakter yaratılamaz değil. Yeter ki gereğince yapılsın bu. Geçmişten günümüze Kafka'dan Faulkner'e Borges'e, Yakup Kadri'den Marquez'e, Yaşar Kemal'e köylüleri romanlarına taşımış geniş yelpazede bir yazar çoğunluğunun köylülükle ilgilenmesi yabana atılmamalı derim.
Talip Apaydın, Sarı Traktör'le girdiği yazın dünyasında görece örtük kalan yazarımız oldu hep. Oysa yazınımızda nesnel gerçekliğin düz dönüştürümünde önemli bir işlevi yerine getirdi o. İlk evrede verimlediği romanlarında sorunsallardan hareketle bunları o günün koşullarında kavramsallaştırmaya dönük yaklaşım sergiledi. Bu bağlamda Sarı Traktör, öncü bir rol üstlendi aslında. Arif'in nesne tapınımı çerçevesinde alınabilecek 'sarı traktör' imgesine yönelişinden yirmi yıl kadar sonra Adalet Ağaoğlu'nun Fikrimin İnce Gülü'nde (1976) Bayram'a 'sarı mersedes' imgesi yükleyişi romanın bu yöndeki öncülüğünü gösteriyor kanımca. Fethi Naci, Sarı Traktör'deki kahramanların çizgisellik yansıttığını söylese de yeniden okuduğumda kitabı, onun bu görüşüne katılamadım.
Ayrıca Apaydın'ın özellikle Ortakçılar'da, Gogol'e, Çehov'a yatkın ince, kırılgan bir roman düzlemi üzerinde kaydığı söylenebilir. Yeniden kurmayı başardığı, duyarlık eşiği yüksek bir acıdır bu: 'kahır-acı' (19).
Yazın çevrelerinden Köy Enstitülü yazarların tutumlarına, verimlerine yönelik pek çok eleştiri geldi bugüne dek. Ancak bir doğrunun altını çizmemiz gerekirse; bu eleştiriler yazınsal olmaktan çok, çıktıkları okullara, ötesinde köylülüklerine dönük 'dedikodu' olarak yapıldı daha çok'
Eklemeden geçmeyeyim. Köy Enstitülü yazıncılar kuşağının en büyük eksiği kendi içinden eleştirmen yetiştirmeyişi oldu bana göre. Bu nedenle Sabahattin Eyüboğlu, Vedat Günyol vb. Köy Enstitüsü dışından eleştirmenlerle yetinildi. Enstitülüler kuşağının yazınımızdaki başarıları, başarısızlıkları nesnel ölçütler içinde değerlendirilemedi bir türlü'
Haftaya öteki dört romanı üzerinde duracağım Talip Apaydın'ın' Bakalım bu romanlarda neler karşılıyor bizi?'
Zeynep Sönmez'le 'Kalbin Evi' üzerine
Hiçbir şey gerekmedikçe çoğaltılmamalı
Ülkemiz edebiyatında kısa öykünün tarihi çok eskilere dayanmıyor. 20. yüzyılın başlarında verilen örnekler yaygınlık kazanmamış. Günümüzde ise bu alanda ciddi uğraşlar ve ürünler var. Zeynep Sönmez bu alanda ürün verenlerden biri. Sönmez'le öykülerini ve kısa öyküyü konuştuk.
Aydın ŞİMŞEK- Ahmet TELLİ
Zeynep Sönmez'in öykülerinin biçimsel olarak kısa olması dikkat çekici. Kendisiyle Kanguru Yayınları'ndan çıkan ilk kitabı Kalbin Evi üzerine söyleşimize geçmeden önce, kısa öykünün tarihçesine genel olarak bir bakalım.
Kısa öykü, Batıda 19.yüzyılda, modernist süreçle hesaplaşmanın sonucunda, yeni bir tür olarak ortaya çıktı. Avrupa'daki geçmişi, 14.yüzyıl ortalarında Boccacio'nun yazdığı Decameron hikâyelerine dek uzanmaktadır. 19.yüzyıla gelindiğinde ise sanayi toplumunda yaşam biçimi değişen insanın, tüketim biçiminin de değiştiğine tanık oluyoruz. Kısa öykü, işte bu, hızı artık gündelik yaşamına buyur etmiş insanın alışkanlıklarının egemenlik alanına sızmayı başaran bir tür haline geliyor ve 20.yüzyıl başında, yeni bir edebi tür olarak meşruiyet kazanıyor.
Mauppassant, Balzac, Flaubert, Daudet, Anatole France, Çehov, Turgenyev, Tolstoy, Gogol, Dostoyevski, Gorki, E.A.Poe, O.Henry, H.G.Wells, Kipling gibi yazarlar 19.yüzyılda eserler verirken, Katherine Mansfield, A.E.Coppard, Conrad, Maugham, Woolf, Joyce, Sharwood Anderson, Hemingway, Faulkner, Erskine Caldwell, D.H.Lawrence gibi yazarlar da, 20. yüzyılda kısa öyküyü yapan yazarlar olarak isimlerini yazdırıyor.
Bizde ise ilk yazılı örneklerini Tanzimat'tan sonra görüyoruz. İlk küçük hikâye denemelerine, Ahmet Mithat'ta rastlanır ancak kısa yazmaktan çekinmeyen tavrıyla Memduh Şevket Esendal, bu türün ilk uygulayıcılarından olmuştur.
20.yüzyıl başında oluşan Milli Edebiyat hareketi içinde Ömer Seyfettin, Mauppassant etkisiyle yazdığı kısa öykülerle, bu türün yerleşmesinde etkili olan isimdir. Cumhuriyet Dönemi edebiyatımızda ise üç isim öne çıkar: Sabahattin Ali, Orhan Kemal ve Sait Faik.
Öykücülüğümüzün altın çağını yaşadığı 1950'li yıllarda ise, öyküler kısa ama yoğun biçimde yazılır. Kısa öyküde, bu bağlamda durum öyküsünde, eserler vermiş yazarlarımız arasında Sait Faik, Oktay Akbal, Samet Ağaoğlu, Necati Cumalı, Nezihe Meriç, Bilge Karasu, Füruzan, Leyla Erbil, Vüs'at O.Bener, Sevim Burak, Tahsin Yücel, Demir Özlü, Orhan Duru, Tomris Uyar, Ferit Edgü, Nedim Gürsel, Ayla Kutlu, Tezer Özlü, Necati Tosuner, Hulki Aktunç, Mehmet Zaman Saçlıoğlu, Yusuf Eradam, Tarık Günersel, Ali Cengizkan, Hürriyet Yaşar, Cemil Kavukçu, Murat Yalçın gibi, günümüze dek uzanan bir çizgiyi görmek mümkün. (Alıntı: Aydın Şimşek)
-Aydın Şimşek: Sayın Zeynep Sönmez; ilk kitabınız olan 'Kalbin Evi' yayımlanır yayımlanmaz belli bir çevrede ilgiyle karşılandı ve bu ilgi giderek büyüyor. Bunun bir yönü, hiç kuşku yok ki, öykü dilini çok katmanlı, çok boyutlu ve çağrışımsal kullanmanız. Diğer yönü ise, bizde çok da alışık olunmayan 'kısa öykü' türüne gönül vermiş olmanız. Kısa yazmak, nasıl bir düşünmenin, duyumsamanın ve kurgunun sonucu?
- Zeynep Sönmez: Kısa öykünün, indirgemeci bir bakış açısını gerektirdiği söylenir; deneyimleme sürecini tek bir sonuca varıncaya değin süzmek, olayların neden ve sonuçları arasında daha baskın öğelerden yana durmak gibi eğilimleri. Doğrudur ama eksiktir bu görüş. Örneğin, kısa öyküde, yaşamdaki aksaklıkların sergilenmesi gibi, öykü türünün üstlendiği çok önemli bir diğer işlevi, daha belirgin olarak görmek mümkün. Muhalif bakış açısını korumanız gerek. Çoğaltabiliriz: Söyleyeceklerinizin yer etmesini sağlamak için keskin bir söylemden yana olmak; kesinliği ve odaklanmayı sevmek; 'hiçbir şey, gerekmedikçe çoğaltılmamalıdır'a inanmak' Kısacası, kısa yazmak için elimizde iyi bir yol haritası var artık. Nasıl yazmak istediğinize bağlı.
'GÖVDE KALBİN EVİDİR'
- Aydın Şimşek: İlk kitabınız Kalbin Evi, yazmaya tutunduğunuz kısa öykülerden oluşuyor. İlk bölümde 'Gövde kalbin evidir' diyerek son derece diyalektik ve materyalist bir tutum takınıyorsunuz. İkinci bölüme adını veren 'Ve aşk gövdede misafir' söylemiyle de bu tutum devam ediyor. Bu bağlamda kitabınız ve içinde birbirine bağlanarak gelişen öykülerde neredeyse kusursuz bir bütünlük sağlanıyor. Her halinden çok çalışılarak, çok özenilerek kotarılmış bir çalışma olduğu duyumsanıyor. İster istemez de, sorumu öykü yazma serüveninizle ve kitabınızdaki öykülerle ilişkilendireceğim. Bize yazma sürecinizden ve öyküleri kurma sürecinizden bahseder misiniz?
- Zeynep Sönmez: Cesaret veren sözleriniz için teşekkür ederim. Kalbin Evi'nin ilk bölümü on bir kısa öyküden oluşan tek bir öykü: Gövde. Benim için önemli olan çok sayıda izleğin, bütünlük, bir aradalık, çok parçalılık, dil gibi, bir çatı altında birleşmesi. Bu izleklerin sorgulanışı, diğer öykülerde de, kısa öykünün sağladığı kolaylıkla, eksilterek ve boşluk bırakarak gerçekleşti çünkü bilinçli olarak yapılan eksiltme de varlığın somut olandan yana bir parçası. Kısa öykü de yaşam gibi çelişkilerle örülü; bütün, küçük yapı taşlarından, anlatılmak istenen ise söylenmeyenden oluşuyor. Ve dil, tüm bu karşıtmış gibi görünen çelişkilere ev sahipliği yapıyor. Dile varıncaya kadar, suskumuz, sesimiz ve sözümüzden geçen bir yol var. O halde her kitap, yazarı için yolculuğun, yola çıkmış olmanın, yolda olmanın şahitliğini yapıyor. Kalbin Evi de böyle çıktı ortaya. Bu bağlamda, dil gibi, kitabın da bir ev olduğuna ilişkin yapılan her göndermenin, evin bir sığınak olarak ele alınmasından öte, tamamlanma isteğinin somutlaştığı mekân olarak düşünülmesi ile yazma edimiyle gelen yalnızlık ya da bir başınalık duygusuyla bağı üzerine hesaplaşma var Kalbin Evi'nde. 'Balkon Evin Sokağa Uzayan Dilidir' derken, 'Uzun Cümleler Hayatımızı Kısaltıyor' derken ya da '..bu evden geriye sadece seslerimiz kalacak.' derken düşündüklerim bunlardı.
- Ahmet Telli: Kısa öykü modern edebiyatın deneysel vb. çıkışlarıyla özgünleşirken, daha çok Batı edebiyatından alınmış gibi gözüküyor. Oysa bizim edebiyatımızda Nasrettin Hoca, İncili Çavuş ve Bektaşi fıkraları kısa öykünün geleneksel damarlarıdır. Bu anonim olgudan edebiyatın bu kısa öykü türüne bir seziş, bir algılayış geçmiş midir; kendi pratiğinize ilişkin neler söylersiniz?
ÖZLÜ SÖZE VARMA...
- Zeynep Sönmez: Rivayete göre Yunus Emre, Mevlânâ'nın Mesnevi'sini çok uzun bulmuş ve şöyle demiş: 'Ben olsam hepsini şu söze sığdırırdım: Ete kemiğe büründüm, Yunus diye göründüm.' Elbette 13.yüzyıla dek uzanan bir geçmişten, bu coğrafya üzerinde hüküm sürmüş sözlü edebiyatın yazılı edebiyatımıza yansıyan birikiminden bahsetmek kaçınılmazdır; Dede Korkut Hikâyeleri'nden Bin Bir Gece Masalları'na, destanlardan efsanelere, bu zengin anlatım çeşitliliğinin öykücülüğümüze yansımaları da. Özlü söze varma çabasının, edebiyatın merkezinde durduğuna inanıyorum. Dolayısıyla edebiyatlar arasında bir etkileşimin sınırlarının da çok geniş olduğuna inanmıyorum. Günümüzde metinlerarasılık olarak adlandırılan yazınsal etkileşimi inkâr etmek ne kadar zorsa, edebiyatın en başından beri az sözle çok şey anlatma sanatı olmadığını söylemek de o kadar zordur. Bu bağlamda, her ne kadar modern anlamda kısa öykünün Batı edebiyatından geldiğine ilişkin yaygın bir kanı olsa da bu görünümün başlıca sebebinin, kısa öykü üzerine kuramsal çalışmaların Batıda daha çok yapılması olduğunu söylemek mümkün. Kaldı ki, orada bile kısa öykünün kökeni tartışmalıdır. Amerika'dan Avrupa'ya geldiği sıkça söylenmesine rağmen, kısa öykü yazarlarının hemen hemen aynı zaman diliminde, 19.yüzyılda, apayrı coğrafyalarda ürün verdiklerini biliyoruz; Poe, Balzac, Gogol, Turgenyev gibi.
- Aydın Şimşek: Kısa öykü dünyada nasıl algılanıyor? Türkiye'de neden azlıkla duruluyor üzerinde?
Zeynep Sönmez: Edebiyatımızda kısa öyküye ilişkin, bir önyargı değilse bile, bir çekince var. Kısalığın, öykünün barındırması gereken biçimsel ve içeriksel unsurları dışarıda bırakacağına yönelik inancın işareti olarak görüyorum bu çekinceyi. Kısa yazmaktan anladığımız, metinde işlevsellik taşımayan öğelerin yer almamasını sağlamak ise kısalık, kendini gerektiren bir yapıyı ve dili de beraberinde getirecektir. Bugün kısa öyküyü kısa öykü yapan tek kriter kısalığı da değildir. Batıda örneklerine daha sık biçimde Sanayi Devrimi sonrasında rastlanan kısa öykü, modernitenin getirdiği yaşam tarzı için biçilmiş kaftandı ancak özellikle 20.yüzyılda kendisini yepyeni bir tür olarak kabul ettirmiştir. Biz ise bu süreci oldukça geriden izliyoruz.
- Aydın Şimşek: Modern hayatın hızı, gündelik yaşama unutma kültürünü yerleştirirken kısa öykü bu döngüyü körüklemiyor mu? Bu uzlaşmaz gibi görünen, çelişkili durum hakkında ne söylersiniz?
- Zeynep Sönmez: Kısa öykü modernizmin bir ürünü. Dolayısıyla, modern hayatın dayattığı hıza, tüketim kültürüne ve elbette, dediğiniz gibi, unutma refleksine koşut giden kimi referansları var. Ancak biçimsel olarak kısalığı, onu içeriksel anlamda derinleştirip yoğunlaştırıyor. Bu da, anlamın katmanlaşmasına, çeşitlenmesine sebep oluyor. Okur açısından kısa öykü, hızlı bir okuma sunuyor ama bu okuma, başarıyla kotarılmış bir kısa öyküde kolay bir okuma değildir. Her okunuşta öykünün başka bir şey söyleyebilme kabiliyeti sebebiyle, metnin okurdaki yolculuğu uzun soluklu ve süreğendir. Üstelik kimi kısa öyküler, zihne bir çivi gibi çakılabilir. Hızlıdır ama baş dönmesini alır kısa öykü.
- Ahmet Telli: Bizim '1950 Kuşağı Öykücüleri' diye adlandırılan öykücülerde varoluşçuluğun da etkisiyle egemen olan üslûp, sizin öykülerinize de sinmiş gibi. Bu Kafkacıl labirent, insana dair umutların solgunlaşmasının da izi oluyor. Bu üslûba yatkınlığınızın referansları için bize neler söylersiniz?
- Zeynep Sönmez: 1950 Kuşağı yazarları, bireye yönelmişler ve insanın gerçeklikle bağlarına oradan bakmışlardı. Sanatsal gerçekliğin farklı olduğuna, daha derinlerde yattığına dair inançlarını, dilde kısa ve yalın söyleyişin arayışlarıyla birleştirmeye gayret etmişlerdi. Bu iki çabanın birbirini destekleyişi; biçimin içeriği taşıyışı ve öncelliği, kısa öykünün muhalif ve devrimci tutumuyla da örtüşüyor. Her ne kadar Oğuz Atay'ın dillendirdiği, Kafkaesk bir tespit olarak entropinin ipuçlarına giderek daha sık rastlıyor olsak da iyi bir ölümü hak etmek gerek. Kafka'da neşeli bir kahkahanın olduğu yorumuna ne diyeceğiz? Bir bunalım edebiyatının varlığı için, dilde karamsarlık yeterli mi? Dili karamsar olsa da, insana dair ümitsiz bir bakış, öykü yazan, öyküye inanan biri için daha baştan imkânsız olmalı çünkü yeryüzünde insandan ve onun hallerinden özünde soyutlanmış bir öykü yoktur. Diğer yandan, iyimserliğin veya kötümserliğin sanatta değer ölçüsü olup olmadığı konusunda Tahsin Yücel'in söylediklerine katılıyorum: 'Kötümserlik de, iyimserlik gibi, ne bir erdemdir ne bir kusur.'
- Aydın Şimşek: Kısa öykünün gerçeklikle ilişkileri hakkında neler söylenebilir? Elbette deneysellikle bağları, okurla ilişkisi, sinema ile akrabalığı; bir bütün olarak fantastik edebiyatla ilişkisi'
- Zeynep Sönmez: Düş ile gerçeğin bir yol ayırımına geldikleri tek nokta, sanırım yazının kendisi. Burada bile ayrılmıyorlar bence. 'Kurmacanın, düşselin sınanması' olduğu bilgisi, bizi yazınsal gerçeği sorgulamaya götürüyor. Bu açıdan bakıldığında 'görme biçimleri' de önem kazanıyor; gerçek, gerçeküstü ve gerçek dışının sınırları araştırılıyor. Kısa öykü burada üzerine düşeni yerine getirebilmek için, deneysel edebiyattan sinemaya, fantastik edebiyattan şiire dek, farklı disiplinlerin olanaklarından faydalanıyor. Gerçekle girdiği ilişkide, dili nasıl olursa olsun, hesapsız bir niteliği var; sona varmaya, bu sonda belli bir çıkarıma ulaşmaya ya da sunulanı kabullenmeye pek niyeti yok. Sözünü söyleyip sarsmak, sonra da çekip gitmek istiyor. Okurun olaya ya da duruma yabancılaşması, böylece gerçekleşiyor. Kısa öykünün etkisini, vuruculuğunu burada arayabiliriz. Okurunun da onun bu tavrından hoşlanması, kısalığını ve yoğunluğunu sevmesi; bir balyoz etkisine hazır olması gerek. Gündelik gerçeğin yeniden ele alınmasında ve eleştirilmesinde fantastik edebiyatın üstlendiği rolle doğrudan doğruya kurduğu ilişkiler ise, kısa öyküyü daha çok gerçeküstücülüğün sınırlarında dolaştırıyor.
RİSKLERLE BAŞA ÇIKMA
- Aydın Şimşek: Kısa öykülerde zaman, mekân, atmosfer, diyaloglar, karakterler, hareket vb. daha kaygan bir zeminde duruyor. İlk kitabınız 'Kalbin Evi' bu sorunlarla baş eden güçlü bir kurgu biçemi de yansıtıyor. Öykücü açısından böyle riskleri nasıl algılıyorsunuz? Siz öykülerinizde bu risklerle nasıl başa çıktınız?
- Zeynep Sönmez: Kısalığın, saydığınız unsurların hepsine eşit ve dengeli bir biçimde yer verilebilmesine engel olacağı açıktır. Bu durumu, kısa öykü için doğal karşılarız. Söylemek istediklerimiz için elimizde az zaman ve dar mekân vardır. Kısa öyküler de, bu zaman ve mekânın iyi kullanılıp kullanılmadıklarına göre değerlendiriliyorlar. Derinlik ve yoğunluğun kotarılmış olup olmaması, öykücü açısından değil fakat metin açısından bir risk oluşturabilir. Bu sebeple, kısa öykünün ontolojik olarak gerektiğinden uzun ve insana iyi odaklanamamış olması, toplumsalın izdüşümü olmaktan uzaklaşması, geleceğe dair öngörülerde bulunmaması, evrensel göndermeler taşımaması durumunda kaygan bir zeminden bahsedilebilir ancak. Kalbin Evi'ndeki öyküler bu anlamda dikkat çekiciyse eğer, bunun, kısa öykü yazdığım halde, klasik dramatik yapıya dayanan ve uzun öykülerin karakteristiği olan olay örgüsünü kullanma, diyaloglara yer verme, anlatımı doğrusal bir çizgide kurma gibi yapısal kimi unsurları dışlamamaya gayret ettiğim için olduğunu söyleyebilirim.
- Ahmet Telli: 'Kalbin Evi'nde 'Gövde kalbin evidir' ve 'Ve aşk gövdede misafir' diye adlandırıyorsunuz bölümleri. İnsan teki'nin anlam aradığı kendisi ise, hayat ve toplum ile kendi arasına koyduğu mesafe için ne düşünürsünüz?
- Zeynep Sönmez: Mesafelenme deyince, yabancılaşma kavramı da kendini çağrıştırıyor. Kişinin insana, topluma, hayata ve elbette kendine yabancılaşmasının dereceleri olduğunu düşünüyorum; ucu açık bir süreç. Gelip geçicilikten çok, yersiz yurtsuz olmaktan, bir köksüzlükten değil ama bağsızlıktan kaynaklanan, irademiz içindeki her türlü mesafenin özgürleştiriciliği' aidiyetle hesaplaşmak' Örneğin 'dünyaya dilin içinden bakmak'ta yatar bu; 'sürekli izleyici' olmayı seçmek. Hem içerde, hem dışarda olmak' Yaşamla bağlarınız zayıf ya da güçlüyse, izlemek zaten dayanılmazdır.
Aşk, bütün mesafelere düşman değil mi?
Kalbin Evi/ Zeynep Sönmez/Kanguru Yayınları/ 76 s.
Mehmet Başaran ile 'Büyük Aydınlanmacı Öğretmenim Hasan Âli Yücel' üzerine
Sesiyle, soluğuyla Yücel
Bu yıl köy enstitülerinin kuruluşunun 70. yılı. Adı, köy enstitüleriyle özdeşleşen Mehmet Başaran ile bugünlerde ikinci baskısı yapılan 'Büyük Aydınlanmacı Öğretmenim Hasan Âli Yücel' adlı kitabı üzerine konuştuk.
Kadir İNCESU
-Yeni yapıtınız değişik yönleriyle bin yılın Türk'ü Hasan Âli Yücel üstüne. Anlatım baba oğul sıcaklığında' Hasan Âli Yücel'in toplumsal yaşamımızdaki yeri hakkında neler söylemek istersiniz?
- Cumhuriyet, Bilim Teknik dergisi, bir sormaca düzenlemiş, 2001'de. Bin yıldır yaşadığımız bu topraklarda yetişmiş, 10 büyük insanı seçmek istemiş. 1050 Cumhuriyet okuru katılmış sormacaya ATATAÜRK başta olmak üzere Hasan Âli Yücel de, bin yılın Türklerinden biri.
- Yapıtınızın 100. doğum yılında Hasan Âli bölümünde şöyle deniyor: 'Hasan Âli Yücel'in Türk kültürüne ve Türk ulusuna yaptığı hizmetler, ulusal sınırlara sığmadı. İnsanlık dünyasına taştı. Bu nedenle Birleşmiş Milletler, Hasan Âli Yücel'in hizmetlerini UNESCO aracılığıyla tüm insanlığa yapılmış saydı. 1997 yılını bu değerli insanı anma yılı olarak adlandırdı.'
Peki, biz Hasan Âli'yi yeterince tanıyor muyuz?
- Kartal Belediye Başkanı Mehmet Ali Büklü, Köy Enstitüsü çıkışlıydı, Bir Hasan Âli Yücel yetiştirmesi sayılabilirdi. Hasan Âli Yücel Kültür Merkezi yükseltti ilçenin ortasında. Açılışa Erdal İnönü de gelmişti. Gülümseyerek, kendi biçemiyle bir anısını anlattı. Bir Hasan Âli Yücel okulu varmış Şişli'de. O okulda bir törene katılmış. Yanında oturduğu bir öğrenciye bir ara: 'Kim bu Hasan Âli Yücel? Neden adı verilmiş okulunuza?' diye sormuş. 'Herhalde varsılın biri. Bu okulu o yaptırmış o yüzden de adını vermişler' deyivermiş çocuk. Acı ama gerçek.
YÜCEL'i bu kadar tanıyoruz demek'
BİRİKİMLİ BİR EĞİTİMCİ
- Öyle demeyin efendim, 100 üniversitesi olan bir toplumuz. Şunca lise' Bildiğiniz andı içen, 500 milletvekili, koca devlet adamı tanımaz mı?
- Öyle öyle de, 'Ankara, Ankara güzel Ankara' değil artık' Tonguçsuz, Yücelsiz bir Ankara' Kurtuluş Savaşının halkçı sıcaklığını, özünü yitirmiş bir Ankara. Anamalcı dünyanın oyununa gelinmiş, Cumhuriyet dönemi kazanımları oy pazarında. Nerde o 'Akılcı eğitim' diyen aydınlık ses?.. Eğitimimiz 1950'den beri, yabancı uzmanlar güdümünde. Ağır ağır ortaçağ karanlığına itilen bir yaşam' Tonguçsuz, Yücelsiz bir Türkiye' Biçilmiş gök ekinler' Ayrıntılar, somut örneklerle veriliyor yapıtta. Hem de çarpıcı'
- Kurtuluş Savaşını kazanan halkımız, eğitim kurtuluş savaşında da yarattığı, dünyaya örnek kurumlarla epey yol almış ama ardı gelmemiş. Bunun temelinde yatan gerçekleri nasıl açıklayabiliriz?
- İşin asıl acı olan yanı da burası işte.
Hasan Âli, bir büyük ekin adamı. Rönesansı, Reformu, aydınlanma dönemini çok iyi biliyor. Balkan savaşı acılarını yaşamış, Çanakkale'ye katılmış. Kurtuluş Savaşı özlemleriyle yoğrulmuş kişiliği. Atatürk'ü yakından tanımış, 1930'da üç ay ülkeyi dolaşmış Atatürk'le beraber bakanlık temsilcisi olarak. Bir ozan, bir yazar, birikimli bir eğitimci:
Yaşayıp yaşatmak işimiz bizim
Haram lokma kesmez dişimiz bizim
Dünyada bulunmaz eşimiz bizim
Biz yeni hayatın erenleriyiz
diyebilen savaşımcı'
Yani yaşamın, Cumhuriyet eğitiminin amacı: 'Bilgiyle bilinçle üreten, hakça paylaşan, özgürce düşünen, kulluktan kurtulmuş, yeni insanı yetiştirmek' Dünya yaratıcılığının kaynaklarına açılan klasiklerin çevrilmesi, konservatuar, tiyatro, üniversite ve köy enstitüleri'
Bir pazar malına dönüşmüş, gençlik kıyımına dönüşmüş bugünkü eğitim durumunu, Taner Kışlalı'nın deyimiyle 'Milli İhanet Bakanlığına dönüşmüş bakanlığı düşünün, bir de hümanizma diyen, ülkenin her zerresinin, her insanının üstüne titreyen anlayışı' Şu insan sevgisinin, yurt sevgisinin yüceliğine bakın: 'El koyduğumuz ilköğretim davasını gerçekleştirerek Türk vatanının dağlarında, bayırlarında ve kırlarında hatta en ücra yerlerinde kendi kendisine açıp solan çiçek bırakmamak..'
- Peki nasıl oldu da geldik bu yozlaşmalara, haraç mezat satıyorum, sattımlara? Yabancı dille eğitimlere, beyin devşirmeciliğine?
- 'Millet olma insan olma davası' sayıyordu Devlet Başkanı İnönü, ilköğretimi: 'Resmi kanunlar ne derlerse desinler, vatandaşlara ne haklar tanınırsa tanınsın, hiç olmazsa ilköğretim düzeyinde bilgi almazsa haklar ve vazifeler gönüllere sinip yerleşemez. Bilmeyen, siyasi ve ekonomik kudret sahiplerinin elinde, tıplı ortaçağda olduğu gibi köle hayatı sürer ve buna ses çıkarmaz, katlanır''
İkinci Dünya Savaşı bitince, 'Siz de çok partili yaşama geçin' dediler bize. Toprak reformu yapılmamış, işçimiz sendikası örgütsüz, gelir dağılımı uçurumlu, okuma yazma oranı çok düşük' Halkın önüne konan seçim sandığından 'Siyasi ve ekonomik kudret sahipleri' yani toprak ağaları, vurguncular, devrim karşıtları çıktı. Amerika'yla da ikili anlaşmalar imzalanınca' O gün bu gündür her alanda başımıza çuval geçirilir oldu.
KIRK KARANLIĞI
- Peki o Hasan Âli ' Kenan Öner davası neyin nesiydi?
- Ha işte, o dönemi daha iyi anlamak için Uğur Mumcu'nun Kırk Karanlığı adlı yapıtını okumalı' Meğer Hasan Âli 7 yıl, 7 ay, 7 günlük bakanlığı süresince komünizmi yayıyormuş. Gerici güçlerin saldırısıyla Hasan Âli, bir ortaçağ aforozuna uğradı. İstanbul, Demokrat Parti Başkanı Kenan Öner 'Komünistleri koruyan sensin' deyince Yücel de onu mahkemeye vermişti. Adalet kavramını yaralayan bir dava oldu, uzadı da uzadı'
'Hangi sözün sonunda 'ist' gelmişse o bendim
Tanıyamaz olmuştun artık kendimi kendim'
Hasan Âli, gerçekten bir büyük devlet adamı. Bin yılın on Türk'ünden biri. Ben kitabımda Cumhuriyet aydınlanmacılığına ivme kazandıran o güzel insanın sesini, soluğunu, çalışmalarını duyurmaya çalıştım okurlara'
'Elleri gözleri yapılarda harç
Ey gericiler çıkarcılar ey
Kafanızı taşlara vurun
Hasan Âli canlı bir anıt
Halkımızın yüreğinde'
Mehmet Başaran, 'Büyük Aydınlanmacı Öğretmenim Hasan Âli Yücel' / Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 2. Baskı, Şubat 2010/212 s. Yorum (0) | Yorum yaz! | Bağlantı | Etiketler : Talip Apaydın,M. Sadık Aslankara,AlsahBlog Başlangıcından Bugüne Türk Romanı Zamandizini / Ali ŞAHİN Tarih: 13:24 on 15/5/2010 Kategori: Edebiyat Arastirmalari , Kitap
Başlangıcından Bugüne Türk Romanı Zamandizini 1 (1872- 1929)/ Ali ŞAHİN
Başlangıcından Bugüne Türk Romanı Zamandizini 2 (1930- 1939)/ Ali ŞAHİN
Başlangıcından Bugüne Türk Romanı Zamandizini 3 (1940- 1949)/ Ali ŞAHİN
Başlangıcından Bugüne Türk Romanı Zamandizini 4 (1950- 1959) / Ali ŞAHİN
Başlangıcından Bugüne Türk Romanı Zamandizini 5 (1960- 1969)/ Ali ŞAHİN
Başlangıcından Bugüne Türk Romanı Zamandizini 6 (1970- 1979) / ALi ŞAHİN
Başlangıcından Bugüne Türk Romanı Zamandizini Taslağı 7 (1980- 1989)/ Ali ŞAHİN
Başlangıcından Bugüne Türk Romanı Zamandizini -Taslak- 8 (1990- 1999) / Ali ŞAHİN
Başlangıcından Bugüne Türk Romanı Zamandizini -Taslak- 9 (2000- 2006) / Ali ŞAHİN
Başlangıçtan Günümüze Türk Edebiyatında Roman Zamandizini (1872- 2006) / Kronoloji
Ali ŞA
2004'TE ROMAN
Ali ŞAHİN _____________________________________________________________________
A. Mümtaz İdil: Çılgın Keşiş Rasputin; A. Mümtaz İdil: Dehşetin Kanlı Gölgesi Calıgula; Abdullah Ayata: Son Ermeni; Adem Özbay: Saraydaki Mesih; Adnan Binyazar: Ölümün Gölgesi Yok; Adnan Nur Baykal: Hürrem Sultan İle Söyleşi; Ahmet Cemal: Kıyıda Yaşamak; Ahmet Karcılılar: Anonim, Kitap; Ahmet Kekeç: Derin Roman, Selis; Ahmet Önel: Sesin Kabuğu; Ahmet Saatçioğlu: Hayalle Uzlaşma; AlevAlatlı: Aydınlanma Değil, Merhamet!; Ali Arslan: Serçe-2; Ali Cevat Akkoyunlu: Hedef İblis; Ali Ece: Ayın En Güzel Hali; Ali Ezger Özyürek: Muhacirler: Bitmeyen Göç; Ali Osman Ölmez: İki Buçuk; Ali Öztunç: En Son Umutlar Ölür -Afganistan'dan Irak'a-; Ali Sinan Gülsen: İki İnsan İki Anıt; Alp Sezener: Üç Buçuk; Alper Canıgüz: Oğullar ve Rencide Ruhlar; Altan Çimen: Kuantum Şifresi, Doğan Kitap; Altay Öktem: Tanrı Acıkınca; Anastasia Kalyoncu: Bana Veda Etme; Aras Ören: Yanılsamalar ve Sonrası; Armağan Ethemoğlu: Son Masal; Armağan Tunaboylu: Yıldız Cinayetleri; Arzu Çur: Ayşegül Boşanıyor; Aşkın Olgun Labella: Benimle Dans Eder misin Amerika?; Atilla Dirim: Altın Ordu Kartalı Edigey; Attilâ Şenkon: Gökkuşağına İki Bilet; Ayça Seren Ural: Lirik Soğan; Aydın Batur: Bir Gece Toplantısı; Aydilge Sarp: Altın Aşk Vuruşu; Aydoğan Yavaşlı: Ben Öğretmen Kubilay; Ayhan Kaya: Mordem'in Güncesi; Ayhan Uçmaklı: Havaalanı Faresi; Aykut Görkey: Kum Saati; Ayşe Akdeniz: Ateşle Tango; Ayşe Kulin: Gece Sesleri; Ayşe Şasa: Şebek Romanı, Gelenek; Ayşegül Devecioğlu: Kuş Diline Öykünen; Ayten Ayan: Yaprakların Döküldü Eylül; Baki Koşar: Tarkuşu; Barış Bıçakçı: Bizim Büyük Çaresizliğimiz; Başak AKÇAN: Savaş Alanı; Başar Akşan: 5; Bedirhan Toprak: Dün Gördüm Gece Bir Rüya; Betül Akdoğan: Sonra Bana Kuş Dediler; (Uzun Öykü); Bilgesu Erenus: Çağrı; Bircan Kırlangıç Şimşek: Selvinin Dalları; Burak Eldem: Seni Tılsımlar Korur; Burhan Günel: Ateş ve Kuğu; Bülent Akkurt: Erguvanlar Açarken; Bülent Akyürek: Ve Tanrı Ağladı; Bülent Ruscuklu: Şeytan Krallığı (Uyuşturucu Baronları); Cahide Birgül: Ah Tutku Beni Öldürür müsün?; Cahide Günay: Çalınmış Sevgi; Can Eryümlü: Kalimerhaba İzmir; Can Giray: Ahit Sandığı; Can Giray: Bor Büyüsü; Celil Oker, Elif Şafak, Faruk Ulay, Murathan Mungan, Pınar Kür: Beşpeşe; Celil Oker: Kramponlu Ceset; Cem Akaş: Kant Kulübü; Cem Mumcu: Makber; Cem Şancı: Centilmenler İçin Adım Adım Kötü Kızlarla Flört Rehberi; Cemal Dindar: Politik Psikolojinin Cinleri; Cemal Özçelik: Yasak Ateş'in İntikamı -Bir Yol Efsanesi-; Cemil Kavukçu: Suda Bulanık Oyunlar; Cengiz Özakıncı: Münevver; Cengiz Özakıncı: Neveser; Cezmi Ancil: Binbaşının Düdüğü; Cüneyt Ülsever: Hacı; D. Ali Gültekin: Çıplak Düşler Kahvesi; Demir Özlü: Amerika 1954; Deniz Günal: Işıltılı Venüs; Doğan Yurdakul: Sırların Kavşağında; Duygu Asena: Paramparça; Elif Şafak: Araf ; Emel İnci: Yanya’da Bıraktım Kalbimi; Emel Nilgün: Ateşten Altınlar; Emin Göncüoğlu: Öteki Hayatlar; Emine Çal: Güz Kasabası; Engin Geçtan: Tren; Engin Kandemir: Kızımı Benden Koparamazlar; Enis Batur: Mürekkep Zaman; Enver Günsel: Kırık Kanatlar; Erdem Sabih Anılan: Kanuni- Padişahlar da Ağlar-; Erdoğan Baysal: Tütün Parası; Erhan Pınarbaşı: Munzur ile Pülümür -Sevdalı Irmaklar-; Erkan Karagöz: Yüreğinin Seğirdiği Andır Aşk: Erkut Deral: Kötü Ölü; Erol Toy: Sır Küpü; Ersan Üldes: Aldırılan Çocuklar Örgütü; Ertunç Barın: Yorumcu; Fatih Kaynak: Hiçliğin Aynasıydım Ben; Fatma Karabıyık Barbarosoğlu: Hiçbir Yer; Fatma Köktaşı: Mina- Güzel Kadınların Çirkin Dünyası-; Fethiye Çetin: Anneannem; Funda Kalaycıoğlu: Nüveyra; Funda Kalaycıoğlu: Bir Derya Öyküsü -Adalı-; Füsun Göncü: Spastik, Psikopat ve Zippo Çakmak; Füsun Önal: Bay G; Gaye Boralıoğlu: Meçhul; Gökçen Yılmaztürk: Aralık Roman; Göksel Yılmaz: Tanrının Zamanı; Gönül Kıvılcım: Parçalı Aşklar; Gülay Eben: Zıvana; Gülayşe Koçak: Topaç; Güler Buğday: Dağların Rengi Kırmızı; Güler Kazmacı: Anarşist Bir Kadının Aşkları; Gülriz Sururi: Seni Seviyorum; Gülseren Engin: Yorgun ve Yaralı; H. Erhan Bener: Sıradışı Bir Kadının Otobiyografisi; Hakan Bıçakçı: Boş Zaman; Hakan Gezik: Alaeddin Keykubat -Çift Başlı Kartal-; Hakan Günday: Piç; Hakan Karahan: 19; Hakan Nesser: Karambol; Hakkı Yalçın: Yürek Ağlar Gözden Önce; Uzun öykü Haldun Çubukçu: Yıldızsayan; Haldun Hürel: Ölerek Yaşıyorum; Halil Bezmen: Memo’nun Olağanüstü Maceraları; Halil Gökhan: Konuşan Kadın; Halim Bahadır: Tutunuş; Halim Bahadır: Gördüm, Dokundum... ve Sevdim; Hamdi Özyurt: Ay Aslında Camdandır; Hamdi Özyurt: Senin İçin Bir Düş Kurdum; Handan Öztürk: Doğu'nun Çıplak Kadınları; Hande Öcan: Güllerim Açtı Seni Görünce; Hasan Eren Çağatay: Sığınak; Hasan Öztoprak: Devamı Hayat; Hayri Erdoğdu: Oynatmak-Kalabalık Yalnızlıklar-; Hilal Çelenk: Beyaz Kelebekler de Öldü; Hüseyin Latif: Mavi Ölüm; İbrahim Altun: Sıcak; İhsan Tavşancıl: Deli Güllü; İlhan Uçkan: Aşk Büyüsü; İnanç Çakıroğlu: Gölge Avcıları Kulübü; İrem Levent: Siyah Masumiyet Beyaz Günah; İskender Pala: Babil'de Ölüm İstanbul'da Aşk; İskender Pala: Leylâ ile Mecnun; İsmail Güzelsoy: Ruh Hastası; İsmail Karali: İlkeller Cehennemi; Kaan Arslanoğlu: Yoldaki İşaretler; Kaan Kayahan: Yağmuru Bağışlar Gibiyim; Kamil Karlıdağ: Karga Korosu; Kâmuran Gürün: Doğunun Çağrısı; Kaya Sancar: Aşkın ve Kederin Kitabı; Kemal Selçuk: Ay Aşkları; Kurtuluş Osman: Kurtların Son Konseyi; Latife Tekin: Unutma Bahçesi; Levent Mete: Terapi; Lilay Koradan: Aşkmetre: Aşkınızın Boyunu Ölçün; M. Recai Özgün: Laz Muhammed; Mehmed Uzun: Dicle'nin Sesi; Mehmed Uzun: Yaşlı Rînd'in Ölümü; Mehmet Ali Bulut: Derviş ve Sinha; Mehmet Culum: Azap Ağa Bir Ege Hikayesi; Mehmet Demirkaya: Kurtlar Sofrasında Kan; Mehmet Emin Kazcı: Bir Sevda Terapisi; Mehmet Eroğlu: Kusma Kulübü; Mehmet Güler: Yüreklerde Fay Hattı; Mehmet Murat Somer: Huzur Cinayetleri; Mehmet Murat Somer: Peruklu Cinayetler; Mehmet Naci: Postal Ülkesinde Aşk; Mehmet Niyazi: Yemen! Ah! Yemen!...; Mehmet Rifat: Kan ve Altın -Vampir Günlükleri-; Mehmet Yaşin: Uzakname; Memduh Bayraktaroğlu: Sahte Melekler -Hortumcuzadeler-; Mende Nazer: Köle -Gerçekten Özgür müyüm?-; Mine G. Kırıkkanat: Sinek Sarayı; Mine Söğüt: Kırmızı Zaman; Murat Çelik: Gülziya; Murat Gürsoy: Bu Filmin Kötü Adamı Benim; Murathan Mungan: Çador; Mustafa Akgün: Gönül Dağı; Mustafa Soylu: Korkuyorum Baba Korkuyorum; Müge İplikçi: Kül ve Yel; Müjdat Gezen: Meşhur Yenikapı Cinayeti; Müzeyyen Yılmaz: Damağımda Aşkın Tadı; Namık Doymuş: Cesaretin Ötesinde; Naşide Gökbudak: Asıl Adı Atiye; Naşide Gökbudak: Sıdıka Hanım; Nazan Bilgel: Travnik'ten İzmir'e; Nazmi Gökçeli: Duvarlarda Kaldı; Necati Goksel: Hayat Askıda; Neslihan Acu: Kadından Donkişot Olmaz; Neslihan Acu: Meltem K’yı Kim Öldürdü?; Nesrin Turhan: İhtilalin Süvarisi; Nihat Behram Miras; Nihat Ziyalan: Menekşeli Konak; Nilüfer Ülgen: Garip Bir Roman; Nurettin Aslan: Dersimin Delileri; Nuriye Akman Nefes; Oktay Sönmez: Acapulco'nun Işıkları; Onur Caymaz: Seni Hatırlatan Yıldızlar; Oray Eğin: -Kal; Orhan Kandemir: Kızımı Benden Koparamazlar; Orhan Miroğlu: Dijwar -Onlara Dair Her Şey-; Orhan Yıldırım: Çoruh Seni Lanetliyor -Bir Katilin Anatomisi-; Osman Akınhay: Gün Ağarmasa; Osman Aysu: Doğum Günü: 15 Aralık; Osman Aysu: Kuş Kafesi; Osman Aysu: Sevdim Bir Genç Kadını; Osman Çağlar: Anastasia- Megaliyeya-; Osman Özbaş: Dağ Sürgünleri; Osman Tunaboylu: Rumeli'den Esen Yel; Oya Baydar: Erguvan Kapısı; Ömer Nevsuhan Çiftçioğlu: Karalâle; Ömer Osman Erendoruk: İçimizdeki İnci Taneciği; Önay Sözer: İsis'in Düğümü; Önder Saraloğlu: Cennet Sevgilim; Özde Ünkan: Alazda; Özlem Kumrular: Hoşçakal Milano, Hoşçakal Aşkım; Raif Karadağ: Deryaları Dize Getirenler; Ramazan Kaya: Umuda Yeşerenler; Refik Erduran: Er Oyunu; Refik Erduran: Kavşak; Reşit Karadağ: Direnmenin Bedeli; Rıza Kıraç: Senin İçin Değil; Sabâ Altınsay: Kritimu -Girit'im Benim-; Sabahattin Keleş: Son Görev; Sabit Sümer: Gölge Kardeşliği; Sabri Kuşkonmaz: Çık Dışarı; Sadık Yalsızuçanlar: Hiç; Sadık Yemni: Ölümsüz; Sebahattin Demiray: Ecel Sarayında Gece; Seda Arun: Ben de Ben; Selami Gürel: Soluksuz; Selim Berekat: Sur'u Üfle; Selim İleri: Yarın Yapayalnız; Selim Özay: Cendere; Selim Yeniçeri: Enigma; Serdar Rifat: O Saatte, O Yerde; Serdar Rifat: Parodi Yaşamlar; Serkan Özburun: Yürek Lider; Sevgi Saygı: Gezgin; Seza Kutlar Aksoy: Aşk Kalır; Sezar Aygen: Dıştakiler; Sezgin Kaymaz: Zindankale; Sinan Meydan: Beyaz Kule -Hürriyet Savaşçılarının Mâbedi-; Sinem Güdüm: 30+Yalnızlığa Veda; Solmaz Kâmuran: Banka; Suzan Karaer: Aşkın Duyulmayan Çığlığı; Suzan Samancı: Korkunun Irmağında; Süheyla Acar: Yağmurun Yedi Yüzü; Süreyya Evren: Buruşuk Arzular; Şafak Karaman: İmajıma Dokunma; Şahin Akçap: Eylülsüz Sonbahar; Şakir Bilgin: Bir Daha Susma Yüreğim; Şebnem İşigüzel: Çöplük; Şebnem Şenyener: 30 Şubat; Şefik Asan: Kaçış:Bir Siyasi Firarinin Not Defterinden; Şule Türker: Napoleon: Vatansız Asker; Şükran Kozalı: Eğreti Gelinler; Şükran Yiğit: Bir Akdeniz Kedisi; Tahir Abacı: Adı Senfoni Kalsın; Tarık Dal: Şeytanın Vasiyeti; Tarık Tufan: Ve Sen, Kuş Olur Gidersin; Tekin Sönmez: Söylence Berlin; Tolga Gümüşay: Pembe Tuvalet; Tuna Serim: Tek Bacaklı Kızıl Balerin; Tülay Ferah: Gidersen Ölmem; Tülin Erbaş: Göç Şarkıları -Uzak İllerden, Bizim Ellere...-; Tülin Erbaş: Gülistan; Tülün Yalçın: Osmanlı da Bir İngiliz Gelin; Türkay Demir: Aşk ve Öbür Duygular; Ufuk Kemal: Bir Ölüyüm; Ufuk Kemal: Son Sapkın Gen; Uygar Şirin: Anne Tut Elimi; Ünsal Özünlü: Kar Çiçekleri; Vecdi Çıracıoğlu: Serseri Standartları Sempozyumu; Vedat Türkali: Kayıp Romanlar; Y. Hakan Erdem: Kitab-ı Duvduvani; Y. Hakan Erdem: Unomastica alla Turca; Yahya İdiz: Bir Kaçışın Öyküsü; Yaprak Eldem: Ben Öyle Sandım; Yasemin Yazıcı: Vampir Tangosu; Yaşar Bedri (Özdemir): Cabülka-Yolcu ile Derviş Meseli-; Yekta Kopan: İçimde Kim Var; Yılmaz Karakoyunlu: Yorgun Mayıs Kısrakları; Yılmaz Odabaşı: Şarkısı Beyaz; Yiğit Bener: Kırılma Noktası; Yüce Yöney: Üçüncü; Zehra İpşiroğlu: İzler; Zehra Tezvaran: Dişidir Mayıs Ayı…; Zeki Bulduk: Züleyha; Zeki Nurçin: Varzebau Rüyaları; Zeki Yücel: Son Feodal; Zeynep Akça Bayramoğlu: İstifa; Zeynep Mansur: Platonik Bir Aşk;
HİN __
2005 Romanları: İlk Akla Gelenler.../ Ali ŞAHİN
AKÇAM, Alper: Masalsı AKGÜN, Mustafa: Ağrı'da İki Mevsim AKHANLI, Doğan: Madonna'nın Son Hayali ALTAN, Ahmet: En Uzun Gece ALTUN, Selçuk: Annemin Öğretmediği Şarkılar ANAR, İhsan Oktay: Amat ANIL, Mehmet: Bitik ARAL, İnci: Taş ve Ten ARİF, Aydın: Foto Şıpsevgi ARKAN, Hüsnü: Uzun Bir Yolculuğun Bittiği Yer ARTUN, Cihangir: Dön Evine Bırak Esrarı ASENA, İnci: Aldanış BÜKTEL, Coşkun: Fiyasko ÇELİK, Nevzat: Bağışlanmış Hüzün DEMİRAL, Seran: Yaşayan Ölü Avcısı: Münzevi 1 DENGİZ, Aliyar: Baba Oğul ve Hayal DERAL, Erkut: Kötü Ölü DEVECİOĞLU, Barbaros: Otoyol Kenarında Yanan Ateşler DİKENELLİ, Çağan: Taşıyıcı ERAY, Nazlı: Beyoğlu'nda Gezersin ERDOĞAN, Aslı: Hayatın Sessizliğinde (roman formunda yazılmamış) ERGİN, Özgen: Fırdöndü ERKUT, Erdal: Asala'dan Bir Kız Sevdim ERKUT, Erdal: Sekiz Yalnız Kadın EROĞLU, Mehmet: Düş Kırgınları EŞBER, Halide: Her Şey Seninle FARAÇ, Mehmet: Son Gâvur GÖKSEL, Necati: Kara Kadife GÜLSOY, Murat: Sevgilinin Geciken Ölümü GÜZELSOY, İsmail: Sincap HÜKÜMENOĞLU, Hikmet: Kar Kuyusu İLDAN, Mehmet Murat: Antikacı Arago'nun Günlüğü İLYASOĞLU, Evin: Teodora'nın Düşmanları KARNAS, Mustafa: Çürük Elma Operasyonu KIRAÇ, Rıza: Düşmüş Erkekler Masalı KİREMİTÇİ, Tuna: Yolda Üç Kişi KOÇ, Hamdi: İyi Dilekler Ülkesi KOZANOĞLU, Can: Acemi Eğitimi LEVİ, Mario: Lunapark Kapandı MENTEŞ, Murat: Dublorün Dilemması METE, Levent: Rika'nın Beyninde OKER, Celil: Bir Şapka Bir Tabanca OKUR, Yiğit: Deniz Taşları ÖKTEM, Altay: Bu Kitaptan Kimse Sağ Çıkamayacak ÖNDER, Olcay: Gölgedekiler ÖZAKMAN, Turgut: Şu Çılgın Türkler PARLAR, Canan: Sıfır Baskı PİRSELİMOĞLU, Tayfun: Şehrin Kuleleri ŞENGEL, Piraye: Hayal Tutulması TEOMAN, Ali: Bir Garip Cindi Zümrüdüanka TOPAL, Semra: Gece Gülüşü TOPTAŞ, Hasan Ali: Uykuların Doğusu TUNABOYLU, Armağan: Resim Cinayetleri ÜNVER, Mehmet: Kırmızı Fener Sokağı YEĞİNOBALI, Nihal: Belki Defne YEMNİ, Sadık: Yatır YENİÇERİ, Selim: Kralların Yolu-2012 Destanı 1 YILDIRIM, Orhan: Beyaz İntikam YILMAZ, Müzeyyen: Kod Adı: C.E.Y.D.A YÜCEL, Tahsin: Kumru ile Kumru ZAİM, Feyza: Altın Yaldızlı Adam
2005'TE ROMAN
Ali ŞAHİN ____________________________________________________________
2006'DA ROMAN
Ali ŞAHİN ____________________________________________________________
2006 YILINDA İLK BASIMI YAPILAN TÜRK ROMANLARI 1
2006 YILINDA İLK BASIMI YAPILAN TÜRK ROMANLARI 2
_
2006'DA ROMAN - İLK KİTAPLAR: (175 KİTAP*)
2006 A. Abbas ÇELİK, Unutulmuş Topraklar, Palme; 2006 A. Didem USLU, Zaman Ötesinde Buluşma, Kibele; 2006 A. Nijad SİREL, Yatağan-Hesaplaşma, Gendaş Kültür; 2006 Abdurrahman TOPÇU, Berta, G; 2006 Adnan TURGUT, Çaça: Eşrefpaşa'da Romans, Günizi; 2006 Afife DEMİRTAŞ, Aslan Osmanlı, Anfora; 2006 Ahmet Aziz ÇONGARLI, Yılankayası, Akçağ; 2006 Ahmet AZİZ, Triumvira, Yalçın; 2006 Ahmet B. ERCİLASUN, 2BA Beden Beyin Akımı, Akçağ; 2006 Ahmet KANTER, Saydamlaşma, Arı Sanat; 2006 Ahmet Şükrü KILIÇ, Oyunbozan, Tablet; 2006 Ahmet TULGAR, Volkan'ın Romanı, Everest; 2006 Algan SEZGİNTÜREDİ, Katilin Şeyi, İthaki; 2006 Ali DEMİREL, Akşam Çayı, Işık; 2006 Ali, Secde, Karakutu; 2006 Aslı TOHUMCU, Yok Bana Sensiz Hayat, İş Kültür; 2006 Asuman GÜZELCE, Zamanın Yakama Yapıştırdıkları, Ötüken; 2006 Atilla AKAR, Kamikaze Operasyonu, Timaş; 2006 Ayça ŞEN, Saatçi Bayırı, Okuyanus; 2006 Ayhan ÇORBACIOĞLU, Atlantis'ten İstanbul'a, Güzel Dünya; 2006 Ayhan IŞIL, İnden, Aykitap; 2006 Ayşe CEMİLE, Zağfiran'da Kırık Beyaz Zamanlar, Gendaş Kültür; 2006 Ayşe Işık GÜL, Yusuf'un Yüreğindeki Işık, Karakutu; 2006 Aytekin GEZİCİ, İmralı Firarisi, Akis; 2006 Bahar ÖZDEMİR, Sözlerinle Sarıl Bana Hayallerim Üşümeden, Sinemis; 2006 Bekir Sıtkı SEZER, Yolun Sonu Fırat, 47 Numara; 2006 Bilal CİVELEK, Derdo, Emre; 2006 Billur Cavidan YILMAZYİĞİT, Çocukluğumun Ak Saçları, Tera; 2006 Bir Endülüs Hikâyesi, Pan; 2006 Cafer TİRYAKİ, Maya, Berfin; 2006 Canan Öztanık TEMİZ, Git Dedim Kendime, Cinius; 2006 Cemal TÜRKER, Teşrin Fırtınası, Benseno; 2006 Cengiz T. ASİLTÜRK, Sırlanmış Zamanın Gölgesinde, İnkılâp; 2006 Cenkut YILDIRIM, Devşirme, Neden Kitap; 2006 Ceren ATEŞ, Şizofren Kelimeler, Nokta; 2006 Cüneyt AYRAL, Müjgan, İdeas; 2006 Cüneyt KORYÜREK, Çömez, Doğan; 2006 Çağatay ÜSTÜN, Gerçekler Bilinir Sırlar ise Asla, Babıali; 2006 Çetin AGAŞE, Öfkeyle Vals, Truva; 2006 Deniz ÇAKIR, İtinasız Erkekler Kulubü, Selis; 2006 Deniz KARAMAN, Şahın Düşüşü, Simge; 2006 Duransel DOĞAN, Selvihan, Romantik; 2006 Efsun ÖNDER, 9. Operasyon, Birharf; 2006 Emrah SERBES, Her Temas İz Bırakır, İletişim; 2006 Emre MİYASOĞLU, Yalnızlık Rüyası, Konak; 2006 Enver AYSEVER, Bir An Bin Parça, Epsilon; 2006 Enver Kemal ADA, Ömür Kuşu, Şema; 2006 Erdal BALCI, Harun, İletişim; 2006 Erdoğan AKTAŞ, Aşık Olan Terkeder, Birharf; 2006 Ergin ATLIHAN, Hayta, Okuyanus; 2006 Ertuğrul BURAK, Cariyeler Saltanatı, Manifesto; 2006 Esin COŞKUN, Hayal, Dharma; 2006 Evren BAYRAM, Karşılaşma, Yol; 2006 Eylül ERASLAN, Küllerim Savrulur Geçmişe, Marka; 2006 Faruk MAĞAT, Öteden Gelen, Karakutu; 2006 Fatma Gülbahar MAĞAT, Bir Kadın Ağlıyor, Akış; 2006 Fendiye KARTAL, Matruşkanın Rüyası, Sinemis; 2006 Ferhan ŞAYLIMAN, Zaman Geriye Dönmez, Merkez; 2006 Ferhat ULUDERE, 1001 Fıçı Bira, Çitlembik; 2006 Fuat ANDIÇ, Elveda Yurdum: İki Şehrin ve Bir Kavimin Hikayesi, Eren; 2006 Fuat YILDIRIM, Makarios'un Laneti, Kül Sanat; 2006 Gökhan BARLAS, Amerikan Rüyası Ölümün Yükselişi, Dharma; 2006 Gülcemal, Mylassiad, Kırmızı Korsan; 2006 Güldem ŞAHAN, Gülgez, Everest; 2006 Gülten SUVEREN, Makasçı, Altın; 2006 Güray SÜNGÜ, Pencereden, Birharf; 2006 Gürhan KUŞKANAT, Kıyısız Gemiler, Doğan; 2006 Gürkan HACİR, Efe Başvekil, Remzi; 2006 H. Erkut PEREK, İmparatorluğun Dönüşü Kutsal İttifakın Çöküşü, IQ; 2006 H. Errol GELARDIN, Sabetaycı Selim'in Öyküsü, Dharma; 2006 Hakan GÜNEŞ, Zeus'un Şifresi, BilgeKarınca; 2006 Haluk YILDIRIM, Ak Parti'nin Çöküşü, Akis; 2006 Hamza YARDIMCIOĞLU, Kutsal Klon, Kuzey; 2006 Handan TOPÇUOĞLU, Akşamlar Kömür Kokardı, Erciyes; 2006 Hande ALTAYLI, Aşka Şeytan Karışır, Okuyanus; 2006 Hasan ÖZTÜRK, Yaralı Kaldı, Mercek; 2006 Hasret BİRSEL, Cemreye Hüzün Düştü, Mephisto; 2006 Hüseyin KIRAN, Resul, Metis; 2006 Hüseyin LATİF, Sence Aşk Nedir, BizimAvrupa; 2006 Işıl YÜCE, Aşkın İki Yüzü, Tera; 2006 İbrahim Halil AYCAN, Yüreğimdeki Uğultu, Alan; 2006 İlker SELMAN, Otani: Yeşilderililer, Altın; 2006 İlknur KÖKNAR, Hoşgeldin İki Günüme, Arı Sanat; 2006 İpek Mutaf BÖLER, Eda, Elma; 2006 İsmet ELÇİOĞLU, Kod Adı: 3.57 Magnum, Günizi; 2006 İzzet Harun AKÇAY, General Söz Verdi/Bahar Ülkesi 1, Berfin; 2006 Kadir TANIR, Şeytan Sarmalı, Timaş; 2006 Koray Barış İNCİTMEZ, İçinde, Birharf; 2006 Kutsiye BOZOKLAR, Kavga Düştü Payıma, Ceylan; 2006 Lütfü ŞEHSUVAROĞLU, 2024, Elips; 2006 Mehmet AKAR, Bir İkindi Vakti, Aram; 2006 Mehmet ALPEREN, Çöl Aslanı, Karakutu; 2006 Mehmet CANDAN, Kirpi, Romanevi; 2006 Mehmet SÖĞÜT, Karanlıktaki Gölge, Aram; 2006 Mehmet UHRİ, Hayat Semaverin Deminde, Selis; 2006 Meltem İNAN, Yeni Bir Şiva, Dharma; 2006 Mete KATİPOĞLU, Aşk Vebasının Dirilişi, Avrupayakası; 2006 Mıgırdıç MARGOSYAN, Tebih Taneleri, Aras; 2006 Miyase SERTBARUT, Piper Pa-25, Can; 2006 Murat ÇAVGA, Peymani, Selis; 2006 Murat DEMİRDÖĞEN, Kutsal Savaş, Karakutu; 2006 Murat İDE, Şeriatın Kestiği Yürek, Birharf; 2006 Murat ÜNVER-Özger NAYMAN-Selçuk KİRAZ,www.satrab.net, Asil; 2006 Mustafa BÜLBÜL, Merhaba Ses, İnkılâp; 2006 Mustafa ÇİFTÇİ, Aşkım Gözyaşı Oldu, Emre; 2006 Mustafa F. USTA, Kızılırmak'ta Gülbiçen, Ra; 2006 Mükerrem ÇETİNALP, Şahmeran ve Keje, Aktüel; 2006 Mülazım YILDIRIM, Bebek, Truva; 2006 Nazar Şara ŞATANA, Asar Şamil ve Rus Terzi, Truva; 2006 Nazım TEKTAŞ, Cengiz Han Cehennemden Gelen Adam, Çatı; 2006 Necati Ulunay UCUZSATAR, Dağların Gözyaşları, Derin; 2006 Necip KIYLANİ, Acıyı Kalbime Gömdüm, Beka; 2006 Nejat TURHAN, İstanbul Depremi, Romanevi; 2006 Nergiz TOKAY, Bombadaki Giz, Berçem; 2006 Nevres Kırdar PFISTER-Dilek KÖSE, Benim İçin Ağla, Gölge; 2006 Nurgün ERDİNÇ, Aşk Kusura Bakmaz, Düş; 2006 Nurten ERTUL, Kimlik, Nesa; 2006 Oğuz TÜRKKAN, Gökşin: Tunç Çağında Aşk, Altın; 2006 Osman AKALIN, Yükseklerde, Arka Oda; 2006 Osman PAMUKOĞLU, Ayandon, İnkılâp; 2006 Ömer ÇAVUŞ, Düşlerdeki Cellat, Emre; 2006 Ömer F. OYAL, Sürgün Ruhun Rüya Defteri, Literatür; 2006 Parla ŞENOL, Parlama Noktası, Gita; 2006 Pınar GEDİK, Herkesin Hikayesi, Kelebek; 2006 Remzi ÇAVUŞ, Hain Kim?, Yitik Hazine; 2006 S. Dursun KUVEL, Soylu Sessizlik, Elips; 2006 Saliha NİLÜFER, Sebastian Knight: 2006 Salim KÖSE, Kirli Sadet, Hayat; 2006 Sedef ECER, Hercai Fişek, Alkım; 2006 Selma GÖKÇEK, Yani İçimizdeki İyilik, İlkbiz; 2006 Selman KAYABAŞI, Türkiye'nin Gözyaşları, Truva; 2006 Selvigül ŞAHİN, Yusufhan, Nesil; 2006 Sema BEKMEZ, Ay Işığında Uçurum, Erişim; 2006 Sema KAYGUSUZ, Yere Düşen Dualar, Doğan; 2006 Serhat AYAN, Gizli Kadınlar Örgütü, Yakomoz; 2006 Serhat GÜNEY, Gezinti, Çengeliğne; 2006 Servet ERSOY, Yalnızlığın Madalyonu, Karakutu; 2006 Sevgi ÖZER, Yıldızlar mı Suçluydu?, Çınar; 2006 Sibel ERASLAN, Balık ve Tango, Dergâh; 2006 Sibel ORAL, Beni Beklerken, Goa; 2006 Sibel TÜRKER, Şair Öldü, Doğan; 2006 Sinan GÜRSOY, Yasemin Kurt Öldü, Kum; 2006 Stella M. TREVEZ, Söz Yaşlarım, Remzi; 2006 Süleyman YÜCEL, Yeleli Kurt, Karakutu; 2006 Ş. Adnan ŞENEL, Şafak Sözü, Elips; 2006 Şadiye Furkan DEMİRTAŞ, Sıla, Moralite; 2006 Şakir DOĞAN, Yaratıcım ve Ben, Kora; 2006 Şebnem YÜCE, 51 Leylakları, 47 Numara; 2006 Şerif KAPAN, Kapanmasın Kirpiklerin, Çengeliğne; 2006 Şevki İŞBİLEN, Hz. Davud'un Yıldızı, Karakutu; 2006 Tarkan BARLAS, Lanetli Oda, Everest; 2006 Teoman ŞİRİN, Costa Casinias'ın Sandalı, Liman; 2006 Toksöz B. KARASU, Yahudi Efendi, Everest; 2006 Tufan TÜRENÇ, Kısasa Kısas, Bileşim; 2006 Turgay FİŞEKÇİ, Hep Yanımda Kal, İnkılâp; 2006 Turgay GÜLER, Mehdix, Popüler; 2006 Tülay ARICI, Ben Bir Çiviyim, Saküder; 2006 Uğur ULUDAĞ, 3. Türden Yakın İlişkiler, Neden Kitap; 2006 Ümit Fehmi SORGUNLU, Gülün Müjdesi, Kaynak; 2006 Üstün DÖKMEN, Ladesçi, Sistem; 2006 Vecdi TAMER, Yoğun İyot Kokusu, Nergiz; 2006 Yaşar ERDİNÇ, Para Harekatı, Scala; 2006 Yeşim SOYDAN, İbreti Alem, Uydu; 2006 Yıldız RAMAZANOĞLU, Kırmızı, Selis; 2006 Yiğit KULABAŞ, Zamanya, YFK; 2006 Yunus Emre ALTANAY, Ses, Evreca; 2006 Yüksel AYAYDIN, Sırlar Gömülmeyi Reddeder, Babıali; 2006 Yüksel KOCADORU, Fatih ve Da Vinci, İm; 2006 Zafer ŞENOCAK, Tehlikeli Akrabalık, Alef; 2006 Zekeriya YILMAZ, On 7 İstanbul İçin Kıyamet Vakti, Karakutu; 2006 Zeki BÜYÜKTANIR, Madımak, Can; 2006 Zeynep KAYADELEN, Yitik Mevsim, Kaynak; 2006 Zübeyde MERT, Öte-Nazi Katliamın Tarihçesi, Cinius; 2006 Zübeyr TOKGÖZ, Küre, Elips; 2006 Zühal İZMİRLİ, Beylerbeyi'nden Yükselirken Hüzün, Neden Kitap.
Kaynak: (*) A. Ömer TÜRKEŞ; Hatırda Kalanlar; Radikal Kitap; 22.12.2006 A. Ömer TÜRKEŞ; Roman 'Fantazması' Radikal Kitap; 29.12.2006
_
2009'DA ROMAN ______________________________________________
2009R Ali Alkan İnal: Şimdi Sadece Ona Bir Ad Koymam Gerek; 2009R Alper Akçam:Geçmiş Bir Zamandı; 2009R Aslı E. Perker: Cellat Mezarlığı; 2009R Ayfer Tunç: Bir Deliler Evinin Yalan Yanlış Anlatılan Kısa Tarihi (Can); 2009R Ayşe Cemile: Reddedilenler Kulübü; 2009R Ayşe Kulin: Umut; 2009R Behçet Çelik: Dünyanın Uğultusu (Kanat); 2009R Cahide Birgül: Eflatun Koza (Everest); 2009R Doğan Akhanlı: Babasız Günler; 2009R Ece Vahapoğlu: Öteki; 2009R Elif Şafak: Aşk (Doğan); 2009R Emrah Serbes: Erken Kaybedenler; 2009R Erk Acarer: Dârülfesad; 2009R Ferhan Şaylıman: Hiçlik; 2009R Feryal Tilmaç: Aradım Yaz Dediniz; 2009R Filiz Özdem: Düş Hırkası; 2009R Gaye Boralıoğlu: Aksak Ritm; 2009R Hakan Günday: Ziyan; 2009R Hande Altaylı: Aşka Şeytan Karışır; 2009R İrfan Yalçın: Yorgun Sevda (Can); 2009R İskender Pala, Katre-i Matem; 2009R Kemal Safa Güntekin: Kadın Düşkünü; 2009R Mahir Öztaş: Koparıldığımız Topraklar (YKY); 2009R Mario Levi: Karanlık Çökerken Neredeydiniz; 2009R Mehmet Açar: Çok Uzaklarda Bir Yaz (Turkuvaz); 2009R Mehmet Anıl: Forbes Cinayetleri; 2009R Mehmet Eroğlu: Mehmet-Fay Kırığı 1 (Agora); 2009R Muammer Kırdök: Ölümsüz Olduğum Zamanlar; 2009R Mümtaz Mehmet Tütüncü: Küheyli Buhurlan; 2009R Nermin Bezmen: Bizim Gizli Bahçemizden; 2009R Oya Baydar: Çöplüğün Generali (Can); 2009R Ömer Özgüner: Başkasını Seviyorum; 2009R Önay Sözer: Sonradan Yaşamak; 2009R Öykü Didem Aydın: Eski Sinegog Meydanı; 2009R Sema Kaygusuz: Yüzünde Bir Yer (Doğan); 2009R Suat Duman: Cinayet Mevsimi; 2009R Suzan Samancı: Halepçe'den Gelen Sevgili; 2009R Tahir M. Ceylan: Yarım Adam; 2009R Tuna Kiremitçi: Küçüğe Bir Dondurma; 2009R Turgay Fişekçi: Hep Seni Sevdim: Bir Sürgünün Paris Günleri; 2009R Vivet Kanetti: Bana Modern Türkün Tarifini Yapabilir misin Kaan?; 2009R Yazgülü Aldoğan: Kiralık Adam 2009R Yiğit Okur: Piç Osman'ın Pabuçları; ______________________________________________
Kaynakça:
Irmak Zileli, 2009'un öne çıkan kitapları; Radikal Kitap; 18/12/2009 Metin Celal, Cumhuriyet, 2009-12-26
"2009 yılında 2009-12-07'ye kadar) tam 427 roman... 2000'de 140 yeni roman yayımlanmıştı. Roman sayısı bu yıl sayı 427'ye ulaştı. Bu kitapların 238'i "İlk roman". Yazarların 277'si erkek 149'u kadın. Önceki yıllarda olduğu gibi yine en gözde tema tarih. (A. Ömer Türkeş) "Cumhuriyet dönemi romanlarının sayısı 7114 sayısına ulaştı. 1923-2009 yılı arasında ürün veren yazar sayısı -780'i kadın, 2172'si erkek olmak üzere- 2972 olarak görünüyor. 7114 romandan 1622'si kadın, 5442'si erkek yazarların kaleminden çıkmış. Kimisi müstear kullandığı için, kalan 50 romanın yazar cinsiyetini tespit edemedim. Sayılarla konuşurken bir hatırlatma yapmak gerekiyor; yayımlanmış her romanı türüne, konusuna, kişilerine, mekânlarına, ideolojilerine, tarihsel dönemlerine ve ilginç bulduğum sair özelliklerine göre kaydetme işlemi henüz tamamlanmadığı için sayılarda oynamalar olması muhtemeldir." A. Ömer Türkeş: Radikal Kitap Eki, 11 Aralık 2009
__________________________________________
2004'TE ROMAN Ali ŞAHİN
2005'TE ROMAN Ali ŞAHİN
2006'DA ROMAN Ali ŞAHİN
2007'DE ROMAN Ali ŞAHİN Yorum (0) | Yorum yaz! | Bağlantı | Etiketler : Başlangıçtan Günümüze Türk Edebiyatında Roman Zamandizini (1872- 20109,Kronoloji,AlsahBlog Başlangıcından Bugüne Türk Romanı Zamandizini 1 (1872- 1929)/ Al Tarih: 13:19 on 15/5/2010 Kategori: Edebiyat Arastirmalari , Kitap
Başlangıcından Bugüne Türk Romanı Zamandizini 1 (1872- 1929)/ Ali ŞAHİN ____________________________________________________________________
1872 ŞEMSETTİN SAMİ: Taaşşuk-i Talat ve Fitnat 1873 AHMET MİTHAT: Yeniçeriler 1874 AHMET MİTHAT: Dünyaya İkinci Geliş 1875 AHMET MİTHAT: Hasan Mellah 1875 AHMET MİTHAT: Hüseyin Fellah 1875 AHMET MİTHAT: Karı Koca Masalı 1875 AHMET MİTHAT: Yeryüzünde Bir Melek 1876 AHMET MİTHAT: Felaatun Beyle Rakım Efendi 1876 AHMET MİTHAT: Pariste Bir Türk 1877 AHMET MİTHAT: Çengi 1877 AHMET MİTHAT: Kafkas 1878 AHMET MİTHAT: Süleyman Musli 1878 NAMIK KEMAL: İntibah 1880 NAMIK KEMAL: Cezmi 1881 AHMET MİTHAT: Belliyat-ı Müdhike 1881 AHMET MİTHAT: Henüz On Yedi Yaşında 1881 AHMET MİTHAT: Karnaval 1882 AHMET MİTHAT: Acaib-i Alem 1882 AHMET MİTHAT: Dürdane Hanım 1882 AHMET MİTHAT: Vah 1884 AHMET MİTHAT: Cellat 1884 AHMET MİTHAT: Esrar-ı Cinayet 1884 AHMET MİTHAT: Volter Yirmi Yaşında 1885 AHMET MİTHAT: Hayret 1888 AHMET MİTHAT: Arnavutlar Solyotlar 1888 AHMET MİTHAT: Demir Bey 1888 AHMET MİTHAT: Fenni Bir Roman 1888 AHMET MİTHAT: Haydut Montari 1888 UŞAKLIGİL,Halıt Ziya: Bir İzdivacın Tarih-i Muaşakası 1888 UŞAKLIGİL,Halıt Ziya: Bir Muhtıranın Son Yaprakları 1889 AHMET MİTHAT: Gürcü Kızı 1889 AHMET MİTHAT: Nedamet mi Heyhat 1889 GÜRPINAR, Hüseyin Rahmi: Şık 1889 SAMİPAŞAZADE SEZAİ: Sergüzeşt 1890 AHMET MİTHAT: Gürcü Kızı 1890 AHMET MİTHAT: Müşahedat 1890 AHMET MİTHAT: Rikalde 1890 AHMET RASİM: Güzel Eleni 1890 MEHMET CELAL: Bir Kadının Hayatı 1890 MEHMET CELAL: Vicdan Azapları 1891 AHMET MİTHAT: Hayal ve Hakikat (Fatma Aliye ile birlikte) 1891 AHMET RASİM: İlk Sevgi 1891 FATMA ALİYE: Hayal ve Hakikat 1891 MEHMET MURAT: Turfanda mı Yoksa Turfa mı 1891 YALÇIN, Hüseyin Cahit: Nadide 1892 AHMET MİTHAT: Ahmet Metin ve Şirzat 1892 AHMET RASİM: Meşak-ı Hayat 1892 FATMA ALİYE: Muhadarat 1892 MEHMET CELAL: Küçük Gelin 1893 AHMET RASİM: Bir Sefilenin Evrak-ı Metrukesi 1894 AHMET RASİM: Afife 1894 UŞAKLIGİL,Halıt Ziya: Bu muydu? 1894 UŞAKLIGİL,Halıt Ziya: Heyhat 1894 UŞAKLIGİL,Halıt Ziya: Ferdi ve Şürekası 1895 AHMET MİTHAT: Taaffüf 1895 VECİHİ: Mehcure 1895 VECİHİ: Mihr-i Dil 1896 AHMET MİTHAT: Gönüllü 1896 AHMET RASİM: Kitabe-i Gam 1896 GÜRPINAR, Hüseyin Rahmi: İffet 1896 NABİZADE NAZIM: Zehra 1896 RECAİZADE MAHMUT EKREM: Araba Sevdası 1897 AHMET RASİM: Sevda-yı Sermedi 1897 GÜRPINAR, Hüseyin Rahmi: Mürebbiye 1897 UŞAKLIGİL,Halıt Ziya: Mai ve Siyah 1898 AHMET MİTHAT: Altın Aşıkları 1898 AHMET MİTHAT: Mesail-i Muğlaka 1898 AHMET RASİM: Gam-ı Hicran 1898 ARSAL, Sadri Maksudi: Maişet (Kazan'da Yayınlandı.) 1898 FATMA ALİYE: Ref'et 1898 GÜRPINAR, Hüseyin Rahmi: Mutallaka 1898 VECİHİ: Hikmet 1899 FATMA ALİYE: Udi 1899 GÜRPINAR, Hüseyin Rahmi: Bir Muadele-i Sevda 1899 MEHMET CELAL: Solgun Yadigarlar 1899 UŞAKLIGİL,Halıt Ziya: Bir Ölünün Defteri 1899 UŞAKLIGİL,Halıt Ziya: Nemide 1899 YALÇIN, Hüseyin Cahit: Hayal İçinde 1900 AHMET RASİM: Ülfet 1900 GÜRPINAR, Hüseyin Rahmi: Metres 1900 GÜRPINAR, Hüseyin Rahmi: Şıpsevdi 1900 GÜRPINAR, Hüseyin Rahmi: Tesadüf 1900 MEHMET RAUF: Eylül 1900 SAFFET NEZİHİ: Zavallı Necdet 1900 UŞAKLIGİL,Halıt Ziya: Aşk-ı Memnu 1901 GÜZİDE SABRİ: Münevver 1902 GÜRPINAR, Hüseyin Rahmi: Nimetşinas 1903 SAFFET NEZİHİ: Kadın Kalbi 1905 GÜZİDE SABRİ: Ölmüş Bir Kadının Evrak-ı Metrukesi 1908 ŞEHBENDERZADE AHMET HİLMİ: Amak-ı Hayal 1909 ADIVAR, Halide Edip: Heyula (Kerim Ustanın Oğlu ile 1974) 1909 ADIVAR, Halide Edip: Seviye Talip 1910 ADIVAR, Halide Edip: Raik’in Annesi 1910 AHMET MİTHAT: Jön Türk 1910 BEKİR FAHRİ: Jönler 1910 CEMİL SÜLEYMAN: İnhizar 1910 CEMİL SÜLEYMAN: Kadın Ruhu 1910 CEMİL SÜLEYMAN: Siyah Gözler 1910 FATMA ALİYE: Enin 1910 GÜRPINAR, Hüseyin Rahmi: Sevda Peşinde 1910 MEHMET CELAL: Kuşdilinde 1910 MEHMET CELAL: Nedamet 1910 SAFFETİ ZİYA: Salon Köşelerinde 1910 ŞEHBENDERZADE AHMET HİLMİ: Öksüz Turgut 1910 TEPEYRAN, Ebubekir Hazım: Küçük Paşa 1911 MEHMET RAUF: Genç Kız Kalbi 1911 SAFFET NEZİHİ: Müsebbib 1912 ADIVAR, Halide Edip: Handan 1912 ADIVAR, Halide Edip: Son Eseri 1912 ADIVAR, Halide Edip: Yeni Turan 1912 GÜRPINAR, Hüseyin Rahmi: Cadı 1912 GÜRPINAR, Hüseyin Rahmi: Gulyabani 1912 GÜRPINAR, Hüseyin Rahmi: Kuyruklu Yıldız Altında Bir İzdivaç 1912 SELÂHATTİN ENİS (Ataabeyoğlu): Neriman 1912 TAN, M.Turhan: Ali Maceralar 1913 KESTELLİ, Raif Necdet: Üful 1913 MAHMUT SADIK: Tekamül 1913 MEHMET RAUF: Ferda-yı Garam 1915 DEVRİM, İzzet Melih: Tezat 1916 ÇAPANOĞLU, Münir Süleyman: Kara Koncolos 1916 ÇAPANOĞLU, Münir Süleyman: Siyahlar İçinde 1917 TEK, Müfide Ferit: Aydemir 1918 ADIVAR, Halide Edip: Mevut Hüküm 1918 DEVRİM, İzzet Melih: Sermed 1919 GÜRPINAR, Hüseyin Rahmi: Hakka Sığındık 1919 GÜRPINAR, Hüseyin Rahmi: Hayattan Sahifeler 1919 GÜRPINAR, Hüseyin Rahmi: Toraman 1920 DERVİŞ, Suat(Baraner): Kara Kitap 1920 EFE, Necdet Rüştü: Ahenk 1920 KARAY, Refik Halid: İstanbul'un İçyüzü ( 1939'da İstanbul'un Bir Yüzü adıyla basıldı.) 1939 KARAY, Refik Halid: Çete 1920 TALU, Ercüment Ekrem: Evliya-yı Cedit 1921 TALU, Ercüment Ekrem: Sabir Efendi'nin Gelini 1921 ZORLUTUNA, Halide Nusret: Küller 1922 ADIVAR, Halide Edip: Ateşten Gömlek 1922 AHMET RASİM: Hamamcı Ülfet 1922 GÜNTEKİN, Reşat Nuri: Çalıkuşu 1922 GÜRPINAR, Hüseyin Rahmi: Cehennemlik 1922 GÜRPINAR, Hüseyin Rahmi: Son Arzu 1922 GÜZİDE SABRİ: Nedret 1922 KARAOSMANOĞLU, Yakup Kadri: Kiralık Konak 1922 KARAOSMANOĞLU, Yakup Kadri: Nur Baba 1922 TALU, Ercüment Ekrem: Asriler 1922 TALU, Ercüment Ekrem: Gün batarken 1922 TALU, Ercüment Ekrem: Kopuk 1922 ZORLUTUNA, Halide Nusret: Hanım Mektupları 1923 DELİBAŞI, Ali Süha: İkinci Gençlik 1923 DERVİŞ, Suat(Baraner): Hiçbiri 1923 DERVİŞ, Suat(Baraner): Ne Bir Ses Ne Bir Nefes 1923 KOZANOĞLU, Abdullah Ziya: Kızıltuğ 1923 SAFA, Peyami: Sözde Kızlar 1923 SAFA, Peyami: Şimşek 1924 ADIVAR, Halide Edip: Kalb Ağrısı 1924 DERVİŞ, Suat(Baraner): Buhran Gecesi 1924 DERVİŞ, Suat(Baraner): Fatmanın Günahı 1924 EFE, Necdet Rüştü: Bir Damla Gözyaşı 1924 GÜNTEKİN, Reşat Nuri: Damga 1924 GÜRPINAR, Hüseyin Rahmi: Efsuncu Baba 1924 KESTELLİ, Raif Necdet: Ziya ve Sevda 1924 KOZANOĞLU, Abdullah Ziya: Atlı Han 1924 MEHMET RAUF: Karanfil ve Yasemin 1924 SAFA, Peyami: Bir Akşamdı 1924 SAFA, Peyami: Mahşer 1924 SELÂHATTİN ENİS (Ataabeyoğlu): Zaniyeler 1924 SELAHATTİN ENİS: Zaniyeler 1924 TEK, Müfide Ferit: Pervaneler 1924 UŞAKLIGİL,Halıt Ziya: Kırık Hayatlar 1925 GÜNTEKİN, Reşat Nuri: Dudaktan Kalbe 1925 GÜRPINAR, Hüseyin Rahmi: Tebessüm-i Elem 1925 MEHMET RAUF: Genç Kız Kalbi 1925 MORKAYA, Burhan Cahit: Aşk Bahçesi 1925 SAFA, Peyami: Bir Genç Kız Kalbinin Cürmü 1925 SAFA, Peyami: Canan 1925 TALU, Ercüment Ekrem: Kan ve İman 1925 TALU, Ercüment Ekrem: Şevket-meab 1925 YESARİ, Mahmut: Çoban Yıldızı 1925 ZORLUTUNA, Halide Nusret: Sisli Geceler 1926 ADIVAR, Halide Edip: Vurun Kahpeye 1926 GÜNTEKİN, Reşat Nuri: Akşam Güneşi 1926 GÜRPINAR, Hüseyin Rahmi: Billur Kalb 1926 GÜRPINAR, Hüseyin Rahmi: Tutuşmuş Gönüller 1926 GÜZİDE SABRİ: Yaban Gülü 1926 KARAKURT, Esat Mahmut: Çölde Bir İstanbul Kızı 1926 KARAKURT, Esat Mahmut: Vahşi Bir Kız Sevdim 1926 KOZANOĞLU, Abdullah Ziya: Türk Korsanları 1926 MEHMET RAUF: Böğürtlen 1926 MORKAYA, Burhan Cahit: Kızıl Serap 1926 SELAHATTİN ENİS (Ataabeyoğlu): Aşkım Günahımdır 1926 SELÂHATTİN ENİS (Ataabeyoğlu): Cehennem Yolcuları 1926 SELAHATTİN ENİS (Ataabeyoğlu): Geceye Aşık 1926 SELAHATTİN ENİS (Ataabeyoğlu): Gönül Avcısı 1926 SELAHATTİN ENİS (Ataabeyoğlu): Menekşe Demeti 1926 SELÂHATTİN ENİS (Ataabeyoğlu): Sara 1926 SELAHATTİN ENİS: Cehennem Yolcuları 1926 SELAHATTİN ENİS: Sara 1926 TALU, Ercüment Ekrem: Kundakçı 1927 BENİCE, Ethem İzzet: Çıldıran Kadın 1927 BENİCE, Ethem İzzet: Izdırap Çocuğu 1927 BENİCE, Ethem İzzet: Yakılacak Kitap 1927 GÜNTEKİN, Reşat Nuri: Bir Kadın Düşmanı 1927 GÜRPINAR, Hüseyin Rahmi: Evlere Şenlik Kaynanam Nasıl Kudurdu? 1927 KARAOSMANOĞLU, Yakup Kadri: Hüküm Gecesi 1927 KOZANOĞLU, Abdullah Ziya: Seyit Ali Reis 1927 MEHMET RAUF: Ceriha 1927 MEHMET RAUF: Define 1927 MEHMET RAUF: Son Yıldız 1927 MEHMET RAUF: Son Yıldız 1927 MORKAYA, Burhan Cahit: Ayten 1927 TALU, Ercüment Ekrem: Meşhedi ile Devr-i Alem 1927 YESARİ, Mahmut: Çulluk 1927 YESARİ, Mahmut: Pervin Abla 1928 ADIVAR, Halide Edip: Zeyno'nun Oğlu 1928 AKA GÜNDÜZ: Bir Şoförün Gizli Defteri 1928 AKA GÜNDÜZ: Dikmen Yıldızı 1928 AKA GÜNDÜZ: Odun Kokusu 1928 AKA GÜNDÜZ: Tang Tango 1928 BAŞAR, Şüküfe Nihal: Renksiz Izdırap 1928 DERVİŞ, Suat(Baraner): Gönül Gibi 1928 GÜNTEKİN, Reşat Nuri: Acımak 1928 GÜNTEKİN, Reşat Nuri: Yeşil Gece 1928 GÜRPINAR, Hüseyin Rahmi: Ben Deli miyim? 1928 GÜRPINAR, Hüseyin Rahmi: Kokotlar Mektebi 1928 GÜRPINAR, Hüseyin Rahmi: Mezarından Kalkan Şehit 1928 GÜRPINAR, Hüseyin Rahmi: Muhabbet Tılsımı 1928 GÜZİDE SABRİ: Hüsran 1928 KARAOSMANOĞLU, Yakup Kadri: Sodom ve Gomore 1928 KOZANOĞLU, Abdullah Ziya: Gültekin 1928 LEVENT, Agah Sırrı: Acılar 1928 MEHMET RAUF: Kan Damlası 1928 MORKAYA, Burhan Cahit: Harp Dönüşü 1928 MORKAYA, Burhan Cahit: Hizmetçi Buhranı 1928 TALU, Ercüment Ekrem: Gemi Arslanı 1928 TAN, M.Turhan: Cehennemden Selam 1928 TEPEDELENLİOĞLU, Nizamettin Nazif: Deli Deryalı 1928 TEPEDELENLİOĞLU, Nizamettin Nazif: Kara Davut 1928 YESARİ, Mahmut: Ak Saçlı Genç Kız 1929 AKA GÜNDÜZ: İki Süngü Arasında 1929 KOZANOĞLU, Abdullah Ziya: Kozanoğlu 1929 MEHMET RAUF: Halas 1929 YESARİ, Mahmut: Geceleyin Sokaklar Yorum (yok) | Yorum yaz! | Bağlantı | Etiketler : AlsahBlog,Başlangıcından Bugüne Türk Romanı Zamandizini 1 (1872- 1929),Ali ŞAHİN Başlangıcından Bugüne Türk Romanı Zamandizini 2 (1930- 1939)/ Al Tarih: 13:18 on 15/5/2010 Kategori: Edebiyat Arastirmalari , Kitap
Başlangıcından Bugüne Türk Romanı Zamandizini 2 (1930- 1939)/ Ali ŞAHİN ____________________________________________________________________
1930 BENİCE, Ethem İzzet: Aşk Güneşi 1930 GÜNTEKİN, Reşat Nuri: Yaprak Dökümü 1930 GÜZİDE SABRİ: Hicran Gecesi 1930 KOZANOĞLU, Abdullah Ziya: Kolsuz Kahraman 1930 MORKAYA, Burhan Cahit: Aşk Politikası 1930 SAFA, Peyami: 9'uncu Hariciye Koğuşu 1930 YESARİ, Mahmut: Bağrıyanık Ömer 1930 YESARİ, Mahmut: Kırlangıçlar 1931 BAŞAR, Şüküfe Nihal: Yakut Kayalar 1931 DERVİŞ, Suat(Baraner): Emine 1931 KOZANOĞLU, Abdullah Ziya: Savcı Bey 1931 MORKAYA, Burhan Cahit: İzmir'in Romanı 1931 NAYIR, Yaşar Nabi: Bir Kadın Söylüyor 1931 ORTAÇ, Yusuf Ziya: Kürkçü Dükkanı 1931 SADRİ ERTEM: Çıkrıklar Durunca 1931 SAFA, Peyami: Attila 1931 SAFA, Peyami: Fatih-Harbiye 1931 SELAHATTİN ENİS (Ataabeyoğlu): Kül Kedisi Evlendi 1931 TAN, M.Turhan: Gönülden Gönüle 1931 TAN, M.Turhan: Sevinç Han 1932 ATAY, Falih Rıfkı: Roman 1932 BENİCE, Ethem İzzet: Beş Hasta Var 1932 BENİCE, Ethem İzzet: Gözyaşları 1932 GÜNTEKİN, Reşat Nuri: Kızılcık Dalları 1932 KARAOSMANOĞLU, Yakup Kadri: Yaban 1932 KESTELLİ, Raif Necdet: Yirminci Asır 1932 KOZANOĞLU, Abdullah Ziya: Sarı Benizli Adam 1932 MORKAYA, Burhan Cahit: Gazi'nin Dört Süvarisi 1932 MORKAYA, Burhan Cahit: Köy Hekimi 1932 NAYIR, Yaşar Nabi: Adem ile Havva 1932 REŞAT ENİS: Kanun Namına 1932 YESARİ, Mahmut: Sevda İhtikarı 1932 YESARİ, Mahmut: Bahçemde Bir Gül Açtı 1932 YESARİ, Mahmut: Kalbimin Suçu 1932 YESARİ, Mahmut: Su Sinekleri 1933 AKA GÜNDÜZ: Üvey Ana 1933 ALUS, Sermet Muhtar: Kıvırcık Paşa 1933 ALUS, Sermet Muhtar: Pembe Maşlahlı Hanım 1933 ASRAL, Suat Salih: Dağ Adamı 1933 BAŞAR, Şüküfe Nihal: Çöl Güneşi 1933 BENİCE, Ethem İzzet: On Yılın Romanı 1933 BERKANT, Muazzez Tahsin: Sen ve Ben 1933 ÇALAPALA, Rakım: 87 Oğuz 1933 GÜRPINAR, Hüseyin Rahmi: Şeytan İşi 1933 KESTELLİ, Raif Necdet: Semavi İhtiras 1933 KOZANOĞLU, Abdullah Ziya: Malkoçoğlu 1933 MORKAYA, Burhan Cahit: İhtiyat Zabiti 1933 MORKAYA, Burhan Cahit: Yalı Çapkını 1933 MORKAYA, Burhan Cahit: Yüzbaşı Celal 1933 REŞAT ENİS: Gong Vurdu 1933 SADRİ ERTEM: Bir Varmış Bir Yokmuş 1933 SAFA, Peyami: Bir Tereddüdün Romanı 1933 SELAHATTİN ENİS (Ataabeyoğlu): Canım Ayşe 1933 SELAHATTİN ENİS (Ataabeyoğlu): Deli 1933 SELAHATTİN ENİS (Ataabeyoğlu): Fadime 1933 SELAHATTİN ENİS (Ataabeyoğlu): Küçük Hanım'ın Kısmeti 1933 TAN, M.Turhan: Kadın Avcısı 1933 YESARİ, Mahmut: Ölünün Gözleri 1933 YESARİ, Mahmut: Tipi Dindi 1933 YEŞİM, Ragıp Şevki: Yaralı Kurt 1933 ZORLUTUNA, Halide Nusret: Gül'ün Babası Kim? 1934 ALUS, Sermet Muhtar: Harp Zenginleri 1934 ESENDAL, Memduh Şevket: Ayaşlı ve Kiracıları 1934 GÜRPINAR, Hüseyin Rahmi: Utanmaz Adam 1934 GÜZİDE SABRİ: Gecenin Esrarı 1934 KARAOSMANOĞLU, Yakup Kadri: Ankara 1934 KOZANOĞLU, Abdullah Ziya: Patronalılar 1934 MORKAYA, Burhan Cahit: Cephe Gerisi 1934 ÖRİK, Nahit Sırrı: Eve Düşen Yıldırım 1934 SELAHATTİN ENİS (Ataabeyoğlu): Bir Kadın Geçti 1934 SİMAVİ, Sedat: Fuji-Yama 1934 SU, Mükerrem Kamil: Sevgim ve Istırabım 1934 TALU, Ercüment Ekrem: Kodaman 1934 TALU, Ercüment Ekrem: Meşhedi Arslan Peşinde 1934 TAN, M.Turhan: Üç Ay Yatakta 1934 YESARİ, Mahmut: Aşk Yarışı 1934 YESARİ, Mahmut: Bir Kadın Geçti 1934 YESARİ, Mahmut: Sağnak Altında 1935 BERKANT, Muazzez Tahsin: Aşk Fırtınası 1935 BERKANT, Muazzez Tahsin: Bahar Çiçeği 1935 GÜNTEKİN, Reşat Nuri: Gökyüzü 1935 GÜRPINAR, Hüseyin Rahmi: Eşkıya İninde 1935 KOZANOĞLU, Abdullah Ziya: Tavşanbaşı 1935 MEHMET RAUF: Yara 1935 REŞAT ENİS (Aygen): Gece Konuştu 1935 SADRİ ERTEM: Düşkünler 1935 SU, Mükerrem Kamil: Bu Kalp Duracak 1935 TAN, M.Turhan: Akından Akına 1935 TAN, M.Turhan: Cem Sultan 1935 TAN, M.Turhan: Timurlenk 1935 YESARİ, Mahmut: Kanlı Sır 1936 ADIVAR, Halide Edip: Sinekli Bakkal 1936 BENİCE, Ethem İzzet: Yosma 1936 ÇAMLIBEL, Faruk Nafiz: Yıldız Yağmuru 1936 KOZANOĞLU, Abdullah Ziya: Tokat 1936 MORKAYA, Burhan Cahit: Kurşun Yarası 1936 SEVENGİL, Refik Ahmet: Çıplaklar 1936 TAN, M.Turhan: Viyana Dönüşü 1936 UÇUK, Cahit: Kirazlı Pınar 1936 YEŞİM, Ragıp Şevki: İçimizden Biri 1937 ADIVAR, Halide Edip: Yolpalas Cinayeti 1937 AKA GÜNDÜZ: Aşkın Temizi 1937 AZRAK, Kerime Nadir: Hıçkırık 1937 KARAKURT, Esat Mahmut: Allah'a Ismarladık 1937 KARAKURT, Esat Mahmut: Dağları Bekleyen Kız 1937 KARAKURT, Esat Mahmut: Ölünceye Kadar 1937 KARAOSMANOĞLU, Yakup Kadri: Bir Sürgün 1937 KOZANOĞLU, Abdullah Ziya: Battal Gazi Destanı 1937 MORKAYA, Burhan Cahit: Nişanlılar 1937 SABAHATTİN ALİ: Kuyucaklı Yusuf 1937 SEVENGİL, Refik Ahmet: Açlık 1937 SU, Mükerrem Kamil: Dinmez Ağrı 1937 UÇUK, Cahit: Dikenli Çit 1937 YESARİ, Mahmut: Yakut Yüzük 1937 YEŞİM, Ragıp Şevki: Dişi Örümcek 1938 AKA GÜNDÜZ: Çapraz Delikanlı 1938 AKA GÜNDÜZ: Zekeriya Sofrası 1938 AYVERDİ, Semiha: Aşk Bu İmiş 1938 AZRAK, Kerime Nadir: Seven Ne Yapmaz? 1938 BAŞAR, Şüküfe Nihal: Yalnız Dönüyorum 1938 BERKANT, Muazzez Tahsin: Sonsuz Gece 1938 GÜNTEKİN, Reşat Nuri: Eski Hastalık 1938 KARAKURT, Esat Mahmut: Son Gece 1938 KOZANOĞLU, Abdullah Ziya: Sencivanoğlu 1938 KUNTAY, Mithat Cemal: Üç İstanbul 1938 PERİDE CELAL: Sönen Alev 1938 TALU, Ercüment Ekrem: Papeloğlu 1938 YEŞİM, Ragıp Şevki: Efeler 1939 ADIVAR, Halide Edip: Tatarcık 1939 AKA GÜNDÜZ: Giderayak 1939 AKA GÜNDÜZ: Mezar Kazıcıları 1939 AYVERDİ, Semiha: Batmayan Gün 1939 AZRAK, Kerime Nadir: Günah Bende mi? 1939 DERVİŞ, Suat(Baraner): Hiç 1939 EFE, Necdet Rüştü: Bahçe 1939 EROL,Safiye: Kadıköy'ün Romanı 1939 KARAY, Refik Halid: Yezidin Kızı 1939 KAYGILI, Osman Cemal: Çingeneler 1939 OZANSOY, Halit Fahri: Aşıklar Yolunun Yolcuları 1939 OZANSOY, Halit Fahri: Sulara Giden Köprü 1939 ÖZDEŞ, Oğuz: Aşk Istıraptır 1939 REŞAT ENİS: Afrodit Buhurdanında Bir Kadın 1939 SU, Mükerrem Kamil: Istıranca Eteklerinde 1939 SU, Mükerrem Kamil: Sus Uyanmasın 1939 TALU, Ercüment Ekrem: Beyaz Şemsiyeli 1939 YESARİ, Mahmut: Dağ Rüzgarları
Mynet
MYNET - Türkiye'nin lider - haber - oyun - spor - magazin - sinema - portalı
Yorum (yok) | Yorum yaz! | Bağlantı | Etiketler : AlsahBlog,Başlangıcından Bugüne Türk Romanı Zamandizini 2 (1930- 1939),Ali ŞAHİN Başlangıcından Bugüne Türk Romanı Zamandizini 3 (1940- 1949)/ Al Tarih: 13:16 on 15/5/2010
Başlangıcından Bugüne Türk Romanı Zamandizini 3 (1940- 1949)/ Ali ŞAHİN _____________________________________________________________________
1940 AKA GÜNDÜZ: Yayla Kızı 1940 AYVERDİ, Semiha: Mabette Bir Gece 1940 AZRAK, Kerime Nadir: Samanyolu 1940 AZRAK, Kerime Nadir: Seven Ne Yapmaz 1940 BERKANT, Muazzez Tahsin: O ve Kızı 1940 KARAKURT, Esat Mahmut: Aldatacağım 1940 KARAKURT, Esat Mahmut: İlk ve Son 1940 KARAKURT, Esat Mahmut: Kocamı Aldatacağım 1940 ÖZDEŞ, Oğuz: Gizlenen Istıraplar 1940 ÖZDEŞ, Oğuz: Hasret 1940 PERİDE CELAL: Yaz Yağmuru 1940 SABAHATTİN ALİ: İçimizdeki Şeytan 1941 ATSIZ, H. Nihal: Dalkavuklar Gecesi 1941 AYVERDİ, Semiha: Ateş Ağacı 1941 AZRAK, Kerime Nadir: Funda 1941 BERKANT, Muazzez Tahsin: Kezban 1941 BERKANT, Muazzez Tahsin: Mualla 1941 GÜZİDE SABRİ: Necla 1941 HİSAR, Abdülhak Şinasi: Fahim Bey ve Biz 1941 KARAY, Refik Halid: Sürgün 1941 ORHON, Orhan Seyfi: Çocuk Adam 1941 ÖZDEŞ, Oğuz: Coşkun Gönüller 1941 PERİDE CELAL: Ana Kız 1941 PERİDE CELAL: Ana Kızıl Vazo 1941 SU, Mükerrem Kamil: Çırpınan Sular 1941 TALU, Ercüment Ekrem: Bir Gönül Böyle Sevdi 1942 AYVERDİ, Semiha: İnsan ve Şeytan 1942 AYVERDİ, Semiha: Yaşayan Ölü 1942 AZRAK, Kerime Nadir: Gelinlik Kız 1942 AZRAK, Kerime Nadir: Sonbahar 1942 BALTACIOĞLU, İsmail Hakkı: Batak 1942 BENİCE, Ethem İzzet: Sen de Seveceksin 1942 GÜNTEKİN, Reşat Nuri: Ateş Gecesi 1942 GÜRPINAR, Hüseyin Rahmi: Kesik Baş 1942 PERİDE CELAL: Ben Vurmadım 1942 SU, Mükerrem Kamil: Ateşten Damla 1942 ÜLKEN, Hilmi Ziya: Posta Yolu 1943 AYVERDİ, Semiha: Son Menzil 1943 AZRAK, Kerime Nadir: 1943 Suçlu 1943 AZRAK, Kerime Nadir: Suçlu 1943 BERKANT, Muazzez Tahsin: Bir Genç Kızın Romanı 1943 BERKANT, Muazzez Tahsin: Bülbül Yuvası 1943 BERKANT, Muazzez Tahsin: Dağların Esrarı 1943 BERKANT, Muazzez Tahsin: Perdeler 1943 BİLBAŞAR, Kemal: Denizin Çağırışı 1943 CEVDET KUDRET: Sınıf Arkadaşları 1943 GÜRPINAR, Hüseyin Rahmi: Gönül Bir Yeldeğirmenidir Sevda Öğütür 1943 KARAKURT, Esat Mahmut: Ömrümün Tek Gecesi 1943 ORTAÇ, Yusuf Ziya: Göç 1943 SABAHATTİN ALİ: Kürk Mantolu Madonna 1943 SU, Mükerrem Kamil: Sızı 1943 TÖR, Vedat Nedim: Resim Öğretmeni 1943 YESARİ, Mahmut: Sağnak Altında 1944 KAYGILI, Osman Cemal: Aygır Fatma 1944 ABASIYANIK, Sait Faik: Medar-ı Maişet Motoru (1952'de "Bir Takım İnsanlar" adıyla basıldı) 1944 ALUS, Sermet Muhtar: Eski Çapkın Anlatıyor 1944 ARIT, Fikret: Mansila 1944 AYVERDİ, Semiha: Mesihpaşa İmamı 1944 AYVERDİ, Semiha: Yolcu Nereye Gidiyorsun 1944 AZRAK, Kerime Nadir: Kalp Yarası 1944 AZRAK, Kerime Nadir: Uykusuz Geceler 1944 AZRAK, Kerime Nadir: Yeşil Işıklar 1944 BAYSAL, Faik: Sarduvan 1944 BENİCE, Ethem İzzet: Foya 1944 BERKANT, Muazzez Tahsin: Garip Bir İzdivaç 1944 BERKANT, Muazzez Tahsin: Kalbin Sesi 1944 ÇALAPALA, Rakım: Mustafa 1944 EROL,Safiye: Ülker Fırtınası 1944 GÜNTEKİN, Reşat Nuri: Değirmen 1944 GÜZİDE SABRİ: Mazinin Sesi 1944 HİSAR, Abdülhak Şinasi: Çamlıca'daki Eniştemiz 1944 KAYGILI, Osman Cemal: Bekri Mustafa 1944 PERİDE CELAL: Aşkın Doğuşu 1944 PERİDE CELAL: Atmaca 1944 REŞAT ENİS: Toprak Kokusu 1944 SELAHATTİN ENİS (Ataabeyoğlu): Okşanmayan Kadın 1944 SU, Mükerrem Kamil: Bir Avuç Kül 1944 SU, Mükerrem Kamil: Gizlenen Acılar 1944 SU, Mükerrem Kamil: Uyuyan Hatıralar 1944 SU, Mükerrem Kamil: Uzaklaşan Yol 1944 TEPEDELENLİOĞLU, Nizamettin Nazif: Kolkola 1945 ULUNAY, Refi Cevat: Enkaz Arasında 1945 ADIVAR, Halide Edip: Sonsuz Panayır 1945 AZRAK, Kerime Nadir: Aşka Tövbe 1945 AZRAK, Kerime Nadir: Gönül Hırsızı 1945 AZRAK, Kerime Nadir: Solan Ümit 1945 BERKANT, Muazzez Tahsin: Küçük Hanımefendi 1945 BERKANT, Muazzez Tahsin: Lale 1945 BERKANT, Muazzez Tahsin: Nişan Yüzüğü 1945 DERVİŞ, Suat(Baraner): Çılgın Gibi 1945 GÜNTEKİN, Reşat Nuri: Miskinler Tekkesi 1945 GÜRPINAR, Hüseyin Rahmi: Ölüm Bir Kurtuluş mudur? 1945 KARAKURT, Esat Mahmut: Sokaktan Gelen Kadın 1945 ÖZDEŞ, Oğuz: Memnu Meyva 1945 PERİDE CELAL: Yıldız Tepe 1945 SADRİ ERTEM: Yol Arkadaşları 1945 SU, Mükerrem Kamil: Büyük Rüzgar 1945 SU, Mükerrem Kamil: Kaybolan Ses 1945 TALU, Ercüment Ekrem: Çömlekoğlu ve Ailesi 1945 TEPEDELENLİOĞLU, Nizamettin Nazif: Karlı Dağlar 1945 ZORLUTUNA, Halide Nusret: Beyaz Selvi 1946 AKA GÜNDÜZ: Eğer Aşk 1946 ARIT, Fikret: Güzel Yuana 1946 ATSIZ, H. Nihal: Bozkurtların Ölümü 1946 AZRAK, Kerime Nadir: Balayı 1946 AZRAK, Kerime Nadir: Kahkaha 1946 AZRAK, Kerime Nadir: O Gün Gelecek mi? 1946 BAŞAR, Şüküfe Nihal: Domaniç Dağlarının Yolcusu 1946 BÜYÜKARKIN, Bekir: Cadıların Kırbacı 1946 GÜRPINAR, Hüseyin Rahmi: Dirilen İskelet 1946 HALİKARNAS BALIKÇISI: Aganta Burina Burinata 1946 KARAKURT, Esat Mahmut: Ankara Ekspresi 1946 ÖRİK, Nahit Sırrı: Kıskanmak 1946 SU, Mükerrem Kamil: İnandığım Allah 1946 UÇUK, Cahit: Kırmızı Balıklar 1947 AZRAK, Kerime Nadir: Ormandan Yapraklar 1947 BENİCE, Ethem İzzet: Ben Hiç Sevmedim 1947 BERKANT, Muazzez Tahsin: Çiçeksiz Bahçe 1947 BERKANT, Muazzez Tahsin: Saadet Güneşi 1947 EROL,Safiye: Ciğerdelen 1947 KARAY, Refik Halid: Anahtar 1947 REŞAT ENİS: Ekmek Kavgamız 1947 SU, Mükerrem Kamil: Bir Avuç Hatıra 1947 TÜLBENTÇİ, Feridun Fazıl: Sultan Yıldırım Bayezid 1947 TÜLBENTÇİ, Feridun Fazıl: Yavuz Sultan Selim Ağlıyor 1947 UÇUK, Cahit: Küçük Ev 1948 KOCAGÖZ, Samim: Bir Şehrin İki Kapısı 1948 SU, Mükerrem Kamil: İhtiras 1949 ATSIZ, H. Nihal: Bozkurtlar Diriliyor 1949 AZRAK, Kerime Nadir: Aşk Rüyası 1949 BERKANT, Muazzez Tahsin: Aşk Tılsımı 1949 BERKANT, Muazzez Tahsin: Çamlar Altında 1949 ÇAMLIBEL, Faruk Nafiz: Ayşenin Doktoru 1949 GÜRPINAR, Hüseyin Rahmi: Dünyanın Mihveri Kadın mı, Para mı? 1949 KARAKURT, Esat Mahmut: Bir Kadın Kayboldu 1949 KOZANOĞLU, Abdullah Ziya: Fatih Feneri 1949 ORHAN KEMAL: Baba Evi 1949 PERİDE CELAL: Dar Yol 1949 REŞAT ENİS: Ağlama Duvarı 1949 SAFA, Peyami: Matmazel Noralya'nın Koltuğu 1949 TANPINAR, Ahmet Hamdi: Huzur 1949 TÜLBENTÇİ, Feridun Fazıl: Barbaros Hayrettin Geliyor
Mynet
MYNET - Türkiye'nin lider - haber - oyun - spor - magazin - sinema - portalı
Yorum (yok) | Yorum yaz! | Bağlantı | Etiketler : Başlangıçtan Günümüze Türk Edebiyatında Roman Zamandizini 1872- 2006,Kronoloji,AlsahBlog Başlangıcından Bugüne Türk Romanı Zamandizini 4 (1950- 1959) / A Tarih: 13:14 on 15/5/2010
Başlangıcından Bugüne Türk Romanı Zamandizini 4 (1950- 1959) / Ali ŞAHİN ____________________________________________________________________
1950 AKBAL, Oktay: Garipler Sokağı 1950 AZRAK, Kerime Nadir: Posta Güvercini 1950 BERKANT, Muazzez Tahsin: Gönül Yolu 1950 BERKANT, Muazzez Tahsin: Sarmaşık Gülleri 1950 ÇALAPALA, Rakım: Köye Giden Gelin 1950 KARAY, Refik Halid: Bu Bizim Hayatımız 1950 KARAY, Refik Halid: Nilgün "Türk Prensesi Nilgün" 1950 KOZANOĞLU, Abdullah Ziya: Karakoldaki Ayna 1950 ORHAN KEMAL: Avare Yıllar 1950 TÜLBENTÇİ, Feridun Fazıl: Osmanoğulları 1951 BAŞAR, Şüküfe Nihal: Çölde Sabah Oluyor 1951 HANÇERLİOĞLU, Orhan: Karanlık Dünya 1951 KOZANOĞLU, Abdullah Ziya: Dağlar Delisi 1951 SAFA, Peyami: Yalnızız 1952 AZRAK, Kerime Nadir: Ruh Gurbetinde 1952 BENER, Hikmet Erhan: Acemiler 1952 HANÇERLİOĞLU, Orhan: Büyük Balıklar 1952 HİSAR, Abdülhak Şinasi: Ali Nizami Beyin Alafrangalığı ve Şeyhliği 1952 KARAKURT, Esat Mahmut: Erikler Çiçek Açtı 1952 KARAY, Refik Halid: Nilgün "Mapa Melikesi Nilgün" 1952 ORHAN KEMAL: Cemile 1952 ORHAN KEMAL: Murtaza 1952 REŞAT ENİS: Yolgeçen Hanı 1952 TÜLBENTÇİ, Feridun Fazıl: Sultanların Aşkı 1953 ARIT, Fikret: Maziden Gelen Sesler 1953 AZRAK, Kerime Nadir: Pervane 1953 BERKANT, Muazzez Tahsin: Sevmek Korkusu 1953 DANIŞMAN, Zuhuri: Cellat Çeşmesi 1953 HANÇERLİOĞLU, Orhan: Oyun 1953 İLHAN, Attila: Sokaktaki Adam 1953 KARAOSMANOĞLU, Yakup Kadri: Panorama 1 1953 KARAY, Refik Halid: Yeraltında Dünya Var 1953 KARAY, Refik Halid: Dişi Örümcek 1953 ORTAÇ, Yusuf Ziya: Üç Katlı Ev 1954 ADIVAR, Halide Edip: Döner Ayna 1954 AKA GÜNDÜZ: Bir Kızın Masalı 1954 ERDURAN, Refik: Yağmur Duası 1954 HANÇERLİOĞLU, Orhan: Ekilmemiş Topraklar 1954 HÜNALP, Ayhan: Küçük İstasyonlar 1954 KARAKURT, Esat Mahmut: Son Tren 1954 KARAOSMANOĞLU, Yakup Kadri: Panorama 2 1954 KARAY, Refik Halid: Bugünün Saraylısı 1954 KARAY, Refik Halit: İkibin Yılının Sevgilisi 1954 KOCAGÖZ, Samim: Yılan Hikayesi 1954 ORHAN KEMAL: Bereketli Topraklar Üzerinde 1954 PERİDE CELAL: Üç Kadının Romanı 1954 TÜLBENTÇİ, Feridun Fazıl: İstanbul Kapılarında 1955 AZRAK, Kerime Nadir: Son Hıçkırık 1955 BAYSAL, Faik: Rezil Dünya 1955 BUĞRA, Tarık: Siyah Kehribar 1955 BÜYÜKARKIN, Bekir: Maske 1955 ENGİN, İlhan: Göç Yolları Tıkadı 1955 ENGİN, İlhan: Kaderden Kaçamazsın 1955 HANÇERLİOĞLU, Orhan: Ali 1955 KARAY, Refik Halid: İki Cisimli Kadın 1955 KARAY, Refik Halid: İki Cisimli Kadın 1955 KARAY, Refik Halid: Kadınlar Tekkesi 1 1955 KARAY, Refik Halid: Kadınlar Tekkesi 2 1955 KARAY, Refik Halit: İki Cisimli Kadın 1955 KEMAL TAHİR: Sağırdere 1955 NESİN, Aziz: Kadın Olan Erkek 1955 SU, Mükerrem Kamil: Gençliğimin Rüzgarı 1955 TARUS, İlhan: Yeşilkaya Savcısı 1955 ULUNAY, Refi Cevat: Dağlar Kıralı 1955 ULUNAY, Refi Cevat: Sayılı Fırtınalar 1955 YAŞAR KEMAL: İnce Memed 1 1955 YAŞAR KEMAL: Teneke 1956 AZRAK, Kerime Nadir: Esir Kuş 1956 BENER, Hikmet Erhan: Gordium 1956 BENİCE, Ethem İzzet: Pota 1956 DAĞCI, Cengiz: Korkunç Yıllar 1956 HALİKARNAS BALIKÇISI: Ötelerin Çocuğu 1956 HANÇERLİOĞLU, Orhan: Kutu Kutu İçinde 1956 KARAOSMANOĞLU, Yakup Kadri: Hep O Şarkı 1956 KARAY, Refik Halid: Karlı Dağdaki Ateş 1956 KEMAL TAHİR: Esir Şehrin İnsanları 1956 TÜLBENTÇİ, Feridun Fazıl: Şah İsmail 1956 UÇUK, Cahit: Değirmentaşı 1956 UÇUK, Cahit: Kanlı Düğün 1956 UÇUK, Cahit: Siyah Dantelli Şemsiye 1957 AKBAL, Oktay: Suçumuz İnsan Olmak 1957 ALSAN, Necip: Onlar Ermiş Muradına 1957 AZRAK, Kerime Nadir: Kırık Hayat 1957 BERKANT, Muazzez Tahsin: Kırılan Ümitler 1957 DAĞCI, Cengiz: Yurdunu Kaybeden Adam 1957 DANIŞMAN, Zuhuri: Lala Mustafa Paşa 1957 HANÇERLİOĞLU, Orhan: Yedinci Gün 1957 İLHAN, Attila: Zenciler Birbirine Benzemez 1957 K.(AKINÇ), Tarık Dursun: Rıza Bey Aile Evi 1957 KARAY, Refik Halid: Dört Yapraklı Yonca 1957 KEMAL TAHİR: Körduman 1957 KEMAL TAHİR: Rahmet Yolları Kesti 1957 KESKİN, Yıldırım: Bir Gecenin Beyliği 1957 KOCAGÖZ, Samim: Onbinlerin Dönüşü 1957 NESİN, Aziz: Erkek Sabahat 1957 NESİN, Aziz: Gol Kralı Sait Hopsait 1957 NESİN, Aziz: Saçkıran 1957 ORHAN KEMAL: Serseri Milyoner 1957 ORHAN KEMAL: Suçlu 1957 ÖRİK, Nahit Sırrı: Sultan Hamit Düşerken 1957 REŞAT ENİS: Despot 1957 TARUS, İlhan: Var Olmak 1958 ADIVAR, Halide Edip: Akile Hanım Sokağı 1958 APAYDIN, Talip: Sarı Traktör 1958 ARISOY, Sunullah: Karapürçek 1958 ARIT, Fikret: Kader Böyle İmiş 1958 ATSIZ, H. Nihal: Deli Kurt 1958 AZRAK, Kerime Nadir: Dehşet Gecesi 1958 BERKANT, Muazzez Tahsin: Aşk ve İntikam 1958 BERKANT, Muazzez Tahsin: Bir Rüya Gibi 1958 BERKANT, Muazzez Tahsin: Mağrur Kadın 1958 BERKANT, Muazzez Tahsin: Sabah Yıldızı 1958 CEVDET KUDRET: Havada Bulut Yok 1958 DAĞCI, Cengiz: Onlar da İnsandı 1958 DANIŞMAN, Zuhuri: Balak Gazi 1958 DANIŞMAN, Zuhuri: Kahramanlar Geçidi 1958 DANIŞMAN, Zuhuri: Peçeli İmparatoriçe 1958 İLTER, Şahap Sıtkı: Gün Görmeyen Sokak 1958 KEMAL TAHİR: Yediçınar Yaylası 1958 KOZANOĞLU, Abdullah Ziya: Hilal ve Haç 1958 MANAV, Kemal Bekir: Yabancılar 1958 ORHAN KEMAL: Devlet Kuşu 1958 ORHAN KEMAL: Vukuat Var 1958 ÖZDEŞ, Oğuz: Şafak Sökerken 1958 PERİDE CELAL: Kırkıncı Oda 1958 SEYDA, Mehmet: Yaş Ağaç 1958 TÜLBENTÇİ, Feridun Fazıl: Turgut Reis 1959 APAYDIN, Talip: Yarbükü 1959 ATILGAN,Yusuf: Aylak Adam 1959 AZRAK, Kerime Nadir: Aşk Bekliyor 1959 BAYKURT, Fakir: Yılanların Öcü 1959 BERKANT, Muazzez Tahsin: Büyük Yalan 1959 CUMALI,Necati: Tütün Zamanı/ 1971'de "Zeliş" adıyla basıldı 1959 ENGİN, İlhan: İstanbul'da Aşk Başkadır 1959 ILGAZ, Rıfat: Bizim Koğuş 1959 ILGAZ, Rıfat: Hababam Sınıfı 1959 K.(AKINÇ), Tarık Dursun: İnsan Kurdu 1959 KARAKURT, Esat Mahmut: Kadın Severse 1959 KEMAL TAHİR: Köyün Kamburu 1959 ORHAN KEMAL: Gavurun Kızı(u.ö) 1959 ÖZDEŞ, Oğuz: Vatan Borcu 1959 SAFA, Peyami: Biz İnsanlar 1959 SEYDA, Mehmet: Ne Ekersen 1959 TÜLBENTÇİ, Feridun Fazıl: Cem Sultan
Mynet
MYNET - Türkiye'nin lider - haber - oyun - spor - magazin - sinema - portalı
Yorum (yok) | Yorum yaz! | Bağlantı | Etiketler : Türk Romanı,Zamandizini 4,1950- 1959 Ali ŞAHİN Başlangıcından Bugüne Türk Romanı Zamandizini 5 (1960- 1969)/ Al Tarih: 13:10 on 15/5/2010 Kategori: Edebiyat Arastirmalari , Kitap
Başlangıcından Bugüne Türk Romanı Zamandizini 5 (1960- 1969)/ Ali ŞAHİN ____________________________________________________________________
1960 AHISKALI, Yusuf: Yedek Subayın Aşkı 1960 AKMEN, Sevim: Gonca Güller,İstanbul 1960 AZRAK, Kerime Nadir: Boş Yuva 1960 BAŞARAN, Mehmet: Şaka Bitti ,İstanbul 1960 BERKAN, S.Sami: Unutulmuş Günler 1960 DANIŞMAN, Zuhuri: Deli Hüseyin Paşa 1960 ERİK, Şaban: Çırpınmalar 1960 IŞIKTEKİN, Necati: Menevşe 1960 KARAKURT, Esat Mahmut: Kadın İsterse 1960 KORUGANLI, M.Zeki: Ebu Müslim-i Horasani 1960 MENEMENCİ, Suat: Doktor Ve Oğlu 1960 ORHAN KEMAL: Dünya Evi 1960 ORHAN KEMAL: El Kızı 1960 ORHAN KEMAL: Küçücük (u.ö) 1960 ÖZ, Erdal: Odalarda 1960 ÖZDEŞ, Oğuz: Dağ Başını Duman Almış 1960 ÖZDEŞ, Oğuz: Gecekondu Rüzgarı 1960 TUNCER, Cengiz: Hacizli Toprak 1960 TÜLBENTÇİ, Feridun Fazıl: Hürrem Sultan 1960 VEREL, Oktay: Kuklalar 1960 YAŞAR KEMAL: Ortadirek (Dağın Öte Yüzü:1) 1960 YÜCEL, Tahsin: Mutfak Çıkmazı 1960 AZRAK, Kerime Nadir: Gümüş Selvi 1960 BENER, H.Erhan: Loş Ayna 1960 BERKANT, Muazzez Tahsin: Yılların Ardından 1960 BÜYÜKARKIN, Bekir: Bir Sel Gibi 1960 DANIŞMAN, Zuhuri: Deli Hüseyin Paşa 1960 DENİZ, Ümit: Sessiz Harp 1960 ERDE, Mustafa: Kadın Parmağı 1960 HANÇERLİOĞLU, Orhan: Bordamıza Vuran Deniz 1960 KARAKURT, Esat Mahmut: Kadın İsterse 1960 SERTOĞLU, Murat: Bizanslı Aspasya 1961 ARIT, Fikret: Hep Bu Topraklar İçin 1961 AYHAN, Şahap: Don Juan 1961 AZRAK, K.Nadir: Ruh Gurbetinde 1961 AZRAK, Kerime Nadir: Bir Aşkın Romanı 1961 BAYKURT, Fakir: Irazca'nın Dirliği 1961 BAYKURT, Fakir: Onuncu Köy 1961 BİLBAŞAR, Kemal: Ay Tutulduğu Gece 1961 BİRSEL, Salah: Dört Köşeli Üçgen 1961 BORAN, İhsan: Afrodit Uyanıyor 1961 ÇINAR, Bedirhan: Yeşillli Kadın 1961 DAĞCI, Cengiz: Ölüm Ve Korku Günleri 1961 GÜNTEKİN, Reşat Nuri: Kavak Yelleri 1961 ILGAZ, Afet (Muhteremoğlu): Eşiktekiler 1961 KARAY, Refik Halid: Nilgün "Nilgün'ün Sonu" 1961 KEMAL TAHİR: Esir Şehrin Mahpusu 1961 MANAV, Kemal Bekir: Kaçaklar 1961 MERİÇ, Nezihe: Korsan Çıkmazı 1961 OHRİ, İskender: Aşktan Yüce 1961 TARUS, İlhan: Duru Göl 1961 APAYDIN, Talip: Emmioğlu 1961 BUĞRA, Tarık: Küçük Ağa 1961 DENİZ, Ümit: Yakut Gözlü Kedi 1961 GÜNTEKİN, Reşat Nuri: Son Sığınak 1961 NESİN, Aziz: Zübük 1961 ORHAN KEMAL: Hanımın Çiftliği 1962 ARIT, Fikret: Küçük Fedailer 1962 AŞKUN, Vehbi Cem: Kader 1962 AZRAK, Kerime Nadir: Saadet Tacı 1962 BENER, Hikmet Erhan: Ara Kapı 1962 ÇAKAN, Mehmet: Yaşamak İstemiyorum 1962 ENGİN, İlhan: Allah Seviniz Dedi 1962 GÖĞEM, Ziya: Murat Dağlarında 1962 HAFİFBİLEK, Celal: Sessizler Sokağı 1962 HANÇERLİOĞLU, Orhan: Başka Dünyalar 1962 İLTER, Şahap Sıtkı: Toprak 1962 KAVRAR, Asaf: Çırpınış 1962 KELEBEK, Mehmet: Koşu 1962 KEMAL TAHİR: Kelleci Mehmet 1962 KIRILMAZ, Orhan: Yaralı Kuş 1962 KORAY,Yaman: Deniz Ağacı 1962 KOZANOĞLU, Abdullah Ziya: Kızıl Kadırga 1962 KURTYULAN, Gül: Desen Ki 1962 ORHAN KEMAL: Eskici ve Oğulları 1962 ORHAN KEMAL: Gurbet Kuşları 1962 ÖZDEŞ, Oğuz: Tuna Nehri Akmam Diyor 1962 ÖZER, Meliha: Cennete Doğru 1962 SÖZEN, Suzan: Dördüncü Murat 1962 SU, Mükerrem Kamil: Aynadaki Kız 1962 ŞAPOLYA, Enver Behnan: Afşin 1962 TAN, M.Turhan: Cengiz Han 1962 TARUS, İlhan: Hükümet Meydanı 1962 UÇUK, Cahit: Gümüş Kanıt 1962 ADIVAR, Halide Edip: Hayat Parçaları 1962 AYYÜCE, Nurettin: Şeytan Tükrüğü 1962 AZRAK, Kerime Nadir: Bir Aşkın Romanı 1962 AZRAK, Kerime Nadir: Boş Yuva 1962 DENİZ, Ümit: Kanlı Kolyeler 1962 GÜNTEKİN, Reşat Nuri: Kan Davası 1962 HALİKARNAS BALIKÇISI: Uluç Reis 1962 HÜNALP, Ayhan: Vapur Düdükleri 1962 KARAMAĞRALI, Nihal: Esrarengiz Çorap 1962 KEMAL TAHİR: Bir Şehrin Mahpusu 1962 KOCAGÖZ, Samim: Kalpaklılar 1962 KOÇU, Reşat Ekrem: Erkek Kızlar 1962 KOÇU, Reşat Ekrem: Forsa Halil 1962 KORAY, Yaman: Deniz Ağacı 1962 KÜREMAN, Cevdet: Jockey Jalet 1962 OTYAM, N.Kemal: Ölüm Çemberi 1962 ÖZGEN, M.Rasim: Zalloğlu Rüstem 1962 SEYDA, Mehmet: Beyaz Duvar 1962 SEZER, Sevda: Saltanat Rüzgarları 1962 TAN, M.Turhan: Osmanlı Rasputini Cinci Hoca 1962 TANPINAR, Ahmet Hamdi: Saatleri Ayarlama Enstitüsü 1962 TÜLBENTÇİ, Feridun Fazıl: Kanuni Sultan Süleyman 1963 ABACI, Ziya: Sahilde Batan Güneş 1963 AYDEMİR, Şevket Süreyya: Toprak Uyanırsa 1963 AZRAK, Kerime Nadir: Saadet Tacı 1963 AZRAK, Kerime Nadir: Suya Düşen hayal 1963 DEMİRAĞ, Fikret: Yağmur Ağaçları 1963 DENİZ, Ümit: Talihsiz Adam 1963 ILGAZ, Afet (Muhteremoğlu): Bedriye 1963 İLHAN, Atilla: Kurtlar Sofrası 1963 İNANLI, Gültekin: Hiç 1963 KORAY,Yaman: Gelin Taşı 1963 ORHAN KEMAL: Kanlı Topraklar 1963 ORHAN KEMAL: Sokakların Çocuğu 1963 ÖZDEŞ, Oğuz: Kartal Başlı Kadırga 1963 PEKŞEN, Yalçın: Gecenin Ucundaki Işık 1963 PERİDE CELAL: Gecenin Ucundaki Işık 1963 SERTOĞLU, Murat: Mustafa Sagir 1963 YAŞAR KEMAL: Yer Demir Gök Bakır (Dağın Öte Yüzü:2) 1963 AYDOĞAN, Önal: Dördüncü Kurşun 1963 BAYAZIT, Numan: Ben Komitacıyım 1963 BÜYÜKARKIN, Bekir: Son Akın 1963 DEMİR, Abdullah: Ormanlar Ve İnsanlar 1963 DENİZ, Ümit: Azrail'in Habercisi 1963 ENGİN, İlhan: Boşveren Gençlik 1963 GÜRPINAR,Hüseyin Rahmi: Eti Senin Kemiği Benim 1963 KOCAGÖZ, Samim: Dolu Dizgin 1963 KORAY, Yaman: Gelin Taşı 1963 ORHAN KEMAL: Mahalle Kavgası 1963 ORHAN KEMAL: Sokakların Çocuğu 1963 ÖNAL, F. Zeki: Kader Gülmeyin 1963 ÖNAL, F. Zeki: Tövbe 1963 ÖZAYDIN, Burhan: Uçan Yapraklar 1963 SERTOĞLU, Murat: Kerbela 1963 TANSU, S. Nazif: Çarlara Baş Eğmeyen Şeyh Şamil 1963 TÜLBENTÇİ, F. Fazıl: Şanlı Kdaırgalar 1963 ULÇUGÜR, Saadet Timur: Bu Kadar Değilim 1964 APAYDIN, Talip: Ortakçılar 1964 AYDINALP, Selahattin: Bir Şehrin Hayatı 1964 AYVERDİ, Semiha: İbrahim Efendi Konağı 1964 AZRAK, Kerime Nadir: Aşk Hasreti 1964 BILDIRKİ, Oyhan Hasan: Dönülmez Yol 1964 DENİZ, Ümit: Gece Gelen Ölü 1964 ENGİN, İlhan: Çıngar 1964 GÜRPINAR, Hüseyin Rahmi: Deli Filozof 1964 GÜRPINAR, Hüseyin Rahmi: Kaderin Cilvesi 1964 İLHAN, Atilla: Kurtlar Sofrası 2 1964 İPEKÇİ, İhsan: Aşktan Sonra 1964 KANDAŞ,Kemal: Katıla Katıla Gülen Kalimkos 1964 KOCAGÖZ, Samim: Bir Karış Toprak 1964 KOZANOĞLU, Abdullah Ziya: Arena Kraliçesi 1964 ÖZDEŞ, Oğuz: Çölde Açan Zambak 1964 ÖZDEŞ, Oğuz: Oğuz Han 1964 ÖZDEŞ, Oğuz: Yavuz'un Peçesi 1964 PEYASLI, Aysel: Yaşamaklı Gelinler 1964 ŞEREF, M.Tahir: Mehtap Melekleri 1964 UÇUK, Cahit: Unutmayacaktı 1964 UYSAL, Hayrettin: Yollar Çamur 1964 AKINCI, Ahmet Cemil: Asil Düşman 1964 ARSLANLI, Pakize: Ölesiye Sevdiler 1964 AZRAK, Kerime Nadir: Aşk Hasreti 1964 BANOĞLU, N. Ahmet: Şahin Reis 1964 BAŞARAN, Mehmet: Aşk Acıları 1964 DEMİRAY, Güner: Yaşamak İçin 1964 İLERİ, Reşat: Kara Cehennem İbrahim 1964 ORHAN KEMAL: Kanlı Topraklar 1964 ULUNAY, Refi Cevat: Bir Başka Alem 1965 ANDAY, Melih Cevdet: Aylaklar 1965 APAYDIN, Talip: Ferhat ile Şirin 1965 BAHADINLI, Y.Ziya: Güllüceli Kazım 1965 BAŞTUNÇ, Yüksel: Bu Kaçıncı Bahar 1965 BÜYÜKARKIN, Bekir: Belki Bir Gün 1965 ÇETİN, Celalettin: Saat Altıda Gel 1965 ILGAZ, Afet (Muhteremoğlu): Başörtülüler 1965 KARAY, Refik Halit: Sonuncu Kadeh 1965 KEMAL TAHİR: Yorgun Savaşçı 1965 KOÇU, R.Ekrem: Fatih Sultan Mehmet 1965 MAKAL, Mahmut: Kamçı Teslimi 1965 NAZIM HİKMET: Kan Konuşmaz 1965 NAZIM HİKMET: Yeşil Elmalar 1965 ORHAN KEMAL: Bir Filiz Vardı 1965 ÖZDEŞ, Oğuz: Karapençe Estergon'da 1965 ÖZKAN, Hakkı: Umutsuzlar 1965 SERTOĞLU, Murat: Çakırcalı Mehmet Efe 1965 YEŞİM, Ragıp Şevki: Zümrüt Gözlü Sultan 1965 ZORLUTUNA, Halide Nusret: Altın Karanfiller 1965 ALPAR, Faika: Ortak Palas 1965 BENİCE, Ethem İzzet: Adsız Şehit 1965 ÇAMURDAN, M.Cihangir: Kadın Denilen Meçhul 1965 GÖÇER, Nuri: Zehirli Hayat 1965 İLTER, Ş. Sıtkı: Gökkuşağı 1965 NAZIM HİKMET: Yeşil Elmalar 1966 AKDORA, İskender Fikret: Dünyanın Öptüğü Kız 1966 APAYDIN, Talip: Toprağa Basınca 1966 ARIT, Fikret: Garip 1966 AY,Behzat: Dor Ali 1966 BAYDAR, Oya: Savaş Çağı, Umut Çağı 1966 BEKTÖRE, Şevki: Volga Kızıl Akarken 1966 BERKANT, Muazzez Tahsin: Bir Bahar Akşamı 1966 BİLBAŞAR, Kemal: Cemo 1966 BUĞRA, Tarık: Küçük Ağa Ankara'da 1966 BÜYÜKARKIN, Bekir: Suların Gölgesinde 1966 DAĞCI, Cengiz: Kolhozda Hayat 1966 DAĞCI, Cengiz: O Topraklar Bizimdi 1966 DİNAMO, Hasan İzzettin: Kutsal İsyan 1966 ERDİNÇ, Fahri: Kore Nire 1966 GÜNEY, Yılmaz: Boynu Bükükler 1966 HALİKARNAS BALIKÇISI: Turgut Reis 1966 KOZANOĞLU, Abdullah Ziya: Kubilay Hanın Gelini 1966 OKÇU, Emine Işınsu: Küçük Dünya 1966 ORHAN KEMAL: Evlerden Biri 1966 ORHAN KEMAL: Müfettişler Müfettişi 1966 ORHAN KEMAL: Yalancı Dünya 1966 ÖZDEŞ, Oğuz: Karapençe'nin İntikamı 1966 SEYDA, Mehmet: Bir Gün Büyüyeceksin 1966 SEYDA, Mehmet: Cinsel Oyun 1966 YAŞAR KEMAL: Üç Anadolu Efsanesi 1966 YILDIZ, Bekir: Türkler Almanya'da 1967 ARABUL, Muzaffer: Çakrazlar 1967 AZRAK, Kerime Nadir: Sisli Hatıralar 1967 BAYKURT, Fakir: Amerikan Sargısı 1967 BAYKURT, Fakir: Kaplumbağalar 1967 BERKANT, Muazzez Tahsin: Bulutlar Dağılınca 1967 BÜYÜKARKIN, Bekir: Tanyeri 1967 İLTER, Şahap Sıtkı: Horoz Değirmeni 1967 İLTER, Şahap Sıtkı: Kimin İçin 1967 K.(AKINÇ), Tarık Dursun: Sabah Olmasın 1967 KEMAL TAHİR: Bozkırdaki Çekirdek 1967 KORAY, Yaman: Sığırcıklar 1967 KORCAN, Kerim: Linç 1967 NESİN, Aziz: Şimdiki Çocuklar Harika 1967 ONUR, Necmi: Vicdansız Kadın 1967 ÖZDEŞ, Oğuz: Karapençe Voyvoda'ya Karşı 1967 ÖZDEŞ, Oğuz: Karapençe’nin Oğlu 1967 TARUS, İlhan: Vatan Tutkusu 1968 ARPAD,Burhan: Alnımdaki Bıçak Yarası 1968 AYAŞLI, Münavver: Pertev Beyin Üç Kızı 1968 BERKANT, Muazzez Tahsin: Uzayan Yollar 1968 BİLBAŞAR, Kemal: Memo 1 1968 DAĞCI, Cengiz: Dönüş 1968 DERVİŞ, Suat: Ankara Mahpusu 1968 DERVİŞ, Suat: Fosforlu Cevriye 1968 DİNAMO, Hasan İzzettin: Ateş Yılları 1968 DİNAMO, Hasan İzzettin: Savaş ve Açlar 1968 GÜRPINAR, Hüseyin Rahmi: Can Pazarı 1968 GÜRPINAR, Hüseyin Rahmi: İnsanlar Maymun muydu? 1968 HEKİMOĞLU, İsmail: Minyeli Abdullah 1968 K.(AKINÇ), Tarık Dursun: Denizin Kanı 1968 KOÇU, Reşat Ekrem: Kabakçı Mustafa 1968 KOÇU, Reşat Ekrem: Patrona Halil 1968 ORHAN KEMAL: Arkadaş Islıkları 1968 ORHAN KEMAL: Sokaklardan Bir Kız 1968 ÖZKAN, Hakkı: Dönüş 1968 PERİDE CELAL: Güz Şarkısı 1968 REŞAT ENİS: Sarı İt 1968 TOY, Erol: Toprak Acıkınca 1,2 1968 UÇUK, Cahit: Gecenin Bu Saatinde 1968 UÇUK, Cahit: Hep Yarın 1968 UÇUK, Cahit: Özlem Şarkısı 1968 YAŞAR KEMAL: Ölmez Otu (Dağın Öte Yüzü:3) 1969 ARIT, Fikret: Transfer Ahmet 1969 AYAŞLI, Münavver: Pertev Beyin İki Kızı 1969 BENER, Hikmet Erhan: Baharla Gelen 1969 BİLBAŞAR, Kemal: Memo 2 1969 BUYRUKÇU, Muzaffer: Gürültülü Birkaç Saat 1969 BÜYÜKARKIN, Bekir: Bozkırda Sabah 1969 DAĞCI, Cengiz: Genç Temuçin 1969 DANIŞMAN, Zuhuri: Fatih Sultan Mehmet 1969 HALİKARNAS BALIKÇISI: Deniz Gurbetçileri 1969 ILGAZ, Rıfat: Karadeniz'in Kıyıcığında 1969 K.(AKINÇ), Tarık Dursun: Kopuk Takımı 1969 KEMAL TAHİR: Kurt Kanunu 1969 ORHAN KEMAL: Kötü Yol 1969 ORHAN KEMAL: Üç Kağıtçı 1969 SEYDA, Mehmet: Sultan Döşeği 1969 SEYDA, Mehmet: Köroğlu 1969 SEYDA, Mehmet: Sultan Döşeği 1969 YAŞAR KEMAL: İnce Memed 2
Mynet
MYNET - Türkiye'nin lider - haber - oyun - spor - magazin - sinema - portalı
Yorum (yok) | Yorum yaz! | Bağlantı | Etiketler : AlsahBlog,Başlangıcından Bugüne Türk Romanı Zamandizini 5,Ali ŞAHİN Başlangıcından Bugüne Türk Romanı Zamandizini 6 (1970- 1979) / A Tarih: 13:05 on 15/5/2010 Kategori: Edebiyat Arastirmalari , Kitap
Başlangıcından Bugüne Türk Romanı Zamandizini 6 (1970- 1979) / ALi ŞAHİN ____________________________________________________________________
1970 ANDAY, Melih Cevdet: Gizli Emir 1970 AZRAK, Kerime Nadir: Güller ve Dikenler 1970 BAYKURT, Fakir: Tırpan 1970 BİLBAŞAR, Kemal: Yeşil Gölge 1970 BUĞRA, Tarık: İbiş'in Rüyası 1970 BUYRUKÇU, Muzaffer: Bir Olayın Başlangıcı 1970 CEYHUN, Demirtaş: Asya 1970 DAĞCI, Cengiz: Badem Dalına Asılı Bebekler 1970 GÜNKUT, Tarık: Yüzbaşı Selim Selimiye'li 1970 HEKİMOĞLU, İsmail: Maznun 1970 KEMAL TAHİR: Büyük Mal 1970 KESKİN, Yıldırım: Korkunç ve Güzel 1970 KOCAGÖZ, Samim: Bir Çift Öküz 1970 KORAY, Yaman: Kola 1970 OKÇU, Emine Işınsu: Azap Toprakları 1970 ORHAN KEMAL: Kaçak 1970 ÖZDEMİR, Mehmet Niyazi: Varolmak Kavgası 1970 ÖZDEŞ, Oğuz: Aşka Susayan Dudaklar 1970 ÖZDEŞ, Oğuz: Reyhan 1970 ÖZDEŞ, Oğuz: Şebnem 1970 SAYAR, Abbas: Yılkı Atı 1970 SEYDA, Mehmet: Nemrut Mustafa 1970 SEYDA, Mehmet: Süeda Hanım'ın Ortanca Kızı 1970 SEYDA, Mehmet: Yanartaş 1 1970 SEYDA, Mehmet: Yanartaş 2 1970 SOYSAL, Sevgi: Yürümek 1970 SU, Mükerrem Kamil: Ben ve O 1970 YAŞAR KEMAL: Ağrı Dağı Efsanesi 1971 ATAY, Oğuz: Tutunamayanlar 1 1971 ATAY, Oğuz: Tutunamayanlar 2 1971 AZRAK, Kerime Nadir: Zambaklar Açarken 1971 BERKANT, Muazzez Tahsin: Işık Yağmuru 1971 BİLBAŞAR, Kemal: Yonca Kız 1971 CUMALI, Necati: Zeliş (Tütün Zamanı'nın yeni basımı) 1971 GÜNEY, Yılmaz: Boynu Bükük Öldüler 1971 İZGÜ, Muzaffer: İlyas Efendi 1971 KAZANCI, A. Lütfü: Kaynana Münevver Hanım 1971 KAZANCI, A. Lütfü: Üvey Anne 1971 KEMAL TAHİR: Yol Ayrımı 1971 KESKİN, Yıldırım: Maya 1971 KORCAN, Kerim: İdamlıklar 1971 MEHMET SELAHATTİN (Erdem): İhtiyar Gençlik 1971 MEHMET SELAHATTİN (Erdem): Küçük Dünya 1971 OKÇU, Emine Işınsu: Ak Topraklar 1971 PERİDE CELAL: Evli Bir Kadının Günlüğünden 1971 SEPETÇİOĞLU, Mustafa Necati: Kilit 1971 SEYDA, Mehmet: İhtiyar Gençlik 1971 TUNCER, Cengiz: Kerkenez 1971 VEREL, Oktay: Maksat Vatan Kurtulsun 1971 YAŞAR KEMAL: Binboğalar Efsanesi 1971 YEŞİM, Ragıp Şevki: Ovaya İnen Şahin 1971 ZORLUTUNA, Halide Nusret: Büyükanne 1972 ADIVAR, Halide Edip: Çaresaz 1972 ALTAN, Çetin: Büyük Gözaltı 1972 APAYDIN, Talip: Define 1972 APAYDIN, Talip: Yoz Davar 1972 AZRAK, Kerime Nadir: Karar Gecesi 1972 BAHADINLI, Yusuf Ziya: Güllüce'yi Sel Aldı 1972 BAYSAL, Faik: Drina'da Son Gün 1972 BERKANT, Muazzez Tahsin: Bir Gün Sabah Olacak mı 1972 BERKANT, Muazzez Tahsin: İki Kalp Arasında 1972 BİLBAŞAR, Kemal: Başka Olur Ağaların Düğünü 1972 DAĞCI, Cengiz: Üşüyen Sokak 1972 DİNAMO, Hasan İzzettin: Kutsal Barış 1972 GÜNEL, Burhan: Ökse 1972 KAFTANCIOĞLU, Ümit: Yelatan 1972 KALELİ, Lütfi: Görgü 1972 KALELİ, Lütfi: İstanbıllı Gardaşım 1972 KAZANCI, A. Lütfü: Bir Vicdan Uyanıyor 1972 MEHMET SELAHATTİN (Erdem): Kaybolan Dünya 1972 ÖZKAN, Hakkı: Taş 1972 SAYAR, Abbas: Çelo 1972 YAŞAR KEMAL: Çakırcalı Efe 1973 AĞAOĞLU, Adalet: Ölmeye Yatmak 1973 ATAY, Oğuz: Tehlikeli Oyunlar 1973 ATILGAN,Yusuf: Anayurt Oteli 1973 ATSIZ, H. Nihal: Ruh Adam 1973 AY, Behzat: Sis İçinde 1973 AZRAK, Kerime Nadir: Dert Bende 1973 AZRAK, Kerime Nadir: Karar Gecesi 1973 BAYKURT, Fakir: Köygöçüren 1973 BİRİNCİ, Niyazi: Sunguroğlu 1973 BÜYÜKARKIN, Bekir: Yoldaki Adam 1973 CUMALI,Necati :Yağmurlar ve Topraklar 1973 DİNAMO, Hasan İzzettin: Öksüz Musa 1973 GÜRPINAR, Hüseyin Rahmi: Namuslu Kokotlar 1973 GÜRPINAR, Hüseyin Rahmi: Ölüler Yaşıyor mu? 1973 HAKSUN, Necati: Meyro 1973 İLERİ, Selim: Destan Gönüller 1973 İLHAN, Attila: Bıçağın Ucu 1973 İZGÜ, Muzaffer: Halo Dayı 1973 KOCAGÖZ, Samim: İzmir'in İçinde 1973 MEHMET SELAHATTİN: Kaybolan Dünya 1973 OKÇU, Emine Işınsu: Tutsak 1973 ÖZDEŞ, Oğuz: Herkesten Uzak 1973 ÖZKAN, Hakkı: Sürtük 1973 POLAT, Ömer: Mahmudo ile Hazel 1973 SEPETÇİOĞLU, Mustafa Necati: Anahtar 1973 SEPETÇİOĞLU, Mustafa Necati: Kapı 1973 SEYDA, Mehmet: İçe Dönük ve Atak 1973 SOYSAL, Sevgi: Yenişehir'de Bir Öğle Vakti 1973 TANPINAR, Ahmet Hamdi: Sahnenin Dışındakiler 1973 TOPRAK, Ömer Faruk: Tuz ve Ekmek 1973 TOY, Erol: Azap Ortakları 1,2 1973 TOY, Erol: İmparator 1973 YAŞAR KEMAL: Demirciler Çarşısı Cinayeti(Akçasaz'ın Ağaları:1) 1974 ADIVAR, Halide Edip: Kerim Ustanın Oğlu 1974 ALTAN, Çetin: Bir Avuç Gökyüzü 1974 ANDAY, Melih Cevdet: İsa'nın Güncesi 1974 APAYDIN, Talip: Ortakçının Oğlu adıyla 1964R Ortakçılar yeni bas.) 1974 APAYDIN, Talip: Toz Duman İçinde 1974 AZRAK, Kerime Nadir: Kaderin Sırrı 1974 BALI, Lemia: Fırtınalı Günler 1974 BİRİNCİ, Niyazi: Bizans Saraylarında 1974 BİRİNCİ, Niyazi: Buhara Yanıyor 1974 CUMALI,Necati : Acı Tütün 1974 ÇETİN, Celalettin: 352. Sokak 1974 DİNAMO, Hasan İzzettin: Musa'nın Mapushanesi 1974 FÜRUZAN: 47'liler 1974 GÜNEL, Burhan: Umut Zamanı 1974 ILGAZ, Rıfat: Karartma Geceleri 1974 İLHAN, Attila: Sırtlan Payı 1974 K.(AKINÇ), Tarık Dursun: Gün Döndü 1974 KAFTANCIOĞLU, Ümit: Tüfekliler 1974 KALELİ, Lütfi: Haşhaş 1974 KEMAL TAHİR: Karılar Koğuşu 1974 KEMAL TAHİR: Namusçular 1974 MEHMET KEMAL: Sürgün Alayı 1974 NESİN, Aziz: Tatlı Betüş 1974 OKÇU, Emine Işınsu: Sancı 1974 ONUR, Necmi: Arap Abdo 1974 ONUR, Necmi: Kadın Daha Çok Sever 1974 ÖZ, Erdal: Yaralısın 1974 ÖZKİŞİ, Bahaeddin: Köse Kadı 1974 POLAT, Ömer: Saragöl 1974 SAYAR, Abbas: Can Şenliği 1974 SEPETÇİOĞLU, Mustafa Necati: Çatı 1974 SEPETÇİOĞLU, Mustafa Necati: Konak 1974 TOY, Erol: Kördüğüm 1974 ZORLUTUNA, Halide Nusret: Aydınlık Kapı 1975 AKBAL, Oktay: İnsan Bir Ormandır 1975 AKÇAM, Dursun: Kanlıdere'nin Kurtları 1975 ALTAN, Çetin: Viski 1975 ANDAY, Melih Cevdet: Raziye 1975 APAYDIN, Talip: Tütün Yorgunu 1975 AY, Behzat: Sürgün 1975 AZRAK, Kerime Nadir: Bir Çatı Altında 1975 BALCIOĞLU, A. Rasim: Terleyen Duvarlar 1975 BARAN, Selçuk: Bir Solgun Adam 1975 BAYKURT, Fakir: Keklik 1975 BİRİNCİ, Niyazi: Elveda Buhara . 1975 BİRİNCİ, Niyazi: Sahipsiz Saltanat 1975 BİRİNCİ, Niyazi: Turgut Alp 1975 BOYUNAĞA, Yılmaz: Denizler Ejderi 1975 BOYUNAĞA, Yılmaz: Kırık Hançer 1975 COŞKUN, Zebercet: Haçin 1975 CUMALI,Necati : Aşk da Gezer 1975 DÖLEK, Sulhi: Korugan 1975 GÜRBÜZ, Yılmaz: Balkan Acısı 1975 KAYIHAN, Hasan: Yoklar 1975 KORCAN, Kerim: Ter Adamları 1975 MİYASOĞLU, Mustafa: Kaybolmuş Günler 1975 ÖZAKIN, Aysel: Gurbet Yavrum 1975 ÖZKİŞİ, Bahaeddin: Sokakta 1975 ÖZKİŞİ, Bahaeddin: Uçtaki Adam 1975 SEPETÇİOĞLU, Mustafa Necati: Üçler Yediler Kırklar 1975 SOYSAL, Sevgi: Şafak 1975 TANPINAR, Ahmet Hamdi: Mahur Beste 1975 TÜRKALİ, Vedat: Bir Gün Tek Başına 1975 VEREL, Oktay: Aslan Gibi Eşekler 1975 YAŞAR KEMAL: Yusufçuk Yusuf (Akçasaz’ın Ağaları:2) 1975 YÜCEL, Tahsin: Vatandaş 1976 AĞAOĞLU, Adalet: Fikrimin İnce Gülü 1976 AĞRALI, Levent: Göçük 1976 APAYDIN, Talip: Dağdaki Kaynak 1976 AYAŞLI, Münavver: Pertev Beyin Torunları 1976 BİRİNCİ, Niyazi: Çaka Bey 1976 BİRİNCİ, Niyazi: Kırım Kan Ağlıyor 1976 BİRİNCİ, Niyazi: Şehzade Selim 1976 BİRİNCİ, Niyazi: Şirpençe 1976 BUĞRA, Tarık: Firavun İmanı 1976 BURDURLU, İbrahim Zeki: Akdenizin İnsan Çiçekleri 1976 CEVDET KUDRET: Karıncayı Tanırsınız 1976 ÇOKUM, Sevinç: Zor 1976 DİNAMO, Hasan İzzettin: Koyun Baba 1976 DİNAMO, Hasan İzzettin: Musa'nın Gecekondusu 1976 EDGÜ, Ferit: Kimse 1976 GÜNEL, Burhan: Yağmurla Giden 1976 ILGAZ, Rıfat: Sarı Yazma 1976 İLERİ, Selim: Her Gece Bodrum 1976 KALELİ, Lütfi: Kardeşlerin Kini 1976 KAYIHAN, Hasan: Zincir 1976 KEMAL TAHİR: Hür Şehrin İnsanları 1 1976 KEMAL TAHİR: Hür Şehrin İnsanları 2 1976 KOCAGÖZ, Samim: Tartışma 1976 KÜR, Pınar: Yarın... Yarın... 1976 MEHMET KEMAL: Pulsuz Tavla 1976 MEHMET SELAHATTİN: Şehirde İnsan Yoktu 1976 NESİN, Aziz: Surname 1976 ONUR, Necmi: Orospu 1976 ÖZKAN, Hakkı: Grevden Sonra 1976 ÖZLÜ, Demir: Bir Uzun Sonbahar 1976 POLAT, Ömer: Dilan 1976 SAY, Ahmet: Kocakurt 1976 SELİMOĞLU, Zeyyat: Deprem 1976 SEYDA, Mehmet: Gerçek Dışı 1976 TOY, Erol: Bal Tutanlar 1976 TOY, Erol: Gözbağı 1976 TOY, Erol: Son Seçim 1976 YAŞAR KEMAL: Al Gözüm Seyreyle Salih 1976 YAŞAR KEMAL: Yılanı Öldürseler 1976 YÜCE, Ali: Şeytanistan 1977 AKÇAM, Dursun: Kan Çiçekleri 1977 BAHADINLI, Yusuf Ziya: Gemileri Yakmak 1977 BAYKURT, Fakir: Kara Ahmet Destanı 1977 BAYKURT, Fakir: Yayla 1977 BENER, Hikmet Erhan: Yalnızlar 1977 CEYHUN, Demirtaş: Yağmur Sıcağı 1977 ÇETİN, Celalettin: Göçük 1977 DAL, Güney: İş Sürgünleri 1977 EDGÜ, Ferit: O 1977 ERDİNÇ, Fahri: Acı Lokma 1977 GÜNEY, Yılmaz: Soba, Pencere Camı, İki Ekmek İstiyoruz 1977 ILGAZ, Afet: Aşamalar 1977 İNCESU,Yıldız: Süt Güğümündeki Kurbağalar 1977 KARADENİZ, Zeria: Yeğen 1977 KAYIHAN, Hasan: Uyanmak 1977 KEMAL TAHİR: Damağası 1977 KÜR, Pınar: Küçük Oyuncu 1977 MAKAL, Tahir Kutsi: Meydan Dayağı 1977 MEHMET SELAHATTİN: Sam Yeli 1977 NESİN, Aziz: Yaşar Ne yaşar Ne Yaşamaz 1977 NİKSARLI, M. Zeki: Türkoğlu Cıbı Salih ile Acemoğlu Gaffar 1977 OKTAY RİFAT: Bir Kadının Penceresinden 1977 ÖZDEMİR, Mehmet Niyazi: Çağımızın Aşıkları 1977 PERİDE CELAL: Üç Yirmidört Saat 1977 SAYAR, Abbas: Dik Bayır 1977 SEPETÇİOĞLU, Mustafa Necati: Bu Atlı Geçide Gider 1977 SEPETÇİOĞLU, Mustafa Necati: Cevahir ile Sadık Çavuş'un Buğday Kamyonu 1977 SÜMER, Dinçer: Bozuk Bir Şey 1977 TOSUNER, Necati: Sancı... Sancı... 1977 TOY, Erol: Doruktaki Öfke 1977 YAŞAR KEMAL: Filler Sultanı ile Kırmızı Sakallı Topal Karınca 1977 YILMAZ, Durali: Aziz Sofi 1978 ALTAN, Çetin: Küçük Bahçe 1978 BAŞARAN, Mehmet: Memetçik Memet 1978 BENER, Hikmet Erhan: Bürokratlar 1978 BİLBAŞAR, Kemal: Kölelik Dönemeci 1978 ELİÇİN, Bekir: Onlar Savaşırken 1978 ERDEM, İbrahim: Sürgün Meyveye Durdu 1978 GÜRMAN, Osman Nemci: Kılıç Uykuda Vurulur 1978 İLHAN, Attila: Yaraya Tuz Basmak 1978 KEMAL TAHİR: Bir Mülkiyet Kalesi 1 1978 KEMAL TAHİR: Bir Mülkiyet Kalesi 2 1978 KIYAFET, Hasan: Oy Pazarı 1978 KORCAN, Kerim: Dimitrof Geçiyor 1978 MERİÇ, Nezihe: Alagün Çocukları 1978 NESİN, Aziz: Yek Yol 1978 OKÇU, Emine Işınsu: Çiçekler Büyür 1978 ÖZAKIN, Aysel: Alnımda Mavi Kuşlar 1978 PERİDE CELAL: Jaguar 1978 TOY, Erol: Kuzgunlar ve Leşler 1 1978 TURAN, Güven: Dalyan 1978 YALÇIN, İrfan: Genelevde Yas 1978 YAŞAR KEMAL: Deniz Küstü 1978 YAŞAR KEMAL: Kuşlar da Gitti 1978 YEŞİLOVA, Mustafa: Kopo 1981 Karasu 1978 YILMAZ, Durali: Fetva Yokuşu 1979 AĞAOĞLU, Adalet: Bir Düğün Gecesi 1979 ALP, Seyit: Devran 1979 BUĞRA, Tarık: Gençliğim Eyvah 1979 DAL, Güney: E-5 1979 ERDİNÇ, Fahri: Ali'nin Biri 1979 ERDİNÇ, Fahri: Kardeş Evi 1979 GİRGİN, Naci: Gençlik Çıkmazı 1979 GİRGİNSOY, Naci: Gençlik Çıkmazı 1979 GÜNEL, Burhan: Aksayan 1979 İLERİ, Selim: Ölüm İlişkileri 1979 KUTLU, Ayla: Kaçış 1979 KÜR, Pınar: Asılacak Kadın 1979 ÖZLÜ, Demir: Bir Küçük Burjuvanın Gençlik yılları 1979 PULTAR, Gönül: Dünya Bir Atlı Karınca 1979 SERHAN, Fatma İrfan: Karagöl 1979 SERHAN, Fatma İrfan: Marziye 1979 TOY, Erol: Kuzgunlar ve Leşler 2 1979 YALÇIN, İrfan: Ölümün Ağzı
Mynet
MYNET - Türkiye'nin lider - haber - oyun - spor - magazin - sinema - portalı
Yorum (yok) | Yorum yaz! | Bağlantı | Etiketler : Başlangıcından Bugüne Türk Romanı Zamandizini 6,(1970- 1979),ALi ŞAHİN Başlangıcından Bugüne Türk Romanı Zamandizini Tarih: 13:03 on 15/5/2010 Kategori: Edebiyat Arastirmalari , Kitap
Başlangıcından Bugüne Türk Romanı Zamandizini Taslağı 7 (1980- 1989)/ Ali ŞAHİN ____________________________________________________________________
1980 AĞAOĞLU, Adalet: Yazsonu 1980 BENER, Hikmet Erhan: Elif'in Öyküsü 1980 BİLBAŞAR, Kemal: Bedoş 1980 BİLGİNER, Recep: Politikada Bir Sarı Çizmeli 1980 BUĞRA, Tarık: Dönemeçte 1980 DÖLEK, Sulhi: Geç Başlayan Yargılama 1980 İLERİ, Selim: Bir Akşam Alacası 1980 İLERİ, Selim: Cehennem Kraliçesi 1980 İLHAN, Attila: Fena Halde Leman 1980 K.(AKINÇ), Tarık Dursun: Alçaktan Uçan Güvercin 1980 K.(AKINÇ), Tarık Dursun: Kayabaşı 1980 KIRAL,Tezer Özlü: Çocukluğun Soğuk Geceleri 1980 KUTLU, Ayla: Islak Güneş 1980 MAKAL, Tahir Kutsi: Kamyon 1980 TİMUÇİN, Afşar: Gece Gelen Eski Dost 1980 YAŞAR KEMAL: Yağmurcuk Kuşu (Kimsecik:1) 1980 YILDIZ, Bekir: Halkalı Köle 1981 AKTUNÇ, Hulki: Bir Çağ Yangını 1981 APAYDIN, Talip: Kente İndi idris 1981 APYDIN, Talip: Vatan Dediler 1981 AZRAK, Kerime Nadir: Aşk Fısıltıları 1981 BALEL, Mustafa Peygamber Çiçeği 1981 BENER, Hikmet Erhan: Kedi ve Ölüm 1981 BENER, Hikmet Erhan: Oyuncu 1981 BENER, Hikmet Erhan: Ünlü Gezgin Macellos da Vinci'nin Akılalmaz Serüvenleri 1981 Bilbaşar, Kemal: Zühre Ninem 1981 BUĞRA, Tarık: Yağmuru Beklerken 1981 DİNAMO, Hasan İzzettin: Açlık 1981 DİNAMO, Hasan İzzettin: Ateş Yılları 1981 DİNAMO, Hasan İzzettin: Türk Kelebeği 1981 ERAY, Nazlı: Pasifik Günleri 1981 ERİM, Turgut: Girişim 1981 GÜNEL, Burhan: Acının Askerleri 1981 GÜRTÜRK, Sami: Bidilik 1981 HAKSUN, Necati Hazal(Kutsal Ceza) 1981 İLERİ, Selim: Bir Akşam Alacası 1981 İLERİ, Selim: Yaşarken ve Ölürken 1981 İLHAN, Attila: Dersaadette Sabah Ezanları 1981 KALELİ, Lütfi: Vakarlı Memo 1981 KARAKUŞ, Hidayet: Yağmurlar Nereye Yağar 1981 MİRZABEYOĞLU, Salih: Yaşamayı Deneme 1981 ÖZAKIN, Aysel: Genç Kız ve Ölüm 1981 ÖZKAN, Hakkı: İnci 1981 PERİDE CELAL: Bir Hanımefendinin Ölümü 1981 SÖZER, Onay: Öteki 1981R YEŞİLOVA, Mustafa: Karasu 1982 ANDAY, Melih Cevdet: Gizli Emir 1982 ATAYMAN, Ümit: Şark Çıbanı 1982 BENER, Hikmet Erhan: Böcek 1982 BÜYÜKÜNAL, Ayhan: Güle Güle Mercimekburun 1982 CEYHUN, Demirtaş: Cadı Fırtınası 1982 DÖLEK, Sulhi: Kiracı 1982 HACIHASANOĞLU, Muzaffer: Trenler Gidiyor 1982 KOCAGÖZ, Samim: Yılan Hikayesi 1982 MEHMET NİYAZİ: Ölüm Daha Güzeldi 1982 OKTAY RIFAT: Bay Lear 1982 ONUR, Nemci: Para Babası 1982 PAMUK, Orhan: Cevdet Bey ve Oğulları 1982 SELİMOĞLU, Zeyyat: Tutkunun Köşeleri 1982 ŞAHİN, Remzi: Banker 1982 TEKİN, Hüseyin: Sevginin Bedeli 1982 TOSUN, Kenan: Türkiye'nin Seçkinleri 1982 YAŞAR KEMAL: Hüyükteki Nar Ağacı 1983 BENER, Hikmet Erhan: Ölü Bir Deniz 1983 BUĞRA, Tarık: Osmancık 1983 HÜNALP, Ayhan: Şarkısız Dünyaların Orkinosları 1983 İLERİ, Selim: Ölünceye Kadar Seninim 1983 K.(AKINÇ), Tarık Dursun: Kurşun Ata Ata Biter 1983 KAYACAN, Feyyaz: Çocuktaki Bahçe 1983 KAYIHAN, Hasan: Gurbet Günleri 1983 KAYIHAN, Hasan: Gurbet Günleri 1983 KUTLU, Ayla: Cadı Ağacı 1983 KUTLU, Ayla: Tutsaklar 1983 OCAK,Esma: Kervan Servan 1983 PAMUK, Orhan: Sessiz Ev 1983 TEKİN, Latife: Sevgili Arsız Ölüm 1983 TİMUÇİN, Afşar: Kıyılar Durunca 1983 TÜRKALİ, Vedat: Mavi Karanlık 1984 TEKİN, Latife: Berci Kristin Çöp Masalları 1984 ULAY, Faruk: Yazılmamış Bir Tarih İçin Dipnotları 1984 YAŞAR KEMAL: İnce Memed 3 1985 K.(AKINÇ), Tarık Dursun: İyi Geceler Dünya 1985 YAŞAR KEMAL: Kale Kapısı(Kimsecik:2) 1986 PAMUK, Orhan: Beyaz Kale 1986 TEKİN, Latife: Gece Dersleri 1987 YAŞAR KEMAL: İnce Memed 4 1987 YEL, Esen: Demokrasi Sakız Çiğniyor 1988 ULAY, Faruk: Kopuk Bağlantılar 1989 EBCİOĞLU, Emel: Kuzey Işıkları 1989 K.(AKINÇ), Tarık Dursun: Bağışla Onları 1989 TEKİN, Latife: Buzdan Kılıçlar
Mynet
MYNET - Türkiye'nin lider - haber - oyun - spor - magazin - sinema - portalı
Yorum (yok) | Yorum yaz! | Bağlantı | Etiketler : Türk Romanı,Kronoloji,AlsahBlog Başlangıcından Bugüne Türk Romanı Zamandizini Tarih: 13:01 on 15/5/2010 Kategori: Edebiyat Arastirmalari , Kitap
Başlangıcından Bugüne Türk Romanı Zamandizini -Taslak- 8 (1990- 1999) / Ali ŞAHİN ____________________________________________________________________
1990 CUMALI, Necati: Uç Minik Serçem 1990 GÜLEN, Mehmet: İstanbul Kanatlı Ben 1990 K.(AKINÇ), Tarık Dursun: Ağaçlar Gibi Ayakta 1990 K.(AKINÇ), Tarık Dursun: Ağaçlar Gibi Ayakta 1990 KARAKUŞ, Hidayet: Uykusu Derin Şehir 1990 KARASU, Bilge: Gece 1990 PAMUK, Orhan: Kara Kitap 1990 PERİDE CELAL: Kurtlar 1991 AĞAOĞLU, Adalet: Ruh Üşümesi 1991 ALKAN, Erdoğan: Kör Oldum Veysel Oldum 1991 ALTAN, Ahmet: Yalnızlığın Özel Tarihi 1991 ANDAY, Melih Cevdet: Mavi Sokak(1958-59'da takma adla tefrika) 1991 ANDAY, Melih Cevdet: Meryem Gibi 1991 APAYDIN, Talip: Köylüler (TDİ-VD Üçlemeşi:3.Kitap) 1991 ARAL, İnci: Ölü Erkek Kuşlar 1991 BAHADINLI, Yusuf Ziya: Devekuşu Rosa 1991 BEHRAM, Nihat: Lanetli Ömrün Kırlangıçları 1991 BENER, Vüs'at O.: Bay Muannit Sahtegi'nin Notları 1991 BOZKURT, İsmail: Yusufçuklar Oldu mu? 1991 DÖLEK, Sulhi: Truva Katırı 1991 GÜNEL, Burhan: Baraka 1991 ILGAZ, Afet: AD Semud Meyden 1991 İLERİ, Selim: Mavi Kanatlarınla Yalnız Benim Olsaydın 1991 KARAKOYUNLU, Yılmaz: Üç Aliler Divanı 1991 MADRA, Ömer: Romanımla Sana Bir Ses 92 1991 ŞAHİN, Osman: Başaklar Gece Doğar 1991 UZUNER, Buket: İki Yeşil Su Samuru,Anneleri,Babaları ve Diğerleri 1991 YAŞAR KEMAL: Kanın Sesi (Kimsecik:3) 1991 YAVUZ, Hilmi: Fehmi K'nın Acayip Serüvenleri 1991 YURDAKUL, Ahmet: Bir Masal Akşamı 1992 AKAŞ, Cem: Suç ve Ceza 1992 ALATLI, Alev: Viva la Muerte/Yaşasın Ölüm(Orda KimseVar mı?1) 1992 ALATLI, Alev: Yaseminler Tüter mi?... 1992 ALBAYRAK, Sadık: İnsan Arayışı 1992 ANDAY, Melih Cevdet: Birbirimizi Anlayamayız 1992 ARAL, İnci: Ölü Erkek Kuşlar 1992 ARSLANOĞLU, Kaan: Çağrısız Hayalim 1992 AY, Taner: Metruk Zamana Seyahat ve Marsyas 1992 BAŞAR, Kürşat: Sen Olmasaydın Yapmazdın Biliyorum(u.ö) 1992 BAŞARAN, Mehmet: Kalın Mavi Bir Ses 1992 BAYDAR, Oya: Kedi Mektupları 1992 BAYSAL, Faik: Ateşi Yakanlar 1992 BAYTAŞ, Ömer: ProximaCentauri 1992 BEZMEN, Nermin: Kurt Seyt/ Shura 1992 BÜYÜKÜNAL, Ayhan: Saros'un Küçük Adaları 1992 ÇIĞIR, Mehmet Ali: Yalnızlığın Mektupları 1992 ÇİÇEKOĞLU, Feride: Suyun Öte Yanı 1992 DAYIOĞLU, Gülten: Yeşil Kiraz 1992 DİKMEN, Veysel: Sıcak Tanrıdan Soğuk Ekmek 1992 DOĞANER, Hülya Serap: Leyla ile Şirin 1992 DOYMUŞ, Namık: Aşklar ve Arkadaşlıklar 1992 DÖLEK, Sulhi: Truva Katırı 1992 EFE, Hürrem: İnanılır Gibi Değil 1992 EMİNE, E.: Kurabiye Saatinde 1992 ERAY, Nazlı: Ay Falcısı 1992 ERKİNER, Engin: Güzel Bir Ölüm 1992 ERKORKMAZ, Murat: Gel Zaman Gitme Zaman 1992 EVERDİ, Mustafa: Örgütlü Ölüler 1992 GENÇ, Nihat: One Man Show 1992 GÜVEN, Turan: Soğuk Tüylü Martı 1992 IŞIK, Celal: Kirli Karanlık 1992 İMRE, Mehmet Fehmi: Yüzyetmişaltı Yıl 1992 İNAL, Mecbure: Kuşlar Vuruldu 1992 İSVAN, Reha: Gün Olur Devran Döner 1992 İYİLER, Orhan: Bir gün Bile Yaşamak 1992 KALELİ, Lütfi: Köşker İmam 1992 KAPLAN, Saadettin: İğde Dalı 1992 KARAKAYA, Müştehir: Başımız Döndü İnkılaptan 1992 KARAKAYA, Müştehir: Gecenin Soluğu 1992 KARAKOYUNLU, Yılmaz: Güz Sancısı 1992 KARASU, Bilge: Kılavuz 1992 KARLI, Sadık: Eski Kış 1992 KIVANÇ, Ümit: Gaib Romans 1992 KOÇ, Hamdi: Çocuk Ölümü Şarkıları 1992 KÜR, Pınar: Sonuncu Sonbahar 1992 LEVİ, Mario: En Güzel Aşk Hikayemiz (Türü Öykü mü? A.Ş) 1992 NEYZİ, Ali H.: Çoban 1992 NİYAZİ, Mehmet: İki Dünya Arasında 1992 OKTAY RİFAT: Danaburnu 1992 ONAT, Leyla: Sorumlu Bulutlar 1992 ONUR, Nemci: Hanım Efendi 1992 OTO, Fatih: Siyah Kristal 1992 ÖKE, M.Kemal: Günbatımı 1992 ÖZÜNLÜ, İlker: Serseri 1992 PAMUK, Orhan: Kara Kitap 1992 SARPDERE, Yücel: Vatandaş Abuzer 1992 SÖNMEZ, Tekin: Kadınlar Vardı 1992 SÖNMEZ, Tekin: Söylence Berlin 1992 SUPHİ, Mustafa: Bir Yaşamın Güncesi 1992 SÜMER, Dinçer: Bir Düş müydü O İzmir 1992 TUNÇ, Ayfer: Kapak Kızı 1992 UZUNER, Buket: Balık İzlerinin Sesi 1992 YAĞCI, Öner: Gökyüzüne Akan Irmak 1992 YALÇINLAR, Adnan: Salyangoz yada Şovalyenin Zamanı 1992 YILDIZ, Ahmet Günbay: Dağıstan Aslanı 1992 YILDIZ, Ahmet Günbay: Fetih Sancakları 1992 YILDIZ, Ahmet Günbay: Sular Durulursa 1992 YÜCEL, Tahsin: Peygamberin Son Beş Günü 1993 AĞAOĞLU, Adalet: Romantik Bir Viyana Yazı 1993 AĞAOĞLU, Adalet: Yazsonu 1993 AKAŞ, Cem: 7 1993 ALATLI, Alev: Valla Kurda Yedirdin Beni(Orda Kimse Var mı?:3) 1993 ALP, Seyit: Berlin Savignyplatz 1993 ALP, Seyit: Şavk 1993 ANKARA, Zeynep: Terkedilmiş Sessiz Bir Gölge Oyunu 1993 ASLANKARA, Sadık: Biri Yüz Biri Giz 1993 AY, Behzat: O Uzun Yalnızlık 1993 BENER, Erhan: Anafor 1993 BİRKİYE, Atilla: Son Yemek 1993 CEHİZ, Neşe: 413 Yaşadı mı? 1993 ÇEKİRGE, Pınar: İntihara İki Saat Kala 1993 DEMİREL, Kemal: Piano Piano Bacaksız(Evimizin İnsanları) 1993 ERAY, Nazlı: Yıldızlar Mektup Yazar 1993 ERENUS, Bilgesu: Kazı 1993 EVREN, Süreyya: Postmodern Bir Kız Sevdim- 1993 GEÇTAN, Engin: Kırmızı Kitabın Öyküsü 1993 GENÇ, Nihat: Dar Alanda Tufan 1993 GEZER, Nadir: Aydınlığa Yürüyenler 1993 GÜN, Güneli: Bağdat Yollarında 1993 HEPÇİLİNGİRLER, Feyza: Kırmızı Karanfil Ne Renk Solar ? 1993 ILGAZ, Afet:Yol 1993 İLERİ, Saldıray: Ben Afrodit 1993 İLERİ, Selim: Kırık Deniz Kabukları 1993 İZGÜ, Muzaffer: İt Adası 1993 KARAKAYA, Müştehir: Ay Karanlıktı 1993 KARAOSMANOĞLU, Ülkü: İsyanın Bin Yüzü 1993 NEYZİ, Ali: Gökdelen 1993 NİL, Ayşe: Diploma Töreni 1993 ÖZAKMAN, Turgut: Korkma İnsancık Korkma 1993 ÖZDAMAR, Emine Sevgi: Hayat Bir Kervansaray 1992 ? 1993 TURAL, Ahmet: Gölgeler 1993 UZUNER, Buket: Benim Adım Mayıs 1993 ÜMİT, Ahmet: Bir Ses Böler Geceyi 1993 ÜMİT, Ahmet: Düşlerin Şarkısı Yok 1993 ÜMİT, Ahmet: Postmodern Bir Kız Sevdim 1993 ÜNLÜ, Şemsettin: Yüz Uzun Yıl 1993 YURDAKUL, Ahmet: Korsanın Seyir Defteri 1994 ALATLI, Alev: OK.Musti: Türkiye Tamamdır 1994 ARAL, İnci:Yeni Yalan Zamanlar 1994 ASIMGİL, Dr.Sevim: Dilara 1994 ASIMGİL, Dr.Sevim: Düğünümde Ağlama 1994 AYSU, Osman T.: Havyar Operasyonu "Bir Suikastin Anatomisi" 1994 AYTAÇ, Ercüment: Ve : Blues 1994 BAHADIR, Velihan: Nurs Köyü'nden Dünyaya 1,2 1994 BENER, Erhan: Elifin Öyküsü 1994 CUMALI, Necati: Viran Dağlar 1 (Makedonya 1900) 1994 DAL, Güney: Gelibolu'ya Kısa Bir Yolculuk 1994 DEMİRKAN, Mustafa: Biz Çok Özgürdük 1994 ERAY, Nazlı: Uyku İstasyonu 1994 ERDOĞAN, Aslı: Kabuk Adam 1994 ERDOĞAN, Yılmaz: Bir Başka Açıdan Romantizm 1994 ERDOĞAN, Yılmaz:Veda Etme Öğretmenim 1994 EROĞLU, Mehmet:Yürek Sürgünü 1994 FINDIKLI, Selma: Nereye Yüreğim 1994 GENÇ, Nihat:Soğuk Sabun 1994 GÖKDUMAN, Nehir Aydın: Şimdi Dirilmek Vaktidir 1994 GÖKSEL, Hüsnü A.: Ayışığı Sonatı 1994 ILGAZ, Afet: Yolcu 1994 İLHAN, Mustafa: Sular Alevlenirken 1994 İNAL, Mecbure: Beklenen Roman 1994 İNANÇ, Üstün: Bir Kimlik Lütfen 1994 İZGÜ, Muzaffer: Sıpa 1994 KARATAY, Hüseyin : ? 1994 KAVAKLI, Ali Erkan: Umudun Rengi Soldu 1994 KAYA, Ali Mevlut: Ve Ben Yani Recep Vural 1994 KOÇAK, Gülayşe: Çifte Kapıların Ötesi 1994 KUTLU, Ayla: Kadın Destanı 1994 MAĞDEN, Perihan: Refakatçi 1994 ONAY, Yılmaz: Yazılar Filmatik 1994 ÖNAL, Mehmet: Şeffaf Kanatlı Zaman 1994 ÖZDEK, Refik: Afşaroğlu 1994 ÖZDEK, Refik: Gece Yarısı Güneşi 1994 PAMUK, Orhan: Yeni Hayat 1994 RIFAT, Serdar: Parodi Yaşamlar 1994 SUPHİ, Mustafa: Sonbahar Düşü 1994 ŞENGEL, Piraye: Gölgesiz Bir Kadın 1994 TUNCEL, Murat:Maviydi Adalar Sarayı 1994 TUNCER, Fatma:Vatanın Sırrı (Vadanın mı? A:Ş) 1994 ÜNVER, M. Naci:Ozanın Öldüğü Gün 1994 YAŞIN, Mehmet: Soydaşımız Balık Burcu 1994 YAVUZ, Hilmi:Kuyu 1994 YILDIZ, Ahmet Günbay:Mavi Gözyaşı 1994 YILDIZ, Ahmet Günbay:Sular Durulursa 1995 ANAR, İhsan Oktay: Puslu Kıtalar Atlası 1995 ASLANOĞLU, Kaan: Kişilikler 1995 ATASÜ, Erendiz: Dağın Öteki Yüzü 1995 BAYTAŞ, Ömer: Amerika 1995 BENER, Erhan: Hınzır Kız 1995 BİRKİYE, Atilla: Soldan Sağa (Aşk Üçlemesi:2) 1995 BUYRUKÇU, Muzaffer: Gece Bitmedi 1995 CEHİZ, Neşe: Yalan Roman 1995 CUMALI, Necati: Viran Dağlar 1995 DEMİRKAN, Renan: Sakallı Kadın 1995 ERAY, Nazlı: Aşık Papağan Barı 1995 GÜRSEL, Nedim: Boğazkesen 1995 GÜRSEL, Nedim: Boğazkesen/ Fatih'in Romanı 1995 İLERİ, Selim: Gramafon Hala Çalıyor 1995 İZGÜ, Muzaffer: Dilber 1995 KIVANÇ, Ümit: Yalnız Olmuyor 1995 KORAT, Gürsel: Zaman Yeli 1995 ÖREN, Aras: Beklenmedik Bir Ziyaretçi 1995 ÖZLÜ, Demir: Tatlı Bir Eylül 1995 ÖZTAŞ, Mahir: Soğuma 1995 SAVAŞIR, İskender: Tutku 2000 1995 SÖNMEZ , Tekin: Çıplak Viking 1995 ŞAHİN, Osman: Fırat'ın Sırtındaki Kan/ Bucaklar 1995 TEKİN, Latife: Aşk İşaretleri 1995 TOPTAŞ, Hasan Ali: Gölgesizler 1995 TOY, Erol: Yitik Ülkü 1 1995 TOY, Erol: Yitik Ülkü 2 1995 ULAY, Faruk: İti 1995 UZUN, Mehmet: Yitik Bir Aşkın Gölgesinde 1995 YAĞCI, Öner: Yediveren 1995 YALÇIN, İrfan: Annem,Babam ve Ben 1995 YÜCEL, Tahsin: Bıyık Söylencesi 1995 ZAİM, Derviş: Ares Harikalar Diyarında 1995 ZİLELİ, Gül: Deniz Orada 1996 ERDOĞAN, Aslı: Mucizevi Mandarin 1998 ALTAN, Ahmet: Kılıç Yarası Gibi 1998 ASENA, Duygu: Aynada Aşk Vardı 1998 BEKTAŞ, Habip: Hamriyanım 1998 ERDOĞAN, Aslı: Kırmızı Pelerinli Kent 1998 MUNGAN, Murathan: Başkalarının Gecesi 1998 PAMUK, Orhan: Benim Adım Kırmızı 1998 UZUNER, Buket: Kumral Ada Mavi Tuna 1998 YAŞAR KEMAL: Fırat Suyu Kan Akıyor ( Bir Ada Hikayesi:1 ) 1999 ABACI, Tahir: İkinci Adım 1999 AKARSU, Hikmet Temel: İngiliz: İstanbul Dörtlüsü/2 1999 ALTUN, İbrahim: Romantik Salgın 1999 ARKAN, Hüsnü: Ölü Kelebeklerin Dansı 1999 ARSLANOĞLU, Kaan: İntihar/ Zamanımızın Bir Kahramanı 1999 ATASÜ, Erendiz:Gençliğin O Yakıcı Mevsimi 1999 BATUR, Mehmet: Adamım Davku 1999 BEKTAŞ, Habip: Cennetin Arka Bahçesi 1999 BENER, Erhan: Köleler ve Tutkular 1999 BİRKİYE, Atilla: Bir Aşk Bilmecesini Nasıl Çözebilirsiniz (Aşk Üçlemesi:3) 1999 CEHİZ, Neşe: Olmasaydı Senin de Adın 1999 ÇAMUROĞLU, Reha: İsmail 1999 ÇIRACIOĞLU, Vecdi: Kara Büyülü Uyku 1999 DEMİRAY, Sebahattin: Masalcı 1999 EBCİOĞLU, Emel: Sağlık Eczanesi 1999 ERAY, Nazlı: El Yazması Rüyalar 1999 EVREN, Süreyya: Ur Lokantası 1999 GÖKHAN, Halil: Yedinci 1999 HAFİFBİLEK, Celal: Ve Sevgili Rozika 1999 K.(AKINÇ), Tarık Dursun: Alo Harika Hanım Nasılsınız? 1999 KARCILILAR, Ahmet: Yağmur Hüznü 1999 KORAT, Gürsel: Güvercine Ağıt 1999 KULİN, Ayşe: Sevdalinka 1999 LEVİ, Mario: İstanbul Bir Masaldı 1999 OKUR, Yiğit: Hulki Bey ve Arkadaları 1999 ÖZGÜL, Gönül: Sevdalıydın 1999 ÖZÜNLÜ, İlker: Mavi Senfoni 1999 PULTAR, Gönül: Ellerimden Su İçsinler 1999 ŞAFAK, Elif: Şehrin Aynaları 1999 TOPTAŞ, Hasan Ali: Bin Hüzünlü Haz 1999 TOPUZ, Hıfzı: Paris'te Son Osmanlılar 1999 TOPUZ, Hıfzı: Taifte Ölüm 1999 TÜRKALİ, Vedat: Güven 1 1999 TÜRKALİ, Vedat: Güven 2 1999 ÜLDES, Ersan: Yerli Film 1999 YAĞCI, Öner: Kaptan
Mynet
MYNET - Türkiye'nin lider - haber - oyun - spor - magazin - sinema - portalı
Yorum (yok) | Yorum yaz! | Bağlantı | Etiketler : Başlangıcından Bugüne,Türk Romanı,Zamandizini Başlangıcından Bugüne Türk Romanı Zamandizini Tarih: 12:58 on 15/5/2010 Kategori: Edebiyat Arastirmalari , Kitap
Başlangıcından Bugüne Türk Romanı Zamandizini -Taslak- 9 (2000- 2006) / Ali ŞAHİN ____________________________________________________________________
2000 AÇAR, Mehmet: Siyah Hatıralar Denizi 2000 AĞAOĞLU, Adalet: Romantik Bir Viyana Yazı 2000 AKYILDIZ, Tülin:www.Seni Arıyorum.Com 2000 ARIKAN, Meltem: Evet... Ama... Sanki... 2000 BATUR, Enis: Acı Bilgi 2000 BAYDAR, Oya: Sıcak Külleri Kaldı 2000 BAYKAM, Bedri: Kemik 2000 BAYKURT, Fakir: Eşekli Kütüphaneci 2000 BENER, Erhan: Işığın Gölgesi 2000 BIÇAKÇI, Barış: Herkes Herkesle Dostmuş Gibi... 2000 BİNARK, Nermidil Emer: Şakir Paşa Köşkü 2000 CELAL, Metin: Ne Güzel Çocuklardık Biz 2000 ÇAMUROĞLU, Reha: Son Yeniçeri 2000 ERAY, Nazlı: Ayışığı Sofrası 2000 ERGİNÖZ, Murat Aykaç: Sarayın Gözyaşları/Cem Sultan'ın Romanı 2000 ERGÜL, Teoman: Nurbanu 2000 EROĞLU, Mehmet: Yüz 1981 2000 FERAH, Tülay: Erkek 2000 FERAH, Tülay: Kırmızı Erik 2000 GÜNDAY, Hakan: Kinyas ve Kayra 2000 GÜRSEL, Nedim: Resimli Dünya 2000 HAFİFBİLEK, Celâl: Zamanla Belki 2000 İLERİ, Selim: Solmaz Hanım, Kimsesiz Okurlar İçin 2000 İPEKÇİ, Leylâ: İlk Kötülük 2000 İZGÜ, Muzaffer: İçimde Çiçekler Açınca 2000 KARAKOYUNLU, Yılmaz: Çiçekli Mumlar Sokağı 2000 KARCILILAR, Ahmet: Gülden Kale Düştü 2000 KAYMAZ, Sezgin: Lucky 2000 KOÇ, Zerrin: Islak Kentin İnsan İnsanları 2000 METE, Levent: Aşk Romanları Yazan Adam 2000 ÖZAKMAN, Turgut: Romantika 2000 ÖZTÜRK, Handan: Mor Tecavüz 2000 ÖZÜNAL, Mucize: Alayın Kızları 2000 ÖZÜNAL, Mucize: Siyah Hatıralar Denizi 2000 Solmaz Kâmuran: Kirâze 2000 ŞAFAK, Elif: Mahrem 2000 TEMELKURAN, Ece: İç Kitabı 2000 TOSUNER, Necati: Yalnızlıktan Devren Kiralık 2000 TÜRKELİ, Nalan: İki Hayat 2000 TÜRKELİ, Nalan: Varoşta Kadın Olmak 2000 ÜMİT, Ahmet: Patasana 2000 YEĞİNOĞLU, Çetin: İnokin/Bir Aşk Bilmecesi 2000 YEĞİNOĞLU, Çetin: Gasteci 2000 YULA, Özen: Hayat Bir Kere 2000 ZİLELİ, Gün: Yarılma 2001 TEKİN, Latife: Ormanda Ölüm Yokmuş 2002 DEMİRAY, Sebahattin: Kayıp İsimler Sözlüğü 2002 PAMUK, Orhan: Kar 2002 YAŞAR KEMAL: Karıncanın Su İçtiği ( Bir Ada Hikayesi: 2) 2002 YAŞAR KEMAL: Tanyeri Horozları ( Bir Ada Hikayesi: 3) 2003 AKDOĞAN, Hatice: Bekle Bizi İstanbul 2003 ALTUN, Selçuk: Ku(r)şun Lezeti:Kıs(s)a 2003 ANIL, Mehmet: Geri Gelmemek Üzere 2003 ARAL, İnci: Mor 2003 ATİLA, Fatih: Ölü Canlar 2003 BAŞAR, Kürşat: Başucumda Müzik 2003 BATUR, Enis: Kravat 2003 BİLAL, Mehmet: Üçüncü Tekil Şahıs 2003 BURAK, Sevim: Ford Mach 1 2003 ÇUBUKÇU, Haldun: Bütün Aşkların Götürdüğü Yer 2003 DAL, Güney: Küçük Adında Biri 2003 DOĞAN, Yıldırım: Ankaralı Nefise 2003 DUMAN, Faruk: Piri 2003 GEÇGİN, Ayhan: Kenarda 2003 KİREMİTÇİ, Tuna: Bu İşte Bir Yalnızlık Var 2003 KOÇ, Hamdi: Çiçeklerin Tanrısı 2003 MERİÇ, Nezihe: Alacaceren 2003 METE, Levent: Büyücüler 2003 ÖZTOPRAK, Hasan: İmkansız Aşk 2003 PALA, İskender: Babil'de Ölüm İstanbul'da Aşk 2003 SELCEN, Cem: Saat Kaçtır Acaba 2003 SÖĞÜT, Mine: 5 Sevim Apartmanı 2003 ÜMİT, Ahmet: Beyoğlu Rapsodisi 2003 ÜNVER, Mehmet: Pus 2003 YEMNİ, Sadık: Çözücü 2003 YILDIRIM, İbrahim: Bıçkın ve Orta Halli 2003 ZORLU, Niyazi: Hergele Aşıklar 2004 GÖKHAN, Halil: Konuşan Kadın 2004 GÜLSOY, Murat: Bu Filmin Kötü Adamı Benim 2004 İLERİ, Selim: Yarın Yapayalnız 2004 İPLİKÇİ, Müge: Kül ve Yel 2004 ÖZTAŞ, Osman: Dağ Sürgünleri 2004 ÖZTÜRK, Handan: Doğu'nun Çıplak Kadınları
1. 1960-1965 YILLARI ARASINDA YAZILAN TÜRK ROMANLARI 2. 1992 K:S.Gümüş, Ana Yıllık 93/Göst.Oc. 93/Ö.Ünlü;TK ve S.Yıll. 93 zz1993 not:1-A.Alat. OKV dizi,1 Viva la Morte! 2-!Nuke! Türkiye 3-VKYB 4- O.K.Muti-Türkiye Tamamdır/sıradki kitapmış) ;K:Caner ARICI:a.g.e ;K:
3. Feridun ANDAÇ:Kültürel,Yazınsal Kimliğin Sorgulanması;Gösteri:158/Ocak 1994; zz1994 Not : /K:(*)İslami Tezli Romanlar ;/K:Sema N.ÖZCANER Yıllık 95 age ;/
4. Feridun ANDAÇ:Geçen Yılda Roman Ve Öykünün Görünümü,Yeni Yüzyıl;01.01.1995
5. F.Andaç:Romanda, Öyküde Kurmaca ile gerçeğin Arayışları,Cum.02.01.1996;-Necati GÜNGÖR;Edebiyatımız 1995- Bir İki Eski Usta,Birkaç Yeni Yetenek.MSD/374,15.12.1995; zz1999 K: FA: Roman Yine Gündemdeydi; Cum.,5-6/01/2000/-/ Zeki COŞKUN:Roman 99, E Dergisi,s.:10/Ocak 2000
6. Ali PÜSKÜLLÜOĞLLU, Türk romanları Kısa Kronolojisi (1872-1963), Türk Dili Dergisi,Sayı:154;1 Temmuz 1964,s.657-661.zzK:
7. FETHİ NACİ, Buradan alıp 1977-1980 arasını ekleyerek aktaran Fethi Naci
8. Olcay ÖNERTOY, Ordan aparıp kaynak bile belirtmeden hataları da alarak..çok küçük eklemeler ve 1980-1983'ü de kendisi derleyip Cumhuriyet Dönemi Türk Roman ve Öyküsü (1984)e aktaran Doç. Dr. Olcay ÖNERTOY.
9. Ali PÜSKÜLLÜOĞLLU,Türk Romanları Kısa Zamandizini(1872-1977),Milliyet Sanat dergisi,Sayı:237-238-239;26 Haz.-01 Tem.08 Temmuz 1977.
10. M.Ziya BAKIRCIOĞLU: Başlangıcından Günümüze TÜRK ROMANI(1872-1979). 1.Basım1983 Ek yapılıp güncellenmemiş 2.Basım dan yaralanıldı 1986 .1979 da kalmış eserler.
Mynet
MYNET - Türkiye'nin lider - haber - oyun - spor - magazin - sinema - portalı
Yorum (yok) | Yorum yaz! | Bağlantı | Etiketler : Türk Romanı Zamandizini Taslağı- 9,2000- 2006,Ali ŞAHİN 2010R Üç Yazar, Üç Roman Tarih: 01:56 on 27/3/2010 Kategori: Kitap Tanitma , Kitap
2010R Mine Söğüt'le romanlarını ve 'Dolapdere' kitabını konuştuk
Beş Sevim Apartmanı, Rüya Tabirli Cinperi Yalanları/ Mine Söğüt/ Yapı Kredi Yayınları/ 126 s.
Kırmızı Zaman/ Mine Söğüt/ Yapı Kredi Yayınları/ 220 s.
Şahbaz'ın Harikulade Yılı 1979/ Mine Söğüt/ Yapı Kredi Yayınları/ 346 s.
Dolapdere, Kürt Kediler Çingene Kelebekler/ Mine Söğüt/ Heyamola Yayınları/ 110 s.'Yazarken peşine düştüğüm temel kavramların başında 'kötü' var'
Mine Söğüt, batılla uğraşmasının nedenini, kötülüğün beslendiği temel kaynağın bu tür inanışlar olmasıyla açıklıyor. Her şeyin karşıtıyla var olduğuna inanan ve karakterlerini de buradan hareketle yaratan Söğüt, kavramlara farklı bakış açıları getiriyor ve yorumu okura bırakıyor. İstanbul 2010 Kültür Başkenti projesi kapsamında yayımlanan 'İstanbulum' adlı dizide yer alan Dolapdere Kürt Kediler Çingene Kelebekler adlı çalışması üzerine söyleştik Mine Söğüt'le.
Senem ÖZCAN
-İlk romanınız Beş Sevim Apartmanı ile başlıyorsunuz toplumda yer alan çarpık kişilikleri büyüteç altına almaya. Karakterlerinizin ikilemlerinin önemli olduğunu görüyoruz yapıtlarınızda. Çok kişili romanlarınızda karakterleri neye göre seçiyorsunuz?
- Yazarken peşine düştüğüm, anlamaya, anlamlandırmaya çalıştığım temel kavramların başında 'kötü' var. O yüzden genelde karakterlerim ya kötülüğün mağduru ya da faili oluyor. Her şey karşıtıyla var olur. Kötü iyinin karşısında kötüdür, iyi de kötünün karşısında iyi. Karakterlerimi her şeyin karşıtıyla var olması prensibinden yola çıkarak yaratınca, kavramlara çok boyutlu bir bakış açısı getirme şansım doğuyor. Kendi doğrularımı yazmanın peşinde değilim. Kendi doğrularımla birlikte var olan tüm doğruları sorgulamanın gerektiğini düşünüyorum. Ben yazıyorum. Sonra onu okuyanlar bu çokboyutluluk içinde kendilerine göre bir yol bulup her şeyi yeniden yorumlayabiliyor. O yüzden her şeyin iki hatta daha çok yüzü olmasını tercih ediyorum. İçlerinden sadece biri benim doğrumu temsil ediyor. Okuyucuya bu özgürlüğü tanımayı seviyorum.
DİNİN HÜKÜM SÜRDÜĞÜ BİR ÇAĞDA YAŞAMANIN AĞIRLIĞI...
-Bir söyleşinizde Beş Sevim Apartmanı'nda neden cinler, periler var, ben de bilmiyorum' diyorsunuz. 'Kırmızı Zaman' ve 'Şahbaz'ın Harikulade Yılı 1979'da sanırım daha bilinçli bir tercih cinler ve perilerin kurguya dahil oluşu?
- Bugün batılın hayat üzerinde hâlâ etkin olmasının en önemli nedeni galiba kötülüğün beslendiği temel kaynak olması.. O yüzden yazdıklarımda batıl her zaman var ve sanırım her zaman da olacak.
- Batıl inançlara yaklaşımınızı diğer söyleşilerinizden biliyoruz. Toplumda inanılan ve belki de inanılmak istenilen batıl inançların, halkı uyutma amaçlı dayatmalar olduğunu kabul edebilir miyiz? Batıl öğeleri bu kadar kullanmanızın sebebi nedir, açar mısınız?
- 'Kırmızı Zaman' da yazdığım bir cümle var: 'Tanrı varsayımsal olarak bile her şeye kadirdir.' Aslında Allah yoktur ama Allah inancı vardır ve dünyayı o yönetir. Hem de öyle güçlü bir iktidardır ki bu, 'dünya tepsi gibi düz değil yuvarlaktır ve öküzün boynuzları üzerinde durmaz' ama dinin baskısıyla inanç karşıtı düşünceler çoğu kez tüm açıklığıyla telaffuz edilemez. Ezeli ve ebedi Allah inancının karşısında 'dinler tarihi' diye bilimsel bir gerçek varken ben inançlara saygılı olmak gerektiğini düşünmüyorum. İnanç denilen şey kültürel bir bağnazlıktır; saygı değil eğer gerekiyorsa hoşgörü gösterilmesi yeterli. Çoktan mitolojik değerler arasına karışması gereken dinler, hâlâ dünyayı yönetecek, gündelik hayattan ekonomiye kadar her şeye o dokunulmazlık asasıyla müdahale edebilecek kadar etkin. Ben din savaşlarının devam ettiği, dini yasaların hüküm sürdüğü bir çağda yaşıyor olmanın ağırlığını hissediyorum. Akılcılığın hâlâ iktidarı ele geçirememiş olduğu bir çağın ferdi olmak azap verici. Yazarken batılla ve inançla uğraşmam hep bu yüzden.
- Samed Behrengi'nin kitaplarını okuyarak büyüdüğünüzü söylüyorsunuz. Sizin de işlediğiniz konuların sertliğine zıt masalsı anlatımı seçmenizin nedeni Behrengi gibi düzene karşı çıkmanız mı?
- Behrengi'nin masallarında ya da yine küçük yaştan itibaren beni gerçekten çok etkileyen Nâzım'ın yazdıklarında düzene karşı olmanın yanı sıra müthiş bir vicdan eğitimi vardır. Bir insanın o eğitimden geçip de şu anda dünyaya hâkim olan düzenle barışık olması mümkün değil.
'KENDİ KİMYASINI OLUŞTURAN SEMT: DOLAPDERE'
- İçli dışlı olduğunuz İstanbul'a bir kez daha alıcı gözüyle baktığınızı, hazırladığınız Dolapdere kitabının sonunda yer alan 'Hayalet Mektup'tan anlıyoruz. Dolapdere'yi kaleme almak sizin seçiminiz miydi? Seçim sizin olsaydı yine doğduğunuz Kasımpaşa, dolayısıyla Dolapdere'yi mi seçerdiniz? Dolapdere algınızı geçmişten bugüne gelen ölçüde anlatır mısınız?
- Evet Dolapdere benim tercihimdi. Ama yazmak için bu semti seçmemin Kasımpaşa Deniz Hastanesi'nde doğmuş olmamla hiçbir ilgisi yok. Ben anlamakta zorlandığım şeyleri yazmayı seviyorum. Yazmak benim için hayatın temel sorularına bir cevap arama telaşı. Dolapdere asırlardır kötünün yuvalandığı ve kendi kimyasını oluşturduğu bir semt. O yüzden hep ilgimi çekerdi. Oranın hikâyesini anlatırken yeniden kendi sorularımla karşılaştım ve onlara cevap ararken yeni sorularla yüzleştim.
- İçinde yer aldığınız 'İstanbulum' adlı kırk semti kapsayan projeyi ve projenin diğer kitaplarını değerlendirir misiniz?
- Bu dizinin kitapları yazarların sübjektif açılarla kaleme aldıkları metinlerden oluşuyor. Bu benim için önemli bir nokta. Farklı geleneklerden, kültürlerden ve ideolojilerden gelen yazarların şehri algılayış biçimi, hafızayı oluşturma yöntemleri de dolayısıyla çok farklı. Kitapları okurken bu farklılıktan ben çok etkilendim.
- Gözlemleriniz eşliğinde bir semtin tarihini, sosyal yapısını, insan ilişkilerini anlatıyorsunuz. 6-7 Eylül olaylarıyla 1955'ten sonra yeniden şekillenen bölgenin anlatıldığı kitap aynı zamanda politik bir okuma olarak da görülebilir mi, ne dersiniz?
- Kesinlikle, görülmelidir de. Hayatın hangi noktasına hangi amaçla mercek tutarsanız tutun zaten politik durumun yansımalarından kurtulamazsınız, hele şehir İstanbul'sa ve anlatılan dönem son 50 yılı kapsıyorsa'
- Dolapdere kitabınızı da okuduktan sonra 'Şahbaz'ın Harikulade Yılı 1979' ile birlikte farklı dönemlerde yaşanan siyasi olaylara getirdiğiniz farklı yorumları görüyoruz. Siyaset, kaleminizi ne ölçüde etkiliyor ve yapıtlarınızdaki oranını nasıl yorumluyorsunuz? Siyasetin, yazar ve insan Mine Söğüt'ün kimliğindeki yeri nedir?
- Yazarken kendi ideolojimi empoze etmekten ziyade bana uzak olan ideolojileri sorgulamayı tercih ediyorum. Ait olduğum neslin çok önemli bir sorunu var. Eğer solcuysanız, politik dünyayı, kendinize yakın bulduğunuz ideolojilerin peş peşe hüsrana uğradığı bir çağda tanımaya başlıyorsunuz. Devamlı kaybeden tarafta olmak hiç kolay değil. Yazarken bunun neden böyle olduğunu soruşturuyorum. Kazanan kim? Nasıl kazanıyor? Kaybeden hangi zaafına yeniliyor? Yazdıklarımdaki politik hikâyelerin hep 'düşman topraklar'da geçmesinin nedeni bu. Liberalizmin bu hızlı yükselişindeki ve solu kapsayışındaki kurnazlığı deşifre etmeye çalışıyorum ya da inancın yersizliğini. Ama öyle tuhaf bir algı çağındayız ki, Şahbaz'ı okuyup beni 'sağ görüşlü' biri olarak algılayan ya da 'Kırmızı Zaman'ı okuyup 'inançlı biri' olduğumu düşünenler çıkabiliyor.
senemozcansgmail.com
Beş Sevim Apartmanı, Rüya Tabirli Cinperi Yalanları/ Mine Söğüt/ Yapı Kredi Yayınları/ 126 s.
Kırmızı Zaman/ Mine Söğüt/ Yapı Kredi Yayınları/ 220 s.
Şahbaz'ın Harikulade Yılı 1979/ Mine Söğüt/ Yapı Kredi Yayınları/ 346 s.
Dolapdere, Kürt Kediler Çingene Kelebekler/ Mine Söğüt/ Heyamola Yayınları/ 110 s.
******************
Filiz Özdem'le 'Yalan Sureleri' üzerine
'Yazar kendine ışıyan bıçağın sapını tutmaya çalışır'
Filiz Özdem, Korku Benim Sahibim ve Düş Hırkası'yla başlayan 'Veda Üçlemesi'ni Yalan Sureleri'yle sonlandırıyor. Bu yeni romanında Özdem, beş kuşak kadın kahraman üzerinden ölüm, hayat, beden, bellek ve yazı gibi temaları işliyor. Hayatta büyük değerlerini, özellikle de kendi benliğini kaybeden, halkanın son temsilcisi Gözde'nin, kaybettiği bu değerleri bir bir bulma çabalarına tanık oluyoruz romanda. Filiz Özdem'le Yalan Sureleri'ni konuştuk.
Erdem ÖZTOP
-Yeni kitabınız Yalan Sureleri'yle üçleme tamamlanmış oldu. İsterseniz önce, üçleme fikrini konuşalım. Nereden doğdu hikâye, nasıl boy verdi ve neden bir üçleme kitap halinde yazıldı?
- Korku Benim Sahibim'i yazarken uzun erimli bir anlatı düşünmüştüm. Yazılırken bir üçlemeye bölündü; ana gövdeleri farklı üç kitap çıktı ortaya. Geçmişe, şimdiye ve geleceğe yaslanan; temel olarak kökleri, kendini, zamanını sorgulayan, ayrıca içe bakan bir anlatı... Bu romanlarda olay ve kişilerin kronolojik olarak birbirini izlediğini sanmak hata olur. Üçlemenin bağı, aslında içseldir. Benzer ortamları, benzer tarihsel aralıkları, bunlardan beslenen benzer tepkileri farklı adreslerde tekrar tekrar okumak söz konusu. Birbirinden bağımsız olarak okunabilir, ama ancak birlikte okunduğunda yapboz oyunu tamamlanabilir.
'YAZARIN İLGİSİNİ GÜLLER DEĞİL DİKENLER ÇEKER'
-Yalan Sureleri'nde de okur kaybediş hikâyeleriyle karşı karşıya' Bu üç romanda da neden kaybetme üzerine kurdunuz hikâyeleri? Bunu konuşalım biraz da?
- Hangi yazar kazanma hikâyesiyle ilgilenir bilmiyorum. Üstelik bir kazanma hikâyesinin kabuğunu kazıdığınızda da karşınıza yine bir kaybetme hikâyesi çıkması kuvvetle muhtemeldir. Bu romanların üstbaşlığı 'Veda Üçlemesi.' Üç kaybetme hikâyesi anlatmak istedim. Açılış romanı Korku Benim Sahibim ve kapanış romanı Yalan Sureleri'nde çizgisel olarak, kuşaktan kuşağa ilerleyen, geçiş romanı Düş Hırkası'nda ise iç içe geçen, kesişen, hem birbirine benzeyen hem de hiç benzemeyen bir kaybetme hikâyesi anlattım. İnsanın hayata tutunamadığı, ruhun çalkalandığı anlar ve zamanlar yazar için besleyici bir damar. Sonuçta bir gül bahçesinde yazarın dikkatini güller değil dikenler çeker. Görünmeyen, itilen, hayatı karmaşıklaştıran, anlaşılmayan, dile gelmeyen sancılar, döngüler, acılar, açmazlar, keder üzerine düşünmek değil midir yazarın işi? Heidegger'in Hölderlin şiiri üzerine yazdığı ünlü yazıda pek güzel söylediği gibi, 'dil varlığın evidir.' Öyleyse yazar da o evde hapis kişidir. Hem de gönüllü hapis. Geçici varlığımıza kalıcı bir özellik atfeden, onu işaret eden; hakikatin anlam katmanında en güçlü açığa çıktığı yegâne evdir dil. Edebiyatı bu kadar vurgulamakla diğer sanatlara haksızlık etmek istemem, ama okuma sırasında edebiyatın istediği yalnızlık, yazıyla baş başa kalma hali benim için mahremiyeti açısından büyük önem taşıyor. Çünkü yazarla okuru birleştiren de, ortak eden de bu aynı yalnızlık ve mahremiyet.
- Yalan Sureleri'nde Gözde'nin hikâyesi anlatılır. Onun hayatta kaybettiklerinin yazıları, notları vasıtasıyla bir araya gelişi bu kitap. Ama ortada gene dağılmış, bir araya gelmez bir hayat söz konusudur'
- Bir araya gelmez bir hayattan söz etmek ne kadar yerinde bilemem. Ben bir kurgu içinde, önceden kronolojik olarak tasarladığım bir hayatı parçaladım, yaşananların sırasını bozdum ve okuyucuya bir oyun kurarak, o hayatı bir araya getirme ipuçlarını verdim; oyuna ortak olarak çağırdım. Zamanın çizgiselliğini, onunla oynamayı kışkırtıcı buluyorum. Zamanı bozmak ve onu dil evreni içinde yeniden kurmak, başka bir anlam evreni yaratmayı sağlıyor, o düzlemde yazara sızabileceği yeni gedikler açılıyor. Yalan Sureleri görünürde Gözde'nin hikâyesi, ama aslında bu ölüm, yazı, kader ve yalnızlık üzerine bir kitap. Beş kuşak kadın üzerinden anlatılan ortak bir kaderin hikâyesi ve bu en genç halkada, yazan, kayda geçiren, dil aracılığıyla buna tanıklık eden Gözde'de billurlaşıyor.
- Gözde'nin hayatında var olan erkeklerin hikâyelerine de tanık oluruz. Onları kaybediyor teker teker. Bu durumlar Gözde'nin de hayattaki bütün direncini kaybedişine sebep oluyor. Oysaki Gözde'nin ninesi yaşama isteğini kaybettiği aşkından alıyorken, Gözde tam tersine bütün yaşam enerjisini tüketiyor. Nedir peki bu tezatlığın sebebi?
- Bu sorunun cevabı kitapta var. Gözde, ninesinin tespitiyle, 'kelimelerle yanlış münasebette bulunan' biri. Çünkü o da bir yazar, gerçekle kurgusal bir ilişki kuruyor. Yalan Sureleri'nde bir görünüp bir kaybolan Cennet; Gözde'nin gerçekle yaşadığı çatışmayı, düştüğü uçurumu keskinleştiren bir figür, onun alter-ego'su, aklı olarak yer alır. Belli olacağı üzere 'akıl'la da alıp veremediğim var. Büyük büyükanne, Dilruba Hanım ise hayatta duruşu biraz aksi, ama aslında merhametli, bilge, görmüş geçirmiş, ayakları yere gayet sağlam basan bir kadın. Görünürde böyle. Ama onun da aslında nasıl bir parçalanma yaşamış olduğu anlaşıldığında, görünüşün aldatıcılığı üzerine düşünmeden edemeyiz. İnsan ruhu bir gayya kuyusu' Soruda vurguladığınız tezat meselesine gelince, burada bir tek kişiden değil, farklı hayat deneyimlerinden geçmiş, iki farklı kişiden söz ediyoruz; bunların tepkileri ve kendilerini ifade biçimleri elbette birbirinden değişik olacak; kaldı ki tek bir kişi bile olsaydı sözü edilen, o kişide dahi birbiriyle tutmayan davranışlar, tepkiler görebilirdik, bence bu durumda da bir çelişki yok, hatta insanın kendisi bir çelişkiler yumağı. Hayatın ve kişi olmanın tek bir tarifi, modeli, kalıbı, reçetesi yok çünkü. Edebiyatın işi insanın çok katmanlı varlık yapısını anlamak değil mi?
'YAZARKEN KENDİMİ ÇOK HIRPALIYORUM'
- Babasız bir hayatta annelerin, büyükannelerin arasında büyür Gözde. Kişilik psikolojisine göre cinsiyet rollerini kazanmada bireyin küçük yaşlarda baba yokluğu yaşaması, babası olanlardan daha fazla güçlükle karşılaşmasına sebep olur yaşamında. Kahramanımız Gözde de bu sorunla karşı karşıya mı sizce de?
- Daha fazlasıyla karşı karşıya hatta. Baba ya da anne yokluğu sadece cinsiyet anlamında rol model yoksunluğuna değil, daha derin ve büyük sorunlara sebep olabilir. Hatta sadece yoklukları değil, anne-babanın varlığı, fazla varlığı, sorunlu varlığı da kişilik gelişiminde pek çok arızaya yol açabilir! Bu romanda anlatacağım hikâyeye denk düşeceği için Gözde'yi erkeksiz kadınlar arasında büyüttüm. Yazarken kendiliğinden gelen bazı şeyler olsa da, roman rastlantıyla kurulan bir anlatı değil. Esrimeyle, sarhoşlukla yazılmıyor; ince ince, bilinçle kuruluyor. Üstelik ben dili ekonomik kullanmaya gayret ediyorum. Dolayısıyla her yazdığım paragrafın, büyük bütün içindeki bir denklik, bir yol açma, bir geçit olmasına dikkat ediyorum. Resimde, müzikte ne kadar matematik varsa, edebiyatta da o kadar matematik var. Üstelik roman mühendisliğe-mimariye çok benzer, sonuçta bir yapı kuruyorsunuz ve o yapının sağlam olması için kurguda her dengeyi, öz-biçim ilişkisini inceden inceye tartıyorsunuz. Metnin sarkmaması, sağlam durması için bu olmazsa olmaz. Ama bu elbette sadece akıl işi değil'
- Hayattan umudu kalmamış bir birey olarak varlığını sürdürmeye çalışan Gözde erken yaşta kansere yakalanıp ölüyor' Kitabın sonlarında bir yerde sözü ediliyordu, hayatla yazıyı birbirine karıştırmanın kurbanı mı oluyor yoksa Gözde?
- Gözde'nin durumu, umut ya da umutsuzlukla açıklamanın ötesinde bir yerde. Gözde benim anlatmak, vurgulamak istediğim, mesele edindiğim fani olma konusuna bir vesile. Üstelik artık pek çok kişinin, temel meselelere değinmekten ziyade, çabuk okunur-tüketilir, kolay anlaşılır metinler beklediği, dolayısıyla kimi yazarların da çok kişiye ulaşsın, çok satsın kaygısıyla metinler ürettiği zamanlardayız. Kolay okunurluk kaygısı, yazarın hakikatle bir derdi varsa bile, hakikati es geçmesine, en azından ele aldığı dilsel düzlemde es geçmesine neden olabilir. Yazar, kendi gerçek hayatında değilse bile, kendini yazmaya verdiğinde yaralı kişidir. Yarasına basa basa yazan kişi. Yazmak, hiç de eğlenceli bir süreç değil, tam tersine, kendin olmayan kişileri, yaşamadığın hayatları düşünmek, tasarlamak ve eşelemek istediğin ana konular altında kurgulamak, anlamlı bir bütün içine oturtmak, yaratmak çok hırpalayıcı bir kapanma ve derinleşme hali. Yazarken çok hırpalıyorum ben kendimi, dolayısıyla okurun da okurken biraz hırpalanmayı göze alması gerek.
Zincirlikuyu Mezarlığı'nın girişindeki o cümleyi, önünden geçenlerin çoğu belki fark etmiyordur bile: 'Her fani bir gün ölümü tadacaktır.' Ölüm üzerine düşünmek, karamsarlığı getirmez, ölümü istemek de değildir; ölüm üzerine düşünmek, hayat üzerine düşünmek çünkü. Hayatla yazıyı birbirine karıştırma meselesi ise Gözde'yi anlatan bir cümle değil, Gözde'nin yazar sevgilisi için sarf ettiği bir cümle. Gözde içinse kurban sözünü kullanmazdım ben; onun derisi ince sadece... Algısı farklı.
Yalan Sureleri/ Filiz Özdem/ Yapı Kredi Yayınları/ 200 s.
****************
Adnan Gerger'le 'Faili Meçhul Öfke' üzerine
'Anlatmak boynumun borcuydu'
Faili Meçhul Öfke, aşkla- öfkenin, düzenle-kaosun çatışmasından doğmuş bir roman. Adnan Gerger 'beklemeyi bilenlere' adadığı ilk romanında, Mazlum ve Leyla'nın aşkını şiirin büyülü yolunda yürütürken, düzen sandığımız şeyin arkasındaki kaosla sarsıyor okuru. İmge Yayınları'ndan çıkan kitabı için Gerger, 'Belki sırlar, bu kitaptan başlayarak yeryüzüne çıkmaya çalışacak' diyor.
Yasemin ARPA
-Otuz yıllık deneyimli bir gazeteci olduğunuzu bilmek bile şu soruyu sormamı engelleyemedi. Roman kahramanlarından biri olan Mazlum'a gözaltındayken yapılan işkence, Mazlum olmadan yalnızca düş gücüyle ya da tanıklıklarla bu kadar ayrıntılı nasıl yazılabilir?
- Eyvah! Büyük sözlerle konuşmayı sevmediğim halde yanıtım boğazımda kalan büyük lokmaya dönüşecek, uzun süre nefessiz kalacağım belki de. Toparlanmalıyım bir an önce. Okuyucular gözleri yuvasından fırlamış yazarı ne yapsın? Yanıtım beni ta ilk cümleden ele verecekse versin. İşte bu nedenle en iyisi ben bu soruyu faili meçhul bir soru olarak algılayayım. Hatta algılamalıyım ki böyle bir soruya vereceğim yanıt; bu romanı yazarken dört yıl boyunca düşle gerçek arasındaki yolculuğumda neler yaşadığımı da anlatsın. Hani insan bazen bir olayla karşılaşır; bunun gerçek ya da düş olduğunu ayırt edemez ya, işte bu sorunun yanıtında da böyle bir ayrıntı gizlidir. Siz eğer otuz yıllık gazetecilik deneyiminizi hep bu tür olaylarla edinmişseniz, bu süreç içerisinde bilinciniz; edebiyatın o toplumcu gerçekçiliğinin tüm disiplinlerinin üzerindeki tozları üflemekle oluşmuşsa ve bugünkü değerleriyle çatışmasıyla doluysa, geçmişinizde kendiniz ya da çok yakın çevreniz örneğin ilk aşkınız böyle olayları bire bir yaşamışsa, bu acıları tatmışsa, elbette işkenceden geçen Mazlum, Mazlum olmadan da şimdiye kadar kimsenin ifade edemediği şekilde anlatılabilir, bu kadar ayrıntılı yazılabilir. Bu nedenle dedim ya, romanı yazarken benim neler çektiğimi herkes bilsin. Demem o ki; Mazlum'u hedef gösterip geri çekilmiyorum ya da Mazlum'un kahramanlığını; sıradan bildik ve çokça da anlatılan işkence öyküleriyle istismar etmiyorum. Ben, Mazlum'la birlikte çok yakın dönemi anlatıyorum, tahlilini yapıyorum, ve yarına da taşıma kaygısı taşıyorum. Çünkü Mazlum belleğimizin tozlu sandıklarında kilitli olarak kalan anıları, kanlı gömleklere sarılan yaşanmışlıkları, parmak uçlarına basarak ve bu ülkenin geçmişine haber vermeden ortaya çıkarmayı başaran bir isimdir romanda. Nasıl bu ülkenin günahı, vebali, son otuz yılda bu yaşananlara karşı kayıtsız kalarak ve unutarak yaşayan insanların boynunda borçsa; Mazlum'un işkencelerden nasıl geçtiğini, aslında sadece işkenceye değil bu ülkede durmadan göveren 'Faili Meçhul Öfke'ye nasıl direndiğini en gerçekçi biçimde anlatmak da bizim boynumuzun borcuydu.
'MALUMU İLAM EDECEĞİZ'
- Gerçeklerin ve olayların medyaya yansıyan taraflarından daha çok perde arkasında saklandığını mı düşünmeliyiz? Deneyimli bir gazeteci olarak bunu bir tartıya vurmanızı istesek, ağırlıklar nasıl olurdu?
- Böyle bir düşünceye hiçbir gazetecinin itiraz edeceğini sanmıyorum. Hatta daha ileriye giderek söyleyebilirim ki, 'perde arkası' diye sunulanlar aslında o olaya ait çıkabilecek gerçekleri perdeleme adına ortaya atılan bilinçli saptırmalardan başka bir şey değildir. Sorun, ölçme meselesi de değildir ancak hiçbir tartının böyle bir ağırlığı ne taşıyacak refleksi ne de tartacak cesareti göstereceğini sanmıyorum. Elbette sorunuza ters yöne girerek yanıt verdim. Çünkü bu sorunun ahlaksal bir boyutta incelenmesi gerektiğine inanıyorum artık. Faili Meçhul Öfke'yi yazmamın içgüdüsel tavrının nedenini de böyle açıklayabilirim.
- Öfkenin kimlere ait olduğu gerçekten 'faili meçhul' mu kalacak, yoksa üç nehir kitabın ilki olan Faili Meçhul Öfke'den sonra gelecek kitaplarınızda faillerin 'malum/ bilinebilir' olmasını bekleyebilir miyiz?
- Her şeyden önce şunu söylemek isterim ki, romanı okur okumaz 'Aaaaa!' diye şaşırmayacaksınız ama bekleyebilirsiniz. Bu sizin bileceğiniz iş ama eğer benden neyi beklediğinize dair ipucu istiyorsanız size beklemenizi öneririm! Üç nehir kitabımın ilki olan Faili Meçhul Öfke'yi tamamlarken diğer iki kitabı da yazıyordum aslında. Bu ilk romanım dikkatlice okunduğunda son otuz yılın miladi başlangıcı yani 12 Eylül darbesinden bugüne sarkan izdüşümü günlere gelgitler yapıyorum. Eğer dikkatli okur değilseniz kafanız biraz karışacak, girift zaman aralığında insanların acı çekme ayinine dönüşen ve günlere sığmayan olaylara tarih koymakta zorlanacaksınız. Ama şundan emin olacaksınız: Bu kitabın yazılma tarihi 12 Eylül, bitiş tarihiyse bugün yani okuduğunuz gün ya da bu ülkenin böyle gidebileceği kadar gittiği yer. Her üç kitabımın da aynı kaygıyı taşıyacağına ben değil bu ülkede yaşanan faili meçhul gelişmeler benim ve sizin adınıza söz verdiler bile. 1980'li yılları bugün yaşananlardan ayrı düşünürsek, iğdiş edilmek istenen bir ülkenin yakın tarihinin yine Faili Meçhul Öfke tarafından yazılmasına karşı çıkan bu kitaba da haksızlık etmiş oluruz. Failleri elbet yazacağım ama bilinebilirliğini, okuyucuyla birlikte; sıradan sivil vatandaşlar olarak yurttaşlık bilinciyle ve el ele vererek malumu ilam edeceğiz.
- Romanın kahramanları Mazlum ve sevgilisi Leyla'ya aşklarını yaşamaları için pek de şans tanımamışsınız gibi geldi bana. Oysa ikisinin birlikte olduğu anlardaki şiir ile anlatımınızdaki şiir daha fazlasını umanlar için düş kırıklığı yaratıyor olabilir. Gelecek romanlarınıza aşk mı öfkeler mi hâkim olacak?
- Birden bu coğrafyanın kadim aşklarının ve âşıklarının sonlarını hatırladım. Suskunluğum için bağışlayın. Afedersiniz. Biliyorum bu sorunuzun ne yanıtı ne de sırası. Elimde değil. Ne yapayım? Gözlerim doldu, dudaklarımı ısırmak zorunda kaldım, bu nedenle konuşamadım. Evet, ben değilim. Mazlum'la sevgilisi Leyla'ya aşklarını yaşamaları için şans tanımayan ben değilim, biziz. Biz, yaşadığımız anları sorgulamadan biriktirdikçe mutsuzluklarımızı, yozlaştırdıkça nefretlerimizi aşkların yaşanmasına da elbet fazla şans tanımayız. Hep acı çeken, ayrılıkları yaşayan, ölümü seven, yoksulluğa ve yolsuzluğa hep rıza gösteren, sevgilere inanmayan bir toplumda Mazlum'la Leyla aşklarını nasıl olur da doyasıya yaşayabilirlerdi ki? Yaşasalardı, ortamdan carrrt diye çatlardım herhalde. Leyla ve sevgilisi Mazlum'un aşklarını yaşayamadıklarının gerçek nedeninin duygularımızda besleyip büyüttüğümüz korkak feodal ve ilkel ilişkiler olduğunu; bunu okuyuculardan gizleyerek bütün suçu toplumsal sorunların üstüne atmayı bizim ülkede kimse yadırgamaz ki, sizden başka. Ortamda azap günleri yaşanıyorsa -ki bu ülkede her zaman ortam azaba uygundur- Mazlum ve Leyla'nın aşklarını yaşayamaması kadar normal bir şey yok. Oysa, zamanımızda yaşandığını sanmadığımız aşkların var olduğunu kanıtlamaya çalışan ve birbirlerini 'mecnun' gibi seven iki genç olarak Mazlum'la Leyla'nın aşklarını yaşayamamasının anormallik sayılması gerekmez mi? Ama hayır. Geçmişte de günümüzde de bu anormallik öylesine normal karşılanır ki, aşklarını doyasıya yaşamak isteyen insanlara biz günahkâr gözüyle bakarız. Kitabın içeriğine dair başlığa atılan 'Aşk sorgulanmaz' sözcüğünün tüm anlamlarını içeren konunun, romanı tüketecek olan okur üzerinde zaten alabildiğine bir zorlama yapacağını, aşk üzerine epey bir kafa yoracağını da müjdelemek isterim. Bunu müjde olarak kabul ederseniz tabii ki. Dediğim gibi, nehir romanlarımın tümünde, Faili Meçhul Öfke'de olduğu gibi aşkla öfkenin çatışması devam edecek. Ama sonunda biri hayatın kutsal emanetine kavuşmuş gibi bekleyenine kavuşacak. Ancak bu kez bunu okuyucuya bırakmayacağım, yani okuyucuyla birlikte karar vermeyeceğim. Ancak, bu aşkın nasıl yaşayacağına dair kesin kararın, nehir romanlarımın sayfalarında yerini alana kadar istediği yerde özgürce dolaşmasına izin vereceğim. Hayır, başına bir şey gelmesinden korkmuyorum. Siz varsınız ya. Aksine böyle anlarda yazı yazma dürtülerimi kışkırtmak için başvurduğum şiir düş kırıklığı yaratmıyor, aksine Mazlum'la Leyla'nın aşklarını yaşayamamalarını meşru müdafaaya dönüştürüyor. Bir sonraki gelebilecek mekanik sesli anlatımları önlüyor ve yine umutsuz da olsa aşka çağrıda bulunuyor.
'HAYDİ GEL, SON SÖZÜ SEN SÖYLE'
- Faili Meçhul Öfke, onuncu kitabınız ama ilk romanınız. Şiir ve öyküden sonra romana yol almak kaçınılmaz bir şey miydi sizin için?
- Evet, uzun soluklu edebiyat yolculuğumda ürettiklerime romanı da ekledim. Yaşananları; tüm gazetecilik birikimlerimin ışığında tüm çıplaklığıyla roman yazmaya devam edeceğim. Ama şiirden hem roman yazarken hem de öykü yazarken beslenmeye devam edeceğim. Faili Meçhul Öfke'yi ilk roman olması nedeniyle daha bir dikkatle ve heyecanla yazdığımı itiraf etmeliyim. Bir romanın kuramsal yapısını, kurgusunu, estetiğini ve tekniğini; hatta edebiyatın tüm disiplinlerinin içerisinde hesaplayarak, ölçerek biçerek ve eleştiriye hazır hale getirerek yazdığım için kaygılarım büyüktü. Çünkü bir öyküyü, bir romanı şiirle karşılaştırmazsanız; tıpkı kendiniz gibi yaşayan, yanılan ve biçim değiştiren bir organizma haline getirmedikçe, sözcüklerle aranızda kurduğunuz despot ilişkiye son vermek olanaksız hale geliyor.
BEKLEMESİNİ BİLENLER
- Romanınızı,'beklemesini bilenlere' adıyorsunuz. Faili meçhul öfke ve cinayetler ülkesinde, siz bir aydın ve gazeteci olarak neleri bekliyorsunuz? Ya da şöyle sormalıyım; beklentileriniz neler?
- Kendi ölümlerine bile rıza gösteren ve sessizce bekleyenlerin ama hep bekleyenlerin; bir şey yapmadan sorgulamadan, konuşmadan, okumadan, en önemlisi korkarak bekleyenlerin kendi yarattıkları iklimde yaşamanın çaresizliğini ve düştüğü bunalımdan çırpındıkça daha da beklemeye biat edenlerin gün gelip böyle yaşamaktan bıkmalarını bekliyorum. Beklemek; bu insanların yaşadıkları hayattan, ülkeden umutlarını dehşetle kesmekle eşanlamlıdır çünkü. Ben yine de bir gün, ama bir gün bu insanların, insan olma güdülerini de hesaba katarak ve kalabalık sözcüklere sığınmadan vaat edilen bir yaşantıya kavuşacağını biliyorum.
- İşkenceci-insan trajedisini çok güzel vurgulayan bir bölüm var romanda. Polis Sebahattin'in öyküsündeki seyir, bir yandan da adalet arama, etme bulma ikileminde gerçekleşmiyor mu?
- Romanımı diğer bildik öykülerden ayıran en önemli bölüm olduğuna inanıyorum. Bunu yakaladığınız için size teşekkür etmeliyim. Bu bölümün bir yandan adalet arama, diğer yandan etme bulma ikileminde gerçekleştiği doğru. Öyle olması da gerekmiyor mu? Hep merak etmişimdir, kendi çocuğu yaşındaki bir genç insana işkence yapan, saatlerce günlerce acıyı yaşatan adam evine gidip de nasıl karısının, çocuğunun yüzüne bakar, rahat eder? Hiç mi vicdanı sızlamaz? Bu soruları şimdiye dek sormayan kimse var mı? Ben hem sordum hem de yanıtını aradım, buldum ve avazım çıktığı kadar bağırıyorum: 'Bir daha kendini erteleme, tüketme. Yok mudur söyleyecek bir sözün? Haydi gel, son sözü sen söyle.'
Faili Meçhul Öfke/ Adnan Gerger/ İmge Kitabevi/ 434 s.
Cumhuriyet Kitap; 2010-03-25 Yorum (yok) | Yorum yaz! | Bağlantı | Etiketler : Mine Söğüt,Filiz Özdem,Adnan Gerger Romanları Radikal Kitap’tan Kemal Tahir Özel Bölümü Tarih: 01:20 on 27/3/2010 Kategori: Anma , Ünlüler
Kemal Tahir 100 Yaşında
Kemal Tahir; Osmanlı elitinin İstanbul Türkçesi kadar Çorum köylüsünün mahalli ağızlarını da romanlarında yansıtmıştı.
19/03/2010
Kemal Tahir'in etrafında kopan tartışmaların temelinde ileri sürdüğü tarih ve toplum tezleri yatar. Bütün bu tezlerini romanlarına dökmüştü. Her ne kadar Batılılaşmanın karşısına Doğulu kimliğimizi ve geleneği koysa bile, her türden cinsel yönelimiyle canlandırdığı Türk milletiyle, zenginliklerini Ermeni mallarının yağmasından edinen yeni zenginleri teşhiriyle ve Marksist tarih anlayışına bağlılığıyla milliyetçi maneviyatçı çevreler için de sağlığında- sevimli bir yazar/düşünür tipi değildi
A. ÖMER TÜRKEŞ (Arşivi)
Romanları, edebiyat hakkındaki düşünceleri, tarih tezleri, siyasi kimliği ile, yarattığı tartışmalarla, sevenleri ve nefret edenleriyle entelektüel dünyamızda derin izler bırakan Kemal Tahir’i doğumunun (13 Mart 1910) 100. yılında bir kez daha hatırlıyoruz. Peki ama nasıl hatırlıyoruz? İşte bu soruya cevap vermek biraz zor. Sadece yaşadığı yıllarda değil, ölümünden sonra da tartışılırlığını sürdüren Kemal Tahir’i günümüzdeki ulusalcılık tartışmalarının içine katanlar bile var. Mesela 60’lı yılların sonlarında Kemal Tahir’in tarih, toplum ve edebiyat tezlerini savunanlara göre, “Tüm edebiyat tarihinde büyüklüğü Kemal Tahir’le kıyaslanabilecek tek kişi Shakespeare’dir.” “Marksist tarih görüşüne azımsanması mümkün olmayan katkılarda bulunmuş ilk Türk düşünürüdür.” “Türkiye’nin pısmış entelektüeller tarihinde Kemal Tahir en cesaretli aydınlardan biri ve Marx kadar büyük bir düşünür, Dostoyevski kadar büyük bir romancıdır.” “Kemal Tahir’e saldıranlar, Tanzimat’tan bu yana Türkiye’de gelişmiş Batı misyonerliğinin yarattığı kişilerdir.” Öte yandan Kemal Tahir’i gericilikle suçlayanlar da çıkmıştır. Özellikle Milli mücadeleyi anlattığı romanlardaki tezler Kemalistlerle arasını açmış, Yorgun Savaşçı’dan uyarlanan TV dizisinin 12 Eylül darbecilerince yakılmasına kadar uzanmıştır. Bu sürece İlhan Selçuk’un Cumhuriyet gazetesindeki köşesinden yazdığı ihbar niteliğindeki eleştirilerin inkar edilemez katkısı, millici solun Kemal Tahir’e bakışını çok iyi yansıtıyor. Yalçın Küçük meseleyi iyice abartarak “Verelim Kemal Tahir’i alalım Peyami Sefa’yı” reddiyesine kadar vardıracaktır.
Ona göre başkaldırı imkânsızdı Kemal Tahir’in etrafında kopan bu tartışmaların temelinde ileri sürdüğü tarih ve toplum tezleri yatar. Bütün bu tezlerini romanlarına dökmüş ve romanları teorik metinler gibi ele alınmıştı. Sanıyorum Cumhuriyet tarihinde hiçbir edebiyatçıya nasip olmamış ve olmayacak bir durum. Şimdilerde sağa çekilmek istenmesi yeterince anlaşılamadığını gösteriyor. Her ne kadar Batılılaşmanın karşısına Doğulu kimliğimizi ve geleneği koysa bile, her türden cinsel yönelimiyle canlandırdığı Türk milletiyle, zenginliklerini Ermeni mallarının yağmasından edinen yeni zenginleri teşhiriyle ve Marksist tarih anlayışına bağlılığıyla milliyetçi maneviyatçı çevreler için de sağlığında- sevimli bir yazar/düşünür tipi değildi. Göl İnsanları’ndaki hikâyeleri, Sağırdere, Körduman, Rahmet Yoları Kesti, Kelleci Memet ve Bozkırdaki Çekirdek ile Çorum üçlemesi olarak adlandırılan Yediçınar Yaylası, Köyün Kamburu ve Büyük Mal romanları, köy gerçeklerini anlatan romanların büyük ilgi gördüğü, hatta siyasi bir duruşun işareti sayıldığı yıllarda yayımlanmışlardı. Ancak bu akımın genel karakteristiklerine uymazlar. Cahillik, yoksulluk, geri kalmışlık ve boyun eğmişlik nesnel gerçeklikler oldukları ölçüde kuşkusuz bu romanlarda da görülecektir, ne var ki, bu nesnelliğin resmini çekip belgeselini yapmak ya da köylüde devrimci bir öz aramak amaçlanmamıştır. Tersine, onun iddiası başkaldırının imkânsızlığıdır. İmkânsızlığı tarih tezleriyle temellendirecek, köyü tanımanın sadece gözlemle değil, Osmanlı mirasını, Anadolu tarihini, toplumun geçmiş kültür ve geleneklerini bilmekle mümkün olabileceğini söyleyecektir. Peki nasıl bir tarih, nasıl bir gelenek ve miras kalmıştı geriye? Kemal Tahir’e göre, Doğulu devletlerin tarihsel ve toplumsal gelişmesi yapısal olarak Batı’dan çok farklı bir süreç izlemiş, Batı’da görülen üretim biçimleri ve sınıf yapıları bizde teşekkül etmemiştir; yani Türk toplumu kölecilikten, derebeylikten ve kapitalizmden geçmemiştir. Öyleyse klasik Türk toplumundaki sınıflaşma olayı, Batı’daki sınıflaşma olayından farklıdır ve böyle bir toplumun sınıfları ve sınıf mücadelesi de Batı’dakinden farklı olacaktır. Buradan yola çıkan Kemal Tahir’e göre, Marksist tarih teorisini Osmanlı-Türk toplumunun kendine özgü tarihsel ve toplumsal koşullarının ortaya çıkardığı somut gerçeklikler, bize özgü somut gerçeklikler açısından yeniden ele almak gerekir. Romanlarıyla tam da bunu yapmaya soyunacaktır Kemal Tahir. Kemal Tahir’in Osmanlı’nın sonlarından Cumhuriyet’in ilk yıllarına uzanan çözülme ve yeniden yapılanma dönemini ele alırken göstermek istediği; Osmanlı devlet geleneğinden uzaklaştıktan sonra devletle toplum arasından organik ve kollayıcı bir ilişkinin kalmadığı ve devletin batılılaşma adına köylüyü varoluşuna hiç de uygun olmayan bir kimliğe zorladığıdır. Hikâyeler Osmanlı’dan Cumhuriyet’e uzanırken toplumda, hayatın akışında ve zihniyet biçimlerinde değişim görülmez, yegâne değişim Cumhuriyet devrimlerinin yukarıdan aşağıya, zorla uygulanmasıdır. Mesela Bozkırdaki Çekirdek’te söz konusu uygulamaların somutlandığı yer Köy Enistitüleridir ki, Cumhuriyete bağlı öğrenci ve öğretmenlerine rağmen Batı’dan kopya edilen enstitü modelini Anadolu gerçeğinden kopuk, köylüyü köyünün içinde zaptırapt altına alma girişimi olarak işleyecektir. Kısa bir yazıyı sadece düşünceler ekseninde tartışmak haksızlık olur. Çünkü Kemal Tahir’i Kemal Tahir yapan romancılığıdır. Sadece sorusallaştırdığı meseleler üzerinde durarak, yani edebiyat ürünlerini edebiyat dışı bir kantarda tartarak Kemal Tahir romanlarına geçmişte reva görülen muameleyi tekrarlamış oluyorum. Ne var ki tartının kurallarını koyan da Kemal Tahir’in kendisidir. Toplum ve tarih teorisiyle roman teorisini birleştiren, “sahici Türk romanının işçimizle köylümüzün realitesinden doğacağını” iddia eden odur. Toplumsal tarihsel verilerin yokluğunda bu roman dışı incelemelerin romancı tarafından yapılması gerektiğini, bunsuz bir roman yazılamayacağını, romancı olunamayacağını ilk vurgulayan yine Kemal Tahir olmuştur. Ama artık burada duralım, ne anlattığını bırakalım ve biraz da nasıl anlatıyordu ona bakalım.
Tarih ve toplum teorisi Önce şahsi izlenimlerimle başlamak istiyorum; Kemal Tahir romanlarının onları ilk okuduğum yıllarda bıraktığı izlenimlerle... Doğrusunu söylemek gerekirse, belki babam ve arkadaşlarıyla ortak bir okuma anı yaşamanın, kendimi büyük meselelere açılmış hissetmenin heyecanıyla, belki Türk romanıyla yeni tanışmışlıktan, belki de tarihe olan merakım nedeniyle Yorgun Savaşçı ve Devlet Ana’yı hiç sıkılmadan okumuş, üstelik çok da sevmiştim. Elbette ne İttihatçıların kimliğinden ne Batı’ya/Doğu’ya yüklenen anlamlardan ne de Asya tipi üretim tarzından haberdardım. Ama tanıdık şahsiyetleri ve olaylarıyla yakın/uzak tarihin bu kurgulanmış hallerine hiç yabancılık çekmemiştim. Ardından diğer romanlarını tamamladım. Kişileri, olayları ve hikâyesi kadar roman kişilerinin konuşma tarzlarıyla, cinselliğe yer verişiyle, barındırdığı komik unsurlarla, o zamana kadar okuduğum romanlardan farklıydı Kemal Tahir’inkiler. Romanlarını bugün yeniden ele alırken, ilk izlenimlerimin -hiç değilse bir kısmının- geçerliliklerini hâlâ koruduklarını görüyorum. Eleştirilerim de var. Kemal Tahir’in romana, devlete, tarihe ve topluma ilişkin pek çok görüşünü, Esir Şehrin İnsanları’nda kahraman mertebesine yükseltilen Yakup Cemil’e ya da Kurt Kanunu’nda filozoflaştırılan Kara Kemal’e ve genelde İttihatçılara duyduğu muhabbeti, geleneklere ve geçmiş kültüre duyduğu sevgiyi hiç paylaşmadığım gibi fazlasıyla tafsilata kaçtığı, insanlardan ve olaylardan çok tarih tezlerini anlattığı, roman estetiğini zedelediği yolunda Kemal Tahir’e yönelik eleştirilere de katılıyorum. Ama katılalım ya da katılmayalım romandaki tezlerini dayandırdığı tarih ve toplum teorisi, bilgi birikimi, dili ve üslubuyla Kemal Tahir’in Türk romanında farklı bir yeri var. Özellikle diline dikkat edelim; bütün romanlarında dilin çok zengin bir kullanımıyla karşılaşıyoruz. Her bir karakteri kendi diliyle konuşturuyor Kemal Tahir; Osmanlı elitinin İstanbul Türkçesi kadar Çorum köylüsünün mahalli ağızlarında da görülen bu zenginlikle Türkçenin bütün imkânlarını -belki uzun ama akıcı- diyaloglarla kullanıyor. Hikâyesini bir anlatıcının bakış açısından doğrusal bir akışla aktarırken, zaman zaman anlatıcıyı geri çeker Kemal Tahir, karşılıklı diyaloglar gereği anlatıyı karakterlerden birisinin bakışından, o karakterin bilgi ve yorumları olarak sürdürür. Tarihsel olayların ve toplumsal koşulların bu şekilde sunulması didaktik bir anlatımdan sakınmak ve dramatik yapıyı korumak içindir Anlatıcının sınıfsal ve kültürel özelliklerine göre de bilinçli bir şekilde algılama hataları, yanlışlıklar, abartılar, mistifakasyonlar yapar.. Bu ona hem olayların farklı yorumlanışlarını ortaya koyma fırsatı verir hem de hikâyeye bir miktar mizah katar. Ancak romanlarının yumuşak karnı tam da burasıdır. Çünkü ne kadar geri çekilse de, roman kişilerinin uzun konuşmalarının ardındaki anlatıcının varlığı/kimliği bellidir. Konuşanın Kemal Tahir olduğu bellidir; sahneye çıkan ve konuşan bütün roman kişileri bireysel varoluşlarının ötesine geçmek ve kendileri dışındaki şeylerin kurumların, misyonların, değerlerin- taşıyıcısı olmakla yükümlüdür. Ama Kemal Tahir bu eleştirileri hiç umursamamış, tafsilatın romanlarında ele aldığı meseleler için az bile kaldığını söylemiştir. Tafsilat azdır Kemal Tahir için. Ama topladığı malzemeyi sunmak ve bilgi vermek isteğinden çok anlatmayı şehvetle sevmesi nedeniyle azdır. O da anlatır, anlatır, bıkıp usanmadan anlatır... Neyse ki, dili zengin, üslubu kıvrak ve neşelidir. Tanpınar’ın deyişiyle, Kemal Tahir; “bir dil makinesi” kurmuş, bir dil dünyası yaratmıştır. Bu dil, “başkası’nın yaratışı ve malı olduğu halde, aynı zamanda, onun hiçbir yazara benzemeyen öz üslubudur.” Üç Kemal'ler ve dördüncü Kemal
19/03/2010
SELİM İLERİ (Arşivi)
Memet Fuat’ın -bence göze çarpmamış- bir kitabı var: Unutulmuş Yazılar. 1986 yılında Broy Yayınları yayımlamıştı. 113. sayfada ‘Bir Konuşma’ yazısı yer alır. ‘Bir Konuşma’ Yeni Ufuklar dergisinin Nisan 1960 tarihli sayısından Unutulmuş Yazılar’a alınmış. Memet Fuat, Fethi Naci’nin Mart 1960 tarihli Dost dergisinde yayımladığı ‘Kemal Tahir’in Evinde’ başlıklı ‘söyleşili yazı’yı eleştiriyor. Fethi Naci, Kemal Tahir’e ‘hikâyeci’ Rauf Mutluay’la birlikte gitmiş. Yeni Ufuklar’ın yöneticisi Vedat Günyol’du. Beşi de hayatta değil artık. Beşiyle de usta-çırak ilişkilerim oldu. Rauf Mutluay ve Vedat Günyol öğretmenlerimdi. İlk yazım Yeni Ufuklar’da çıktı. Memet Ağbi’yle Yeni Dergi günlerim en güzel anılarım arasında. Kemal Tahir’in sofrasında çok oturdum ve ünlü romancı, benim Pastırma Yazı’nı Bilgi Yayınevi’ne, Ahmet Tevfik Küflü’ye âdeta zorla bastırtmıştı. Bunları yazdım. Bunları bugün yine içim titreyerek hatırlıyorum. Oysa ‘Bir Konuşma’ acı anılara alıp götürüyor. Fethi Naci’yle Kemal Tahir’in yakın dost oldukları dönemlermiş. O gece epey yenilmiş, içilmiş. Rauf Hoca henüz eleştiriler yazmaya başlamamış, hikâyecilik umutlarını yitirmemiş. Lakırdı dönüyor dolaşıyor, üstü örtük biçimde Kemal Tahir-Orhan Kemal rekabetine geliyor. Fethi Naci, hayli merhametsiz, Orhan Kemal’in sözünü hatırlatıyor: “Dostoyevski’nin, Balzac’ın modası geçti diyorlar o festivalde, ne dersiniz?” Fethi Naci dünyanın en iyi insanlarındandı, çok da duyguluydu. Ama bazen ortalığı birbirine katmaktan hoşlanırdı. Kemal Tahir kahkahayı ‘basmış’. Memet Fuat devam ediyor: “Fethi Naci’nin bu son sorusuna takıldım. ‘Diyorlar’ demiş. Neden acaba? Diyen Orhan Kemal. Herkes biliyor bunu. Niye onun adını anmamış? Korumuş mu oluyor böylece Orhan Kemal’i?” Hayır, o günlerde pek korumuyor. “Üstelik” diyor Memet Fuat, “Orhan Kemal’e o sözü söyleten öfkenin kaynağını da biliyoruz. Yoksa, ‘Bak, ben insana neler söyletirim’ gibilerinden bunun da tadını mı çıkartmak istiyor Fethi Naci?” ‘Bir Konuşma’ yıllardır yüreğimi yakar. Tanık olduğum boş konuşmalı, çekiştirmeli, küçümsemelerle dolup taşan birçok geceyi hatırlarım. Dahası, yalnızca ‘tanık’ olmadığım, hırpalayıp geçişlere ‘katıldığım’ geceler... 1960’lar, 1970’ler, Türk romanında ‘Üç Kemal’ler’ dönemiydi: Orhan Kemal, Kemal Tahir ve Yaşar Kemal. Cemo’nun sağladığı ünle, Kemal Bilbaşar da ‘nihayet’ önemsenecek, ‘Dördüncü Kemal’ olacaktı. Üç Kemal’den birini ille daha çok önemseyecektiniz, ille Yaşar Kemal’ci, ille Kemal Tahir’ci! Galiba üçüncülük hep Orhan Kemal’deydi. O yıllarda, Dördüncü Kemal’in Denizin Çağırışı adlı, üstelik 1943 tarihli eşsiz romanı kimselerin dikkatini çekmezdi. (Denizin Çağırışı için özlü bir yazıyı, sonra, epey sonra, Fethi Naci kaleme getirdi.) Niyeydi bütün bunlar? Aradan geçen onca zamanı kurcalayınca, irkilip kaldım. Değerli yazarlarımızı ayrı ayrı sevmek dururken, adamakıllı zararlı bir yolda yürünmüş gibime geliyor. Sonra, geçen zaman, tercihte, beğenişte, önemseyişte değişimlere de yol alabiliyor. Mesela, Kemal Tahir’in Esir Şehir dizisini, özellikle Yol Ayrımı’nı çok severek okuduğumu hatırlıyorum. Mesela, Çağdaşlık Sorunları’nda Yaşar Kemal’in son dönem romanları için uzun uzadıya yazmışım; Al Gözüm Seyreyle Salih’i (1976) çok sevmişim. 2010’da günümüz İstanbul’unu yalnızca Orhan Kemal’in -hem de hor görülmüş- bazı romanları yansıtıyor bence. O zaman, niyeydi o günlerin filancacılığı?!. Geçen zaman bende Orhan Kemal’in edebiyatına tutkuyu perçinledi. Ama, Kemal Tahir’e, Yaşar Kemal’e saygımı hiç yitirmedim. Kemal Bilbaşar’ın öyle öyküleri var ki, yaşadıkça yeniden-yeniden okumak ihtiyacını duyacağım. Memet Ağbi’nin yazısı yarım yüzyıl önce uyarmış; bu çok ince uyarıyı biz bugün hâlâ dikkate almıyoruz. Belki aldanıyorum. Dilerim, aldanıyorum... Ölümsüz 'Devlet Ana'
19/03/2010
Meraklıydım. Tarihi çok seviyordum. Kendime yazarlar arıyordum. Ama, 'Devlet Ana'nın ilk şahsi kitap olarak önüme çıkmasında güçlü bir iddia yatıyordu. Hacmiyle olduğu kadar ismiyle de iddialıydı. Ben de yazar olacaksam, iddialı yazar ve eserler okumalıydım. Bu vitrinde devlet kadar ihtişam taşıyan kitaptan daha iyisini mi bulacaktım?
İlk kitaplar unutulmaz. İlk kitabımı unutamam. Kemal Tahir ve Devlet Ana’yı hiç unutamam. Konya’nın Bozkır’ında liseyi henüz bitirmiş yeni yetme bir çocuktum. Sorularım kadar çok kitaplardan yoksundum. Nerede bir kitap bulsam ona uzanıyor, yazarların, cümlelerin, kapakların ötesine koşuyordum. Bozkır’da, Çarşamba çayının kenarında her gün aynı saatte ve aynı memur tarafından açılan bir halk kütüphanesi vardı. Hâlâ var mıdır? 12 Eylül döneminin bütün devlet ideolojisi istif istif oraya yığılmıştı. Korka ürke, yana araya bir kitap, bir kitap bulabilir miyim diye girip çıkardım o betonarme yapıya. Kütüphane memuru düzgün saçları, temiz traşı ve şaşmayan mesaisiyle bir olurdu kütüphaneyle. Statik. Sistematik. Bugün bile hayıflanır yanarım. Ah keşke ne olurdu o kütüphane bana bir kitap verseydi, verebilseydi. Buluşsaydım o kitapla. Karşılaşsaydım. Nafile. Kitapsızdır bizim kütüphanelerimiz. Külliyat olarak bulunsaydı Kemal Tahir o kütüphanede... Ve ben kitabımı bir otogara borçluyum. Curcunadır otogarlar. Düzensiz ve hızın karmaşık çatlamalarıyla doludur. Eski Konya otogarındaki bir kitapçı vitrininde karşılaştım onunla. Bir itiraz daha, her gün on binlerce insanın akıp geçtiği otogarlar kitapçısızdır Türkiye’de. Özen ve bilgiden yoksundur. Olanlar yetersizdir. Gazete, dergi ve popüler kültür malzemelerinin işgali altındadırlar. Kültürel değil gündelik ve ekonomik noktalardır. İşte, birden o kitapla karşılaştım ben. Çağırıyordu. Sesleniyordu. Buradayım. Yaklaş. Dokun. Bu kafesten, bu geçici duraktan çıkar beni. 18 Haziran 1984. Kitabı aldığım tarih. Tekin Yayınevi. 8. Basım. Dokulu beyaz kapağında renkli bir tuğ var. Tuğ rüzgârdan sola doğru sallanıyor. Yazarın ismi küçük, kitabın ismi büyük harflerle yazılmış. kemal tahir, kırmızı. DEVLET ANA, siyah. Koyu. Adımı soyadımı yazıp imzalamışım giriş sayfasını. Ve soyadım ... ile başlıyor o tarihlerde. Birinci bölüm; Kancık Vuruş.
Bildik, ters, sert İlkler, ilk etkiler hafızanın toprağında saklı kalıp yeşermesini sürdürür. İstanbul’a kadar düşürmedim kitabı elimden, bırakamadım. İlk kez Kemal Tahir okuyordum. İsmini kim söylemişti, nereden duymuştum tam emin olamıyorum. Tahiri bir hocam da yoktu. Ancak, isminde de kitaba meraklı birisini cezbedecek gizem saklıydı. Bildik. Ters. Sert. Etkili. Şimdi geriye dönüp düşündüğümde beni asıl çeken şeyin bambaşka bir yerden hatta doğal bir çizgiden sızıp geldiğini görüyorum. Meraklıydım. Tarihi çok seviyordum. Kendime yazarlar arıyordum. Ama, Devlet Ana’nın ilk şahsi kitap olarak önüme çıkmasında güçlü bir iddia yatıyordu. Hacmiyle olduğu kadar ismiyle de iddialıydı. Ben de yazar olacaksam işte daha, başta, iddialı yazar ve eserler okumalıydım. Bu vitrinde devlet kadar ihtişam taşıyan kitaptan daha iyisini mi bulacaktım? Henüz ortaokul çağında iken, komşumuz Eflatun Ellialtı (roman kahramanı gibi bir isim) birkaç valiz tutan kitaplarını zaman zaman bana gösterir ve kimilerini alıp okumama izin verirdi. Abdullah Ziya Kozanoğlu ilk okuduğum yazarlardandı. Rahat ve ritmik anlatımı beni etkilemiş olmalı. Kaldı ki, Konya otogarında, Devlet Ana ile buluşup tereddütsüz satın alışımda romanın dünyasına aşinalığımın da payı olmuştur diye düşünüyorum. Osmanlının ilk devirlerini destansı üslupla anlatan Kozanoğlu, kendiliğnden Kemal Tahir’e yönelmemi sağladı. Devlet Ana’nın fiyatı 800 TL idi. Babamın bana verdiği harçlık 4.000 TL. Bunlar ayrıntı elbette, farkındayım. Kitabı okudukça, yazılmadığını adeta söylendiğini düşündüğümü hatırlıyorum. Konuşma ve destan üslubunu hissetmiştim. Sonradan, çok sonradan nasıl bir yazar seçtiğimi, seçtiğim kitabın ne tür tartışmalar getirdiğini elbette öğrenecektim. Kemal Tahir sadece elimdeki kitabın yazarı değil bir fenomendi. Yıl yıl daha iyi anladım kavradım. Üniversite öğrenciliğim zamanında belki de hayatımın en zevkli ödevlerinden birini onun adına hazırladım. Bağlam Yayınları Roman, Edebiyat notları başta olmak üzere seri halinde Kemal Tahir basmıştı. O notlardan hem çok şey öğrendim hem de Kemal Tahir’i yeniden, yeniden tanıdım. O bir tecrübeydi. O tecrübeyi bilip okumadan, irdeleyip düşünmeden kendimizi anlamak zordu. Sanırım, Ömer Lüffi Barkan, İdris Küçükömer, Sabri Ülgener gibi yazarlara dönüp bakmamda Kemal Tahir’in rolü oldu. Fakat hiçbir şey hayata ölümsüz bir kitapla başlamak kadar önemli olamaz. Devlet Ana, Kemal Tahir. İlk. Yazgı.
Hayatı üretmekle geçti 1910 yılında, II.Abdülhamit’in hünkar yaverlerinden Tahir beyin oğlu olarak İstanbul’da doğdu. Galatasaray Lisesi’nin onuncu sınıfından ayrılarak Zonguldak Maden İşletmeleri’nde ambar memurluğu, İstanbul’da avukat kâtipliği yaptı. Edebiyata ilk adımını 1931 yılında şiirlerinin yayımlandığı İçtihat dergisiyle attı. İlk başta hece ölçüsü ile yazan Tahir’in şiirleri Nâzım Hikmet’le tanıştıktan sonra evrildi. Yazar, toplumsal konulu serbest şiirler üretmeye başladı. Yaşamını kalemiyle kazanmak zorunda olan yazarlardan olması sebebiyle bu yıllarda mizah öyküleri, serüven romanları da yazdı. Çeşitli gazete ve dergilerde düzeltmen, röportaj yazarı, çevirmen, sekreter olarak çalıştı. Nâzım Hikmet’in yargılandığı ‘Bahriye Davası’nda suçlu bulunarak on beş yıla hüküm giydi. 1941 yılında hapisteyken Tan’da tefrika edilen öyküleriyle yazarlığının ilk dikkat çekici ürünlerini verdi. Edebiyat dünyasında beğeni toplayan pek çok romanını da cezaevindeyken yazdı. 1950 Affıyla hapisten çıktıktan sonra takma adlarla macera ve aşk romanları çevirdi, senaryolar yazdı.Bu tür çalışmaları arasında en ünlüsü belki de Mayk Hammer dizisi... Bedri Eser, Samim Aşkın, Ali Gıcırlı, F.M. İkinci yazarın kullandığı takma adlar arasındaydı. 1955 yılında yazarın nihayet kendi adıyla yayımlanan ilk romanı ‘Sağırdere’ basıldı. ‘Sağırdere’yi, ‘Körduman’ izledi. Kemal Tahir, Çankırı-Kastamonu, Çorum çevresinde geçen romanlarında köydeki yaşama biçimini, toplum yapısını, köylünün dünyasını işledi. Tüm bunları konu alırken onun için vazgeçilmez olan, Tanzimat’tan bu yana değişen mülkiyet ilişkilerini, eşkıyalık hareketlerinin gerçek yüzünü anlatmaktı. Türk edebiyatına, siyasetine ve sosyolojisine ilham veren Kemal Tahir, 1973 yılında geçirdiği kalp krizi sonucu hayata veda etti.
Kemal Tahir kitaplığı Yorgun Savaşçı Devlet Ana Köyün Kamburu Zehra’nın Defteri Kurt Kanunu Körduman Hür Şehrin İnsanları Kelleci Memet Büyük Mal Göl İnsanları Esir Şehrin İnsanları Esir Şehir Üçlemesi 1. Cilt Esir Şehrin Mahpusu Esir Şehir Üçlemesi 2. Cilt Yol Ayrımı Esir Şehir Üçlemesi 3. Cilt Namuscular Sağırdere Rahmet Yolları Kesti Bozkırdaki Çekirdek Karılar Koğuşu Bir Mülkiyet Kalesi Yediçınar Yaylası Üstadın Ölümü Damağası Dutlar Yetişmedi Aşk Çetesi Derini Yüzeceğim Bir Mayk Hammer Romanı Merhaba Sam Krasmer Bir Mayk Hammer Romanı Gangsterler Kraliçesi Bir Mayk Hammer Romanı Kıran Kırana Bir Mayk Hammer Romanı Ecel Saati Bir Mayk Hammer Romanı Kara Nara Bir Mayk Hammer Romanı
Kemal Tahir’in tüm kitapları İthaki Yayınları tarafından yayımlanıyor. Yayınevi yazarın 100. yaşını iki önemli yayınla kutluyor. Kemal Tahir üzerine yazılardan oluşan bir armağan kitap hazırlayan yayınevi, bir de Kemal Tahir’in tefrika edilen, döneminde çok beğenilen romanlarından iki kalın ciltlik bir seçki çıkartacak. 14 romanın yer aldığı seçkide yazarın ‘Muhallebi Çocuğu’, ‘Bir Gecenin Beyliği’, ‘Bir Nedim Divanının Esrarı’, ‘Gönül Denen Hayvan’, ‘Bu Roman Olan Şeylerin Romanıdır’ kitapları da yer alıyor. Her iki projenin de kitapları Sonbahar’da yayımlanacak. Kemal Tahir romanının açmazı
19/03/2010
Kemal Tahir romanı, yazarının ideolojik-tarih anlayışının gölgesinde kalan, yazınsal niteliği zaman içinde eskimeye yazgılı bir romandır. Gelgelelim, farklı dünya görüşlerine sahip okurların tümünün ilgisini çekiyor, sürekli okunuyorsa, bunun nedenleri edebiyatın hangi özellikleriyle popüler kültürün ilgi alanına girebileceğine de ışık tutabilir
SEMİH GÜMÜŞ (Arşivi)
Kemal Tahir, bizi bile isteye ideolojinin baskın olduğu bir roman anlayışının içine çeker. Ona göre roman, değil mi ki ülke gerçekliğini yazarın dünya görüşüne göre aldığı biçimler içinde vermelidir ve okurun yaşanmış tarihi gerçekten daha gerçek biçimde anlatan romanlara gereksinimi vardır, eleştiri de yaklaşım biçimlerini buna göre almak zorundadır. Bazen romanın niteliği eleştirinin niteliğini öteki başka zamanlara göre daha çok etkileyebilir. Romanın eskil dili, geleneksel biçimlere sıkı bağlılığı, bu arada hikâyenin bilinen kalıplar içinden çıkmaması ve hikâyenin içinde bir ideolojik-tarih anlayışının kurgulanması, eleştirinin de bu kısıtlar içinde kalmasına neden olabilir. Kemal Tahir’in tarih anlayışını tarihsel gerçekler ve aradan geçen kırk yılın düşünsel birikimine göre değerlendirmekle, romanlarındaki tarih yorumunu yazınsal ölçütlere göre değerlendirmek apayrı iki düzeyde alınabilir. İlkinin içinden çıkmak artık kolay: ne ATÜT tezlerinin tartışmaya değer bir yanı kalmıştır bugün, ne Osmanlıcı tezleri Kemal Tahir gibi savunma biçimleri. İdeolojinin gölgesindeki tarih tezleri zaman karşısında kar gibi erir de, tarihsel bilgi sandığımız kırıntıdan elle tutulacak bir söz bile kalmaz geriye. Düşünce, kendini yeniledikçe var, yoksa hiç. Öte yandan, yaratıcı yazı olarak roman, yapıtaşları yazınsal öğelerse zaman içinde yeniden ve yeniden okunabilir; ama gerçek hayatın ya da tarihin bilgisiyle yaratılmışsa, o bilginin eskimesiyle birlikte kendini de yok etmeye başlayacaktır. Kemal Tahir romanı, öznel yorumlarla sakatlanmış tarihsel bilginin gölgesinde durur; üstelik yazarının otoriter duruşuna da uygun bu roman anlayışı, açıkyüreklilikle dile getirildiği gibi, görevcidir, tezlidir, ‘bilimsel’dir, yazarının dünya görüşünün taşıyıcısıdır. Bu düşünceler 1960’lardan 1970’lerin ortalarına doğru rahatlıkla savunuldu, yandaşlar kazandı, ama bugün yalnızca edebiyat tarihinin konusu olmaktan başka değer taşımıyor.
Kemal Tahir’in seçimi Kemal Tahir, Osmanlıcı ve Cumhuriyetçi tezler arasında oldukça açık seçik bir seçim yaptığında, haksızlık etmemeli, siyasal bir seçim değil, kültür ayrımı yapıyordu. İmparatorluk kültürü, yeni Cumhuriyet’in kadrolarınca o günlerin zorunluluğuyla bütün bütüne yok sayılmaya, silinmeye çalışılmışsa, Kemal Tahir bu yeni kadronun koskoca İmparatorluk dönemi karşısında küçücük kaldığı duygusundan kurtulamamıştı. Gelgelelim, tarih içinde yaşamakla, edebiyat içinde yaşamak bambaşka iki gerçekliğe karşılık geliyor. Kemal Tahir düşünsel bir parçası olmaktan hiç kuşku yok ki mutlu olduğu o geleneksel kültürü romanlarının omurgasına dönüştürünce, kullandığı tarihsel bilgi yazınsal bilgiye dönüşememiş, romanı yazınsal bir metne dönüştüren öğeler ikincil kalmıştır. Kemal Tahir’in iki kültüre ait ve kesin çizgilerle belirtilmiş kahramanlarının karşılıklı konuşmaları pek çok romanında hesaplaşma imleriyle doludur. Sözgelimi Yediçınar Yaylası romanının başındaki, romanın asıl zamanı, mekânı ve hikâyesini hazırlayan bilgilerin aktarıldığı uzunca bölümün yazınsal niteliğinden söz edilemez. Sonunda kaçınılmaz biçimde, yazarın yanında gördüğü roman kahramanlarının yazınsal gerçekliği daha inandırıcıyken, benimsemediği roman kahramanları çoğu kez karton tiplere dönüşüverir. Kemal Tahir romanı, yazarının ideolojik-tarih anlayışının gölgesinde kalan, yazınsal niteliği zaman içinde eskimeye yazgılı bir romandır. Gelgelelim, bugün de birbirinden ayrı yerlerde tanımlanabilecek dünya görüşlerine yakın bulunan okurların tümünün ilgisini çekiyor, sürekli okunuyorsa, bunun nedenleri edebiyatın hangi özellikleriyle popüler kültürün ilgi alanına girebileceğine de ışık tutabilir. Bunun, Kemal Tahir’in romanlarının tarihsel bilgiyle kurduğu ilişkinin yanı sıra, hem çok insan odaklı olup hem de hikâye etme becerisinden geldiği söylenebilir. Bu arada muhafazakârlıkla hemen özdeşlenebilecek yaklaşımı da Kemal Tahir’in romanlarının okur çevresini zaman içinde adamakıllı genişletmiştir. Kemal Tahir’in romanlarının yer yer söylev diliyle anlatılan hikâyesi kurmaca yapıyı güçlendirmekten uzak kalırken, dramatik bir yapı kurmakta da zorlanır. Köylüler arasındaki ilişkiler daha güçlü oluşurken, köylülerle dışarıdan gelen aydınlar ve bürokratlar arasındaki ilişkilerin gerçekliği aksamaya başlar. Değil yalnızca Yorgun Savaşçı ya da Devlet Ana gibi romanlarında, köyü konu eden romanlarında bile ülkenin yaşadığı siyasal ve toplumsal değişime ilişkin yorumların belirleyiciliğinden vazgeçmeyince, hep roman dışından seslenen bir yorumcu olarak kendini gösterir Kemal Tahir. Bu arada bir romancı olarak bir tarihçiden daha inandırıcı oluşu, onun tarih yorumunun daha köktenci bir yanılsama yaratmasına da yol açmıştır.
Osmanlı değerlerinin yükselişi üzerine İmparatorluğun kuruluş döneminin başlangıcı aynı zamanda söylencelerle iç içe olunca, onu yüceltmek isteyenler için kahramanlık öyküleri yazmak da kolaylaşır ki, Kemal Tahir kendisinden beklenmeyecek ölçüde savrulmuştur bu yüceltme eğilimine. Öte yandan, Osmanlı’nın çözülme ve çöküş sürecine ilişkin yorum yapmaktan kaçınmış, bu konuda kuşkucu bir tarihçi yaklaşımnı benimsemediği gibi, romanlarındaki kişiler arasında da Cumhuriyet döneminin yeni aydın ve bürokratlarını yaşanan değişimin sorumluları olarak göstererek yazınsal kişilerinin baştan zayıf doğmasına neden olmuştur. Kemal Tahir’in en gözde romanları arasında sayılan Esir Şehrin İnsanları, Esir Şehrin Mahpusu ve Yol Ayrımı üçlemesinde bile uzun bir zaman dilimi içindeki siyasal değişimler asıl olarak Osmanlı değerlerinin yükselişine ayarlıdır. Tersi söylenir, ama anlama çabası, bizden eski kuşaklarda daha eksik bir duygudur. Hem düşünce üretiminin eksik olduğu yerde öne sürdükleri düşünceleri tek doğru gibi öne sürmeye yatkındır eski kuşaklar, hem de onların yenileriyle çürütülmesine hazır değildirler. Kemal Tahir romanlarını biraz da böyle bir yaklaşımın sonuçları olarak görmek gerekir ki, öne sürdükleri tezlerde sert siyasal dönemlerin içinden çıkmanın da etkisi vardır elbette. Oysa ideolojik tezler günü geçince eskir, dolayısıyla onların gölgesindeki romanların anlamı da. Kemal Tahir romanından, içselleştirdiği dünya görüşü yüzünden yazınsal değerleri aşınan bir roman olarak söz edilebilir. Bugünkü yazınsal ölçütlerce kabul edilmesi zor bir roman anlayışını, kendi ideolojik-tarih tezinin nesnesine dönüştürdü Kemal Tahir. Düşünsel ve yazınsal ortamı sarsacak bir roman yazdığını düşünüyordu. Oysa yazınsal değeri yıllar içinde eriyen bir roman bıraktı geride.
notoskitap.blogspot.com Kemal Tahir testi
19/03/2010
Kemal Tahir; romancı, edebiyatçı, yazar... Bunların yanına düşünür, üretken, özgün, muhalif, karizmatik gibi sıfatları da ekleyebilirsiniz. Türk edebiyatının ve entelektüel hayatının en büyük ve en etkili kalemlerinden Kemal Tahir'in doğumunun 100. yılı kutlu olsun!
1) Hangisi F. M. İkinci’nin “Mayk Hammer”larından biri değildir? a) Derini Yüzeceğim b) Kara Nara c) Kıran Kırana d) Ölüm Taciri
2) İdam mahkûmu Hanım, Malatya Genelevi’nden Tözey gibi baş kişileri olan, içinde “Siz bana adam asacağız dediniz, ben karı asmam!” diyen gardiyanların bulunduğu Kemal Tahir romanı hangisidir? a) Karılar Koğuşu b) Namusçular c) Damağası d) Tatar Ramazan
3) Hangisi Kurt Kanunu romanının başkişilerinden biri değildir? a) Kara Kemal b) Abdülkerim c) Sülük Emmi d) Emin Bey
4) “İşbu kardaşımız Melik Bey, siz yol erlerinin ayağına girip bu insaf eşiğinde durmaktan muradı, aramıza girip kervanımıza katılıp erkân görüp yol tutup Ahi Babamıza boynu bağlı kul olmaktır ve de uğraş erleri bölüğünde beli kılıçlı yoldaşlığa koşulmaktır.” cümlesi hangi romandan alınmış olabilir? a) Yediçınar Yaylası b) Devlet Ana c) Köyün Kamburu d) Namusçular
5) Kemal Tahir’in Çorum ağzını konuşturma becerisi ünlüdür. Hangisi, bu becerisini kullandığı kitaplardan değildir? a) Yol Ayrımı b) Yediçınar Yaylası c) Büyük Mal d) Köyün Kamburu
6) Köy enstitülerini analiz ettiği Bozkırdaki Çekirdek romanı nerede geçer? a) Trabzon b) Yozgat c) Sivas d) Malatya
7) “On buçukluk boforsla karıncayı gözbebeğinden vurur, kafatasını azıcık zedelese para almaz.” Hangi romanın başkişisidir bu? a) Kelleci Mehmet b) Yorgun Savaşçı c) Rahmet Yolları Kesti d) Kurt Kanunu
8) “... Küçük mülkiyetçilik ferdiyetçiliğinin düşmanlıkları ve buna rağmen köye sevgi. Sen bunu yakaladığın için eserin muvaffak ve bir mânâda klasik bir küçük ve orta köylü psikolojisini derinliğine, genişliğine tahlil eden bir eser olmuştur behey sersem tavuk!” Nâzım Hikmet’in bu sözlerle övdüğü Kemal Tahir romanı hangisi olabilir? a) Göl İnsanları b) Yol Ayrımı c) Sağırdere d) Yediçınar Yaylası
9) Hangisi, Kemal Tahir’in ilk kez vefatından sonra basılan romanları arasına hangisi girmez? a) Kelleci Mehmet b) Namusçular c) Karılar Koğuşu d) Bir Mülkiyet Kalesi
10) Kuru Zeynel, Maraz Ali, Bektaş Emmi, Uzun İskender... Bunlar hangi romanın başkişileri? a) Kelleci Mehmet b) Esir Şehrin İnsanları c) Damağası d) Rahmet Yolları Kesti
0-3 doğrum var: Kemal “Tarih”ten sınıfta kaldınız. 4-7 doğrum var: İyi bir Kemal “Tarih”çisiniz. 8-10 doğrum var: Kemal “Tarih”ten birincilikle geçtiniz. Tebrik ederiz! Bütünleme testleri için adres Gayet.net. Yorum (yok) | Yorum yaz! | Bağlantı | Etiketler : Kemal Tahir,Türk Edebiyatı,Romancı Öykünün Rahlesinden Romanın Kolanına... Tarih: 07:57 on 22/1/2010 Kategori: Elestiri , Kitap
Öykünün rahlesinden romanın kolanına...
Son on yıl içinde, öykücülüğümüzde verimleriyle öne çıkmış, yaygınlaşmış, okurun artık benimsediği öykücüler arasına katılmış ne denli ad varsa, bunların neredeyse büyük bölümünün roman yayımlamaya başladığı da gözleniyor' Kimler kimler yok bu adlar arasında? Birkaç hafta sonra kimi öykücü-romancılarımız üzerine karşılaştırmalı bir çalışmaya yer açacağımdan şimdilik bu adlara girmiyorum 'Kitaplar Adası'nda. Öykücü yazarlarımızın geçmişte de romana uzandıkları, ötesinde başarılı örnekler verdikleri unutulabilir mi? Sözgelimi Halit Ziya Uşaklıgil, Reşat Nuri Güntekin, Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Sabahattin Ali, Orhan Kemal, Ahmet Hamdi Tanpınar, Yusuf Atılgan ilk ağızda anımsanacak adlar arasında' Bunların yanı sıra 1950 Kuşağının tüm yazarlarına uzanan bir çizgide romanda da kendilerini gösteren pek çok ada ulaşabiliriz elbette. Erdal Öz, Leylâ Erbil, Tahsin Yücel, Ferit Edgü, Demir Özlü, ötekiler' Hatta sonrasında da' Öyle ya 1960-70 evresinde Necati Tosuner, Selim İleri, Hulki Aktunç, Nedim Gürsel vb. anılabilir bu adlar arasında.
M. SADIK ASLANKARA
Öykücülerimizin romana yönelişinde çeşitli nedenler öngörülebilir elbette. Ama bunun bir gereksinimden doğduğu çok açık.
Nedenler ne olursa olsun, hiçbiri bu ölçüde ilgilendirmiyor beni diyebilirim. Beni ilgilendiren şu: Öykücülerimiz, öyküde bir daralma olduğu, bir düşme yaşandığı kaygısından yola çıkarak romana yöneliyor olmasın sakın?
Doğrusu buna dayanamam işte' Çünkü bir durum var; romanlar çoksatar kitaplar sıralamasına giriyor da öykünün adı anılmıyor bunlar arasında' Bu nedenle öykücü romancıya oranla hem okura göre gözden uzak kalıyor hem de gördüğü ilgi örtük, ötesinde sönük kalıyor'
Uzun yıllar eylemli tiyatro yapmış biri olarak tiyatronun çok önemli dalı çocuk tiyatrosu alanında üretimlerini sürdürenlerin yalnızca çocukların sevgisini görmekten ötürü yaşadığı doyumsuzluğa tanık olmuşumdur pek çok kez. Umarım öykücüler, romancıların yanında böylesi doyumsuzluk örneği yaşamıyordur, ne diyeyim'
Bu bağlamda son dönem roman yayımlayan öykücüler halkasına katılanlardan biri de Faruk Duman'
ÖYKÜYE DÖNÜK EMEKLE ROMANA TAŞ DÖŞEMEK...
Faruk Duman, günümüz öykücülüğünün önemli bir adı. Onun öyküleri, bu alanda kendine belirgin yer yapmış örnekler arasında gösterilebilir kuşkusuz. Nitekim 'Kitaplar Adası'nda onun bütün öyküleri üzerinde durmuştum, bu kez yalnızca romanlarına yöneleyim istiyorum'
Bir yazarın hüneri, ilkin dilde kendini göstermeli değil mi; sözdizimlerine giydirdiği bükümde, tümcelerinin kıvamında, sözcüklere yüklediği tınıda?' İşte Faruk Duman, böylesi sorular için doğru yanıt oluşturan bir yazar'
Çok geniş dil, biçem yelpazesinin, öyküleme tayfının, ezginin, rengin, uçsuz bucaksızlık dağarının biçimlendirdiği onca öykü kitabının ardından iki roman yayımladı Faruk Duman: Pîrî (Can, ikinci basım, 2005), Kırk (Can, 2006).
Daha okunurken her iki romandan da yoğun dil tadı sağılıyor. İyi ki okuyorum bu kitapları diye düşünüyorsunuz. Çünkü öylesine emek vererek örüntülediği bir dille yapılandırıyor ki romanlarını yazar, bırakıyorsunuz şunu bunu, bir büyünün peşine düşmüşçesine hatta hurafeye kaptırmışçasına kendinizi, sözcüklerin ardına takılıyorsunuz, onların yaydığı sesle yıkıyorsunuz gönlünüzü'
Çok usta bir anlatıcı olduğunu hemen ilk satırlarda ortaya koyup bizi karşılıyor Faruk Duman. Kaldı ki, romanlarını özel bir dille yapılandırıyor o. Sözdizimlerinde sözcüklere getirdiği farklı yerleştirme düzeni, bununla kazandırdığı akış, bambaşka bir yere taşıyor roman evrenini, karakterleri.
Bir öykü ustası olarak roman kahramanlarına biçtiği gömleğin de doğrusu parmak ısırtacak yetkinlik yansıttığını söyleyebilirim'
Onun romanlarında gerçeküstü öğeler, durma fantezilerle örtüşerek büyülü bir anlatıya dönüşüyor. Üstelik bu, sürekli birbirine ilmeklenen tümcelerle sağlanıyor. Okuru uzakta tutan, ama aynı zamanda onu yoğuran alaysamalı anlatımıyla romanlarına güç katarken, bunların kaba birer felsefe metni gibi anlaşılması olasılığını da ortadan kaldırıyor.
Ancak Duman, romanda Hasan Ali Toptaş gibi bağlaç oluşturarak ilmekler yaratıp sıklıkla kullandığı 'elbette', 'tabii' gibi sözcükleriyle de dikkati çekmiyor değil!
Romanlarını, öykülerinde olduğu gibi, lekelerle geliştirerek ileriye sürüyor yazar. Ancak imge yoğun anlatım, her yana duyulan yoğun ilgiye nasıl olanak tanıyorsa, doğru seçim sayılsa bile, böyle bir anlatım da okurun buna takılı kalması olasılığını bir biçimde güçlendiriyor. Çünkü döngüsel anlatım, zaman zaman iç uğultuya yol açıyor.
Ritüel, büyü, inanç, hurafe tüm yaşamımızla içlidışlı gerçeklikler olarak, Faruk Duman'ın roman evrenlerinde kendine yeniden yer buluyor, yerler buluyor denebilir.
Doğuya özgü yaşam biçimiyle buna kaynaklık yapa yaşam kültürünü didikleyen metinler gözüyle de bakılabilir romanlara. Bu nedenle anlatının söylen, masal, mesel vb. biçemiyle içli dışlı sürmesi kaçınılmazlaşıyor bir bakıma.
Böylesi içrek metinler oluştururken yazarların özellikle dinsel metinlere, söylenlere, tansıklara uğraması kaçınılmazlaşıyor elbette. O zaman yazar, gizemle, bunun öğeleriyle gide gide sarmal hale gelen bir anlatıdan kurtaramıyor kendini. O halde romancı, yapıtında her ne kadar okur eğlentisini öngörse de, insanları kitlesel olarak bu düşünceye yöneltici rüzgâr estiren tutumuna dikkat etmeli derim kendi payıma'
Çünkü bu durumda şöyle bir soruyla karşılaşmaması olanaksız bir romancının: Bir romanı kutsal metinden ayıran şey nedir?
Romanlardaki eğlence öğesi üzerinde biraz durmak gerekiyor kanımca. Bu anlayışın, bir 'vakit geçirici okuma' kavrayışına indirgenmemesi gerekiyor. Binbir Gece Masalları izleklerinin heyecanlı serüvenlerini anıştıran bir yaklaşımı dirilterek, ama bu arada okurda herhangi bir tortuya, çökeltiye yol açmadan saman alevi gibi parlayıp sönen roman verimlemenin bir yarar sağlamayacağı ortada.
Sanat yapıtları bir estetik tortu, duygusal çökelti bırakmalı içimizde, değil mi? Bu çerçevede bizde üretilen romanlar hep laboratuvar yapıntısı olarak kendini koyuyor. Örneğin Dostoyevski'nin, Tolstoy'un, Kafka'nın, Faulkner'ın vb. bıraktığı tortuya benzer özsel değerle sıklıkla karşılaştığımız söylenebilir mi romanımızda? Nedir onların bıraktığı tortu? Yapıntı romanlardaki izleksizliği de bu sorunsala ekleyerek sorgulamak daha doğru bir yaklaşım olsa gerek!
O zaman okur eğlencesine çanak tutan romanların, güncellik sarmalına bağlı kalarak çoksatarlaşıp farklı bir düzleme kaymış romanlarla örtüşmesi güçlü olasılık biçiminde gelmiyor mu önümüze?
Kırk için değil ama Pîrî'de böylesi kimi kaygılara kapı aralandığı öne sürülebilir kanımca.
FARUK DUMAN'IN ROMANLARI ARASINDA...
Kırk, bambaşka bir roman doruğu olarak çıkıyor karşımıza. Yalnız öykücülüğünü yansıtmıyor Faruk Duman, Kırk'la romancı olarak da birdenbire çok yükseklere çıkarak bir doruk yapıt koyuyor ortaya. Önemli bir izlekle bizi yüz yüze getirdiği de düşünülebilir öte yandan yazarın. Gerçekten insanı tutsak eden temel korkularının, onu başkalarına köle olmaya yöneltişi, Duman'ın kendine özgü biçemle yoğurup kotararak önümüze getirdiği önemli bir izlek biçiminde alınabilir pekâlâ. Derken bunun 'aşk'la ilintilendirilerek 'kapanma' kavramına ulaşılması da ilginç'
Şimdi biraz daha yakınlaşarak kapı aralamaya çabalayalım romanlara doğru'
Pîrî'de kendi ağzından bir gemiciyi anlatıyor bize Duman. Osmanlı donanması kaptanı Yusuf Paşa'nın, kendi haritasını yapmaya dönük tutkusuyla çıktığı uçsuz bucaksız, bilinmesiz yolculukları' Sonuçta yine bir yolculuk anlatısı denebilir bunun için. Duman da ayırdında bunun: 'Odysseus, senin yolculuğun andaç olsun bize.' (15) Roman, anlatıcı kaptanın günlüğü ya da seyir notları, sefer raporu havasında kuruluyor. Yanındaki iki levende, tutsak Seferis de katılıyor, hep birlikte kendi haritalarının yolculuğuna çıkıyor sanki bu insanlar. Osmanlı'nın Aden'deki kuşatmasını bir yana bırakarak.
Ama tutku bu işte, bir bilinmezin peşine takılmak, ölüm pahasına aşkla bağlanmak ona. Aşk, yanılsama, sanrı; bunların yönlendirdiği bir tutku' İnsan, bilmediği karanlıkların yaratığı halinde; yaratıldığı karanlığa doğru süzülüyor bir bakıma.
Bir eski metin havasında yapılandırırken yazar romanını, günün diliyle örüntülemeye, o günün anlatım koşullarına uygun bir metni diriltmeye girişmiyor kesinlikle. Ne ki biz yine de, sanki o günün ortamında yazılmışçasına okuyoruz romanı. Bunu yazar başarısı saymak gerek!
Yazar başarısının bir başka yanı da, o günün diliyle örüntülemeye girişmek gibi müsamereci tutumdan uzak durması. Soğukkanlı yaklaşımla bugünün diline, anlatımına yaslanıp, ama bu dilde, anlatımda bizim gözümüzde o günleri yeniden kurabilmek' Başarı burada işte!
Kırk'ta ise korkunun, güvensizliğin, geleceksizliğin, bir yanıyla kuşdilini konuşsa da insanı nasıl tutsak, köle yaptığının olağanüstü güzel dönüştürümü bence' Nitekim anlatıcı Hasan Efendi de zaten ürkek, sinik bir anlatıcı, her anlamda korkular içinde. Hem yaşadığı eksiklik, hem de kendini geliştirememişlik' Bir hüznün ağır işçisi olarak da görünür bu haliyle anlatıcı.
Duman, Pîrî'yi de Kırk'ı da özöyküsel aktarımla kuruyor. Ancak her iki romanını da içlek metinler olarak getiriyor önümüze. Bireyin kendine dönüşü bu; ben kimim, varlığım nereden geliyor, bilgilerimin kaynağı ne gibisinden sorulara kişinin kendi içinden kalkarak yöneliyor.
Romanlarda dikkat çekici bir 'anne' öğesinin gezindiği görülüyor. Bu arada kadına bakışımıza yönelik eleştirel tutumuyla da öne çıkıyor yazar.
ÖYKÜCÜNÜN ROMANDAKİ DİK DURUŞU...
Faruk Duman, öykücülüğünden gelen deneyimle romana yerleştirdiği bütün ayrıntıları, sonradan birleştirip roman evreninde ucu açık bir yan bırakmamaya çabalıyor.
Her iki romanda da anlatıcısını konuşturmakta, Yusuf'u tarihsel kişi, Hasan Efendi'yi günümüz insanı olarak karaktere dönüştürmekte, ağırdan gelişen bir tartımla romanın çarkını döndürüp yapıta yol aldırmakta başarılı bir romancı izlenimi bırakıyor insanda.
Buyurganların önünde el pençe durma, korkuyla köleleşme, kafeste papağana dönme eğretilemesinde, darbeci ressam generalle günümüz gerçekliği arasında kurulan koşutluklar da hoş, esintili koridorlar açıyor romanda.
Günümüz romancılığından söz edildiğinde, Kırk'ı okumamış olmayı eksiklik sayarım doğrusu'
Cumhuriyet Kitap; 21.01.2010 Yorum (0) | Yorum yaz! | Bağlantı | Etiketler : Edebiyat,Faruk Duman,Roman,M. Sadık Aslankara Berrin Karakaş'la 'Üç Noktalar Sarayı'na Dair Tarih: 07:51 on 22/1/2010 Kategori: Soylesi , Kitap
Berrin Karakaş'la 'Üç Noktalar Sarayı'na dair
'Kazığa oturtulmuş 'orta direk'in ruh halini anlamaya çalıştım'
Türk edebiyatının genç kalemlerinden Berrin Karakaş, geçen günlerde yeni romanı Üç Noktalar Sarayı'yla okurlarıyla buluştu. Öncesinde 'Sidret-ül Münteha' üst başlığıyla, Sidre ve Tül adlı öykü kitaplarını yazan Karakaş, 2005 yılında ilk roman denemesini Hayalhane ile yaptı. Bu ilk denemesinde, kendi içleriyle dolup taştıkça dışarıda kalanların, kürklü yalnızlıklarıyla dolaşan şiirlilerin hikâyesini anlattı. Kırk gün ve kırk gece boyunca kendi kendini yazan bir roman olan Hayalhane, aynı zamanda bir gölge oyunu, bir hayal, sırlı bir ayna gibiydi. Karakaş yeni romanı Üç Noktalar Sarayı'ndaysa Anadolulu orta sınıf çekirdek bir ailenin İstanbul'da yaşadıklarını anlatıyor. Kendi tabiriyle de, çocukluğunda karikatürlerini sıkça gördüğü kazığa oturtulmuş 'orta direk'in ruh halini anlamaya çalışıyor bu romanında Karakaş. Orta sınıfın hali ne alttakine benzer ne de üstekine. Tam da bu yüzden en çaresiz sosyal tabakadır orta sınıf. Çaresizdir ama aynı zamanda da gizli haşarılıkların da timsali gibidir. Tutunamayanlardır. Tutunmak istemezler hiçbir yere, hep serseridirler. Üç Noktalar Sarayı'nda da bu halin hikâyesi anlatılır. Polis emeklisi Aydın Bey, hanımı Süreyya Hanım, kaynanası Kevser Nine, üç kızı Dünya, Rüya ve Deren'in düğümden ölüme varan hallerini şiirsel bir dille, sürükleyici bir kurguyla anlatır Berrin Karakaş. Türk musikisinin her daim biz okura eşlik ettiği bir roman olan Üç Noktalar Sarayı üzerine, üç noktayı faklı bir yaklaşımla hayatımıza nüfuz ettiren, sonu belirsiz bir 'rüya'nın yaratıcısı Karakaş'la yeni romanı üzerine söyleştik.
Erdem ÖZTOP
Belli aralıklarla öyküler yazdın, iki yıl önce ilk romanını yayımladın, romanla devam ediyorsun. Öyküden bir uzaklaşma yaşamadın değil mi?
Öyküler bir nevi roman talimim oldular diyebilirim aslında. 'Sidret-ül Münteha' üçlemesiyle çıkmıştım yola. İlk kitap Sidre'deki karakterler, ikinci kitap Tül'de de vardı. Sanki bir romanı üçe bölüyordum. Derdim farklı insanların aynı yere çıkan yolculuklarını anlatmaktı. Sidre'yle erkenden zirveye çıkanlar, Tül'de gerçeğe çarpacak, Münteha'da da Sidre'deki noktaya ağır ağır ulaşacaktı. Belki de bu yüzden Münteha hâlâ yazılmadı çünkü öğrenmeye devam ediyorum. İlk romanım Hayalhane, bu yolun uzun ve çileli bir yol olduğunu söylüyordu. Ben daha yolun başındayım ve roman yaşlandıkça ustalaştığınız bir alan. Bu durumda da yaşamak için iyi bir sebep.
'ORTA SINIFIN YAPISINA BAKTIĞINIZDA TÜRKİYE'Yİ DE GÖRÜYORSUNUZ'
Sen aynı zamanda gazetecisin. Özellikle gazetecilik ve bu mesleğin kullanım dili, kurgusal bir eser yazımında sıkıntı yaşatır. Böyle bir zorlu dönem geçirdin mi, merak ediyorum?
Bende biraz tersine gelişti bu işler. Gazetecilik dilini edebiyata değil, edebiyatı oralara taşımaya çalıştım sanırım yapabildiğim kadarıyla, izin verildiği kadarıyla. Romanda da bu derdi anlatmaya çalıştım bir parça. Medya plazaları şiirine, şiirini medya plazalara taşıyamamaktan mustarip bir Rüya anlattım.
Yeni romanın Üç Noktalar Sarayı'nın oluşum aşamasına gidelim istersen' Hangi meseleler seni bu romanı yazmaya itti?
Anadolulu orta sınıf çekirdek bir ailenin İstanbul'da yaşadıklarını anlatmaktı biraz derdim. Çocukluğumda karikatürlerini sıkça gördüğüm kazığa oturtulmuş 'orta direk'in ruh halini anlamaya çalışmak. En iyi arkadaşı televizyon olan anneleri, bütün naifliği ve iyiliğiyle çocukları için gece gündüz çalışan babaları, şiveli konuştuğu için aşağılanan ilkokul çocuklarını, yerde yemek yedikleri için ayıplananları, okul bahçesinde devrimci arkadaşlarını uzaktan özenerek seyreden sessiz devrimcilerin kıskançlığını, bunun ne kadar da uzun bir liste olduğunu'
Peki neden orta sınıf?
Türkiye'nin çoğunluğunu orta sınıf oluşturuyor. Orta sınıfın yapısına baktığınızda Türkiye'yi de görüyorsunuz bir anlamıyla. Başbakanın One Minute'ini, Merkez Bankası başkanının evinin önündeki ayakkabıların medyada neden bunca olay olduğunu, Yemekteyiz programının neden bunca tuttuğunu vs. Benim ailem de tipik bir orta s'n'f memur ailesiydi.1980'lerde, tam da tasra-
lılar ve şehirlilerin, zenginler ve fakirlerin, kültürlüler ve kültürsüzlerin ayrıldığı zamanlarda Anadolu'dan İstanbul'a gelmiştik. Çocukluk ve ilk gençlik anılarım romanın bel kemiğiydi diyebilirim.
Türkiye'de orta sınıfın hikâyesi sence tatminkâr bir ölçüde anlatıldı mı, ne düşünüyorsun?
Bu soruya cevap verecek kadar okuduğumu söyleyemeyeceğim ama Nurdan Gürbilek bu konuda takip edilmesi gereken bir isim.
Emekli polis memuru bir baba, ev hanımı bir anne ve üç çocuklu bir aile. Üç kız, hayatın zorluklarıyla yüz yüze. Ortanca kardeş Rüya, sen gibi gazeteci. Her hikâye kurgu olduğu kadar, yazarın kendi hikâyesidir tezi senin romanın için ne kadar geçerlidir?
Hayli geçerlidir.
EDEBİYAT İÇİN FEDA EDİLEBİLİR BİR ŞEY MUTLULUK
Karakterlerin adları Dünya, Rüya ve Deren. Bu üç kardeşin hayatları adlarıyla da bütünleşerek, orta sınıf bir yaşantı içinde tek düzeliğin kaçınılmaz mahkûmu oluyor. Hakikaten de orta sınıf yaşantı tekdüze bir yaşantının kaçınılmaz sonucu mudur?
Sonucuysa da en azından kendi adıma şikâyetim yok. O tekdüze hayatın da kendine ait bir şiiri, hikâyesi, çözümlemesi var. Yeterince zengin ve de...
Ama tek düzelik, bir yerde mutsuzluğu da getiriyor beraberinde! Bak, tam bir düğün beklerken ölüm çıkageliyor! Mutluluk hüznün gölgesinde kalıveriyor bir anda!
Mutluluk hüznün gölgesinde kaldıkça Rüya yazıyor. Önemli olan da bu. Edebiyat için feda edilebilir bir şey mutluluk.
Ya da tüm bunların asıl sebebi, Rüya'nın düğün öncesi Kevser Nine'sinin sözünü dinlemeyip, şalvarına düğüm attırmaması mı?
Geleneklere göre düğün öncesi düğümler atılıyor Kevser Nine'nin şalvarına. Damat yeterince cesaretli ise çözüyor bu düğümleri. Oysa Rüya'nın düğümleri şalvarında değil kafasında. Çözmesi de zor haliyle. Metropolde yaşayan, doğadan kopuk, evlilik kurumunu sorgulayan, vitaminlerini alıp, iş çıkışı sporlarını yapıp, gece eğlenceye dalıp, gündüz yeniden işe koşanlar gibi olmak ve olmamak arasında kalmış biri Rüya. Kevser Nine de Rüya'nın arketipi aslında. Çocukluğunda köyün göğünde parlayan yıldızların, üzüm bağlarının, masalların, kara kuyunun, nehrin, şiirin ve en önemlisi sabrın simgesi.
Malum kahramanların hepsi hayatta oluşan düğümlerin içinde boğuluyor!
Kim boğulmuyor ki. Sadece unutanlar ve unutmayanlar var. Farkında olanlar ve olmayanlar'
Tüm bunlara tanık olurken biz, Türk sanat musikisinin en şahane bestelerini yanımızda eşlik ettiriyorsun ve sinirlerimiz allak bullak oluyor. Haliyle kitabın yazarı olarak senin de mutluluktan başın dönüyordur, ne dersin?
Kitap Kaptanzade Ali Rıza Bey'in 'Kapıldım gidiyorum bahtımın rüzgârına' hicaz eseri ile başlıyor ve bu rüzgârla Zeki Müren'lere, Zekai Tunca'lara doğru bir yolculuk yapıyor şarkılar. Türk Sanat Musikisi bütün mistikliğinin yanında çok da dinamik bir müzik. Peşine düştüğünüzde tarihi de okuyabiliyorsunuz. Osmanlı'daki değişimleri, dönüşümleri, Batı'nın etkisini, İslamın etkisini, Lale Devri'nin ettiklerini' Ara sıra arabesk de giriyor kitapta devreye; Cengiz Kurtoğlu,Yıldız Tilbe' Biraz da dinlemeyi sevdiğim şarkılar aslında hepsi. Kitabı okurken bilenlerce mırıldanılır, bilmeyenlerce merak edilirlerse ne güzel.
Son olarak roman hem şiirsel/ devrik bir dil takınıyor kendisine, hem de şiirin hâkimi olan bir kurgu karşımızda yer alıyor. Senin şiir yönünü hiç bilmiyorum, bu romanla var olduğunu anlıyorum?
Üç Noktalar Sarayı'ndan önceki kitaplar daha fazla şiirliydi aslında. Oysa Üç Noktalar Sarayı biraz da şiirle romanın savaşı. Eski romantik dünyanın, pırıltılı yeni hayatla savaşı' Şiiri terk etmeye çalışan Rüya'nın hikâyesi. Umarım ben terk etmeye kalksam da yalnız, şiir bırakmaz peşimi. Şiir çünkü sivriltir kalemi.
Üç Noktalar Sarayı/ Berrin Karakaş/ Turkuvaz Kitap/ 200 s.
*************************
'Çocuklar için yazdığım ilk kitap!'
Ülkü Tamer'in ilk baskısı 1975 yılında yapılan, çocuklar için yazdığı Pullar Savaşı adlı kitabı 34 yıl sonra, Çınar Yayınları tarafından yeniden basıldı.
Kadir İNCESU
Pullar Savaşı'nı yazma fikri nasıl oluştu?
Nasıl oluştuğunu inanın ben de hatırlamıyorum. Bir kitaptaki pul resimlerine bakıyordum sanırım. Oradan bir şeyler doğdu. Oturup yazmaya başladım. Öyküyü o pul resimleri yönlendirdi. Birkaç gün içinde yazdım. Galiba en kısa sürede yazdığım kitap da bu oldu.
Kitabın ilk baskısı 1975 yılında yapılmış. Aradan 34 yıl geçtikten sonra yeni baskısı yapıldı. Neler hissediyorsunuz?
34 yıl önce yayımlanmış bir kitabımın yeni baskısını görmek keyifli bir şey. Bu süre içinde yeniden yayımlanması için bir-iki girişim oldu. Ama o pul fotoğrafları da, filmleri de kaybolup gitmiş. O yüzden yeni baskısı yapılamadı. Çınar Yayınları'nın 'sabırlı araştırması' öykünün yeniden gün ışığına çıkmasına yol açtı. Yıllar sonra onu yeni görünüşüyle elime almak beni mutlu etti.
Bu, çocuklar için yazdığınız ilk kitap mı? Kendi çocukluğunuzdan da izler taşıyor mu?
Evet, çocuklar için yazdığım ilk kitap sayılır. Daha önce çocuk şiirleri, çocuk öyküleri yazmıştım. Ama bu ilk kitap...
Siz de pul biriktirir miydiniz? Günümüz çocukları, teknolojiyle bu kadar iç içeyken 'pul' biriktirmek onlara ilginç gelir mi?
Çocukluğumda bir ara, çok kısa bir süre pul biriktirdim. Ama Antep'teydim o zaman. Pek kaynağım yoktu. Sonra o hevesim geçti. Pul biriktirmek güzel bir şey. Özellikle çocuklar için. İnsanı her zaman başka dünyalara sürükleyen bir şey. Ama günümüzde bunu sağlayan öyle değişik, öyle zengin olanaklar var ki, çocuklar için pul biriktirmenin çıkış noktası artık bu olamaz diye düşünüyorum. 'Koleksiyonculuk' dürtüsü canlandırılırsa, belki...
Kitabın öne çıkan tümcelerinden biri de Gaziantep pulunun söylediği 'Örgütlenelim, savaşalım!' Her şeyin bireysellik üzerine kurulduğu günümüzde, bunu nasıl sağlayabiliriz?
Örgütlenmeden toplumun daha ileriye götürülemeyeceğine inanıyorum. Gerçi bireysel başarılar da önemli. Bir buluş, bir yapıt sözgelimi. Ama bunların yaratacağı sonuçlar sınırlı kalıyor. Değişimin temelinde örgütlenme yatıyor.
70'li yıllarda ve günümüzde çocuk edebiyatına bakışı yazar, yayıncı ve okur açısından değerlendirir misiniz?
70'li yıllardan önce de etkili bir çocuk edebiyatı vardı. Kemalettin Tuğcu'yu nasıl unutabilirim. Ama 70'lerde, dönemin toplumsal, siyasal gelişimlerine, değişimlerine koşut olarak, çocuk edebiyatı da başla bir kimliğe bürünmeye başladı. Zaman zaman yapıtlarda sunulan 'bildiriler', öykülerin önüne geçti. Okurun çocuk olduğu bile neredeyse unutuldu. Bir süre içinde sular duruldu, denge kuruldu.
2000'li yıllara kadar, çocuklar için ağırlıklı olarak çeviri kitaplar yayımlandı. Günümüzde ise bir çocuk kitapları enflasyonu yaşanıyor. Çocuk kitapları yayınındaki bu artışı nasıl yorumlamalıyız?
Çocuk kitapları sanırım eskiden beri satış açısından çok daha az riskler taşıyor. Sözgelimi, ben Milliyet Yayınları'nı yönetirken en çok ve sürekli satan kitaplarımız çocuk kitaplarıydı. Onlardan elde ettiğimiz gelirle düzeyli, ama az satan kitaplar yayımlayabiliyorduk. Anne-baba, kitaba ayırdığı paranın büyük bölümünü 'geleceğini düşünerek' çocuğu için harcıyor. Bir de 'ben okuyamadım, bari o okusun' diyenler var. Bu, yayıncılar açısından çocuk kitaplarını daha çekici kılıyor.
Pullar Savaşı/ Ülkü Tamer/ Çınar Yayınları/ 50 s.
Cumhuriyet Kitap; 21.01.2010 Yorum (yok) | Yorum yaz! | Bağlantı | Etiketler : Berrin Karakaş,Üç Noktalar Sarayı,Roman Aşk Sevgi ve Hüzünlü Yalnızlıklara Dair Bir Feyza Hepçilingirler Tarih: 16:09 on 21/12/2009 Kategori: Elestiri , Kitap
Aşk Sevgi ve Hüzünlü Yalnızlıklara Dair Bir Feyza Hepçilingirler Kitabı
Kırmızı Karanfil Ne Renk Solar
Ezgi Umut
Kahramanlar vardır yaşam boyu arayıp da bir türlü bulamadığı bir dosta kavuşmanın buruk sevincini yaşatan okuruna. Neredeyse benzer yazgıları paylaşmışız dedirten, demek ki tek ben değilmişim dedirten, çevredeki parıltılı yaşamlarla karşılaştırınca , sorunun kendisinde olduğu kuşkusuyla derinlere gömdüğü kaygılarını çözümleyen, yumuşacık bir sesin fısıltıyla yazdığı kitaplardadır ki umutlanır kişi, satırlarını hızla paylaşırken.
İşte Feyza Hepçilingirler' in " Kırmızı Karanfil Ne Renk Solar " adlı romanını okurken her satırda böylesi buruk hüzünler yaşadım. Ah neden sevgili Feyza Hanım, neden bu kitabı daha önce yazmadınız diye sitem etmeye başlamıştım. Sonra kitabı okuyup bitirdikten sonra künye sayfasına göz atınca, şaşırdım. Kırmızı Karanfil Ne Renk Solar ilk olarak Simavi Yayınları'ndan 1993'de basılmış. 2-4. basımları da Remzi Kitabevi'nden 1998-1999 yılları arasında. Elimde tuttuğum kitap ise Everest Yayınları'ndan 5. baskı olup Nisan 2009' da yayımlanmış. Oysa ben Feyza Hepçilingirler'in Tanrı Kadın romanını biliyordum.
Kitap hakkında yazmalıydım , duyurmalıydım, iş işten geçtikten sonra okuyup da üzülmesin kadınlar ve hatta erkekler de, en baştan okusun diye yazmaya karar verdim. Çünkü aydınlanma yolunda ilerlemeye çalışan modern , özgür insanın özellikle de başlangıçta önüne çıkarılan engeller her devirde aynı. Yaşanmış deneyimlerin ışığında bir rota çizebilmek çok yaralı olurdu. Acıları yaşamakta olanın da yaşatanın da alacağı dersler vardır okuyunca.. Sanırım bunu düşünerek Feyza Hepçilingirler de bu güzel kitabını “gençlere” armağan etmiş, henüz yokuşun başındakilere, yaşam yokuşunun.
Bu kez de kitapla ilgili yazma sürecinde bir donukluk benliğimi ve kalemimi esir aldı. Yazamıyordum. Okurken bir okyanus kadar coşup taşan ben, tek sözcük yazamıyordum Kırmızı Karanfil Ne Renk Solar için. Böyledir ender de olsa bazı kitaplar, hem okurken, hem de okuduktan sonra kişiyi uzun süre etkiler ve belki de zamanında okunmuş olsalar " bu romanı önceden okusaydım, hayatım değişecekmiş " pişmanlığını yaşatırlar.
Birden fark ettim ki, Türkçemizi yıllar yılı korumak için ince, duyarlı bir çabanın içinde uğraş veren, anadil sevgisi edebiyatının bile önüne geçmiş olan yazarımızın, sevgili Feyza Hepçilingirler'in kitapları hakkında tanıtım yazısı yazabilmek çok zor. Yanlış kullanacağım bir sözcüğün, yerini bulamayan bir deyimin, yanlış değerlendirilmelere neden olacak bir sözcüğün tedirginliğini yaşıyordum. Biliyorsunuz Feyza Hepçilingirler Türkçemizin yılmaz bir koruyucusur. Bu uğurda çoğunlukla edebiyatçı yanını bastırarak, öyküler romanlar yazmayı bir kenara bırakarak Türkçemiz için yapıtlar vermesi bu işlevinin en güzel belirtecidir. İşte o anda fark ettim ki belki başka yazarlar ya da eleştirmenler de aynı kaygıya düşüyor olabilirler. Bu sözlerim yapabileceğim küçük hatalar için şimdiden bir özür yerine geçebilir mi?
Edebiyatının ana malzemesini gerçek yaşamdan alan Feyza Hepçilingirler'in Kırmızı Karanfil Ne Renk Solar romanı bir akademisyen kadının, Sibel'in yaşam öyküsü ve yazarın özyaşamından ögeler taşımakta. Tam bir otobiyografi değil, demişti Feyza Hanım ama yaşadığı pek çok olayı katmış romanına.
Kanımca özellikle 12 Eylül zihniyetinin aşırı baskıcı tutumları, kadını yok saymaya eğilimli tutumları, ne kadar eğitimli olsalar da içlerine işlemiş babaerkil zihniyeti her zaman yüceltme fırsatı arayan bazı erkeklerin saldırgan cesaretini arttırarak, asırlardır süren fakat Cumhuriyet sonrası okumuş, eğitimli çevrelerde kısmen bilinç altına itilmiş olan “kadının ikinci sınıf varlık olduğu " KÖLECİ ” bakış açılarının bu çevrelerde bile yeniden hortlamasına neden olmuştur.
Kadınsın işte, okuduysan okudun be kardeşim, diploman kaçmıyor ya, otur evinde bak çocuklarına, kaynananın sözcüklerini, kışkırtmalarını da el etek öperek yutuver, günler yap, sahte kahkahalar at sözde dost meclislerinde, konken partileri yaşa, özgürlüğünü kazan... şeklindeki kısır ve acımasız döngüler yaşamaya itilen okumuş ve eğitimli kadınların dramını ele alan kaç roman var sorarım?
Bu da çok üzücü, köylerde kırlarda ezilen hemcislerimizin yaşamları kadar üzücü. Erkeklerle aynı eğitimi göreceksiniz ve aynı işte dirsek çürütmeye ve ömrünüzü vermeyi göze almışken, içten içe “ çalışmasa da olur “ samimiyetsizliği ile fısıldayan bu korkunç hortlak karşısında yalnız başına mücadele veren, eğitimli kadını anlatmış Feyza Hanım.
Evlilik yaşamı bir paylaşımdır. Acıların, sevinçlerin ve sorunların paylaşımıdır. Hele aşk eviliklerinde, çiftlerin ayaklarının yere basmadığı o mutlu aylardan sonra, sorunları ve dertleriyle yapayalnız bırakılan kadınların en güzel çayırlarda mutluca otlatıldıktan sonra aslında atlaması için bir uçurumun kenarına kadar götürülüp orada bırakılan, kandırılmış masum koyunlardan ne ne farkı kalır.
İşte kuvvetli karakterler bu dönüm noktasında aldıkları baht dönüşümü diye adlandırabileceğimiz kararlarla yaşamlarına çeki düzen verip gerçek anlamda özgürlüklerine sahip çıkan ve kişliklerini yok etmeye yönelik saldırıları aldıkları soğukkanlı karalarla püskürtebilenlerdir. Diğerleri saflıkla baş eğer ve tüm yaşamları da uçurumun kıyısında atlamakla atlamamak arasında verdikleri bir içsel mücadele ile geçerken, yaşamda pek çok mutlulukları ve hazzı ellerinden nasıl da kaçırdıklarını fark edemeden ölür giderler, yaşam biter.
Evlilik bazen de aşk olmadan, bir kurtuluş, çocuklukta sıcaklığına erişilemeyen yuvanın özlemiyle mantığın kavuşmasından oluşan bir birliktelik de olabilir. Madalyonun bir başka yüzü, çocukluk sürecinden sonra evlilik sürecinin beklenen , umulan ve hak edilen o parlak yüzünde parlamaya başlıyacak. Ama hayır, parlayamıyor, o yüz de ilkinden daha beter bir karamsarlık ve anlayışsızlık denizinin yosunlarıyla örtülmüş baştan sona.
Anne yoksunluğu ve özlemi içinde, buyurgan bir anneannenin despotluğu altında tüketilen mutsuz çocukluk yıllarından sonra gelen evlilik süreci bırakın mutluluğu bulmayı, çekilen o çocukluk sıkıntılarının, anne yoksunluğunun bir suçlama olarak her dakika yüze vurulacağı bir karabasana dönüşmüşse ne yapar kadın, ne yapabilir? Evliliklerden beklenen bu mudur? Kafan kızınca, eşin değil sanki ringdeki rakibin, zayıf noktrasını bul ve oradan acımasızca vur. Sözcüklerle vur ne fark eder, vuruyorsun ya.
“Uyudu mu o diye soruyor. Yanıtımı beklemeden de ekliyor: Nasıl götüreceğiz eve? Niye izin veriyorsun uyumasına?Yarım saat daha uyanık kalamaz mıydı? Haluk'u kızdırmamalıyım. Haluk düşmanım değil, dostum, kocam." ( s 12)
Romandaki ana karakter ve anlatıcı akademisyen Sibel, eşi Haluk için bunları düşünüyor bir arkadaş ziyaretinde çocuğun uyuyup kalmasını ve taşınmasını eşinin sorun ettiği noktada.
Aslında düşündükleri o an farkında olmasa bile yaşadığı hayatı ve eşini yargılamasıdır, doğal olmayanı görmesidir ama tüm iyi niyeti ve alışkanlığı ile yine dönüp kendisini suçluyor. Henüz bilinçlenmemiştir kahraman. Soru sorma safhasındadır. Ama kendi sorularına verdiği yanıtları kendini suçlar niteliktedir. Çünkü Sibel öyle yetiştirildi. Birşeylerin, bir davranış biçimlerinin kendi hakkı olamayacağı fikri, ellerini avuçlarını yakan, minicik bedenine kaya kadar ağır gelen süpürge çalısının acı deneyimiyle, önce fiziksel ağırlık olarak kollarına, bedenine oradan da algısına aktı yıllar yılı, sevgi yoksunu çocukluk sürecinde.
“Başını kaldırıp anneannesinin kendisini gözlediğini bildiği köşeye hiç bakmadan, tam onun istediği biçimde, var gücüyle süpürmeye çalıştı ama o, bu kadar çaba harcarken, süpürge durmadan ağırlaşıyor elinde. Kaldırmaya neredeyse iki eli bile yetmeyecek. Bırakıp azıcık bileklerini dinlendirmeye çalışsa ya da avuçlarına hohlamak için azıcık doğrulsa... Ne olacağını biliyor. Çok mu yoruldu küçük hanım? Yazık, yazık!...” ( s 12)
Yitirilmiş bir anne, arasıra çıkagelen ve çocuğun beklediği sevgi gereksinimini anlamaktan uzak gibi duran bir baba ve despot bir anneanne ki kızların okumasına bile karşı. Yalnızlıklarla sarılmış bir çocukluk. Bu evden, bu koşullardan kurtulmak, zarar görmeden, ayrı bir cesaret işi. Ne kadar kurtulunsa da despotluğun elleri, erik çiçekleri kadar saf ve temiz o ilk aşkları, o ilk yürek çırpıntılarını lekeleyip savuşturmaya da uzanacaktır.
Böyle Sisifos koşullanmışlığı içinde geçen bir çocukluktan sonra kişi ergenlikte, evlilik yaşamında başına gelenlere de derviş sabrıyla karşılık vermeye çalışır kuşkusuz.
Derviş sabrı kadının geleneksel rolüdür toplumumuzda, acılara, hakaretlere,haksızlıklar, anlayışsızlıklara, yazgı diye bakıp kahramanca göğüs germek. Döner dolaşır ve kendisini suçlayacak nedenleri var eder usunda. Çünkü birey olma bilinci bastırılmıştır. Çocukluğunda dayatılan o korkunç suçluluk yarasası, kömür karası kanatlarıyla hep bilincinde dolanacak, her ediminde , her davranışında kendini suçlamasına neden olacaktır. Savuşturulması, tamamen kovulması zaman alacaktır, belki de ömrünün uzun bir dönemini gölgesiyle bile olsa çalacaktır.
“Birdenbire kendimi çevreye ne kadar yabancı bulduğumu anlıyorum. Ben bu insanlardan biri değilim, diyen bir tokmak vurup duruyor kafamın içinde. Her şeyi aşağılamaya yatkın bu insanlar dostum olamaz. Bu ses kendi yankısını yaratmakta gecikmiyor. Sen kimsin ki diyor karşı ses olup. Sen de onlardan birisin işte, kendine payeler yakıştırıp herkese üst basamaklardan bakma sevdasından vazgeç.” (s.12)
Evet kişi çocukluğunda şansız, evliliğinde mutsuz olabilir ama eğitim görmüşse ve de çalışıyorsa işinde mutlu olamaz mı? Olamaz, önce emperyalizmin yırtıcı dişlerinin şekil değiştirip bir 12 Eylül umacısına dönüşüp ortalığı kasıp kavurduğu dönemde, bir üniversitede öğretim üyesi olarak bir kadın, aydınlık bir kadın, Nazım Hikmetlerden, Sabahattin Alilerden söz edebilen bir kadın öğretim üyesiyse hele, hiç de rahat bırakılmaz. İşte sevgili Feyza Hepçilingirler ile paylaştığımız ortak sorunlardan en önemlisi tam da burada, çalışma yaşamında yatıyor.
“Dekan beni özel olarak çağırtmamış oluyor odasına, yalnızca bir tören hazırlığıyla ilgili buyruklar verecek. Sözü dolaştırıp bu okulda bir temizlik yapılmasının gereğine getiriyor. Çok akla yakın nedenleri var. Sakıncalı birtakım adamlardan söz ediliyormuş hâlâ sınıflarda. Her yerde gözüm kulağım var benim, diyor. Sizi de izletiyorum, demek bu. Bir çeşit gözdağı. Daha sonraki bir toplantıda da, benim antenlerim uzundur, diyecek bir dekanın bu açıklamaları hiç de şaşırtıcı gelmiyor. Sakıncalı adlara ait kimi adlar veriyor. Nazım Hikmet, Sabahattin Ali...Hâlâ bu insanlardan söz edilebilir mi, bunların ismi ağıza alınabilir mi, diye soruyor bana. Alınabilir tabii, diyorum gülerek. Siz bile ağzınıza aldınız demin, bana sorarken, demek ki gerekirse ağza alınabiliyormuş...”
Sonunda dümen çevirip ulusal törenleri iptal etmekte hiçbir sakınca görmeyen, sözünü esirgemeyen öğretim üyelerini sakıncalıdır diye derslere girmekten alıkoyan, varlığını ve yükselişini 12 Eylül'e borçlu dekanlar, yöneticiler. Acı olan Sibel ile aynı saflarda olduğu halde, hiç sesini soluğunu çıkarmadan inanılmaz bir itaatle sistemin acımasızlığına entegre olan ama dost meclislerinde de mangalda kül bırakmamacasına sistem karşıtı ve solcu kesilen maskeli dalkavuklar. Dalkavuklardan dost olur mu?
Dostsuzluğun dibe vurduğu noktada Sibel'i anlayan, düşüncelerini paylaşan karşı cinsten birine Faik'e duyduğu yakınlık belirsiz bir sevgiye, kısacası "hayallerde tutunulacak bir dala" dönüşürse eğer suç mudur?
Sonra Anadolu'nun Karadeniz kıyılarındaki bir kente, Trabzon'a sürgün. Sibel'in tayini kabul edip akademik yaşamına devam etmesi ya da etmeyip başkalarının deyimi ile özgürlüğüne kendi deyimi ile de eşinin eline tam anlamıyla muhtaç olacağı duruma düşürüleceği o önemli yol ayrımındaki iç çatışmaları, mücadelesi, kararları.
“Bırakmayacağım peşlerini ve mücadeleyi sürdüreceğim. Öyle kolay kolay kurtulamayacaklar benden. En zayıf yerimden vurmaya kalktılar, anneliğimden. Çocuklarımın küçük olduğunu ve onlardan ayrılamayacağımı bilmiyorlar mıydı? İstafa etmek zorunda kalacağımı, böylece benden kurtulacaklarını mı hesapladılar. O kadar kolay olmayacak.” ( s61)
Şimdiye değin çekilen sıkıntılar aydınlık, modern bir kentimiz olan İzmir'de yaşananlardı çoğunlukla. Bunda İzmir'in ne suçu var diyeceksiniz. Orada yaşananlara dahi katlanılamayacak dönemde, içine kapalı bir Anadolu kenti, özgür ve aydınlık bir kadını nasıl karşılayacak? Eski dostlar neler yapacak, ya Anadolu geleneğine bağlı öğretim üyesi eşleri, yeni gelen akademisyen hanımı hangi gözlerle görecekler? Akademisyen bile olsa bir annenin çektiği azap onu sürüldüğü yerde rahat bırakacak mı? Çevresindekiler onun bu acılarını anlayabilecekler mi gerçekten?
Ayrılış anında öğrencilerinden gelen kırmızı karanfiller, öğretmeni gidiyor diye ağlaşan ve birkaç ay sonra kendileri de öğretmen çıkacak gençlerin içten üzüntüsü ve orada bir kenarda yavru kuşlar gibi bekleşen kendi çocukları.
Uzun bir yolculuk yer yer geri dönüşlerle ileri gidişlerle anlatılan. Çok etkileyici bir bölümü daha payşamak isterim.
Hemen herkesin horultulu düşlere daldığı anda mantosunu alırken, otobüsün karanlık aynamsı camında kendisiyle gözgöze gelir Sibel:
“ ...Aynadaki görüntüm doğrulup kalkıyor oturduğu yerden, elini bir adamın eline vererek dağlara doğru yürüyor. Bir gece otobüsünde değil, sürülmemiş, ardında bıraktığı gözü yaşlı çocuklar yok. Yalnızca o anı yaşamaya çalışan bir kadın. Az sonra bir çamın altında oturuyorlar. Adam, ceketini çıkarıp ilkbaharın taze çimenlerine yayıyor. Kadın yorgun olmayan bedenini biraz cekete biraz adamın göğsüne kaydırıyor. Parlak gün ışığı saçaklanarak eteklerine düşüyor kadının. Dudaklarının hemen altında, çiçek kokularıyla uçuşan saçları kokluyor adam. Yüzünü görmeye çalışıyorum. Haluk değil. Faik de değil. Bu katışıksız bir sevgili. Öylesine “arı” ki yaşamda insan olarak karşılığı bulunmuyor. Ben olmam gereken kadın, bu sevginin dudaklarında bir bir sıcaklıkla somutlaşmasını istiyor. Adam eğilip usulca öpüyor kadını. Öpüşten çok yumuşak bir dokunuş....”( s.77 )
Sibel artık insan olduğunu hissettirecek, insanca dokunuşların, insani sıcaklığın varlığını duyumsamak istiyor. Huzursuzluğun silikleştirdiği bulanıklaştırdığı yaşamlarından uçup giden hazları değil sadece, yüzü olamayan hayali kahramanların müşfik elleriyle kendi teninin ve varlığının da sevgi ile kutsanabileceği hayallerinin ılıklığıyla avunuyor. Hayal kahramanı ne Haluk, ne de Faik. İşte Sibel bu noktada dönüşümü arzuluyor aslında. Kendisini sımsıkı sarıp bunaltan çemberi parçalayıp, kendisi olmak, kendi benliğine ve birey olgusuna erişmek istemenin hayallerdeki izdüşümünü yaşıyor. Umutsuz zamanlarda içinde debelenilen bataklık yokmuşçasına hayallere dalmak da bir sağaltım mekanizmasıdır ve belki de böylesi hayallerin gerçekleşme olasılığını kavraması kişiye çıkış yolu olabilir. Bu müşfik bir dost, yeni bir yaşam, yeni bir iş, yeni bir kent de olabilir, hiç bilinmedik birinin sunduğu bir sap mavi Lavanta çiçeği de.
Hayaller olmasa dayanabilir miydi Sibel? Çekilenler yazgı olabilir mi? Neden değiştirmesin ki ? Neden kırmasın çeperleri, neden içinde taşıdığı bireyi hapsetmeye devam etsin?
“Aynı düzenleri, aynı dolapları burada da görmek hiç şaşırtmadı beni. Büyük bir oyun bu ve ben sadece küçük bir taşım, kaleyle yenilecek bir piyon. Ama yenemeyecekler. Çekilmiyorum oyundan. ..”(s.61)
Soruşturmalar, mahkemeler, derslerinizde Kadro Hareketi'ni bir bir sempatizanlık, bir propaganda amacıyla işlediğiniz iddia edilmektedir sorguları, dönemin tüm sıkıntıları, toplu kopya çekimleri ile mezun edilen öğrencilere göz yumulmadığı için diş bilemeler, yine soruşturmalar, yetmeyince tehditler, gözdağı vermeler....
Sibel pek çok mücadele veriyor sonunda ikinci baht dönüşümünü yaşadığı önemli bir yaşamsal karara ulaşıyor. Burada anlatamadığım ve insan ilişkilerine, yaşamda büyük önemi olan pek çok küçük ayrıntıyı da bulacak okur satırlar arasında. Sırf bu nedenle bu kitabın gençlerce okunmasını öneriyorum. Orta yaşta olanlar içinse belki de kendi geçmişlerinden kopup gelen anılar uçuşuyor olacak okudukça, belki de yaşam boyu taşıyor oldukları suçluluk duygusunun anlamsızlığını görüp hafifleyecekler.
12 Eylül'ün sıcak günlerinde sürgün edilen bir öğretim üyesinin Sibel'in kendisi ile hesaplaşmasının arka planında, dönemi tüm çıplaklığıyla anlatan bir "12 Eylül romanı, bir kadın romanı ve bir yol romanı diye tanıtılıyor arka kapakta. Ben bir eklemede bulunmak istiyorum. Şimdiye kadar bizden okuduğum ve kadın psikolojisini derinlemesine kazıp, incelikle irdeleyen çok önemli bir psikolojik roman olduğunu da düşünüyorum Kırmızı Karanfil Ne Renk Solar 'ın. Kadınlar adına, ezildiğinin bilicinde olan ya da olmayan insanlar adına da buradan teşekkür etmek istiyorum Sevgili Feyza Hepçilingirler'e.
Biliyorum ki bu roman birilerine çoban ateşleri yakacak, yaşamların acılı yalnızlıklarında içtenlikli bir dost sesi olarak paylaşılırken.
“İzmir'den Trabzon'a geliş... Yalnızca üç gün önceydi. Kırmızı karanfiller hâlâ masamın üzerinde ve yalnızca biri solmuş. Neden biri öbürlerinden önce solar.”
ezgi umut ağustos 2009
Kırmızı Karanfil Ne Renk Solar
Feyza Hepçilingirler
Everest Yayınları nisan 2009 , 5 basım
Diğer Ezgi Umut Yazıları İçin >>>
Yorum (0) | Yorum yaz! | Bağlantı | Etiketler : Edebiyat,Feyza Hepçilingirler,Ezgi Umut 2009 YILI / 7. YIL ABDULLAH BAŞTÜRK İŞÇİ EDEBİYATI ÖDÜLLERİ AÇIK Tarih: 17:44 on 19/12/2009 Kategori: Soylesi , Haber
2009 YILI / 7. YIL ABDULLAH BAŞTÜRK İŞÇİ EDEBİYATI ÖDÜLLERİ AÇIKLANDI
Genel-İş ve DİSK eski Genel Başkanı Abdullah Baştürk anısına; Baştürk ailesi, Edebiyatçılar Derneği ve DİSK/Genel-İş Sendikası’yla birlikte bu yıl yedincisi düzenlenen yarışma sonuçları belli oldu. Remzi İnanç, Özgen Seçkin, Vecihi Timuroğlu, Necati Tosuner, Tuncer Uçarol’dan oluşan seçiciler kurulunca yapılan değerlendirmelerde (Yönetmelik gereği ödül sıralaması, tür sınırlaması yoktur), - Celal İlhan’ın “Grevden Dönenin!..” adlı anılar kitabı, - AANDI rif Berberoğlu’un “Zincir İzleri” adlı şiir kitabı, - Vecdi Çıracıoğlu’nun “Gladyatör” adlı yaşamöyküsü kitabı, ödüle değer görülmüştür. Ödül törenleri, Abdullah Baştürk’ün ölüm yıldönümü olan 21 Aralık 2009 günü ve o günü izleyen hafta içinde İstanbul ve Ankara’da yapılacaktır.
Ödül verme gerekçeleri:
- “Grevden Dönenin! - Bir Sendikacının Anıları”: Sendikal çalışmalar içerisinde yer alan bir işçinin ayrıntılı gözlemleriyle oluşmuş bu öğretici yapıtta önemli deneyimlere vurgu yapıldığı, bürokraside ve sendika örgütlenmesinde, işsizlikte yaşanan duygu ve düşüncelerin bir greve giden olaylar zinciri içinde içtenlikle, hüzünle, coşkuyla, zaman zaman alaysı dille sürükleyici biçimde anlatıldığı, günce ile anı türlerine iç içe yer verilebildiği, arı Türkçenin başarıyla kullanılıp anılara edebi biçem de katılabildiği için. - “Zincir İzleri”: Yaşama tutunmaya çalışan halk çocukları, yoksullar, işçiler, işsizler için; kavgasız, savaşsız bir dünya için yazılmış, toprağa ve emeğe saygılı, öldürülen toplumcularla tersane kazalarında ölen işçileri anan, postmodern şairleri eleştiren, duru şiirleri dolayısıyla; - “Gladyatör - Futbol Arenalarında Bir İsyanın Hikâyesi ‘Metin Kurt’ ”: 12 Eylül’den bu yanaki yasal ve ekonomik zorlamalarla sendika üyelerinin yok denecek sayıya indirildiği günümüzde, profesyonel futbolcuların bile bir sendikada, bir dernekte bir araya gelerek örgütlenip haklarını aramaları gerektiğinin dirençle vurgulanması; profesyonel futbol maçlarının “gerçek spor” olmadığı, “çarpık bir seyir endüstrisi” ile halka sahte önder örnekleri sunulup özellikle gençlerin onlar gibi olmaya özendirilerek toplumcu önderler ve düşüncelerden bugün de uzak tutulmalarının inandırıcı biçimde dile getirilmesi; sosyalist milli futbolcu Metin Kurt’un 1968-78 yıllarında görüp yaşadıklarını o zaman da, bugün de toplumcu bakışla eleştirmesi, bunların belge ve anılarla başarılı biçimde kurgulanıp akıcı dille anlatılması, anı anlatımında yürekli tutum sergilenmesi nedenleriyle verilmiştir. Duyurulur. Tuncer Uçarol Yarışma Yazmanı, Seçici Kurul Üyesi
Ekin Sanat Dergisi Aralik 2009
CELAL İLHAN’IN GREVİ Osman Namdar
Yazma uğraşına 1999’da “Anadolu’da Bir Nokta” adlı inceleme kitabı ile başlayan Celal İlhan’ın “Ateşle Dans” ve “Dokunan” adlı iki de öykü kitabı var. “Grevden Dönenin!” adlı anı kitabı 2009 yılının Ocak ayında Kanguru Yayınları’ndan çıktı. Celal İlhan’la yazma uğraşı üstüne ve daha çok da son kitabı üstüne söyleştik. Önce, okurun sizi tanıması için özgeçmişinizden söz ederek başlayalım mı? Ekim 1943’te, Orta Anadolu’nun ortasında, Yozgat’ın merkez köylerinden birinde, Köçekkömü Köyü’nde doğmuşum. İlk kitabım, Anadolu’da bir Nokta’da o köyü anlattım. Kitap yayımlanıp köylüye dağıtıldıktan sonra, borcundan kurtulmuş bir kimsenin mutluluğunu yaşamıştım. O kitabı okuyan Mahmut Makal Ağabeyimin, “Celal, yazmayı bırakma, bir şeyler var sende,” dediğini unutamam. Köy çocuğu olmayı, doğayla iç içe, yaşamın zorluklarını ve kolaylıklarını birlikte algılamak anlamında bir olanak gibi görenlerdenim. Kent çocuklarının, her bir şeyi önünde bulmak, emek vermeden, sorumluluk taşımadan büyümek gibi bir şanssızlıkları vardır bence. Bu küçümsenecek bir olgu da sayılmamalıdır. Öte yandan, kitap bilgilerine ermek, toplumsal davranışlara erken ulaşmak da kent çocuklarını öne geçiren bir olgudur. Kısacası, köy çocuğu olmaktan bir yakınmam yok benim. Köyümüzün kente çok yakın olması orta okul ve lise öğrenimi görmemde etkili olmuştur. Uzak olsak, Almanya’ya gitme olasılığım daha güçlü olurdu sanırım. Çevre köylere bakınca, bizim yaşıtların çoğunun yurt dışına işçi olarak gittiğini görüyoruz çünkü. Ankara’da Tekniker Yüksek Okulu’nu bitirince hemen askere gittim. 1970 yılında askerlik sonrası sanayide iş bulup çalışmaya başladım. Bu süreçte sendikacılık da yaptım. ‘Grevden Dönenin!’de anlattığım o dönemdir. Şöyle sürdürelim istiyorum: Günümüzde yazın alanında olsun günlük yaşamda olsun, bir anlatım aracı olmaktan çok oyun aracı gibi kullanılıyor dil. Ancak sizin tüm kitaplarınızda dil bir anlatım aracı. Siz özenli, arı Türkçe ile yazmakta direnerek, oyunun dışında kalmayı yeğleyenlerdensiniz. Dilini yitiren ulusların öteki kültür varlıklarının da pek bir işe yaramadığını tarih bize göstermiştir. Türkçenin bugünkü durumu hakkında neler söylemek istersiniz. Yazmaya başlamadan önce Türkçeyi bu denli seviyor muydum ayırımında değilim. Şimdi diline tutkun biri olduğumu söylerken en küçük bir kuşkum yok. Onu nereden mi anlıyorum. Biri kalkıp Türkçeyi yanlış ya da çarpıtarak kullanıyorsa çok rahatsız oluyor, o kişiye düşman kesiliyorum da ondan. Bilmeden yapılan yanlışları anlarım. Öyle durumlara ben de düşüyorum sık sık. Dediğim o değil. “Ben dille istediğim gibi oynar, eğip bükerim. Önemli olan yaptıklarımı bilerek ve isteyerek yapmış olmamdır” diyenler yok mu? En çok onlardan rahatsız olduğumu söylemeliyim. Dilimizin yitirilmesinden söz ediyorsunuz ya gerçekten var böyle bir olasılık. Bunun bir abartı olduğunu kimse söyleyemez. Gençlerimizin, dahası, çok küçük yaştaki çocuklarımızın birbirleriyle konuşmalarına kulak misafiri olursanız anlarsınız durumun korkunçluğunu. Eğer dilinizi seviyorsanız; radyo ve TV sunucularına, büyük kentlerdeki çarşı pazar görüntülerine, post modern takılan yazarların yapıtlarına göz attığınızda, kaygılarınızın karabasana dönüştüğünü görürsünüz benim gibi. Dilinizi yitirince, onunla birlikte öteki kültür varlıklarınızı da yitirmeyeceğinizi kim söyleyebilir ki? Güçsüz, horlanmış, yaralı bir dille geri kalan kültür varlıklarınızı nasıl anlatacaksınız çocuklarınıza, başka uluslara? Evet tüm dikkatimi bu noktalara yoğunlaştırarak yazıyorum öykülerimi. Öyle yapmayı da sürdüreceğim elim kalem tuttuğu sürece. Asıl son kitabınız üstüne konuşacağız. Kurgudan söz açılmışken, öykülerinizle ilgili gözlemlerimi de aktarmak isterim. Günlük yaşamdan, gerçekten yaşanmış olaylardan yola çıkılarak yazılmış hepsi de. Aynı biçimde “Grevden Dönenin!”, bir anı kitabı. Konumunuz ve yazdıklarınız, fantastik kurgulara sıcak bakmadığınız izlenimi veriyor. Her öykü bir kurgu içerse de yaşanmışı anlatmayı yeğlemiş bir yazar olarak, salt kurguya dayanan öykülere, dahası fantastik yazına bakışınızdan söz eder misiniz? Böyle incelikleri son zamanlarda düşünmeye başladım diyeceğim. Buna kimsenin şaşırmamasını ve beni çok geç kalmakla suçlamamasını diliyorum. Yazınsalda kurgunun yeri nasıl ki yadsınamazsa, kurguyu oluştururken de yaşanmışlık gerçeğini görmezden gelmemek gerekir. Sanat, sanat için mi yoksa toplum için midir gibi bir ikilem bu da. Kanımca bunlar ikilem de sayılmazlar. Yazınsal için kurgu da önemlidir, yaşanmışlıkta. Sanat ise kuşkusuz, hem sanat için hem de toplum içindir. Başka türlü nasıl olabilir ki?
Öykülerimi ve anılarımı yazarken kurgudan alabildiğine yararlandığımı söyleyebilirim. Tersi, öykü yazmak değil olay anlatmak olur ki adı üstünde anlatmak, hikâye etmektir bu. Yalnızca anlatmanın yazınsal değerinden söz edilebilir mi? Bir de salt kurgu var. Yaşanmışlıkla bağı olmayan, dahası özellikle ayakları yere dokundurulmayan anlatılar bunlar. Fantastik yazının çok başarılı örneklerinden söz edebiliriz. Doğru olmayan, yazını fantastiğe indirgemeye kalkışmak. Kısacası, yalnız kurguya dayanmak, fantastiği başa geçirmek, “yaşanmışlıktan şaşmam” demek gibi tek boyutlu ve anlamsız geliyor bana. Grevden Dönenin!’in omurgası bire bir yaşanmışlık olmasına karşın, önemli ölçüde de kurgu barındırır içinde. Anı deyince aklımıza, yaşanmışlıkların bilinçli toplamı, deneyim gelir. Grevden Dönenin!’de Münip Tepeci gibi değerli sendikacıların yanında, sizinle sürekli çatışan, sizi kendine rakip gören ve sınıf mücadelesi için harcayacağı enerjiyi rakibini yok etmeye yöneltmiş, hırslı bir sendikacı da var. Sizce bu tür kişileri, şube başkanı Asım’ın kişiliğinde simgeleştirirsek, bundan sendikal mücadele nasıl etkilenir ya da etkilenmiştir? Günümüzde sendikacılığın gelip konumlandığı nokta içler acısı bir yerdir. Bunda, öz çıkarlarını, işçi sınıfının çıkarlarına yeğlemenin büyük payı olduğu tartışılamaz. Mutsuzlukla söylüyorum, Özçetin’in sendikacılığı bile günümüz sendikacılığıyla kıyaslandığında yabana atılacak bir sendikacılık değildi. Grevden Dönenin!’de, kimseyi hırsızlıkla suçlamadığımı anımsarsınız. O dönem sendikacıların yalnızca koltuklarını kaptırmamak için her yolu geçerli görmelerine karşın şimdikilerin, büyük çoğunluyla, mal mülk edinme kaygısıyla sınır tanımadıkları saklanamaz bir gerçeklik. Bu çok büyük bir gerileme bence. Kolay olmadı onca değerin yıkılıp, yerle bir edilmesi. Sözün burasında, emperyalizminin sendikacılara verdiği unutulmaz desteği anmazsak yanlış yaparız kanımca. Batı, (ABD-AB) ne zaman ki askerlerimiz gibi sendikacılarımızı da sofralarında ağırlamaya başladı, “profesyonel sendikacılık” aldı başını gitti. Bilerek ya da bilmeyerek yüzlerce, binlerce yanlış yapıldı bugünlere gelmek için. Sendika yeni kurulduğunda temsilci ya da yöneticiler akrabalarını, arkadaşlarını fabrikaya işçi sokarak, örgütte onları etkin hale getirmeye çalışıyorlar. Bir tür mafyalaşma peşindeler sanki. Bu feodal yapılanmaların sınıf dayanışmasına etkisi nasıl oluyordu? Kitapta tümünü bulamayacağımız arka planlardan söz edebilir misiniz? O zamanlar her şey yerel bazda yaşanırdı. Mafyacılıkta bir çeşit yerel oyundu, şimdikilerle kıyaslanırsa masum sayılabilecek bir oyun. Denilebilir ki her şey küçükten başlar. O gün de bugün de sendikacı, yumuşak, deri koltuklarda oturmayı, esintilerden etkilenmemeyi, fırtınalara karşı ise sağlam korunaklar oluşturmayı ilk işi olarak görmüştür ve göregelmektedir. Çevresine yerleştirdiği yakınlarını, işçi haklarını değil koltuğunu kurumak için besler, büyütür, kullanırdı. Bu yaklaşımın işçi sınıfına hangi yararından söz edilebilir? Korunma içgüdüsü sonunda, sendikacının uluslararası dayanışmalara değin açılmasını getirmiştir. Bu açılım sanıldığı gibi kitlelerde sınıf bilincini geliştirememiş, en yukardaki sendikacıların oturdukları yerde daha rahat etmelerinden başka bir yarar da sağlamamıştır. İş bilirlikte eşsiz bir üstünlüğe sahip emperyalizm, dünyanın çeşitli az gelişmiş ülkelerindeki büyük sendikacıları kendine yar etmekte en küçük bir zorlanmayla da karşılaşmamıştır. O dönemlerde sosyalist partilerin yanında gençlik örgütleri de var. O örgütlerle ilişkiler kurmaya çalışıyorsunuz. Aranızda geçen diyalogda, “Hoca yanılıyorsun, o öyle değil!” biçiminde yukarıdan bakan bir dille susturulmaya çalışıldığınızı yazmışsınız. Gençlerle aydınların bir araya gelememesinde bu dilin etkisini de konuşmakta yarar var sanıyorum. Olmaz olur mu? Aradan geçen kırk yıla karşın bu sorun aşılamamıştır. Gençlere giderken çok içtendim. Onlardan bir şeyler öğrenmek, teorik alandaki eksiğimi gidermek istiyordum. Ne mümkün. O denli ayrı tellerden çalıyorduk ki yanlarında yarım saat bile oturamadım. Ben fabrikada, iş içinde yoğruluyor, bin türlü sorunla boğuşuyordum. Gençlerimizse başka bir alemde yaşıyorlardı. Ve ben o alemin yabancısı, hödüğüydüm sanki. Yazmak ya da konuşmak bir ereğe yönelikse anlaşılmak önemlidir bence. Hem de çok önemli. Kendi adıma söyleyim, anlaşılmak kaygısından asla uzak duramam, durmam. Günümüzde de kimi yazarlar, “Ben yazarım arkadaş, anlayıp anlamamak okurun sorunu, onun düzeyine neden inecekmişim, o benim düzeyime çıksın yazdıklarımı anlamak istiyorsa,” diyebiliyor. Bunu anlıyorum ama katılmıyorum. Bir de faşist eğilimli Bekir Ustayla diyalogunuz var. Kendinizi patronun yerine koyarak düşünmenizi öneriyor. “Siz patron olsanız, sendikanın her istediğine evet mi dersiniz”, gibi sözlerle sıkıştırmaya çalışıyor sizi. Siz de uzunca bir söylev çekiyorsunuz Bekir’e. Bu tür söylevlerin Bekir gibilerine bir yarar sağlayacağını mı düşünüyorsunuz? Ona yönelik tutumunuzun, gençlik örgütlerinin size karşı tutumuyla bir benzerliğinin olduğu söylenebiliri mi? Devrimci gençlerin bana karşı tutumuyla, benim, Bekir’e yönelik tutumumu kıyaslamanı çok iyi anladığımı söyleyemem. Bekir, temel olarak çok ters bir yerde duruyor. İşçi olduğu halde işveren tarafında konumlanmış. Ne yapmalıydım? Bekir’in karşısına geçip o konuşmalı ben dinlemeli miydim? Asla kitap okumayı düşünmediğine göre, bildiklerimizi anlatmamız gerekiyordu ona. Yönteminiz tek ve en geçerli yöntem miydi diye soruyorsan, olmadığını ben de biliyorum. O zamanki kavrayış düzeyime göre davrandığımı söyleyebilirim. Kitabınızda anlattığınız mücadele; birlik, dayanışma, yılgınlığa düşmeden direniş. O günlerde rastlantıyla da olsa Abdullah Baştürk’le yüz yüze geldiğinizi okuyoruz kitaptan. Yıllar sonra, Abdullah Baştürk İşçi Öyküleri Yarışmasında birincilik ödülü aldınız. O zaman neler hissettiniz? Ödül hakkında düşünceleriniz… Birlik, dayanışma, yılgınlığa düşmemek ve direnmek. Ölçüyü kaçırmak saymazsanız, bu özelliklerin kişiliğimi oluşturan özellikler olduğunu, öyle davranmak için ayrı bir çaba harcamam gerekmediğini belirtmek isterim. Abdullah Baştürk’le karşılaşmama gelince. O günlerde, basın da ve sendikacılar arasında adı sık geçen, yeni ünlenen biriydi. Merak ediyordum kendisini. Öyle bir olanak çıkınca kaçırmadım. O görüşmeden bende kalan iz, Baştürk’ün, oldukça etkileyici, gözünü daldan budaktan sakınmayan, işini ciddiye alan, kesinlikle lider özellikleri taşıyan biri olduğudur. Ödüllere gelince; ben hiçbir zaman ödül almak için yazmadım ve yazamam da. İyi şeyler yapıyorsanız, bir gün fark edilebiliyorsunuz. O ödül töreninde, fark edilmek üstüne konuştuğumu anımsıyorum. Aslolan ve sizin olan temiz, kararlı, çalışkan olmaktır. Gerisi ise başkalarının işidir. Kapitalizm bir krizler sistemi. Krizler olmadan kapitalizm varlığını sürdüremez. Krizlerle kendini yeniden yapılandırır ve emekçi sınıflar üzerinde yeni sömürü biçimleri geliştirir. Ancak son 25 yıldır ülkemizde kapitalizme karşı mücadele edenler etnik ya da dini bir yolculuğa çıktılar. Oysa Güneydoğu’daki bir çimento fabrikasında çalışan Arap ya da Kürt yurttaşımızla, Trakya’daki çimento fabrikasında çalışan Türk ya da Boşnak yurttaşımız, işten atılırken kimse onların etnik ya da dinsel kökenine bakmıyor. Bu süreç hakkında, sınıfın içinden gelen biri olarak söyleyecekleriniz vardır sanırım. Son yıllarda Türkiye’de yolunda giden ne var ki? Her şey tersine gidiyor sanki. Ülkemizde olup bitenlerin bu coğrafyada hazırlanmış planlar olduğuna inanmıyorum ben. Her şey uzak ülkelerde kotarılıyor kanımca. Ülkenin kendini toparlamasına, yaralarını sarıp ayağa kalkmasına izin verilmiyor. Bir sorun solarken daha beter başka sorunlar yaratılıp sürüyorlar önümüze. Irkçılık, şeriatçılık, bölgecilik, mezhepçilik bunlardan yalnızca bir kaçı. Çık içinden çıkabilirsen. Şu Ergenekon davasına bir bakın. Var mı bir iler tutar yanı? Yurtsever olmak nasıl oluyor da suç sayılabiliyor? Hukuk neden işlemiyor? Savcıların açıkça suç işlediğini yargı organları söylüyor, denetlenmesi gerekiyor ama ilgili bakan izin vermiyor. Ya Deniz Feneri’ne ne demeli? Bence, soygunculuğun, vurgunculuğun bu denli geçer akçe sayıldığı bir dönem yaşanmadı bu ülkede. Millet meclisini suçlu sığınağı yaptılar. Tüm bu yanlışların üstesinden gelebilecek işçi sınıfı derin uykularda. Ama umutsuz değilim, insandan umut kesmek en büyük yanlıştır. Çözeceğiz bu düğümü, çok bekleyeceğimizi de sanmıyorum. Büyük çözümler büyük sorunlardan sonra oluşuyor ne yazık ki. Eskiden sendikalar, konuyla ilgili bilim adamlarına kitaplar yazdırır, işçilere dağıtırlardı. İşçiler, gençler o yayınlardan sınıf mücadelesini, eylem yöntemlerini öğrenirdi. Günümüzde bunu görmek pek olası değil. Sizin kitabınız, o konuda başarılı bir örnek bence. Sendika çevrelerinin Grevden Dönenin!’e ilgisi nasıl? Sendikaların kitapla, eğitmekle, incelikle, ilgisi milgisi yok. Yönetici kadroların tek sorunu seçildiği yerde uzun süre kalmak. Gerisi, “lafü güzaf.” Kitabım baskıdan çıkar çıkmaz ilk işim Ankara’daki sendika genel merkezlerine koşmak, başkanlara hediye etmek oldu. Genel başkanlardan hiç birini görmek nasip olmadı bu fakire. Bir mi iki mi genel sekreterle karşı karşıya gelebildim. Ötekilerde, kitabımı, başkan adına imzaladıktan sonra koruma görevlisi ya da sekreter hanımlara bırakmak zorunda kaldım. Başkanlarını yakından tanıdığım birkaç sendikayı bunların dışında tutuyorum. Petrol İş (Ankara şubesi), Genel İş, Tez-koop-İş telefonla arayarak teşekkür edip toplam iki yüze yakın da kitap aldılar. On altı işçi ve memur sendikasının genel merkezinden bir teşekkür bile dönmedi. Bu konuda söylenecek başka bir şey var mı sizce?… Yok... O zaman şu soruyla bitirelim söyleşimizi. Şimdiki yolculuk nereye doğru? Öykü, inceleme, anı; çıkınınızda neler var? Yolumda ve yönümde bir değişikliğin olmaması doğaldır. Öykü, inceleme, anı hangi çıkınım dolarsa onu açacağım okurun önüne. Teşekkür ederim. Nice yeni ürünlere Celal İlhan. Ben teşekkür ederim sevgili Namdar.
Ekin Sanat Dergisi Aralik 2009
AYNALAR
Celal İlhan
Çıktığımızda alacakaranlıktı kent. Tarsus’a ulaştığımızdaysa ortalık yeni aydınlanmıştı. Harap haliyle bile görkeminden bir şey yitirmemiş ünlü Kleopatra Kapısı’ndan geçerken, o ana kadar sesi çıkmayan Yusuf, “Ahh Kleopatra ahh,” diyerek içini çekmiş, doğup büyüdüğü çevrenin bu önemli anıtını fark etmemizi sağlamıştı. Mersin’i ve Tarsus’u arkamızda bırakıp yönümüzü Toros dağlarına çevirince, doğudan, Adana üstünden beri ovanın bir kızıllığa büründüğünü gördük. Yakmayan, yalnızca aydınlatan ışınlarını üstümüze salan güneş, uçsuz bucaksız uzanan pamuk tarlalarını renkten renge sokuyordu. Taç yapraklarının avucunda yükselen çiğ düşmüş pamuk kozaları, simlerle bezenmiş, göz kamaştıran parıltılar yansıtıyordu. Bir süre sonra tepemize çıkıp bunaltacağını bildiğimiz güneşin, ılık okşayışlarını hissediyorduk bedenlerimizde. Dört kişiyiz arabada. Altımızda Sendikanın demirbaşı siyah kartalı, üstümüzde sekiz yüz elli kişinin sorumluluğu var. Şube Başkanımız, kimseye güvenmiyor kendi kullanıyor. Baştemsilci, yani ben, ön koltuktayım. Arkada esmer güzeli Yusuf usta. Yanında saçlarının erken ağarmasını yaşamının en ciddi sorunu sayan, teknisyen Erol oturuyor. Aramızda otuz yaşın üstünde kimse yok. Ortak duygumuz, eşimizi ve çocuklarımızı arkamızda bırakmış olmanın iç sızısı. Üçümüzün birer, Yusuf’un dört çocuğu var. Daha Torosların eteklerinde çocuklarımızla ilgili çok ‘ilginç’ hikayelerimizi anlatıp bitirdik. Muhabbete kendiliğinden katılmayan Yusuf Usta’dan da çocuklarından söz etmesini istedik. Bu kadar çocuğu olan bir babanın da anlatacağı bir şeyler olmalıydı. Yusuf, “Ben ne anlatayım, bebe işte, verirsen yer vermezsen gözüne bakar oturur. Benim en büyük derdim kocakarı. Yetmişini geçtiği halde, ayağını mercimek kütüğüne öyle bir dayamış ki ölmeye hiç niyeti yok. İnan olsun çocuklardan daha çocuk. Avrat hangisine yetişsin, anama mı baksın, çocuklara mı? Yavan ekmek yeseler ancak yetecek para bırakmışım. Hangi akla hizmetle İstanbul’a götürüldüğümü de anlamış değilim. Sizin her tarafınız denk; konuşun eğlenin, bana boş verin,” diyerek, yolculuğumuzun tadını kaçırmıştı. Uzunca bir süre ağzımızı bıçak açmadı. Hepimiz ailece tanışıyoruz. Dudağından düşürmediği sigarası ve ağzının sıkılığıyla ünlü şube başkanımızın ayda ne kadar aldığını bilemezdik. Ama Erol’la ben teknisyendik, usta yardımcısı olan Yusuf’un iki katı aylık alıyorduk. Biz, üç odalı apartman dairelerinde otururken, o babadan kalma, her yanı dökülen, yoksulluktan bir çivi çakamadığı, iki göz gecekondusunda yaşam kavgası veriyordu. Neşeli bir yolculuk yapacaksak Yusuf’u unutmalıydık. Konuşmamaya en çok yarım saat direnebildiğimizi sanıyorum. Sonra yine koyuverdik kendimizi. Çalıştığımız ortamda işçi sorunlarıyla o kadar iç içeydik ki şimdi eğlenceli konuların dışında hiçbir şey konuşmak içimizden gelmiyor. Şiirler okuduk. Türküler söyledik. Doğasını beğendiğimiz mor dağların eteklerinde, suları çağıldayan dere kenarlarında mola verdik. Ciğerlerimize oksijen doldurduk. Yol azıklarımızı açtık çeşme başlarında. Başkanın zulasında bulundurmayı huy edindiği, yetmişlik Tekirdağ rakısını bulup, ona yalnızca koklatarak bir güzel içtik. Yusuf’un her konudaki ayrıksılığı ve suskunluğu, rakıyı görünce yerini, “Sizinle cehenneme giderim,” e bırakmıştı. Çakırkeyiftik. Arabadaki yerlerimizi aldıktan bir süre sonra, üstümüze bir ağırlık çökmüş, sesimiz soluğumuz kesilmişti. Başkan, birini söndürüp birini yaktığı sigaraları sayesinde cin gibi uyanıktı. Kafası iyi olan Yusuf, susmuyor, kendini susturamıyordu. ‘Bizim kocakarı’ dediği anasından başlayarak, karısına bağlılığından, ona çektirdiği çileden, çocuklarını yeteri kadar yedirip giydiremediğinden, bozuk düzenden söz ediyor, duyduğu acıyı ve isyanı anlatıyordu. Karnı, sofradan yeni kalkmışken bile sırtına yapışık dururdu. İnce dal gibi fakat çelimsiz değildi. Yusuf, tüm bakımsızlığına, giyim kuşamının yetersizliğine, renginin koyuluğuna karşın içimizde en yakışıklı olandı. Gür siyah saçları, dolgun bıyığı, kusursuz beyaz dişleri onun ilk bakışta fark edilmesini sağlardı. Alçakgönüllü ve sevecen davranır, içinin burukluğunu, yüreğinin zenginliğini gülümseyişine yansıtabilirdi. Karşısındakini ciddiye aldığını göstermekte hiçbir sorun yaşamazdı Yusuf. Sözün sonunu bir türlü getiremediğini, üstelik dinleyenin de kalmadığını görünce, konuşmayı kesmiş, türküler mırıldanmaya başlamıştı. Söylediği türkünün hangisi olduğunu anlamak için dikkatli dinlemek bile yetmeyebiliyordu. Arada türküyü andıran belli belirsiz bir iki sözcüğün çıktığı da olmuyor değildi ağzından. “Yoksulun sırtından doyan doyana, doyan doyana,” Bu sözcük kırıntılarını, türkü delisi benden başka anlayan var mıydı bilmiyorum... Ağzımızın tadını kaçıracak kıl biri değildi Yusuf. Ama neşemizi kaçırıyor, işimizin güçlüğünü, sınıf mücadelemizin vazgeçilmezliğini anımsatıyor, bir bakıma yüzümüze vuruyordu. Bütün gün kovaladığımız güneş, İstanbul’un yedi tepesinden birinin ardında henüz kaybolmuştu. Boğaz köprüsünün görkemli duruşu, tüm öteki görüntüleri silmiş, yalnızca onunla ilgilenmeye zorluyordu bizi. Başkan, bilgisizliğimizi hoşnutlukla izliyor, “İstanbul’da göreceğiniz daha o kadar çok şey var ki,” diyerek, üstünlüğünün tadını çıkarıyordu. Köprünün üstündeyken, Avrupa kıtasına geçmekte olduğumuzu anımsattı. Yusuf’un ve öteki temsilci arkadaşın İstanbul’a ilk gelişleri, benimse ikinci gelişimdi. Boğazı geçip, beton yığınları arasındaki o karmaşık yol ağlarına takılınca, Yusuf, “Başkan İstanbul dediğiniz buysa ben burada yaşayamam. Kafam allak bullak oldu. Bırakın beni memlekete döneyim,” demişti tüm içtenliğiyle. Sekiz yüz elli kişinin çalıştığı bir fabrikanın temsilcileri, İstanbul’a eğlenmek, rahat etmek için değil, toplu iş sözleşmesi yapmak için gelmiştik. Öyle kafası bozulanın geri dönmesi diye bir şey olamazdı. Bunu Yusuf da iyi bilirdi. Onu özellikle aramıza almıştık. En düşük ücret alan kesimi, ondan daha iyi kimse temsil edemezdi. Karşımızdaki işveren sendikasına, işçinin çektiği geçim sıkıntısını anlatmakta, Yusuf görmezlikten gelinemeyecek kadar açık ve somut bir örnekti. O işleri iyi bilen şube başkanımız, Aksaray’da bir otel ayarlamıştı. İki kişilik odalarda kalıyorduk. Yataklar temiz, odalar geniş ve rahattı. Kapakları açık mavi boyalı iki giysi dolabının arasına konulmuş dar bir aynadan başka, yataklarımızın başucunda çekmeceli, küçük birer etajer vardı. Yusuf benimle, başkan Erol’la birlikte kalıyordu. Akşam, yakın bir lokantada hafif bir yemek yedikten sonra otelimize döndük. Hepimiz yol yorgunuyduk, pek nazlı konuşuyorduk. Yusuf otele geldiğimizden beri ağzını açmamıştı. Sızlanmalarını bile, inci dişlerini göstermeden ağzının içinde hallediyordu. Birkaç kez konuşturma girişiminde bulunduysam da başaramadım. Hiç oturmuyordu. Bu hep mi böyle yapardı, daha önce oturduğunu gördüm mü acaba diye düşünüyorum. Her gidiş dönüşte, aynanın önünden geçerken bir an durup, kendini gözden geçiriyor. Otelde de olsam, uyumadan önce bir öykü okuma alışkanlığımı sürdürmek istiyorum. Sait Faik özen istiyor, Alemdağda Var Bir Yılan elimdeki. Yusuf, zamanla turlarını seyrekleştirmiş, aynaya daha çok takılmaya başlamıştı. Kaşını gözünü oynatarak; önden, yandan, tepeden tırnağa kendini inceliyordu. Aynaya uzunca bir süre gözünü kırpmadan bakıp sonra, iç paralayıcı bir inlemeyle “Aaynalar, aaaynalar” dediğini duydum. Sesinin tınısı, moda olan bir aranjmanı andırıyordu. Parçanın geri kalanını ya bilmiyor, ya da söylemeye dermanı yok diye düşündürüyor beni. İçimden tamamlıyorum sözlerini. “Harmanım ben harmanım, Kırk satırlık fermanım Yok dizimde dermanım, Ağlatman beni, söyletmen beni, aynalar aynalar” Yusuf durmadan “Aaynalar, aaaynalar” nakaratını yineliyor. Sus artık arkadaş desem susacak... Onu susturmak içimden gelmiyor. Aynanın içinde, Mersin’de yarı aç bıraktığı çocuklarını, hasta anasını, yoksulluk ve umarsızlıktan başka şey veremediği karısını arıyor. Ona olan aşırı sevgisini, verdiği değeri düşünüyorum. Uzun yıllardır tanıdığım bu kadının, yaşadıklarından ya da Yusuf’un tutumundan en küçük bir yakınmasını duymadığımı anımsıyorum. Eşimin yarı şaka, “Yusuf Usta kadar bile olamadın!” dediği, onun eşine davranışının inceliğini örnek gösterdiği geliyor aklıma. Yüzüm kızarıyor. Sanki aynanın içinden evine dönebileceği bir yol arıyor Yusuf. Yardım edememenin umarsızlığı içimi parçalıyor. Onu iyi tanımayan biri olsaydım, davranışlarından ciddi biçimde kuşkulanır; hemen otel katibine koşar odamı değiştirmesini isterdim herhalde. Beni de huzursuz etmeyi başarmıştı. İki kez okuduğum tümceyi bile anlayamadığımdan kitabı kapatıp, yorganın altına kaydım. Yol yorgunluğunun da etkisiyle direnci kırılan Yusuf, Allah’tan erken yattı. Sabah Yusuf uyandırdı beni. İşveren sendikasıyla karşılaşmak için sabırsızdı.
Görüşmeler öğleden sonra başladı. Sendikamızın genel merkezinden katılan bir yetkiliyle bizim taraf görüşme masasında beş kişiydik. Karşımızda oturan beş işveren temsilcisi, pahalı giysileri ve bakımlı bedenleriyle, alışık olduğumuz çelişkiyi tüm açıklığıyla sergilemekteydi. Her iki taraf, göz göze gelmeden birbirini tartıp değerlendirmeye çalışıyordu. Bizim taraf; genel merkez temsilcisi, şube başkanı, ben, Erol ve Yusuf sıralanmıştık. Yusuf’un karşısındaki en az yüz kilo ağırlığında, kırmızı besili yüzü sivilcelerle dolu, orta yaşlı biriydi. Burnunun dibinde duran yakışıklı adama bakıp, kıskançlık duymaması olanaksızdı bence. Ekip başları, çalışmaların hangi yöntemlerle sürdürüleceğini konuştular. Kısa sürede yöntem belirlendi. Notlar alındı. Tutanaklar yazılıp imzalandı. Bizlerin ağzımızı açmamıza gerek kalmamıştı. Çaylar içildikten sonra, ertesi gün
saat onda görüşmeleri sürdürmek üzere oradan ayrıldık. Çalışmaların üçüncü günündeyiz. Yusuf’un kafasındaki karışıklık, ilk bakışta açıkça görülecek kadar ortada. Ne yapsak rahatlatamıyoruz. Görüşmelerde ağzını bıçak açmıyor, huzursuz devinimler içinde her an patlayacakmış gibi görünüyor. Tartıştığımız, pazarlığını yaptığımız konu, sosyal haklar. Doğum, ölüm, çocuk yardımı ve hastalık halindeki uygulamalarda yeni haklar istiyoruz. Karşı tarafsa, yeni haklar bir yana eskileri kısmak, kenarını köşesini kırparak kuşa çevirmek peşinde. Çocuk yardımı konusunu tartışırken, şube başkanımız, Yusuf’u göstererek, “İsterseniz bu maddenin nasıl olması gerektiğini dört çocuğu olan arkadaşımız Yusuf Ustaya bırakalım,” dedi. Masadakiler hep birlikte gülümseyerek, gözümüzü Yusuf’un üstüne çevirmiştik. Kendine yöneltilen bakışlarda alaycı, küçümseyici bir hava sezen Yusuf, kabadayı bir edayla, “Bi dakka, bi dakka,” diyerek ayağa kalktı. Gülümsemeler siliniverdi birden. Esmer yüzü iyice kararmış, gözleri çakmak çakmaktı. Üstünde yansısını gördüğü, ayna gibi parlayan ceviz kaplı masaya, yumruk yaptığı parmaklarını vurarak, “Birincisi, İstanbul’a kendi bebelerimin ekmek parasını kazanmak için gelmedim. Bu yanlıştır. İkincisi de bebelerimi kimseye oyuncak ettirmem,” dedi. Karşı konulmaz bir kararlılık vardı yüzünde. Tıkanmış olmalıydı. Birkaç kez yutkundu. Kimsenin yüzüne bakmadan, salonun her yanını gözden geçirdi. Titreyen sesini denetim altına almak için zaman kazanıyordu sanırım. Hazır olduğunu anlamış olmalı ki “İçinizde, çocuklarını aç karnına yatağa girmeye zorlayan kaç kişi var? Benim çalıştığım yerde çok. Tabii ki paranız, canımızdan da çocuklarımızdan da değerlidir. Paradan büyük ne var ki? O hepimizin Allah’ı kitabı her şeyi. Yalan mı? Doğru değil mi arkadaş?” Sandalyesini geri itti, masadan uzaklaştı. Gözleriyle salonun kapısını arıyordu. Kalkıp koluna girdim, “Yusuf yapma, gel otur. Bu işler konuşup tartışarak çözülür, kimsenin seninle alay ettiği filan yok,” dedimse de kapıyı bulan Yusuf, öfkeyle kendini dışarı attı. Toplantının bitiminde, arkadaşlarla Beyoğlu’na yürüdük. Yusuf’u aramamaya karar verdik. Kendini dinlemesi için fırsat vermemiz gerektiğini düşünüyorduk. Akşam geç saatte döndük otelimize. Yusuf’u, kafesteki kurt gibi dolaşır bulmak umuduyla girdiğim oda boştu. Benim etajerin üstünde beyaz, çizgili bir mektup kağıdı. Yazı çok kötü yazılmış ama söküyorum. Şöyle diyor. “Başkan beni anlamaya çalış, ağzıma kadar doluyum. Burda her şey üstüme üstüme geliyo, gitmezsem delirecem. Masada bir işe yaramadığımı gördün. Belki de zararlı oluyom. Evime döneyim. Onların bana ihtiyaçları var. Doğru değil mi? Ayna için kusura bakma, sen hallet ben sana öderim. Yusuf,” Boy aynası, baş hizasından yediği bir darbeyle ezilmiş ama dağılıp yerlere saçılmamış. Aynayı iki yandan sıkıştıran giysi dolaplarından soldaki Yusuf’un. Açtım. Fermuarı bozuk, ortasından kınnapla bağlanmış küçük çantası yerinde değildi. Arkadaşlara haber verdim. Geç saatlere kadar Yusuf’u konuştuk. Üstümüzden bir ağırlık mı kalkmıştı ne?
Ekin Sanat Dergisi Aralik 2009
Yorum (yok) | Yorum yaz! | Bağlantı | Etiketler : Edebiyat,Ödül,işçi YİTİK GÖL ROMANI ÜZERİNE BİR DEĞERLENDİRME / Nail UYAR Tarih: 00:20 on 5/4/2009 Yitik Göl, Ahmet Günbaş'ın (İmbat Yayınevince) bu yılın (2008) başında yayınlanan romanının adıdır. Roman "Gecenin ıssızlığı nehir gibidir. Alır götürür sizi kıvrımlarıyla. Yine de hangi denize karışacağınız belli değildir." Cümleleriyle başlıyor. Bence bu roman -daha şimdiden- Türk edebiyatı klasiklerinin gençlik romanları arasında yerini almalıdır.
Bir anı-roman kitabı bu denli güzel olur ve insanı bu denli sarar. Orhan Kemal'in baba evinden sonra okuduğum en güzel anı-roman kitaplarından biridir desem, kesinlikle abartmış olmam. Kitabın bir çok yerinde kendimden de bir şeyler buldum. Beni kırk yıl öncesine alıp götürdü kitap. Gözümün önünde çocukluğum canlandı. Çocukluğumuzda yaşadığımız dönemi gelenekleriyle, görenekleriyle, adetleriyle, oyun çeşitleriyle, komşuluk ve dostluk ilişkileriyle ne de güzel anlatmış Günbaş. İzmir'in yakın geçmişteki (kırk-elli yıl önceki dönemini kastediyorum) kent dokusunu bilmek isteyenlerin öğreneceği çok şeyler var bu kitapta. İnsani ilişkilerin dostlukların iyice körelmeye, yok olmaya başladığı şu günlerde bu roman bir kez daha insani ilişkiler açısından büyük önem taşıyor. Günümüzde (apartmanlarda) merdivenlerde karşılaştığımız (sözde) komşularımızın selamsız sabahsız geçtikleri bir dönemde geçmişe nasıl özlem duymayız? İnsan kitabı bitirince hayıflanmadan edemiyor. Natüralizmle romantizm, sosyolojiyle psikoloji iç içe bu anı-romanda. Romanı bu denli akıcı kılan belki de bu özelliklerinin olması. Bakmayın siz hacminin küçük olduğuna, içeriği büyük bir romandır bu. Romanı değerli kılan bir diğer özellik de dilinin şiirsel bir dil oluşudur. Sevgili Günbaş, sözcükleri sıralarken dans ettiriyor adeta. Hem de tekrarlara düşmeden.
Roman, yalnız gurbetlik ve çocukluk özlemini değil, aynı zamanda Türkiye'nin önemli sorunlarından olan işsizlik ve iç göçü da dile getiriyor. "Gurbetteki babasına ışık hızıyla yetişmeyi amaçlayan bir özlemin dışavurumuydu bu. Gurbet aldığını vermeyen duyarsız bir uzaklıktı köy halkı için." (sayfa 11) Gurbette çalışan insanların aile sofrasına duyulan özlemi şu yalın cümleyle ne güzel anlatılmış. "Aylardan sonra kadın elinin değdiği bir sofraya sevinçle kurulmuştu baba." (sayfa 26)
Günbaşın bu romanında doğanın da apayrı bir yeri ve önemi vardır. Doğa tüm renkleri ve canlılığıyla gözler önüne serilmektedir. Denizin mavisi, renk renk çiçekler, ağaçlar, kuşlar, böcekler, kediler, köpekler, tavşanlar ve benzeri hayvanlar, hayvancıklar... Romanda rol almışlardır hep. Varlıkların aldırıldıkları bu rollerde (ister canlı ister cansız olsun) ne bir eksiklik, ne de bir fazlalık vardır. Her şey yerli yerine oturtulmuştur. "Ayhan kapıyı açar açmaz, görmediği bir yığın renk ve kokuyla karşılaştı... Neler yoktu ki içeride? Şebboylar, fesleğenler, ortancalar, karanfiller, yaseminler, leylaklar, sardunyalar, zambaklar, pembeli kırmızılı güller, hepsi kuşatıvermişti küçük dünyasını." (sayfa 40)
Roman kahramanı Servet'in (yazarın) gözünde, Şişman Naciye ablayla, babacan Nami Dayı'nın apayrı yeri ve önemi vardır. Hele de Nami Dayı'nın... Bahçeye kaçan topu almak üzere Nami Dayı'nın yanına giden Servet, bir taşla iki kuş vurur. Hem evin bahçesine kaçan topunu alır, hem de sokağın köşesindeki bakkaldan ekmek almak karşılığında Nami Dayı'dan 25 kuruş bahşiş kazanır. Servet o zamana dek böyle büyük bir parayı babasından dahi almamıştır. "Dile kolay tamı tamına 25 kuruştu bu. Neler alınmazdı bu paraya? Gevrekler, pamuk helvalar, dondurmalar, artistli- sporculu çikletler... İsterde bisikletle iki buçuk tur atardı toprak sahada. Babasının verdiği en büyük harçlık on kuruştu çünkü." (sayfa 45)
O dönemlerdeki kent çocuklarının da ne denli özgür ve rahat bir ortamda oyun oynayabildiklerini şu cümlelerden anlıyoruz. "Çitlenbik ağacının gölgesi, aynı zamanda çocukların oyun sahnesi sayılırdı. Sokaklara sığmayan uzun erimli oyunlar; koşuşturmalar, çember çevirmeler, çift kale maçlar, çelik-çomaklar, hep orada oynanır, sayışmalar adım adım orada yapılırdı özgürce... Servet toka çevirmeyi, bilye oynamayı burada öğrenmiş, düşe kalka ilk kez bisiklete burada binmişti. Çitlenbik ağacının gölgesiyle Manda Çayı'nın suları bire birdi çocukluklarını yaşamaya..." (sayfa 51)
Kente göçtükten sonra geçim sıkıntısı çeken Servet’in ailesi, çareyi annesi Hacer Hanım'a bir iş bulmakta görür. "Hacer Hanım'a uygun bir iş aranacaktı artık. Komşulara, akrabalara haber uçuruldu umarsızca... " (sayfa 73) Aile ekonomik sıkıntıya düşünce annenin psikolojisi bozulur. Bu durum o zamana dek mutlu olan ailenin yaşamını da alt üst etmeye başlar. " Yaşam giderek sinirli bir kadın yapmıştı Hacer Hamım'ı. Anlayıp dinlemeden çocukları hırpaladığı da oluyordu. Başta Elif payını alıyordu şiddetten." (sayfa 73) Köye dönüş olanağı da ortadan kalkmıştır artık. Bu durum, şu cümlelerden çok iyi anlaşılır. "Dönüşü yoktu gayri. Kent böyle buyurmuştu." (sayfa75)
Kiracı olarak oturdukları evde elektrik olmadığı için lamba kullanılmaktadır ilkin. Köydeki aydınlatma sorunu ilk başta kentte de yakalarını bırakmamıştır. "Lambanın camı da ayrı bir dertti. Gecenin yarısında çat diye çatlayınca mum ışığına kalırlardı çoğu kez." (sayfa 84)
O yıllarda revaçta olanlardan biri de radyodur.. "Sabahları Yurttan Sesler'le uyanıyorlardı artık. Peki, radyoları olduğu için Nami Dayı'sını boşlayacak mıydı Servet? Hiç olur muydu öyle şey." Sayfa 85
Yitik Göl'ün bir yerinde o dönemin sinemalarından ve sinema sanatçılarından da söz edilir. "Neşe sineması Çamlıca'ya kıyasla yerli filmler oynatır, dramatik senaryolarla ağlatırdı kadınları. Ayhan Işık/ Tahta kaşık/ Belgin Doruk/ ona aşık" (sayfa 89)
Günbaş'ın bu romanında, o dönemde Balkanlardan gelen göçmenler de konu edilmektedir. "Göçmenler gelmiş diyorlardı. Yugoslavya göçmeniymiş hepsi. Hem de akın akın. Daha geleceklermiş!" (sayfa 106)
Roman Yitik Göl üzerine anlatılan Su Yılanı söylencesi'yle sona eriyor.
Evet, Ahmet Günbaş iyi bir şair olduğu kadar iyi bir romancıdır, artık bu kitapla benim gözümde. Dili bu denli güzel, düzgün ve tutumlu (savrukluğa düşmeden) kullanan ender yazarlarımızdan biridir o. Ben nice romancılar tanıyorum, dili ağdalı. Okurken hem insanı sıkıyor, hem de bizim dilimiz bu denli kötü mü dedirtiyor insana. Oysa Günbaş'ın anı-romanı su içilir gibi bir solukta okunuyor.
Bu kitabı genç-yaşlı, öğretmen-öğrenci herkes okumalı.
Dumansızlar
Yorum (1) | Yorum yaz! | Bağlantı | Etiketler : Ahmet Günbaş, Edebiyat, Yitik Göl, Roman Arşiv: AlsahBlog/RomanYazıları 2005 Tarih: 17:11 on 15/2/2009 Kategori: A_ Ali SAHIN _A_ Alsah_ Yazilari , Eğitim AlsahBlog/RomanYazıları • Arşiv 31/12/2005: Nice Nice Bloklara... 31/12/2005: ALİ ŞAHİN/ SİTE HARİTASI 29/12/2005: Bir Site: Edebistan/ ...ve Roman Yazıları 26/12/2005: Romanda Kadınların Çıkarması!/ A. Ömer TÜRKEŞ 26/12/2005: Romanlardaki Öğretmen Tipleri/ A.ÖMER TÜRKEŞ 26/12/2005: 2001 Yılının Romanları / A. Ömer TÜRKEŞ 26/12/2005: 2000 Yılı Romanları/ A. Ömer TÜRKEŞ 26/12/2005: 2002 BİTERKEN/ A. Ömer TÜRKEŞ 26/12/2005: Türk Edebiyatı: Roman Kronolojisi 3 (1950- 1969)/ Ali ŞAHİN 26/12/2005: Türk Edebiyatı: Roman Kronolojisi 2 (1930- 1949)/ Ali ŞAHİN 26/12/2005: Ölmeye Yatmak'ta Cinsellik ve "Olmayan" Trajedi/ Çimen GÜNAY 25/12/2005: 12 Eylül yaşamak ve yazmak darbesinin üzerinden 24 yıl geçti 25/12/2005: İki Romanıyla Yakup Kadri Karaosmanoğlu: Ankara ve Kiralık Konak 25/12/2005: Türk Edebiyatı: Roman Kronolojisi 1 (1872- 1929) / Ali ŞAHİN 25/12/2005: "KAR" TARTIŞMASI 25/12/2005: Siz Hiç Reşat Enis Okudunuz mu? 25/12/2005: Meltem Arıkan "Kadınlar var olmazsa erkeklerin erkek olabilmesi mümkün değil" diyor. 25/12/2005: Edebiyat: Türk Edebiyatında Eşcinsellik/ A. Ömer TÜRKEŞ 25/12/2005: Portre- Ahmet Altan (En Uzun Gece) / Semih GÜMÜŞ 25/12/2005: Roman Ormanından Verim Almak/ Ali MERT 25/12/2005: 2003 ROMANLARI/ Asuman Kafaoğlu- BÜKE • Başlangıçtan Günümüze Türk Edebiyatında Roman Zamandizini (1872- 2006) / Kronoloji • Tek ve mükemmel bir hayat, Haldun Taner öykü ödülünü Ağula adlı kitabıyla kazanan Sibel K. Türker • 63. Yıl Yunus Nadi ödülleri 2009 • MEB'NIN İLK VE ORTA ÖĞRETİM İÇİN SAPTADIĞI 100 TEMEL ESER • Roman Yazıları Arşivi'nden • 9. Fakir Baykurt Kültür Sanat Günleri Programı • Masumiyet Müzesi Haberleri • "Güven" 10 yaşında • ‘Ağabey, çamaşırlarınızı, romanınızı gönderiyorum’ • Orhan Pamuk’tan bir aşk romanı • Kırık bir kalbin romanı • Miami’den Mardin’e • Ayla Kutlu romanı • Duygu Asena Roman Ödülü, Lal Kitap'ın oldu • Kitabın Adı: Ankara • İlköğretmenimiz Fakir Baykurt • Orhan Kemal bakışı • Oğuz Atay Roman Yarışması Sonuçları Açıklandı • Boşluğun masalı... / Latife Tekin • Yaşar Kemal neden Nobel alamadı? İşte cevabı! • Türk edebiyatının farklı tarihi • Erkekler arasında tek başına • KÖY ENSTİTÜLERİ HALKI BİLİNÇLENDİRİYORDU / KADİR İNCESU • Yaşar Kemal'in "Teneke"si La Scala'daLa Scala'da Çukurovalı köylüler vardı. İdealist kaymakam oradaydı, çizmeleri ve kamçısıyla da toprak ağası. Kısacası, müzikal bir sınıf mücadelesi. • Üç politik biyografi
2009 Şubat 2009
2008 Kasım 2008 Ekim 2008 Eylül 2008 Ağustos 2008 Nisan 2008
2007 Aralık 2007 Kasım 2007 Ekim 2007 Eylül 2007 Haziran 2007 Mayıs 2007 Mart 2007
2006 Aralık 2006 Kasım 2006 Ekim 2006 Eylül 2006 Ağustos 2006 Temmuz 2006 Haziran 2006 Mayıs 2006 Nisan 2006 Mart 2006 Şubat 2006 Ocak 2006
2005 Aralık 2005 Yorum (yok) | Yorum yaz! | Bağlantı | Etiketler : türk Edebiyatı, Roman, Arşiv, Ali Şahin, Alsah, Özet, İceleme Başlangıçtan Günümüze Türk Edebiyatında Roman Zamandizini (1872- Tarih: 19:02 on 3/2/2009 Kategori: A_ Ali SAHIN _A_ Alsah_ Yazilari , Kitap Başlangıçtan Günümüze Türk Edebiyatında Roman Zamandizini (1872- 2006) / Kronoloji
Ali ŞAHİN ______________________________________________
2004'TE ROMAN Ali ŞAHİN
2005'TE ROMAN Ali ŞAHİN
2006'DA ROMAN Ali ŞAHİN
2007'DE ROMAN Ali ŞAHİN
Başlangıcından Bugüne Türk Romanı Zamandizini 1 (1872- 1929)/ Ali ŞAHİN
Başlangıcından Bugüne Türk Romanı Zamandizini 2 (1930- 1939)/ Ali ŞAHİN
Başlangıcından Bugüne Türk Romanı Zamandizini 3 (1940- 1949)/ Ali ŞAHİN
Başlangıcından Bugüne Türk Romanı Zamandizini 4 (1950- 1959) / Ali ŞAHİN
Başlangıcından Bugüne Türk Romanı Zamandizini 5 (1960- 1969)/ Ali ŞAHİN
Başlangıcından Bugüne Türk Romanı Zamandizini 6 (1970- 1979) / ALi ŞAHİN
Başlangıcından Bugüne Türk Romanı Zamandizini Taslağı 7 (1980- 1989)/ Ali ŞAHİN
Başlangıcından Bugüne Türk Romanı Zamandizini -Taslak- 8 (1990- 1999) / Ali ŞAHİN
Başlangıcından Bugüne Türk Romanı Zamandizini -Taslak- 9 (2000- 2006) / Ali ŞAHİN Yorum (yok) | Yorum yaz! | Bağlantı | Etiketler : Türk Edebiyatı, Roman, Kronoloji Tek ve mükemmel bir hayat, Haldun Taner öykü ödülünü Ağula adlı Tarih: 15:24 on 22/11/2008 Kategori: Kitap Ozetleri , Kitap
Tek ve mükemmel bir hayat
Tek ve mükemmel bir hayat
Bir söyleşisinde, romanın disiplinli, sabır ve sağlam bir kurgu gerektiren bir çalışma olduğu tespitini yaptıktan sonra kendisinin sıçrayarak ve kısa yazmayı sevdiğini söylemişti Türker. Yeni romanına sevdiği bu tarz hâkim. Her bölüm kısa ve birbirinden bağımsız hikâyeler şeklinde yazılmış. FOTOĞRAF: MUHSİN AKGÜN
RADİKAL KİTAP / 21/11/2008
KAPAK Bu yılın Haldun Taner öykü ödülünü Ağula adlı kitabıyla kazanan Sibel K. Türker, Meryem’in Biricik Hayatı ile bir kez daha romanı deniyor. İlk romanı Şair Öldü’den (2006) farklı bir anlatım tarzını seçmiş bu kez. Meryem’in Biricik Hayatı yazarın öykücü yanını öne çıkaran küçük hikâyeciklerle kurgulanmış, diliyle okuyucuyu hemen içine çeken ama zorlayan da bir roman. Bir söyleşisinde, romanın disiplinli, sabır ve sağlam bir kurgu gerektiren bir çalışma olduğu tespitini yaptıktan sonra kendisinin sıçrayarak ve kısa yazmayı sevdiğini söylemişti Türker. Yeni romanına sevdiği bu tarz hâkim. Her bölüm kısa ve birbirinden bağımsız hikâyeler şeklinde yazılmış. Yazar böylelikle oradan oraya sıçrıyor, kendi ifadesiyle ‘vurup kaçıyor’. Sabırlı olun. Onları bir araya getiren, daha doğrusu, arka arkaya dizilmişliklerini romanın bütününe bağlayan ortaklıklar, sayfalar ilerledikçe yavaş yavaş netleşecek. İşte o zaman yeniden başa dönüp Meryem’in biricik hayatının hangisi olduğuna belki karar verebileceksiniz. Romanın ismine bakıp roman kahramanının Meryem olduğunu düşünebilirsiniz. Ancak Meryem’den çok Meryem hakkında bir yazı dizisi hazırlayan Ela’nın hikâyesi bu. Aslında yazmak üzerine, yazarak bir gerçeklik inşa etmek üzerine, gerçekle kurmaca gerçekliği birleştiren yalan üzerine, kadınların evrensel yazgısı üzerine, önyargılar, dışlamalar, inançlar üzerine de diyebilirdik. Peki bunca konu arasında biz neresinden başlayalım konuşmaya? Sanıyorum olayları başlatan ana, Meryem’in Cihangir’i öldürmesine öncelik vermek gerekecek. Her şey, gazeteci Ela’nın Meryem’in solgun çocuk yüzüyle sarımsı dişlerini göstererek gülümserken -iki kolunda asık yüzlü iki polisle bir polis aracına bindirirken- çekilmiş resmini gördüğünde başlar. Basit bir cinayet haberi. Patronuyla sevişirken eski sevgilinse yakalanan genç kadın, sevgilisini öldürmüştür. Felaketlere duyduğu ilgiyle Ela, bir yazı dizisi hazırlamak için hapishanenin yolunu tutar. Karşılaşırlar; “Bir ölünün gülümseyişi gibiydi incecik yüzünde açılmaya çalışan şey. Bir taşlaşmanın ifadesiydi. Geri dönülemezlik taşıyordu, bu nedenle çabuk söndü, ince yüz içine çekilerek donuklaştı. Sabit bakıyordu, gözleri mıh gibi suratına çakılı. Kaçınacak bir şeyi yoktu. Ama yine de uçurum görmüş birinin edasını taşıyordu. Bu ne mi demek? Belki sonra açıklayabilirim. Ya da hiçbir zaman anlatamam bunu. Belki sadece korku demek istedim. Belki bulanıklık. Kalp çarpıntısı, yersizlik, baş dönmesi de emek istemiş olabilirim. Bunu cesaret olarak adlandırmak da mümkün. Şimdilik bilmiyorum.” Sonrasında da bilemeyecek Ela. Bu ilk karşılaşmalarında Meryem’den ve anlattıklarından etkilenecek ve yazı dizisiyle yetinmeyip bir de roman yazmaya karar verecektir. Ancak onun anlattığı Meryem’le gerçek Meryem’in hikâyesi ne ölçüde örtüşebilir? Meryem’in biricik hayatı, Meryem gibilerin hayatlarından hangisine karşılık gelir? Bu hayat kaç kez yaşanmamış, bu mağduriyet kaç kez tekrarlanmış, bu cinayet kaç kez işlenmiştir? Meryem, kadınlık durumunun bir imgesi haline gelirken, kahramanın “yazılmaya değer hikayelerinin sonsuzluğunda kaybolan Ela’nın tutunacağı tek şey kendi yaşamının sınırlarıdır”. Ne var ki o sınırlar da belirsizdir. Şimdi Ela’ya çevirelim yüzümüzü. Mesleğinden ve meslektaşlarından nefret eden bir kadın. Uğultulu bir dünyanın içine gelmişlik, sonsuzluk duygusuyla hırpalanan hastalıklı bir ruh haline sürüklenmişlik, üzgün olmanın hayatı yaşamanın nadir ve soylu yollarından biri olduğuna inanmışlık, felaketler duyulan ilgi ve hayata dair korkuları... Ela, berbat yaşadığını düşünen ama bu halde olmaktan iç gıcıklayıcı bir zevk duyan bir kadın. İşte bu karanlık ruh haliyle Meryem’in anlattıklarından kendine göre bambaşka anlamlar çıkaracaktır Ela. Anlattığı hikâye Meryem’den çok kendisine aittir ve Meryem’le Cihangir arasındaki çatışmalı ilişki kendi ilişkilerini çağrıştıracaktır Ela’ya. Ela, kendisinin tek ve biricik hayatına bakarken, gerek ifade gücü gerekse de kadın erkek ilişkilerinin ruhuna temas etmesiyle Sibel K. Türker’in anlatısının en güzel bölümlerinden birisiyle karşılaşıyoruz; “Derin bir uçurumun üzerine gerilmiş ipte, birbirimize doğru yürümeye çalışmıştık. Aynı ipin üstündekilerin birbirlerini sevmekten başka şansları yoktur. Birbirimizin gözlerinin içine bakarak korkuyorduk. Güvenli kovuklarında saklanan sevgilileri kıskanıyorduk. Mum ışığı gölgelerini büyüterek delirterek büyüterek delirmelerine ve aşkları kendilerinden yüce sanmalarına yol açıyordu. Dört kişilik sevişirken bizim kadersizliğimizi öyle küçük görüyorlardı ki. Sevgiliye yaklaşırken yüzünün değiştiğini görüyordum. Ayaklarım ipi kavramanın olanaksızlığını biliyor ve ruhum muhtemel düşüşü havada yakalamanın yollarını arıyordu. Sevgili ipte sallanıyor ve plastik yapraklar gibi aşkın soğuk gövdesinden kopamıyordu da. Sonunda birbirimize öyle çok yaklaştık ki tam orta yerde buluşmanın gergin dengesi algımızı altüst ederek toprağın katı bedenine tutunma arzumuzu derinleştirdi, ters yönde kurtuluşumuza savrulmak istedik. İşte sırf bunun için iki korkağın cinayeti gerekliydi. Geldiğimiz yolu, gideceğimiz yolun imkanı kılmak arzusu her şeyden derindi. Kim kimi boşluğa yuvarlayacak? Aslında gerçek soru şuydu: Bu uçurum ve bu ip ne için?”
Hiç durmayan bir mekik gibi Ela’nın soruları ve arayışları roman sonuna kadar bitmeyecek. Meryem’in, Meryem’in ailesinin, Cihangir’in, hapishanedeki kadın mahkûmların, eski eşya tutkunu sahte peygamberin, iblisin ve sonsuzluğa yayılan Bibi Dar’ın Ela’nın netleşmeyen gerçeklikleri de yanıltmasın sizi. Hedefini tutturamadığından değil; Türker’in ifadesiyle “yazının her zaman gerçekliği ıskalayan bir şey” olmasından. “Sorun aslında gerçeğin ne olduğu noktasında düğümleniyor. Gerçeği inşa etmek istiyorsunuz, ama bunun için yalanı kullanıyorsunuz. Bazen de tam tersi... Yazar için de okur için de hem çok parçalayıcı hem de tamamlayıcı bir eylem.” Meryem’in Biricik Hayatı, Sibel K. Türker’in, roman kahramanı yazar Ela’nın ve biz okuyucuların ortak tek bir anlamda buluşamayacağımız, herkesin kendi anlam dünyasından taşıyacağı yorumlarla bütünlenecek bir metin. Zaten hiç durmayan bir mekik değil midir şu anlamlandırma işlemi; “bir yanda yapıtın diliyle, öte yanda yapıtın içinde olmayan ama yapıtın gerçekleşmesi için gerekli olan bir bağlamlar ağı arasında sürekli bir gidiş geliş”... Ela da farkında yazdığı hikâyenin ve yarattığı karakterlerin dizginlerini elinden kaçırdığının. Burada roman yazarı ile romandaki yazar arasındaki farklı roman anlayışı çıkıyor ortaya. Sibel K.Türker’in Ela’ya söylettiği sözlerde parodik bir yaklaşım var; “Roman bitmemiş yapısıyla, her an açık duran ve sonsuzluğa göz koymuş müphem varlığıyla elimden çıkıyor, yeni bir dili daha içine alabilirmiş gibi ya da yeryüzünün tüm dillerini, herkesi ve her şeyi içi bulanmadan kapsayabilirmiş gibi belirsizliğin rüzgarında şeytani dansını yapıyordu. Ona asıl efendinin kim olduğunu göstermeli ve yalnızca tek bir yaşama sahip olduğunu haykırmalıydım.” Umutsuzca frene asılacaktır Ela. Ne var ki belirsizliğin egemen olduğu kurmaca evrende yazının sınırlarıyla çevrilmiştir. Elbette yazdıkları Ela’nın hep çatışmalı olduğu dış dünya ile iç dünyası arasındaki gerilime dair ipuçları içeriyor. Gerçek Meryem ile Ela’nın Meryem’i arasındaki farklılık, daha açık ifadesiyle gerçek ve yazı arasındaki uçurum, Türker’in yazar ve karakter yaratma konusundaki yansıtmacı yaklaşıma bir eleştiri gibi de okunabilir. “İnsanın melankoliye ve alacakaranlığa eğilimli olduğu” bir çağdayız. Nasıl olunmasın ki? Burada asıl sorun kendi mutsuzluğuyla mutlu olma halinin çoğaltılmasıdır. Son dönem Türk romanında yaygın olan bu eğilim, erkekli kadınlı pek çok roman kahramanı hediye etti edebiyatımıza. Ancak Meryem’in Biricik Hayatı‘ndaki Ela dışındaki roman kişilerinin melankoliye düşkünlüklerinden söz edemeyiz. Onlar bu toplumun insanları; yoksul, hayata tutunmaya çalışan, güçsüz, çaresiz insanlar. Yazar Ela’nın içinde bulunduğu ve mutsuzluktan söz ederek başarıya ulaştığı hayatla nesnesinin, yani Meryem’in hiçbir umut barındırmayan hayatı hiç de benzemiyor birbirine. Ela’nın Meryem’le ilgili yanlış kavrayışının temelinde onun kişisel ve sınıfsal konumu yatıyor. Evet, romanda karamsar bir anlatımdan söz etmek mümkün. Ama o karamsarlık bu toplumda kadınların gerçek varoluşunu yansıtmıyor mu? Meryem’in, Meriy En’in, Miriam’ın dramlarını ayrıksı durumlar olarak görmüyorsak eğer, Meryem’in Biricik Hayatı üzerinde dolaşan kara bulutlardan şikâyetçi olmaya hakkımız da yok. Üstelik, özellikle Meryem’in hepsi de reankarnasyon ürünü aile fertlerinin anlattığı bölümde mizahi bir sıçrama da yapmış. İlk romanı Şair Öldü’deki gibi, bu romanında da şiir, mektup, masal, röportaj gibi pek çok anlatım olanağından yararlanıyor Türker. Böylelikle hem roman kişilerini yazar karakterine rağmen kendi sesleriyle konuşturuyor hem de farklı okumalara açılan temalar yaratıyor. Ancak romana asıl gücünü veren -yukarıda yaptığım alıntılarla göstermeye çalıştığım- dil yapısı. Roman kişilerinin duygu ve düşüncelerini derinlemesine yansıtan benzetme ve eğretilemelerle dolu zengin sözcük hazneli cümleler bir edebi ürün içinde olduğunu hiç unutturmuyor okuyucuya. Hayatı ve yazıyı edebiyatın imkanlarıyla sorgulayan Meryem’in Biricik Hayatı, parçalı kurgusu roman dokusunu zorlamasına rağmen, yakaladığı dille etkileyici ve güzel bir anlatı.
MERYEM’İN BİRİCİK HAYATI Sibel K. Türker Doğan Kitap 2008, 166 sayfa 9 YTL.
Felaketler gecesi O gece her şey olup bittiğinde, ben kentin hangi noktasındaydım ve ne yapıyordum bilmiyorum. Sonra da çok düşündüm, bulamadım. Gazetede olamazdım o saatte, ama evimde olmadığıma da adım gibi emindim. Aslında önemsiz bir meseleydi bu, ne var ki küçük felaketlere duyduğum ilgi ve hatta aşk, beni bunu hatırlamaya zorluyordu. Dört yanı aynalarla kaplı, daracık, yağ kokulu bir büfede sosisli sandviç yiyip ayran içiyor olabilirdim; ki bunu çok sık yapıyorum. Belki de bir alışveriş merkezindeki içi geçmiş insanlarda aynı vitrinlere aynı görmeyişle bakarak aynı istikamete doğru ilerliyor, yürüyen merdivenlerden iniyor, çıkıyordum. Çok ışık içindeydim o akşam. İşte bir tek bunu hatırlıyorum. Gözlerim yanıyordu ışıktan. Saatime bakıyordum sürekli ve ‘Eve gitmem gerek’ diyordum kendi kendime. ‘Dinlenmem gerek’. Ama bir türlü gidemiyordum. Mıhlanmış gibi öylece kalarak tepemde iri bir lale soğanı misali asılı duran kubbeye bakıyordum. Şeffaf kubbeden yıldızlar dökülüyordu sanki üzerime. Yaz göğü kubbeden yalnız benim üzerime yağıyordu. Ya da yanılıyorum, alışveriş merkezinin tavanlardan sarkan yaldızlı süsleriydi gözümü alan. Belki de açık havadaydım ve hep yukarı bakıyordum. Neden hep yukarıya? Sanki o gün bir kayıp ilanı görmüştüm. Bol tüylü, tostoparlak beyaz bir köpek mi kaybolmuştu? Hayır, elma yanaklı, badem gözlü sekiz yaşında bir oğlan. Yoksa ölüm ilanı mıydı? Şunun şunun annesi ölmüştü de... Hayır hayır, kimse bir şeyini kaybetmemişti, ben kaybetmemiştim. Herkes iyiydi, ben iyiydim. Sıcaktı, terlemiyordum. Çantamdan evimin anahtarlarını bulup elime alıyor, ağırlığını avucumda tartarak şıngırdatıyor, sonra metal anahtarlığı yine çantamın içine atıyordum. Denize bakmıyordum, hayır. Deniz daha da sıcaktı, bunalıyordum. Işık içindeydim. Bir minibüs olabilir mi? Terli erkek yüzleri hatırlıyorum. Başımı cama dayamışım. Hayır, sosisli sandviç yiyip ayran içmemişim; açım. Karnımın gurultusunu çantamla bastırıyorum. Yumruk yaptığım sağ elimde bozuk paralar var. Arkadan vermişler, şoföre iletmeyi unutuyorum. Şoför bir sigara yakıyor, ben de çantamda paketi bulup sigaramı yakıyorum. Nedense bunca yılın tiryakisi değilmişim gibi öksürüyorum. Şoför “Bayanlar sigara içmemeli” yazıyor dikiz aynasına bakışlarıyla. Bir nefes daha çekip, sigarayı aralık camdan dışarıya fırlatıyorum. Minibüste hiç kadın yok. Adamların hepsi bana âşık oluyorlar, hepsinin yüzü yüzüme düşüyor. Başımı cama yaslamayı deniyorum ama aşk çok ısrarcı. Parasını şoföre iletmediğim adam çılgınca seviyor beni. Saçlarımı okşamasından anlıyorum. “Küçük hırsızım” diye fısıldıyor kulağıma. Şoförün aşkı dikiz aynasının içinde hapsoluyor. Dışarı çıkarmak isterdim onu, şoförümü özgürleştirmek isterdim. Her yer ayna, açım. Camda beni seven erkeklerin yığışmış suretlerini görüyorum. Evli olanlar alyanslarını yutuyor. Kitaptan Yorum (yok) | Yorum yaz! | Bağlantı | Etiketler : Edebiyat, Roman 63. Yıl Yunus Nadi ödülleri 2009 Tarih: 22:30 on 31/10/2008 Kategori: Haber , Kitap 63. Yıl Yunus Nadi ödülleri 2009
Yunus Nadi Armağanı Yarışması, 1946’da kuruldu; hem geçmişe hem geleceğe dönük olan anlamı, gazetemizin kurucusu Yunus Nadi’ye saygı ve sevgiden kaynaklanıyor. Yalnız Cumhuriyet gazetesinin değil, Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşunda büyük emeği bulunan Yunus Nadi’nin anısını her yıl tazelemek bizim için bir görev. Devrimci ve demokrat Cumhuriyet’in Ulusal Bağımsızlık Savaşımızla ve Türkiye Cumhuriyeti’yle zamandaş ve eşanlamlı bir kuruluş tarihçesi var. Yunus Nadi, gazetemizin temel taşlarını bu doğrultuda koydu. TIKLAYIN
Cumhuriyet
İstanbul- Yunus Nadi’nin ölüm yıldönümünü geçmişe dönük bir acı olarak değil, geleceğe yönelik bir kültür olayına dönüştürmek amacıyla bu yarışma düzenlendi.
Yarışmanın ilk düzenlendiği yıllarda Türkiye’de sanat alanında hiçbir özel ödül yoktu; tek parti dönemiydi ve yalnız CHP’nin koyduğu bir şiir ödülü vardı. Aynı dönemde bütün dünyada sanat, bilim ve edebiyat ödülleri ün yapmışlardı. İsveç’te Nobel, ABD’de Pulitzer, Sovyetler’de Lenin, Fransa’da Goncourt ödüllerinin sonuçları Türkiye’de de izleniyordu; ama ülkemiz bu alanda da geç kalmıştı. Cumhuriyet gazetesi bu öncülüğü üstlendi, altmış yıl önce düzenlenen Yunus Nadi Armağanı’yla sanat ve kültür yaşamımızda bir yarışma coşkusu oluşturdu. Daha sonraki yıllarda Türkiye’de de yarışmaların ve ödüllerin sayısı çoğaldı, yirmiyi aştı. Bugün belki ödül enflasyonundan söz açılabilir; eleştirel bir yaklaşımla sakıncaları gündeme getirilebilir, ama yine de kültür, bilim ve sanat konularında yapılan yatırımların çok yararlı olduğu rahatlıkla söylenebilir. Zamanla ödüller arasında ayrımlar ortaya çıkar; bir yarışma kurumsallaştıkça, amacı, nitelikleri, karakteri belirginleşir. Bu arada kimi holdinglerin kendi amaçlarına yönelik yarışmalar düzenlemeleri ve ödüller dağıtmaları da bu alanda kaçınılmaz çoğulculuğu yansıtıyor. Kimi bankaların, şirketlerin, ticari tekellerin reklam amacıyla düzenledikleri yarışmaların ödülleri, parasal açıdan ne kadar büyük olursa olsun; özü, maddi çerçevenin dışındaki anlamda odaklaşıyor. Ödüller, Yunus Nadi Armağanı Yarışması adıyla aralıksız olarak kırk yılı aşkın bir sürede düzenli olarak gerçekleştirildi, kültür ve sanat hayatımıza amaçlanan katkıları yaptı ve etkilerini duyurdu. Daha önce bir dalda yapılan ödüllendirmenin kapsamı 1990 yılından itibaren genişletildi ve Yunus Nadi Ödülleri adıyla sürmeye başladı. Ülkemizin kültür ve sanat yaşamı bütün baltalanmalara ve olumsuz yatırımlara karşın sürekli gelişiyor ve yaygınlaşıyor. Fikir ve sanat özgürlükleri Türkiye’de tam değil; siyasal iktidarın baskıları hâlâ sürüyor ve çağdaş demokratik ortamdan henüz yoksun sayılıyoruz. Buna karşın fikir, sanat, bilim, kültürde çabalar sürüyor. Tarihsel gelişim sürecinde elbette ‘aydınlanma’nın önüne hiçbir güç geçemez. Cumhuriyet, çağdaş uygarlığa giden yolun fikir, sanat, kültür, bilim yolu olduğunu kuruluşundan beri savunan bir gazete. Bu yoldaki çabaları desteklemek ve özendirmekte Yunus Nadi Ödülleri’nin işlevi sürecek. 2009 Yunus Nadi Ödülleri Edebiyat Ana Dalı’nda öykü, roman, şiir; Görsel Sanatlar Ana Dalı’nda karikatür; Bilimsel Araştırma Ana Dalı’nda Sosyal Bilimler Araştırması olarak sürüyor.
Adaylara başarılar diliyoruz. 31 Ekim 2008 Yorum (yok) | Yorum yaz! | Bağlantı | Etiketler : Edebiyat, Ödül MEB'NIN İLK VE ORTA ÖĞRETİM İÇİN SAPTADIĞI 100 TEMEL ESER Tarih: 16:23 on 1/10/2008 Kategori: Edebiyat Tarihimizden , Eğitim MEB'NIN İLK VE ORTA ÖĞRETİM İÇİN SAPTADIĞI 100 TEMEL ESER
1. M. Kemal Atatürk - Nutuk 2. Kutadgu Bilig'den Seçmeler 3. Dede Korkut Hikayeleri 4. Yunus Emre Divanı'ndan Seçmeler 5. Mevlana-Mesnevi'den Seçmeler 6. Nasreddin Hoca Fıkralarından Seçmeler 7. Divan Şiirinden Seçmeler 8. Halk Şiirinden Seçmeler 9. Evliya Çelebi - Seyahatnamesi'nden Seçmeler 10. Kerem ile Aslı 11. Samipaşazade Sezai - Sergüzeşt 12. Halit Ziya Uşaklıgil - Mai ve Siyah 13. Hüseyin Rahmi Gürpınar - Kuyruklu Yıldız Altında Bir İzdivaç 14. Ahmet Rasim - Şehir Mektupları 15. Ahmet Hikmet Müftüoğlu - Çağlayanlar 16. Ömer Seyfettin - Hikayelerden Seçmeler 17. Mehmet Akif Ersoy - Safahat 18. Ahmet Haşim - Bize Göre 19. Yahya Kemal Beyatlı - Eğil Dağlar 20. Yahya Kemal Beyatlı - Kendi Gök Kubbemiz 21. Abdulhak Şinasi Hisar - Boğaziçi Mektupları 22. Ruşen Eşref Ünaydın - Diyorlar ki 23. Yakup Kadri Karaosmanoğlu - Kiralık Konak 24. Yakup Kadri Karaosmanoğlu - Yaban 25. Refik Halit Karay - Memleket Hikayeleri 26. Refik Halit Karay - Gurbet Hikayeleri 27. Halide Edib Adıvar - Sinekli Bakkal 28. Halide Edib Adıvar - Mor Salkımlı Ev 29. Reşat Nuri Güntekin - Anadolu Notları 30. Reşat Nuri Güntekin - Çalıkuşu 31. Falih Rıfkı Atay - Çankaya 32. Falih Rıfkı Atay - Zeytindağı 33. Faruk Nafız Çamlıbel - Han Duvarı 34. Nazım Hikmet - Memleketimden İnsan Manzaraları 35. Şevket Süreyya Aydemir - Suyu Arayan Adam 36. Memduh Şevket Esendal - Ayaşlı ile Kiracıları 37. Peyami Safa - Dokuzuncu Hariciye Koğuşu 38. Peyami Safa - Fatih - Harbiye 39. Nihad Sami Banarlı - Türkçe'nin Sırları 40. Ahmet Hamdi Tanpınar - Beş Şehir 41. Ahmet Hamdi Tanpınar - Sahnenin Dışındakiler 42. Samiha Ayverdi - İbrahim Efendi Konağı 43. Necip Fazıl Kısakürek - Çile 44. Sabahattin Ali - Kuyucaklı Yusuf 45. Ahmet Kutsi Tecer - Şiirler 46. Ahmet Muhip Dıranas - Şiirler 47. Aşık Veysel - Dostlar Beni Hatırlasın 48. Orhan Veli - Bütün Şiirleri 49. Cahit Sıtkı Tarancı -Otuzbeş Yaş (Bütün Şirleri) 50. Kemal Tahir - Esir Şehrin İnsanları 51. Orhan Kemal - Eskicinin Oğulları 52. Sait Faik Abasıyanık - Kayıp Aranıyor 53. Sait Faik Abasıyanık - Hikayelerinden Seçmeler 54. Halikarnas Balıkçısı - Aganta Burina Burinata 55. Kemal Bilbaşar - Cemo 56. Samim Kocagöz - Kalpaklılar 57. Tarık Buğra - Küçük Ağa 58. Necati Cumalı - Tütün Zamanı 59. Rıfat Ilgaz - Karartma Geceleri 60. Orhan Hançerlioğlu - 7. Gün 61. Fakir Baykurt - Kaplumbağalar 62. Faik Baysal - Drina'da Son Gün 63. Abbas Sayar - Yılkı Atı 64. Haldun Taner - Hikayelerinden Seçmeler 65. Oğuz Atay - Bir Bilim Adamının Romanı 66. Aziz Nesin - Yaşar Ne Yaşar Ne Yaşamaz 67. Sabahattin Kudret Aksal - Gazoz Ağacı 68. Yusuf Atılgan - Anayurt Oteli 69. Cemil Meriç - -Bu Ülke 70. Ord. Prof. Dr. Ali Fuat Başgil - Gençlerle Başbaşa 71. Naki Tezel - Türk Masalları 72. Salah Birsel - Boğaziçi Şıngır Mıngır 73. Bahattin Özkişi - Sokakta
DÜNYA EDEBİYATI
74. Beydeba - Kelile ve Dimne 75. Eflatun - Devlet 76. Platon - Sokrates'ın Savunması 77. Sadi - Gülistan 78. Cervantes - Don Kişot 79. Balzac - Vadideki Zambak 80. Viktor Hugo - Sefiller 81. Goethe - Faust 82. Daniel Daefo - Robinson Crusoe 83. Dostoyevski - Suç ve Ceza 84. Gogol - Ölü Canlar 85. Turgenyev - Babalar ve Oğullar 86. Tolstoy - Savaş ve Barış 87. Gustav Flaubert - Madam Bovary 88. Charles Dickens - İki Şehrin Hikayesi 89. Knut Hamsun - Açlık 90. Jack London - Beyaz Diş 91. Rabindranath Tagore - Gora 92. Ernest Hemingway - Çanlar Kimin İçin Çalıyor 93. William Faulkner - Ses ve Öfke 94. İvo Andriç - Drina Köprüsü 95. Panait İstrati - Akdeniz 96. John Steinbeck - Fareler ve İnsanlar 97. M Selimoviç - Derviş ve Ölüm 98. Cengiz Dağcı - Onlar da İnsandı 99. Cengiz Aytmatov - Beyaz Gemi 100. Cengiz Aytmatov - Gün Olur Asra Bedel (Gün Uzar Yüzyıl Olur) Yorum (1) | Yorum yaz! | Bağlantı | Etiketler : Edebiyat Roman Yazıları Arşivi'nden Tarih: 21:23 on 30/9/2008 Kategori: Edebiyat Tarihimizden , Kitap Roman Yazıları • Arşiv 31/12/2005: Nice Nice Bloklara... 31/12/2005: ALİ ŞAHİN/ SİTE HARİTASI 29/12/2005: Bir Site: Edebistan/ ...ve Roman Yazıları 26/12/2005: Romanda Kadınların Çıkarması!/ A. Ömer TÜRKEŞ 26/12/2005: Romanlardaki Öğretmen Tipleri/ A.ÖMER TÜRKEŞ 26/12/2005: 2001 Yılının Romanları / A. Ömer TÜRKEŞ 26/12/2005: 2000 Yılı Romanları/ A. Ömer TÜRKEŞ 26/12/2005: 2002 BİTERKEN/ A. Ömer TÜRKEŞ 26/12/2005: Türk Edebiyatı: Roman Kronolojisi 3 (1950- 1969)/ Ali ŞAHİN 26/12/2005: Türk Edebiyatı: Roman Kronolojisi 2 (1930- 1949)/ Ali ŞAHİN 26/12/2005: Ölmeye Yatmak'ta Cinsellik ve "Olmayan" Trajedi/ Çimen GÜNAY 25/12/2005: 12 Eylül yaşamak ve yazmak darbesinin üzerinden 24 yıl geçti 25/12/2005: İki Romanıyla Yakup Kadri Karaosmanoğlu: Ankara ve Kiralık Konak 25/12/2005: Türk Edebiyatı: Roman Kronolojisi 1 (1872- 1929) / Ali ŞAHİN 25/12/2005: "KAR" TARTIŞMASI 25/12/2005: Siz Hiç Reşat Enis Okudunuz mu? 25/12/2005: Meltem Arıkan "Kadınlar var olmazsa erkeklerin erkek olabilmesi mümkün değil" diyor. 25/12/2005: Edebiyat: Türk Edebiyatında Eşcinsellik/ A. Ömer TÜRKEŞ 25/12/2005: Portre- Ahmet Altan (En Uzun Gece) / Semih GÜMÜŞ 25/12/2005: Roman Ormanından Verim Almak/ Ali MERT 25/12/2005: 2003 ROMANLARI/ Asuman Kafaoğlu- BÜKE • Miami’den Mardin’e • HOCALAR İLÇESİ OKUYOR • Duygu Asena Roman Ödülü, Lal Kitap'ın oldu • Kitabın Adı: Ankara • İlköğretmenimiz Fakir Baykurt • Orhan Kemal bakışı • Oğuz Atay Roman Yarışması Sonuçları Açıklandı • Boşluğun masalı... / Latife Tekin • Yaşar Kemal neden Nobel alamadı? İşte cevabı! • Türk edebiyatının farklı tarihi • Erkekler arasında tek başına • KÖY ENSTİTÜLERİ HALKI BİLİNÇLENDİRİYORDU / KADİR İNCESU • Yaşar Kemal'in "Teneke"si La Scala'daLa Scala'da Çukurovalı köylüler vardı. İdealist kaymakam oradaydı, çizmeleri ve kamçısıyla da toprak ağası. Kısacası, müzikal bir sınıf mücadelesi. • Üç politik biyografi • Feminist Bir Eleştirmen: Hande Öğüt • Sevengül Sönmez'in Radikal Kitap'taki Yazıları • Ne kahramana ne okura acımıyor • Kuyudaki taşı kim çıkarır? • 'Masalcı da olabilirim yalancı da' • Karcılılar bu kez kendini anlatıyor • YÜZYILIN YÜZ ROMANI • Romanda Kadınların Çıkarması! • II. OĞUZ ATAY ROMAN ÖDÜLÜ ŞARTNAMESİ • Ayşegül Devecioğlu • A. Ömer Türkeş, “En zoru Çingene olmak”, Radikal Kitap Eki, 16 Mart 2007
2008 Ağustos 2008 Nisan 2008
2007 Aralık 2007 Kasım 2007 Ekim 2007 Eylül 2007 Haziran 2007 Mayıs 2007 Mart 2007
2006 Aralık 2006 Kasım 2006 Ekim 2006 Eylül 2006 Ağustos 2006 Temmuz 2006 Haziran 2006 Mayıs 2006 Nisan 2006 Mart 2006 Şubat 2006 Ocak 2006
2005 Aralık 2005
Böcekler dahil tüm canlılar öldü Böcekler dahil tüm canlılar öldü
YAZDIR | YOLLA 04/07/2008 <_script /><_script />A.ÖMER TÜRKEŞ (Arşivi)
Yıl 1993. Hakkâri’de bir kış mevsimi. Aladağ’da düşen çığ yolları kesmiş, yollar açıldığında mezradaki köylülerin hepsinin katledildiği anlaşılmıştır. Cesetler dağın yamacında bir krater gölü olan Alacagöl’ün kıyısındaki köye taşınır
Levent Şenyürek, Alacagöl Efsanesi’nde, Hakkâri dağlarında geçen dört gizemli ve gerilimli günün hikâyesini anlatıyor. Yıl 1993. Hakkâri’de bir kış mevsimi. Aladağ’da düşen bir çığ yolları kesmiş, yollar açıldığında mezradaki köylülerin hepsinin katledildiği anlaşılmıştır. Cesetler dağın yamacında bir krater gölü olan Alacagöl’ün kıyısındaki köye taşınır. Alacagöl’de meydana gelen esrarengiz ölümlerin sebebini araştırması için Asteğmen Haluk Günay görevlendirilir.
Roman kahramanı Asteğmen Haluk, yirmi beş yaşında, yaşadıklarıyla daha da olgunlaşmış, hayata eleştirel bir pencereden bakan eğitimli bir genç. Ne var ki hem kriminal olayları çözmek gibi bir tecrübeye sahip değil hem de askerliğin sonu yaklaştıkça tırmanan tedirginlik içinde. Her an gözlendiği endişesi ve PKK kurşunlarına hedef olmak korkusuyla dolaşıyor köy halkı arasında. Yine de savcıya yardımcı olabilecek bilgileri toplamak için, rasyonel akıl sahibi bir detektif gibi soruşturma yürütecektir.
Köylüleri sorgulayan, gölde keşif gezileri yapan, notlarını alt alta yazarak bir çözüme ulaşmaya çalışan Asteğmen, gölün ve köylülerin bir şeyler gizlediğinden emindir. Araştırmasına göre, önce birkaç el silah atılmış ve muhtemelen bu yüzden çığ düşmüş, ardından da gölde dalgalar çıkaracak kadar- büyük bir patlama olmuş. Mezrada bitkiler hariç, böcekler dahil bütün canlılar aynı anda ve kısa sürede ölmüşler. Ölümlerin boğulma nedeniyle olduğu anlaşıldığından kimyasal silah kullanıldığı düşünülüyor. Ancak ne ordu ne de PKK bu türden silah kulanmadıklarından saldırının kimin tarafından yapıldığı belirsiz. Gizemin kaynağı Alacagöl, sönmüş bir volkan olan Karadağ’ın yamacında oluşmuş bir krater gölü. Milyonlarca yıl önce yanardağın bacası yoğunlaşarak bir kaya kütlesine dönüşen mağmayla tıkanmış; böylece gölün çanak biçimli tabanı ortaya çıkmış ortaya. Derinliği elli metreyi bulan Alacagöl, bu çanakta zamanla biriken yağmur sularından başka bir şey değil. Tabanı oluşturan kaya kütlesinin altında ise kaynayan mağmayla dolu bir cehennem çukuru var. Tanıkların ifadelerine göre olaydan önce gölün rengi değişmiş, kırmızımsı, çamurlu bir görüntü almıştır. Kimileri dedelerinden Birinci Dünya Savaşı yıllarında da böyle bir olayın meydana geldiğini duyduğunu söylüyor kimileri ise gölün dibinde çatıları görülen- evler olduğunu iddia ediyor. Bölgede çalışma yapılmadığı halde, gölün dibindeki evlerden, kurban sunaklarını andıran taş yapılardan, buranın eski Urartu medeniyetinden kalmış olabileceğini düşünmektedir Haluk Asteğmen.
Öte yandan, köylüler çok ketum davranırlarken Ağa ve adamları suçu PKK’ye yükleyen gelişigüzel bir açıklamayla olayı kapatmaya fazla istekli. Bir şey saklıyorlar. Sonunda birileri olup biteni fısıldar; ağa mezrada yaşayan ailelerden birinin gönlü başkasında olan kızını zorla- almış, kızın sevdiği delikanlı ise ihbar edilerek askere gönderilmiştir. Karakol komutanı Yüzbaşı, savcının ordudan şüphelendiğini söyleyerek soruşturmayı hem gizlilikle sürdürmek hem de bildik yöntemlerle yani kaba karakol dayağıyla- tez elden bitirmek niyetinde.
Bu cehennem fantastik değil Bu sırada gerçekleşen gizemli olaylarla birlikte kanlı çatışmalar da baş göstermiştir. Düğümler yavaş yavaş çözülürken gündelik hayat da ürpertici bir hal almaya başlar. Bir gece vakti PKK karakola saldırı düzenlediğinde göldeki kıpırdanma yenden başlayacak ve telsizden Haluk Asteğmen’in çığlığı duyulacaktır; “Kaçın! Üstünüze doğru bir şey geliyor! Kaçın!” Alacagöl cehennem yerine dönecektir...
Haluk Günay, yaklaşık bir yıl sonra, televizyonda belgesel bir film izlerken anlayacaktır yaşananların nedenini; Ama beklenen sonuç hiç de sanıldığı gibi değildir. Geçekler ortaya çıktığında, geride boşu boşuna ölmüş tüm o insanlardan ve çocuklardan başka bir şey kalmamıştır...
Yüz kırk sayfalık bu kısa romanın hem meraklı bir kurgusu hem çok akıcı bir temposu var. Tehlikeli olduğu kadar güzel bir coğrafyada, insanın soğuk kış koşulları altında doğayla ve insanla mücadelesini aktarırken, özellikle karakoldaki askerlerin hayatını çok iyi canlandırmış Şenyürek. Türkiye Cumhuriyeti’nin en doğusunda, modern hayatın çok uzağındaki bir dağ başında sıradan bir karakol bu. Her türlü iletişimden uzak bir köyde komutanın akıl almaz gücünü; savcı, hakim ve infaz memuru rolünü üstlenen Yüzbaşı üzerinden sergilerken militarizme ve hiyerarşik ilişkilerin irrasyonel yapısına yönelik bir eleştirisi var yazarın. Erlerse şaşkın; kimisi bu atmosfere ayak uydurmuş kimisi orda bulunmaktan öfkeli. Onlar atılmışlık duygusu veren, ölümün kol gezdiği bir coğrafyada inançları öfkeye dönüşen, neden başkalarının değil de kendilerinin gönderildiğini sorgulayan, evlerine dönmek için ‘şafak sayan’ halk çocukları. Ve onların hüzünlü türküleri...
Ve bir kez daha Türkiye’nin Batısı ile Doğusu arasındaki uçurum; “Haberler detaysız olarak geçiştiriliyordu ve ölümler bir alışkanlığa dönüşmeye, bu yüzden de sanki gerçekliklerini yitirmeye başlamışlardı. Zaten hemen ardından, İstanbul’da gece kulüplerinde eğlenen kalabalıkların görüntüsü geldi ekrana”...
Hele ki Levent Şenyürek hakkında biraz da bilgi sahibiyseniz, hikâyenin gidişatından fantastik bir final sahnesi bekleyebilirsiniz. Şenyürek, ODTÜ Bilim Kurgu ve Fantezi Topluluğu’nun, Türkiye Bilişim Dergisi’nin ve Nostromo Dergisi’nin düzenlediği öykü yarışmalarında birincilik ve ikincilik dereceleri kazanmış, öyküleriyle bilimkurgu ve fantastik kurgu öykü seçkilerinde yer almıştı. İlk kitabında da -Çıldırtan Kitap (2007)- hep bu türden öykülere yer vermişti. Ancak Alacagöl Efsanesi’nde fantastik olan bu hayatın ta kendisi. Şenyürek, Doğu kırsalındaki gerçek hayatın gerilimini aşan başka bir gerilim öğesinin sönük kalacağının farkındalığıyla, bu gerçeklere eğiliyor. Savaşın ekonomik ve toplumsal boyutlarını; boşaltılan köyleri, yakılan evleri; koruculuk sistemini, orduyla PKK arasına sıkışıp kalmış, hangi vatanın haini olduklarına şaşırmış köylülerin geçimlerini temin edebilmek için buldukları yasadışı çareleri; yaylalara çıkamayan köylülerin hayvancılık yapamayınca gelirlerini kaçakçılıkla temin etmelerini; en çok kadınları zorlayan yerelin çözülemeyen feodal kültürünü, bu kültürün yarattığı acıları, ve diğerlerini ekonomik bir dil kullanarak sığdırmış romanına. Uzun anlatımlar ya da tasvirlere ihtiyaç duymadan, roman kişileri arasındaki gerçekçi diyaloglarla temas ediyoruz bu yakıcı sorunlara. İlk romanı Alacagöl Efsanesi ile, Şenyürek hedefini tutturuyor.
ALACAGÖL EFSANESİ
Levent Şenyürek Çitlembik Yayınevi 2008 145 sayfa 9.5 YTL. Yorum (yok) | Yorum yaz! | Bağlantı | Etiketler : Edebiyat 9. Fakir Baykurt Kültür Sanat Günleri Programı Tarih: 17:12 on 26/9/2008 Kategori: Anma , Haber 9. Fakir Baykurt Kültür Sanat Günleri Programı
10-11-12 Ekim 2008
BURDUR/Merkez
10 Ekim 2008 Cuma 12.00 Basın Açıklaması İçin Toplanma 12.45 (Fakir Baykurt kavşağından Cumhuriyet Meydanına Yürüyüş ve Basın Bildirisinin Okunması) 13.00 Yard. Doç. Dr Nevin Güven Resim Sergisi Valilik Resim Sergi Salonu 17.30 MAKÜ KONGRE MERKEZİ Sinevizyon Fakir Baykurt Kimdir? Açılış Konuşması: A. Nejdet İlgün Dinleti Elmas Gün, Zeynep Gergin Konferans: Türkiye Nereye? (Eğitim) Konuşmacı: Prof. Dr. Mustafa Akaydın
11 Ekim 2008 Cumartesi
11.00 MAKÜ Konferans Salonu Panel Eğitim ve Kültürde Türkiye Nereden Nereye Savrulmakta Konuşmacılar: Zafer Gençaydın, Haluk Erdem, Oktay Köse Oturum Başkanı : Behsat Savaş
14.30 Panel Siyasette Nereden Nereye ? Sol Ne Yapmalı Nasıl Yapmalı? Tülay Özüerman Süleyman Yağız Ufuk Uras Zübeyde Kılıç
20.30 Tiyatro ( Sivas 93 Dostlar Tiyatrosu)
12 Ekim 2008 Pazar
11: 00 MAKÜ Konferans Salonu Alper Akçam, Ahmet Özer ,Metin Turan Çağdaş Türk Edebiyatının Oluşmasında Halk Kültürü 13.00-19.00 Arası Konuklarla Akçaköy ve Gönen'e Gezi 19:00-20.00 Arası Etkinlikleri Değerlendirme Söyleşisi
20.00 KONSER ARİF SAĞ Burdur Cumhuriyet Meydanı Yorum (yok) | Yorum yaz! | Bağlantı | Etiketler : Etkinlik Masumiyet Müzesi Haberleri Tarih: 16:12 on 16/9/2008 Kategori: Kitap Tanitma , Kitap
• Orhan Pamuk, Masumiyet Müzesi’ni yazmaya 2001 yılında Kar adlı romanı yayımladıktan kısa süre sonra başladı. Bir yıl yazdıktan sonra ara verdi ve İstanbul’u yazmaya başladı. Pamuk 2003 yılında İstanbul’u yayımladıktan sonra, tekrar romana döndü ve aralıksız olarak beş yıl daha Masumiyet Müzesi üzerinde çalıştı.
• Masumiyet Müzesi bir aşk romanı. Tıpkı Kar’ın siyasete, Benim Adım Kırmızı’nın resme odaklandığı gibi, bu roman da aşka odaklanıyor. Ama Pamuk’un bütün romanları gibi, insan hayatının her alanına, günlük hayatın inceliklerine ve resim, arkadaşlık, yalnızlık, mutluluk, gazeteler ve televizyon, aile gibi Pamuk’un sevdiği pek çok konuya da değiniyor.
• Masumiyet Müzesi yalnızca bir roman değil. Pamuk’un yıllardır kurmaya çalıştığı bir müzenin de adı. Bu müzede Pamuk’un âşık kahramanı Kemal’in sevgilisi Füsun’un dokunduğu eşyaların koleksiyonu sergilenecek. Bu müzenin kurulması da romanın bir parçası. Pamuk, romanı yazarken dünyanın pek çok müzesinde günlük hayat eşyalarının nasıl sergilendiğini araştırdı.
• Pamuk Masumiyet Müzesi’ni yazmaya başladığı 2001’den günümüze geçen yedi yılda, aralarında Nobel’in de bulunduğu uluslararası dokuz büyük edebi ödül aldı: Prix du Meilleur Livre étranger (2002, Fransa), Grinzane Cavour (2002, İtalya), Impac-Dublin Roman Ödülü (2003, İrlanda), Alman Yayıncılar Birliği Barış Ödülü (2005, Almanya), Prix Médicis étranger (2005, Fransa), Nobel Edebiyat Ödülü (İsveç, 2006), Prix Mediterranée (2006, Fransa), Puterbaugh Ödülü (2006, ADB), Ovid Ödülü (2008, Romanya).
• Bu yedi yılda Pamuk, Türkiye’de Boğaziçi Üniversitesi, Hollanda’da Tilburg Üniversitesi, Almanya’da Berlin Frei Üniversitesi, Amerika’da Georgetown Üniversitesi, İspanya’da Madrid Üniversitesi, Lübnan’da Beyrut Amerikan Üniversitesi’nden şeref doktoraları aldı. Amerikan Sanatlar ve Edebiyat Akademisi ve Çin Sosyal Bilimler Akademisi şeref üyeliğine seçildi. Tüm bu ödülleri almak için çıktığı yolculuklarda uçaklarda, sabahları otel odalarında, Pamuk hiç durmamacasına Masumiyet Müzesi’ni yazdı.
• Masumiyet Müzesi 592 sayfa, 3071 paragraf, 140366 kelimeden oluşuyor. Cevdet Bey ve Oğulları’ndan sonra, Pamuk’un en uzun romanı. Cevdet Bey ve Oğulları ve Kara Kitap‘ta olduğu gibi, Pamuk’un doğup büyüdüğü Nişantaşı semti gene romanın merkezinde. Ama Çukurcuma, Taksim, Harbiye, Beyoğlu semtleri ile Boğaz yalıları ve lokantaları da romanda geniş yer tutuyor.
• Romanın pek çok sahnesi, 56 model bir Chevrolet’nin içinde geçiyor. Fotoğraf: Erzade Ertem
• Pamuk’un diğer romanlarından tanıdığımız bazı karakterleri, mesela Kara Kitap’ın ünlü köşe yazarı Celâl Salik, Cevdet Bey’in oğulları, Pamuk’un ailesi ve kendisi de romanda görünüyor.
• Masumiyet Müzesi’nde, 1976 ila 1980’lerin sonu arasında Yeşilçam’ı ve Türk film sanayiini, sinemacı bar ve kahvelerini, Türk film yıldızlarını, Beyoğlu sinemalarını ve yazlık sinema bahçelerini anlatan uzun bölümler var. Pamuk 1983’te ve 1990-91’de iki kere Yeşilçam için senaryo yazmış, bu çevreleri tanımıştı.
• Romanın arka kapak tanıtımı şöyle:
“Hayatımın en mutlu anıymış, bilmiyordum.”
Nobel ödüllü büyük yazarımız Orhan Pamuk’un üzerinde altı yıldır çalıştığı harikulade aşk romanı bu sözlerle başlıyor… Masumiyet Müzesi’ni okurken yalnız aşk hakkında değil, evlilik, arkadaşlık, cinsellik, tutku, aile ve mutluluk hakkındaki bütün düşüncelerinizin derinden etkileneceğini ve kitabın rengârenk dünyasından hiç ayrılmak istemeyeceğinizi göreceksiniz.
1975’te bir bahar günü başlayıp ta günümüze kadar gelen İstanbullu zengin çocuğu Kemal ile tezgâhtarlık yapan uzak ve yoksul akrabası Füsun’un hikâyesi; hızı, hareketi, olaylarının ve kahramanlarının zenginliği, mizah duygusu ve insan ruhunun derinliklerindeki fırtınaları hissettirme gücüyle, elinizden bırakamayacağınız ve yeniden okuyacağınız kitaplardan biri olacak. Ülkemizde ve dünyada milyonlarca okurun sevgi ve hayranlığını kazanmış olan, kitapları elli sekiz dile çevrilen ve her yeni romanı büyük bir merakla bütün dünyada beklenen Pamuk, okurlarına unutulmaz rüyalar gibi, akıllardan hiç çıkmayacak sarsıcı bir hikâye anlatıyor.
• Masumiyet Müzesi’nin temel ekseni, tekstil zengini Basmacı ailesinin iyi okumuş 30 yaşındaki oğulları Kemal ile uzak akrabaları yoksul Keskin ailesinin 18 yaşındaki güzel kızı Füsun arasındaki aşk ilişkisi. Pamuk hem İstanbul’un arka sokaklarına hem de dedikodu dergilerinin “sosyete” dediği çevreye bu kitapta derin, ayrıntılı ve eğlenceli bir bakışla bakıyor.
• Romanda 1975 yılında Hilton Oteli’nde geçen ve bütün ayrıntılarıyla anlatılmış 50 sayfalık bir nişan sahnesi var. Fotoğraf: Erzade Ertem
• Masumiyet Müzesi için Pamuk’un en eğlenceli, en gürültülü ve en kalabalık romanı denilebilir. Kitabın sonunda, bütün karakterleri içeren bir karakter dizini yer alıyor. Pamuk’un ve roman kahramanı Kemal Bey’in isteğiyle okura kolaylık olsun diye hazırlanan bu dizindeki 150’ye yakın kişi, romanın 83 bölümünde, pek çok kereler okurun karşısına çıkıyor.
• Masumiyet Müzesi, her şeyiyle, kendi içinde tutarlı bir Pamuk romanı. Ama aynı zamanda Pamuk’un Çukurcuma’da kurmakta olduğu, henüz açılmamış müzenin de adı. Bu müzede, roman kahramanı Kemal’in sevgilisi Füsun’un dokunduğu eşyalarla hikâyede sözü edilen pek çok nesne yer alacak. Pamuk bu eşyaları toplamaya, on yıl önce olayların bir kısmının geçtiği müze evi satın aldığı zaman başlamıştı. Pamuk, koleksiyonunu Türkiye yılı vesilesiyle Frankfurt’taki ünlü Schirn Galerisi’nde sergilemek için yaptığı anlaşmadan, sergi henüz hazır olmadığı için vazgeçti.
• Masumiyet Müzesi’nde aşk, eşyalara ve kişilere bağlanma, koleksiyonculuk, müzeler gibi konular; cinsellik, bakirelik hakkındaki geleneksel tutumlar da tartışmaya açılıyor.
• Pamuk’un romanları bütün dünyada yedi milyondan fazla sattı ve 58 dile çevrildi. Masumiyet Müzesi’nin çeviri hakları daha kitabın yazılması bitmeden otuzun üzerinde dilde yayımlanmak üzere satıldı. İlk çeviri, kitabın Türkiye’de yayımlanmasından iki hafta sonra Almanya’da Hanser Yayınevi tarafından yayımlanacak. Museum der Unschuld adıyla çıkacak bu çevirinin ilk baskısı, kitabın Türkiye baskısı Masumiyet Müzesi gibi 100 bin. Pamuk, bu yıl Türkiye’nin onur konuğu olarak katılacağı Frankfurt Kitap Fuarı’nın açılış konuşmasını yapacak.
• Pamuk, biri Masumiyet Müzesi’nin düşünsel, edebi, kişisel ve felsefi kaynakları, diğeri büyük aşk romanları konularında olmak üzere, romanına da ışık düşürecek iki makale yazıyor. Romanını açıklamaktan çok, onu nasıl kurduğunu, nasıl hayal ettiğini ve diğer aşk romanlarından farkını araştıran bu makaleler, önümüzdeki günlerde Türkiye’de ve dünyada yayımlanacak.
http://www.masumiyetmuzesi.com/public/mm_news.htm Yorum (yok) | Yorum yaz! | Bağlantı | Etiketler : Edebiyat, Ödül, Nobel "Güven" 10 yaşında Tarih: 15:21 on 16/9/2008 Kategori: Inceleme , Kitap "Güven" 10 yaşında Emrah Altındiş emrahaltindis@hotmail.com 09 Eylül 2008 Salı Yaklaşan yerel seçimler üzerinden şekillenme olasılığı olan yeni bir sosyalist SOL öznenin yavaş yavaş tartışılmaya başlandığı şu sıcak yaz günlerinde, Türkiye sosyalist tarihinin farklı dönemlerini Vedat Türkali ve Gün Zileli'nin (Havariler, 1972-1983) elinden/dilinden büyük bir keyifle dinleme, daha doğrusu dinlermişcesine akıcı bir şekilde okuma fırsatı buldum. Geçmişin başarı ve hatalarından ders çıkarmadan geleceği kurabilmek ve sağlıklı adımlar atmak mümkün değil, bu nedenle her iki yazarın da bugüne yaptıkları katkı son derece değerli. GÜVEN'in 10. ve hala çoğumuzdan genç bir heyecana sahip Vedat ustamızın 90. yaşı yaklaşırken, öncelikle GÜVEN romanından bahsetmek istiyorum.
Vedat Türkali'nin büyük bir özveri ile yazdığı 2 ciltlik eseri sadece 2. Dünya Savaşı sırasında Türkiye siyasi tarihini ve Türkiye'nin Hitler Almanyası taraftarı tutumunu yansıtmakla kalmıyor aynı zamanda leziz İstanbul betimlemeleri ve farklı sınıflardan karakterleriyle (öğrenciler, bürokratlar, tütün işçileri, generaller, tüccarlar...) dönemin sosyal, kültürel yaşantısını da zengin bir dille tanımlıyor. Komintern arşivlerinin açılması ile belgelenen TKP'nin gizli tarihini de metnin içine harman ederek biz sosyalistlere tarihi köklerimizi anlatıyor.
Güçlü karakter betimlemeleri ile dönemin Marksistlerinin ruh halini, ilişkilerini tanımlayan Vedat Türkali Usta, halen sosyalistlerin tartışma başlıklarından olan Kemalizm ve Kemalistlerle ilişkinin (desantralizasyon kararı vb., Kürt sorunu...) o dönem komünistlerinin de temel tartışma ve kafa karışıklığı konularından olduğunu metin içinde uzunca işliyor. Şefik Hüsnü, Reşat Fuat, Nazım Hikmet ve Dr. Hikmet Kıvılcımlı gibi Türkiye Komünist Partisi’nin önemli figürleri de romanın kahramanları olarak sevapları ve günahları ile günümüze taşınıyor.
Sadece bir politik tarih romanı olmayan GÜVEN, aynı zamanda güçlü karakterlerinin duygu dünyaları, farklı özlemleri, coşkuları, pişmanlıkları ile insanın varoluşu üzerine de bir roman. Farklı kaynaklardan beslenen (aşk, polis takibi, işkence, politik ayrılıklar... ) gerilimin hiç bitmediği romanda, metnin ana hatlarından Necla ile Turgut'un ilişkisinde aldatmak aldatılmak, sevgi cinsellik, aile, kadınlık erkeklik halleri alt metin olarak sürekli bir tartışma konusu ve pek çok insanı sarsacağı öngörüm temelsiz sayılmaz.
Bugünlerde ERGENEKON üzerinden yeniden tartışılmaya başlanan kontrgerillanın ve istihbarat teşkilatlarının, o dönem nasıl çalıştıkları da gözler önüne seriliyor romanda. İstihbarat teşkilatı içinde, ki klik farklılıklarının bugün olduğu gibi o gün de yoğun şekilde sürdüğünü (ve hatta MİT-Emniyet gerilimi) görmek son derece çarpıcı. Öte yandan sanki bu topraklarda daha önce hiç özgürlük, eşitlik ve demokrasi için mücadele edilmemiş gibi kendisi demokrasi havariliğine soyunan AKP'liler için de güzel bir tarihi hatırlatma GÜVEN ve içinde süren mücadele öyküsü... Yine Ergenekon davası sırasında gündeme gelen Cumhuriyet gazetesinin ve CHP'nin o dönem Hitler Almanyası'nı destekleyen anti-komünist tutumu ise tarihe başka bir dipnot.
Vedat Türkali'nin GÜVEN'e verdiği önemi 10 yıl kendisini gönüllü bir sürgün hayatına bırakmasından tutun, GÜVEN'e kadar yazdığı tüm eserlerin GÜVEN'in müsveddeleri olduğunu söylemesine ve yaşamındaki en büyük mutluluğun bu romanı yazmak olduğunu belirtmesinden anlayabiliriz.
Bitirmeden şu notu düşmekte yarar var. Kitabı okuduğum dönemde Türkiye'de “Hatırla Sevgili” dizisi konuşuluyordu. Bu diziyi, diziye eleştiri hakkı saklı kalmakla birlikte, hüzünlü bir mutlulukla izleyen herkesin GÜVEN'den en az o diziyi izlerken aldıkları hazzı alacaklarını garanti edebilirim. GÜVEN, yüreği solda atan herkesin, özellikle gençlerin mutlaka okuması gereken akıcı dili ve muhteşem kurgusu ile Türkçe yazılmış en güzel romanlardan...
Son olarak; seneye koca bir çınar gibi 90 yaşını devirecek Vedat Türkali'nin bu güzel romanı yazmaktaki muradını ve özellikle gençlerden arzusunu kendisinden dinleyelim:
‘‘Umuyorum ki, bu roman ülkemin insanlarına, gençlerine geleceğe dönük umutlar verecektir. Gençler daha özgür düşünsün, daha eleştirel baksın ve kendilerine güvenerek yol açmaya çalışsın. Roman bunları başarırsa ne mutlu bana.’’
İyi okumalar.. Yorum (yok) | Yorum yaz! | Bağlantı | Etiketler : Edebiyat ‘Ağabey, çamaşırlarınızı, romanınızı gönderiyorum’ Tarih: 04:29 on 8/9/2008 Kategori: Inceleme , Deneme ‘Ağabey, çamaşırlarınızı, romanınızı gönderiyorum’ ‘Ağabey, çamaşırlarınızı, romanınızı gönderiyorum’
YAZDIR | YOLLA 05/09/2008 <_script /><_script />SELİM İLERİ (Arşivi)
Başkalarını ne kadar ilgilendirecek, ne kadar üzecek Sabahattin Ali’nin mektupları bilmiyorum, ama beni kahretti. Dedikodunun, kibirlerin, çekememezliklerin, iftiraların ortamında yok edildi o
Yapı Kredi Yayınları çok önemli bir kitap yayımladı: Hep Genç Kalacağım: Sabahattin Ali’ye gönderilmiş mektuplar, Sabahattin Ali’nin gönderdiği mektuplar. Başkalarını ne kadar ilgilendirecek, ne kadar üzecek bu mektuplar bilmiyorum, ama beni kahretti. Edebiyatımızın, yayın dünyamızın maskaralık ortamına dönüştüğü şu son on-on beş yılda, nereden nereye sürüklendiğimizin ya da nerede ne zamandan beri zavallıca debelendiğimizin kanıtı bu mektuplar. Bütün bir roman. Sabahattin Ali’nin yaşamöyküsünü en derin biçimde bu mektuplardan öğreniyoruz. Hep Genç Kalacağım’a uçak yolculuğunda başladım. Üç günlüğüne Bodrum’a gidiyordum. Yaz biterken güneşten ve denizden birkaç gün daha çalmak için. Yolcular, gece saatinin yolcuları; günlerden pazar. İlk yetmiş sayfa yıkıp geçmiyor. Yolun başında, çok yetenekli, ülküler kuşanmış bir genç adama yazılmış, hepsi de masumiyet dolu mektuplar. Hele ‘öğrencilerinin’ yazdıkları. Bodrum’da okumadım. Vicdan azabına gerek yoktu. Fakat hep o sızı: Türk edebiyatının en büyük yazarlarından birinin, 1907’de doğup 1948’de öldürülmüş olmasının sızısı. Erteledim. Ben Sabahattin Ali’yi lise ikinci sınıfta okurken tanıdım. Eseri, Varlık Yayınları’nca yeniden yayımlanıyordu. Başına -kaçıncı defa- yıkımlar açmış ‘Sırça Köşk’ masalı o yıllarda bile sakıncalı bulunduğundan, bu soylu eserin dışında bırakılarak. Bununla birlikte Sabahattin Ali’nin hikâyelerine ve romanlarına vuruldum. Kürk Mantolu Madonna benim için Türk romanının doruklarından, eşsiz bir ruh çözümlemesi romanı. O günlerde, ilk yazılarımdan biri, Sabahattin Ali’nin öyküleri için bir şeyler de yazmaya çalışmıştım. Memet Fuat -sevgili Memet Ağbi- Yeni Dergi’de acemice yazılmış yazıyı okurla buluşturdu. Kaç kişiydi o okur, bilmiyorum. Bugün Türkiye’de kaç kişi Sabahattin Ali’yi tanır, okur, bilmiyorum. Bildiğim, ‘Hanende Melek’ hikâyecisinin dünyanın en duyarlı, en fırtınalı, en değerli yazarlarından olduğu. Ben, Sabahattin Ali’ye sonsuzca borçlananlardanım. Şimdi cumartesi, 30 Ağustos 2008. Öğleden beri mektupları okumayı sürdürüyorum. Mutsuz, içine kapanık, kaygılı. Mektuplar da: “Bu yaşayışın yalnız acılıklarıyla karşı karşıyayım. Zaten hayat denilen şeyin bu demek olduğunu anladım.” (1931) “... mektep karanlık ve her ruhta bir ölülük bir durgunluk var.” (Aynı yıl) “Sabah soğukta koşa koşa mektebe gitmek akşam yorgun dönmek başka bir şey yok gibi...” (1932) “Muhterem Hocam; Hiç ümit etmediğim bu felâket beni çok müteessir etti. Siz sevgili hocamın bu vaziyetine çok acıdım.” (1933) Yazan: ‘Ortamektep ikinci sınıf talebeniz 602 İsmail’. Artık gözyaşlarımı tutamadım. Günü gelince silinip gidecek, mumyasından kimsenin korkmayacağı politikaların mahvettiği onca sanatçıyı, onca yazarı Hep Genç Kalacağım’da birden, yeniden, kim bilir kaçıncı kez, fakat bir kez daha duyumsamamak elde değil. Dedikodunun, kibirlerin, çekememezliklerin, iftiraların ortamında yok edildi Sabahattin Ali. Yaşasaydı, 1943’te yayımlanan Kürk Mantolu Madonna’dan sonra, insan ruhunun gizlerine dair birçok eser daha kaleme getirecekti, Kürk Mantolu Madonna’da vardığı göz kamaştırıcı tahlil gücüyle. Oysa, çok daha acı verecek bir ‘son’a yol alınıyordu: Sabahattin Ali’nin isyankâr kişiliği ‘otorite’yi rahatsız etmişti... “Ağabey” diyor Zihni’ye, Sabahattin Ali’nin dayıkızı, “çamaşırlarınızı, romanınızı gönderiyorum.” Bu cümle de şüphesiz bir roman. 602 İsmail’in -Kimdi? Yaşamı? Yaşıyor mu?- söylediğince; hiç ümit etmediğimiz halde geliyor yıkımlar, birbirimizi yok edişler, bugün hâlâ. Kitabı hazırlayan Sevengül Sönmez, “Hep Genç Kalacağım, Sabahattin Ali’nin kızı Filiz Ali’nin benimle paylaştığı belge ve bilgiyle oluşturulmuş bir kitaptır. Kendisine teşekkürlerim sonsuzdur” diyor. Aziz dostum Filiz Ali’ye, sevgili Sevengül Sönmez’e biz okurların da teşekkürü sonsuz.
GÜNDEŞ ÖNERİLER Karakalem Kesimler, Ayşe Sarısayın, Can Yayınları, 2008.
Zihinleri aydınlatmak
Zihinleri aydınlatmak
RADİKAL KİTAP / 05/09/2008
Roman okumak genç bir insan için nasıl bir serüvendir, şimdilerde bunun karşılığını tam olarak bilmiyorum, ama 1960’ların sonlarıyla 1970’lerdeki okuma uğraşı, okuyabileceğimiz romanlar açık seçik belliyken de gerçek bir arama ve buluş serüveniydi. Hangi romancının ne yaptığını az çok bilerek okumak, okuma düzeyini daha baştan yükselten bir olanak yerine geçer. Romancının dilini, anlatım tekniklerini, kurgusunu ve öteki yaratım öğelerini ayırt ederek ilerleyen okuma süreci, hiç kuşku yok ki niteliğini yukarıda belirler. Kimileri romanın bir zanaatçı gibi okunmasından tat almadığını söyler, ama haklı sayılmazlar. Bir romanı bütün öğelerine sızarak okumak, anlatılan hikâyenin ötesine geçirir okuru. Okuma kültürü bu yaklaşım olmaksızın yükselemez. Bilinç akışının keşfi benim için düzokumadan eleştirel okumaya geçişin en önemli dönemeciydi. Bu başka bir teknikti. İlkin Faulkner’ın Ses ve Öfke romanında, üstelik adamakıllı ağır bir biçimiyle karşılaşmıştım. Eleştiri yazmaya başlamamın nedeni bu romandır. Çünkü Ses ve Öfke, daha roman sanatının tavında dövülmemiş bir genç okur için o denli anlaşılmaz bir romandı ki, ya bu romanı alt edecektim ya da hevesim kırılacaktı. Rasih Güran imzasını taşıyan, bana kalırsa çok yetkin ve yaratıcı bir çeviriden okuyordum üstelik. Sonunda, ilk okumada hiçbir şey anlamadığım romanı ikinci kez okuyup ara vermeden üçüncü kez okuyup çözdüğümü düşündüğüm zaman, yazmayı da düşündüm. Ses ve Öfke’de asıl sorun roman kişilerinin bilinçakışı içinde verilmiş yaşantıları ile akıl, bellek, düşünce süreçleriydi. Öncelikle Benjamin ile Quentin’in art arda gelen bölümlerde bilinç içlerinden geçirdikleri olağanüstü karmaşık ruh durumları, üstelik zamanı da içinden çıkılması güç bir sarmala dönüştürerek zinciri tamamlamaya doğru ilerlerken, eleştirel okumanın ne denli sancılı bir süreç olduğunu benzeri görülmemiş bir açıklıkta gösterir. Neredeyse zamandan başka bir şeyle kendini anlatmayan Ses ve Öfke’nin kahramanları, geçmiş zaman ile şimdiki zamanı hem iç içe geçirip hem de birbirinden apayrı kurgular ki, zamanın nerede oluştuğunu ayırt etmek gitgide güçleşir. Dorrit Cohn, doğrusu hiç de alışılmış sayılamayacak kitabı Şeffaf Zihinler ’de, roman kişilerinin zihinlerinden geçenleri düpedüz yeni bir derinlik sarhoşluğuyla okuyor, çözümlüyor. Bizim edebiyatımızda bir benzerine rastlamak için çok uzun yıllar beklemeyi gerektiren bu ayrıksı kitap, eleştirinin belki önce yazarını ilgilendiren, sonra kimi ilgilendireceği pek bilinmeyen alanlarına ne denli cesaretle gidildiğini de örnekliyor. Dorrit Cohn, roman kişilerinin zihinlerinden geçenleri okurken, elbette William Faulkner ile Ses ve Öfke’ye de uğruyor. “Hiç konuşmayan bir budala” olarak nitelediği Benjy’nin kendi kendine konuşmasını “monolog gerçeksiliğinden radikal sapma” olarak niteliyor.
Okuma eyleminin nesneleri Ses ve Öfke’de Benjy, Quentin ve Jason’ın zihinsel süreçlerini “hafıza monoloğu” olarak saptayan Dorrit Cohn, öteki tüm monologların tersine, hafıza monologlarında şimdiki zaman içindeki konuşmaların eşzamanlılıktan bütün bütüne uzak düştüğünü belirtiyor ve, “Monologcu yalnızca bedensiz bir aracı zamanda ve mekânda açık bir konuma sahip olmayan saf bir hafıza olarak var olur,” diyor. Dolayısıyla monolog sahipleri olan roman kişileri aslında yalnızca aracıdır ve okuma eyleminin nesneleri onlar değil, yalnızca monologlarda okuduklarımızdır. Gene de şu noktayı roman sanatının bir açmazı olarak kabul etmek durumundayız, kurmacanın doğası budur, demeden: Okur, iç monologlar ile bilinçakışı içinde oluşup geçen ruh durumlarını ve onlara bağlanan yaşantıları okur anlamakta güçlük çeker, roman kişileri, o sarsak durumlar içinde salınırken, roman yazarı bütün olup bitenleri bilmektedir. Roman, hayatın içinden hayalleri çıkarır, sonra onları dilin ve anlatım biçimlerinin içinde bir kez daha bozarak yazınsal bir gerçeklik oluşturur, ama bunlar da sonunda her şeyi bilen yazarın yapaylığı son kerteye çıkararak kurduğu dünya karşısında bizi kuşkuya düşürebilir. Roman sanatının kurmaca içindeki bu aşırı yapaylığını önleyip gerçek bir yazınsal gerçekliğe dönüştürecek olan etmen, yazarın yapıtın yayımlanmasından sonra hiçbir biçimde söz alıp araya girmemesi, onun yerine yazınsal eleştiri ile yazar ya da okurun nitelikli okuma süreçlerinin yapıtı dilediğince anlamlandırabilmesidir. Sözgelimi Faulkner’ın çıkagelip Ses ve Öfke’nin belki bugün hâlâ çözülmemiş gizlerini televizyon ekranlarından anlatması, sonunda bu büyük romanın edebiyat tarihinin modern klasikleri arasından o anda çıkmasına neden olmaz mı? Demek ki yazarın, romanını yaratırken verebileceği bütün anlamları verme becerisi, ustalığının birinci ölçütüdür. Neden sonra karışması olanaksız bir yaratının peşinde geçirdiği zaman, bu yüzden gerçekten de yıpratıcıdır, ama son noktayı koyduktan sonra çaresiz bir bireyden farkı kalmaz. Düşünün ki, roman yazarı yalnızca kendi iç dünyasını ve aklından geçenleri bilmektedir ve o kendi bireyliğini yaşamış bir tek bireydir. Dolayısıyla nasıl olur da yazdığı romanın kendine benzemeyen kişiliklerinin iç dünyalarını ve psikolojilerini inandırıcı biçimde yaratır? İşte orada Dostoyevski ya da Faulkner da olunuyor, bugün adlarını artık belki bir daha hiç hatırlamayacağımız romancı da. Kendi iç dünyasını er geç tüketecek olan yazarın iç monologlar ve bilinçakışından yararlanarak ölümsüz roman kişileri yaratabilmek için elinde bulabileceği tek olanak, büyük hayat deneyimi ve o hayatın içinde yakından yaşadığı çok sayıda insanın varlığından edindiği birikimdir.
Modernizmin işlevi Klasik romanın büyük gerçekçileri romanı gerçek hayatı yansıtan bir yaratıcılıkla sınırlıyordu belki, ama ne bugün roman insanın bilinmeyen yüzlerini aramaktan vazgeçebilir, ne de iç dünyaların çözülmemiş gizlerinden. Doritt Cohn, “Roman, yol boyunca gezdirilen bir aynadır” ya da “Romanın yegâne varoluş nedeni yaşamı temsil etmeye çalışmasıdır” sözlerini aldığı Stendhal’in de iç monologları kullandığını belirtir, Ulysses’ten önce iç monolog diye bir şey yoktur, diyenlere karşı; sözgelimi Kızıl ve Kara ya da Suç ve Ceza ’daki “dolaysız düşünce alıntılarını” (iç monologları) nasıl açıklamak gerektiğini de sorar ki, yerindedir; gerçekten de bilinçakışının öncesinde içkonuşmaları kullanan yazarlar arasında ilk akla gelenlerdendir Stendal. Çünkü Kızıl ve Kara ile Parma Manastırı gibi iki roman yalnızca aynayı dışarıda gezdirerek yaratılamazdı; kaçınılmaz biçimde büyük roman kişilerinin iç dünyalarında olup bitenler de kurcalanacaktı. Aradaki geçiş döneminde, Schopenhauer, bir geçiş döneminin aynası olabilecek yeni düşünceleri Dorrit Cohn’un aktardığı şu sözlerle simgeler: “Bir roman iç yaşamı ne kadar çok, dış yaşamı da ne kadar az sunarsa, o kadar yüce ve yüksek bir amaca hizmet etmiş olacaktır. .... Sanat asgari dış hareketle azami iç hareketi başarma meselesidir; zira esas merak ettiğimiz şey iç yaşamdır.” Kötümserliği, Schopenhauer’i iç dünyanın felsefesini anlamaya itmiştir ya da felsefesi kötümserliği aşılamıştır kendine; ne olursa olsun, yukarıdaki yenilikçi sözleri modernizmin kıyısında, bireyin iç dünyasına eğilmeye zorunlu bir sanat anlayışına getirmiştir onu. Artık edebiyat, insanın ister iç dünyasının gizlerine, ister dışsal hayatın köşe bucakta kalmış ayrıntılarına yönelsin, bilinen gerçekçiliğin yerine yeni bir gerçekçilik geçiriyordu ki, modernizm bu işlevi üstenmişti. Şeffaf Zihinler, okumayı iyi bildiğimiz somut hayatların yanı sıra, zihinden geçen hayatların nasıl okunacağını tartışıyor. Eleştirinin yeni bir alanında düşünüp derinleşmeye çağrıdır bu.
Yorum (yok) | Yorum yaz! | Bağlantı | Etiketler : Türk Edebiyatı, Deneme Orhan Pamuk’tan bir aşk romanı Tarih: 04:22 on 8/9/2008 Kategori: Inceleme , Kitap Orhan Pamuk’tan bir aşk romanı
RADİKAL KİTAP / 29/08/2008
Orhan Pamuk, Masumiyet Müzesi’nin on yıldır üzerinde çalışıyor. Bu kitap bir aşk romanı, ama Nişantaşı, İstanbul’un zengin çevreleri, kentin sokakları, dostluklar, yalnızlar gibi Orhan Pamuk’un gözde temalarının tümünü de barındırıyor. Özelllikle, aşk, bağlılık, cinsellik gibi konulara samimi yaklaşımıyla okuru kendine bağlayacak bir roman Masumiyet Müzesi.
Roman, 1975 Mayıs’ında başlıyor. Tekstil zengini Basmacı ailesinin okumuş otuz yaşındaki oğulları Kemal, nişan hazırlıkları içindedir. Artık servetini yitirmiş bir paşazade ailenin kızı Sibel’le evlenecektir. Bir gün, uzak akrabaları olan Keskin ailesinin on sekiz yaşındaki güzel kızı Füsun’la karşılaşır. Bir butikte tezgâhtarlık yapan Füsun’la aralarında bir aşk başlar. Zamanla bu aşk Kemal’in yaşamını kökten etkileyecek, onu tutkulu bir insana dönüştürecektir. Kemal, o baştaki mutlu anların birer hatırası olarak toplamaya başladığı nesneleri zamanla bir koleksiyoncu titizliğiyle biriktirecek, artıracak, saklayacak ve sonra bir müzeye dönüştürecektir. Füsun’la olan aşklarının müzesine, Masumiyet Müzesi’ne. 70’lerden günümüze kadar uzanan uzun hikâye, bu müzedeki nesnelerle birlikte gelişip ilerliyor. Kemal Basmacı’nın ağzından anlatılan romanın sonunda, tıpkı Kar’da olduğu gibi yazar Orhan Pamuk da giriyor.
Romanın çok önemli bir özelliği, gerçekten bir Masumiyet Müzesi kurulacak olması. Çukurcuma’da açılacak müze hazırlanıyor...
Hayatımın en mutlu anı
* Hayatımın en mutlu anıymış, bilmiyordum. Bilseydim, bu mutluluğu koruyabilir, her şey de bambaşka gelişebilir miydi? Evet, bunun hayatımın en mutlu anı olduğunu anlayabilseydim, asla kaçırmazdım o mutluluğu. Derin bir huzurla her yerimi saran o harika altın an belki birkaç saniye sürmüştü, ama mutluluk bana saatlerce, yıllarca gibi gelmişti. 26 Mayıs 1975 Pazartesi günü, saat üçe çeyrek kala civarında bir an, sanki bizim suçtan, günahtan, cezadan ve pişmanlıktan kurtulduğumuz gibi, dünya da yerçekimi ve zamanın kurallarından kurtulmuş gibiydi. Füsun’un sıcaktan ve sevişmekten ter içinde kalmış omzunu öpmüş, onu arkadan yavaşça sarmış, içine girmiş ve sol kulağını hafifçe ısırmıştım ki, kulağına takılı küpe uzunca bir an sanki havada durdu ve sonra da kendiliğinden düştü. O kadar mutluyduk ki, o gün şekline hiç dikkat etmediğim bu küpeyi sanki hiç fark etmedik ve öpüşmeye devam ettik. (sayfa1) * Babam, garsona ‘tek’ işareti yapıp önce kendine, sonra gözlerimin içine bakıp bana -gene eliyle ölçüyü göstererek- birer rakı daha istedi. “Hani senin kasvetlerin, sıkıntıların geçmişti” dedi annem babama. “Ne oldu gene?” “Oğlumun nişanında içip eğlenmeyecek miyim?” dedi babam. “Ah canım, o ne güzellik!” dedi annem Sibel’i görünce. “Elbise de şahane olmuş, inciler de yerine oturmuş. Ama kız o kadar harika bir şey ki, ne giyse şahane gözüküyor... Ne hoş, ne zarif taşıyor değil mi elbiseyi? Ne tatlı, ne hanımefendi kız! Oğlum sen de ne kadar talihlisin biliyor musun?” Sibel az önce önümüzden geçen iki güzel arkadaşıyla kucaklaştı. Kızlar az önce yaktıkları uzun filtreli ince sigaralarını dikkatle tutarak ve birbirlerinin makyajını, saçlarını ve elbiselerini bozmamaya abartılı bir gayret göstererek, rujdan kıpkırmızı ve pırıl pırıl dudaklarını hiçbir yere değdirmeden öpüştüler ve birbirlerinin kıyafetlerine bakıp gerdanlık ve bileziklerini birbirlerine göstererek gülüştüler. “Her akıllı insan hayatın güzel bir şey olduğunu, amacının da mutlu olmak olduğunu bilir” dedi babam üç güzel kızı seyrederken. “Ama sonra yalnızca aptallar mutlu olur. Nasıl izah edeceğiz bunu?” “Çocuğun hayatının en mutlu günlerinden biri bu, ona niye bu lafları ediyorsun Mümtaz?” dedi annem. Bana döndü. “Hadi oğlum, ne duruyorsung itsene Sibel’in yanına... Her an yanında ol onun, her mutluluğunu paylaş!..” (sayfa 119) * “...Hiç Türk filmine gider misiniz?” “Çok az.” “Avrupa görmüş zenginlerimiz Türk filmlerine alay etmek için giderler. Ben de yirmi yaşındayken öyle düşünürdüm. Ama artık Türk filmlerini eskisi gibi küçümsemiyorum. Füsun da şimdi Türk filmlerini çok seviyor.” “Allahaşkına bana da öğretin, ben de seveyim” dedim. “Öğretirim” dedi damat bey içtenlikle gülümseyerek. “Ama sayenizde çekeceğimiz filmler onlar gibi olmayacak, merak etmeyin. Füsun’un köyden şehre indikten sonra, Fransız dadı sayesinde üç günde hanımefendi olacağı bir film yapmayacağız mesela.” “Zaten ben de dadıyla kava ederdim hemen” dedi Füsun. “Ya da zengin akrabaları tarafından fakir olduğu için küçümsenen Sindirella da olmayacak bizim filmimizde” diye devam etti Feridun. “Küçümsenen fakir akrabayı oynamak isterdim aslında” dedi Füsun. Sözlerinde bana dönük bir alaycılık değil, bana acı veren bir hafiflik ve mutluluk hissediyordum. Bu hafif hava içerisinde ortak aile hatıralarından, Çetin’in kullandığı Chevrolet’yle yıllar önce Füsun ile bir İstanbul gezintisine çıktığımızdan, uzak mahallelerde, dar sokaklarda oturan ve kimi ölmüş, kimi ölmekte olan uzak akrabalardan ve başka pek çok şeyden söz ettik. (sayfa 281) * Füsunların (Keskinlerin) evi, Çukurcuma Caddesi (halk arasında ‘Yokuşu’) ile daracık Dalgıç Sokak’ın kesiştiği köşedeydi. Haritadan da anlaşılabileceği gibi, buradan kıvrıla kıvrıla ilerleyen dik yokuşlardan on dakikada Beyoğlu’na, İstiklâl Caddesi’ne çıkılırdı. Bazı akşamlar dönüş yolunda Çetin ara sokaklardan ağır ağır kıvrılarak Beyoğlu’na çıkar, ben de arka koltukta sigara içerek ev içlerini, dükkânları, sokaklardaki insanları seyrederdim. Parke taşla kaplı bu dar sokaklarda, kaldırımlara yıkılacakmış gibi eğilen yıkıntı halindeki ahşap evler, Yunanistan’a göçen son Rumların bıraktığı boş binalar ve o boş yapılara kaçak yerleşen yoksul Kürtlerin pencerelerden dıarıya uzattıkları soba boruları, geceye korkutucu bir görüntü verirdi. Gece yarıları Beyoğlu yakınlarındaki küçük karanlık eğlence yerleri, meyhaneler, kendilerine ‘içkili gazino’ diyen pavyonlar, büfeler, sandviç satan bakkallar, Spor-Toto bayileri, uyuşturucu, kaçak Amerikan sigarası ya da viski bulabileceğin tütüncü dükkânları, hatta plak-kaset bayileri bile geç saatlere kadar açık olur, bütün bu yerler kederli hallerine rağmen, bana hayat dolu ve çok da canlı gelirdi. Tabii ancak Füsunların evinden huzurlu bir şekilde çıkmışsam böyle hissederdim. Pek çok gece, Keskinlerin evinden, artık oraya bir daha gelmeyeceğimi, bunun son olması gerektiğini düşünerek çıkar, Çetin’in kullandığı arabanın arka kolduğunda mutsuzluktan baygın gibi yatardım. Bu mutsuz geceler daha çok ilk yıllarda olurdu. (sayfa 321)
Orhan Pamuk’un yeni romanı ‘Masumiyet Müzesi’ bugün kitapçılarda. Tüm dünyada Orhan Pamuk okurlarının iple çektiği romandan tadımlık alıntılar yaptık
Orhan Pamuk, Masumiyet Müzesi’nin on yıldır üzerinde çalışıyor. Bu kitap bir aşk romanı, ama Nişantaşı, İstanbul’un zengin çevreleri, kentin sokakları, dostluklar, yalnızlar gibi Orhan Pamuk’un gözde temalarının tümünü de barındırıyor. Özelllikle, aşk, bağlılık, cinsellik gibi konulara samimi yaklaşımıyla okuru kendine bağlayacak bir roman Masumiyet Müzesi.
Roman, 1975 Mayıs’ında başlıyor. Tekstil zengini Basmacı ailesinin okumuş otuz yaşındaki oğulları Kemal, nişan hazırlıkları içindedir. Artık servetini yitirmiş bir paşazade ailenin kızı Sibel’le evlenecektir. Bir gün, uzak akrabaları olan Keskin ailesinin on sekiz yaşındaki güzel kızı Füsun’la karşılaşır. Bir butikte tezgâhtarlık yapan Füsun’la aralarında bir aşk başlar. Zamanla bu aşk Kemal’in yaşamını kökten etkileyecek, onu tutkulu bir insana dönüştürecektir. Kemal, o baştaki mutlu anların birer hatırası olarak toplamaya başladığı nesneleri zamanla bir koleksiyoncu titizliğiyle biriktirecek, artıracak, saklayacak ve sonra bir müzeye dönüştürecektir. Füsun’la olan aşklarının müzesine, Masumiyet Müzesi’ne. 70’lerden günümüze kadar uzanan uzun hikâye, bu müzedeki nesnelerle birlikte gelişip ilerliyor. Kemal Basmacı’nın ağzından anlatılan romanın sonunda, tıpkı Kar’da olduğu gibi yazar Orhan Pamuk da giriyor.
Romanın çok önemli bir özelliği, gerçekten bir Masumiyet Müzesi kurulacak olması. Çukurcuma’da açılacak müze hazırlanıyor...
Hayatımın en mutlu anı
* Hayatımın en mutlu anıymış, bilmiyordum. Bilseydim, bu mutluluğu koruyabilir, her şey de bambaşka gelişebilir miydi? Evet, bunun hayatımın en mutlu anı olduğunu anlayabilseydim, asla kaçırmazdım o mutluluğu. Derin bir huzurla her yerimi saran o harika altın an belki birkaç saniye sürmüştü, ama mutluluk bana saatlerce, yıllarca gibi gelmişti. 26 Mayıs 1975 Pazartesi günü, saat üçe çeyrek kala civarında bir an, sanki bizim suçtan, günahtan, cezadan ve pişmanlıktan kurtulduğumuz gibi, dünya da yerçekimi ve zamanın kurallarından kurtulmuş gibiydi. Füsun’un sıcaktan ve sevişmekten ter içinde kalmış omzunu öpmüş, onu arkadan yavaşça sarmış, içine girmiş ve sol kulağını hafifçe ısırmıştım ki, kulağına takılı küpe uzunca bir an sanki havada durdu ve sonra da kendiliğinden düştü. O kadar mutluyduk ki, o gün şekline hiç dikkat etmediğim bu küpeyi sanki hiç fark etmedik ve öpüşmeye devam ettik. (sayfa1) * Babam, garsona ‘tek’ işareti yapıp önce kendine, sonra gözlerimin içine bakıp bana -gene eliyle ölçüyü göstererek- birer rakı daha istedi. “Hani senin kasvetlerin, sıkıntıların geçmişti” dedi annem babama. “Ne oldu gene?” “Oğlumun nişanında içip eğlenmeyecek miyim?” dedi babam. “Ah canım, o ne güzellik!” dedi annem Sibel’i görünce. “Elbise de şahane olmuş, inciler de yerine oturmuş. Ama kız o kadar harika bir şey ki, ne giyse şahane gözüküyor... Ne hoş, ne zarif taşıyor değil mi elbiseyi? Ne tatlı, ne hanımefendi kız! Oğlum sen de ne kadar talihlisin biliyor musun?” Sibel az önce önümüzden geçen iki güzel arkadaşıyla kucaklaştı. Kızlar az önce yaktıkları uzun filtreli ince sigaralarını dikkatle tutarak ve birbirlerinin makyajını, saçlarını ve elbiselerini bozmamaya abartılı bir gayret göstererek, rujdan kıpkırmızı ve pırıl pırıl dudaklarını hiçbir yere değdirmeden öpüştüler ve birbirlerinin kıyafetlerine bakıp gerdanlık ve bileziklerini birbirlerine göstererek gülüştüler. “Her akıllı insan hayatın güzel bir şey olduğunu, amacının da mutlu olmak olduğunu bilir” dedi babam üç güzel kızı seyrederken. “Ama sonra yalnızca aptallar mutlu olur. Nasıl izah edeceğiz bunu?” “Çocuğun hayatının en mutlu günlerinden biri bu, ona niye bu lafları ediyorsun Mümtaz?” dedi annem. Bana döndü. “Hadi oğlum, ne duruyorsung itsene Sibel’in yanına... Her an yanında ol onun, her mutluluğunu paylaş!..” (sayfa 119) * “...Hiç Türk filmine gider misiniz?” “Çok az.” “Avrupa görmüş zenginlerimiz Türk filmlerine alay etmek için giderler. Ben de yirmi yaşındayken öyle düşünürdüm. Ama artık Türk filmlerini eskisi gibi küçümsemiyorum. Füsun da şimdi Türk filmlerini çok seviyor.” “Allahaşkına bana da öğretin, ben de seveyim” dedim. “Öğretirim” dedi damat bey içtenlikle gülümseyerek. “Ama sayenizde çekeceğimiz filmler onlar gibi olmayacak, merak etmeyin. Füsun’un köyden şehre indikten sonra, Fransız dadı sayesinde üç günde hanımefendi olacağı bir film yapmayacağız mesela.” “Zaten ben de dadıyla kava ederdim hemen” dedi Füsun. “Ya da zengin akrabaları tarafından fakir olduğu için küçümsenen Sindirella da olmayacak bizim filmimizde” diye devam etti Feridun. “Küçümsenen fakir akrabayı oynamak isterdim aslında” dedi Füsun. Sözlerinde bana dönük bir alaycılık değil, bana acı veren bir hafiflik ve mutluluk hissediyordum. Bu hafif hava içerisinde ortak aile hatıralarından, Çetin’in kullandığı Chevrolet’yle yıllar önce Füsun ile bir İstanbul gezintisine çıktığımızdan, uzak mahallelerde, dar sokaklarda oturan ve kimi ölmüş, kimi ölmekte olan uzak akrabalardan ve başka pek çok şeyden söz ettik. (sayfa 281) * Füsunların (Keskinlerin) evi, Çukurcuma Caddesi (halk arasında ‘Yokuşu’) ile daracık Dalgıç Sokak’ın kesiştiği köşedeydi. Haritadan da anlaşılabileceği gibi, buradan kıvrıla kıvrıla ilerleyen dik yokuşlardan on dakikada Beyoğlu’na, İstiklâl Caddesi’ne çıkılırdı. Bazı akşamlar dönüş yolunda Çetin ara sokaklardan ağır ağır kıvrılarak Beyoğlu’na çıkar, ben de arka koltukta sigara içerek ev içlerini, dükkânları, sokaklardaki insanları seyrederdim. Parke taşla kaplı bu dar sokaklarda, kaldırımlara yıkılacakmış gibi eğilen yıkıntı halindeki ahşap evler, Yunanistan’a göçen son Rumların bıraktığı boş binalar ve o boş yapılara kaçak yerleşen yoksul Kürtlerin pencerelerden dıarıya uzattıkları soba boruları, geceye korkutucu bir görüntü verirdi. Gece yarıları Beyoğlu yakınlarındaki küçük karanlık eğlence yerleri, meyhaneler, kendilerine ‘içkili gazino’ diyen pavyonlar, büfeler, sandviç satan bakkallar, Spor-Toto bayileri, uyuşturucu, kaçak Amerikan sigarası ya da viski bulabileceğin tütüncü dükkânları, hatta plak-kaset bayileri bile geç saatlere kadar açık olur, bütün bu yerler kederli hallerine rağmen, bana hayat dolu ve çok da canlı gelirdi. Tabii ancak Füsunların evinden huzurlu bir şekilde çıkmışsam böyle hissederdim. Pek çok gece, Keskinlerin evinden, artık oraya bir daha gelmeyeceğimi, bunun son olması gerektiğini düşünerek çıkar, Çetin’in kullandığı arabanın arka kolduğunda mutsuzluktan baygın gibi yatardım. Bu mutsuz geceler daha çok ilk yıllarda olurdu. (sayfa 321)
CEM ERCİYES Her zaman önünden geçerken dönüp baktığım, son yıllarda girişteki masada oturan korumanın varlığından Orhan Pamuk’un İstanbul’da olup olmadığını çıkartmaya çalıştığım, Cihangir’deki aparTmana girip, ofisine çıktığımızda o bir gazete için uzak bir semtteki afiş müzesinde yaptıkları fotoğraf çekiminden yeni dönmüştü. 10 yıldır ‘Masumiyet Müzesi’ni yayımlamış olmanın keyfi üzerinde, şakalar yapan, (eğer fotoğraf çekimi yapmayacaksak) şortuyla gezinmeyi tercih eden bir Orhan Pamuk. ‘Masumiyet Müzesi’ objelerinin fotoğraflarını çekmek üzere oradayız, aynı şeyi Süddeutsche Zeitung da yapmış. Almanya’nın en etkili gazetelerinden biri, on iki sayfalık özel ek vermeye hazırlanıyormuş. Kendisine gösterilen ilgiyi heyecanla anlatıyor. Bizim bir saatte yaptığımız çekim için profesyonel bir ekip üç gün uğraşmış, “Eh, Doğu-Batı meselesi diyelim” diyorum, o bunun daha çok zenginlikle ilgili olduğunu söylüyor, belki de bizi teselli etmek için...
TANITIMA GEREK KALMADI Gitmişken romanla ilgili bir kaç soru sormaya hazırlanıyorum. Tabii belki artık 15. söyleşisini verecek biri Orhan Pamuk. Bu durum kimilerinin tepkisini çekiyor, ama aslına bakarsanız bu kez Orhan Pamuk için öncekilere göre çok daha ‘ölçülü’ bir tanıtım kampanyası yapılıyor. Ne billboardlar var ne sinema reklamları. Gazete ve dergilerde ilanlar az, kendisi röportaj vermekte adamakıllı isteksiz davranıyor. “Artık benim tanıtılmama gerek yok diye düşündüler herhalde. İkincisi, öyle çok fazla reklam kampanyası tepki çekiyordu. Bana sorduklarında ‘kitabın çıktığı duyulsun yeter’ dedim. İşte biraz da röportaj yapıyoruz, kitabın konuları üzerine düşünüyoruz, bu kadarı yeter diye düşündüm. Bir de eskiden reklam kampanyaları çok dikkat ve bence haklı olmayan tepki çekerdi. Ben bu tepkileri de istemiyorum. İstemediğim için daha sessiz ve derinden gittik.” ‘Masumiyet Müzesi’ni epeydir merakla bekleyenlerden biriyim. Nobel ödülü, dünyadaki herkes gibi benim de merakımı kamçılamıştı. Bunun bir aşk romanı olmasından çok, nesnelerle kurduğu ilişki, bir müze kataloğu gibi yazılıyor olması ilgimi çekiyordu. Pamuk’un topladığı ve yazdığı nesnelerle oluşturduğu romanı, tam da bu özelliği nedeniyle tüm diğer kitaplarından daha oyunlu ve katmanlı aslında. Her zamankinden daha akıcı bir üslupla, kitap kurtlarından eleştirmenlere ne sebeple eline almış olursa olsun, benim gördüğüm herkesin (kendimi de katıyorum) çok beğendiği bir roman. Roman saplantılı bir aşkı anlatıyor; bir adamın bir kadına duyduğu aşkın nasıl bir tutkuya dönüştüğünü, onu nasıl bir hayranlık ve dikkatle izlediğini, onu çağrıştıran her şeye nasıl bağlandığını ve hatta ‘o olmak’ isteyecek kadar onunla ilgili olduğunu ince ince, içinize işleyerek anlatıyor. Bunu yaparken, o aşkı anlaşılmaz metafizik bir durum olarak değil, karakterlerin kişilikleri, normların, adetlerin yani bir kültürün yönlendirmeleri ve dayatmalarıyla birlikte tanımlıyor. Böylece Orhan Pamuk her zaman çok sevdiği gibi Nişantaşılı zengin aileleri ve sosyeteyi eleştirmeyi sürdürüyor (biraz da iğneyi kendine de dokundurmanın verdiği rahatlıkla), Çukurcuma’daki orta sınıf evlere girip oradaki yaşantıyı anlatıyor (bu kez misafir olmanın getirdiği bir dikkat ve özenle), kadın-erkek ilişkilerinin tanışmalardan dedikodulara, bakışmalardan sevişmelere nasıl yaşandığını ve yaşanamadığını uzun uzun tartışıyor. İşin içine 12 Eylül’ün sokağa çıkma yasakları da giriyor, Boğaz meyhaneleri de, televizyonun başında uzun saatler geçirme alışkanlığımız da... Kahramanımız Kemal, Füsun’a aşık ama nişanlısı Sibel’den de ayrılmak istemiyor, ona karşı “cinsel aşkla değil ama çok büyük şevkatle beslenen bir sevgi” duyuyor. Bu cümleyi okuyorum Orhan Pamuk, “Valla öyle bitip tükenmez konular ki, ben de kitabımı okuyarak anlamaya çalışıyorum Cem Bey,” diyerek gülüyor... Ben yine sorumu tekrarlıyorum, anlatıyor: “Aşk, bütün müzik parçalarının, gazetelerin konuştuğu bir şey olarak bir büyük kültürel olgu. Birisine derin bir duygu duyduğumuz zaman o kelimeyle nitelendiriyoruz ve bütün bir geleneğin yükünü o duyguya boca ediyoruz. Sevgi konusundaysa o kadar az yazılmış ki, manşetlerde değil, öylesine bir konu olarak geçiştiriliyor. Bir gün kültür değişir ve sevgi daha önde olabilir belki.” ‘Masumiyet Müzesi’nin anlattığı aşk hikâyesinin en etkili yanlarından biri zaman. Sekiz yıl, yaşadığı aşk için hiçbir şey değişmese de, utanıp sıkıldığı halde bir rutine dönüştürdüğü ziyaretleri sürdüren Kemal’in zamanla kurduğu ilişki günleri saymanın ötesinde bir şey. “Tam yedi yıl on ay Çukurcuma’ya, Füsun’u görmeye akşam yemeğine gittim” diye başlayan ‘Zaman’ adlı bölümde o eve içindeki ‘özel zamanı’ solumak için gittiğini anlatıyor Kemal. Dışarıda, diğer insanlarla ilişkilenmeyi sağlayan ‘resmi zamana’ karşın evlerin içinde bir ‘özel zaman’ yaşanıyor. ‘Anlar’, kapsadıkları duygularla birlikte hatıralara dönüşüyorlar. O hatıraların içine sindiği eşyalar, görüp dokunduğunuzda bir nevi durmuş zamanı, o anları size hatırlatıyor. Romanda bununla ilgili “Hayatımızı böyle yoğun anların tek tek her biri olarak düşünmeyi öğrenirsek, sevgilimizin sofrasında sekiz yıl beklemek bize alay ediecek bir tuhaflık, bir saplantı gibi değil, şimdi yıllar sonra düşündüğüm gibi Füsunların sofrasında geçirilmiş 1593 mutlu gece gibi gözükür,” diyor Kemal. Orhan Pamuk da romanda Kemal’e toplattığı eşyalar aracılığıyla kuracağı müzede işte bu zamanı yaşamamızı, Kemal’in anlarını ve Füsunların evindeki atmosferi hissetmemizi hedefliyor. Zaman bahsi açılınca aklıma Pamuk’a sevdiği bir yazarın, Tanpınar’ın zaman kavramı geliyor. Bir ilişki var mı? “Hayır,”?diyor “Onlara çok bakmadım.?Evet, Tanpınar?zamanla ilgilenmiş, onu bir estetik değer olarak görmüştü. Bu Tanpınar döneminin moda konusuydu, Proust, Bergson, Nabakov... Modernist romanın bir?dönemki Bergson etkisiyle, Proust etkisiyle ele aldığı bir konu bu. Ama benim derdim o değil. Belki ben onlara, ‘anlayan anlar’ diye bir modernist parantez açıyorum ama aslında başka şeyle ilgilendim. En basit ifadeyle: Sekiz yıl bir eve giden kahraman ‘amma da çatlak’ denmesin diye... Çünkü öyle bir çatlak olduğunu düşünmüyorum kahramanımın. Ben aslında o zamansızlık duygusunu, Kemal’in Çukurcuma’da bir eve sekiz yıl gitmesi gibi şeyleri çok severim. Çünkü bence mutlu olmak zamanı unutmaktır.”
‘BİLMEK VE MUTLULUK’
Kitabın mutlulukla ilgili olduğunu anlamak zor değil, “Hayatımın en mutlu anıymış, bilmiyordum” diye başlayıp, “Herkes bilsin çok mutlu bir hayat yaşadım” diye bitiyor. Kemal’in onca sıkıntıdan ‘mutlu anları’ seçmesi üzerine konuşmak istiyorum ama “roman karakterlerimi anlatmam” diyor. O zaman Orhan Pamuk’un ‘mutluluk’ kavramını konuşalım: “Kitabım sadece mutlulukla başlayıp, mutlulukla bitmiyor, bunu kimse farketmedi, artık kendim söyleyebilirim. ‘Bilmek ve mutlulukla’ başlayıp, ‘bilmek ve mutlulukla’ bitiyor. ‘Mutluymuşum bilmiyordum...’, ‘Herkes bilsin mutlu yaşadım’. Çünkü mutluluğun farkında olmak da mutlu olmakla çok yakın bir şey. Füsun ehliyet sınavından çaktıktan sonra Sarıyer plajına gittikleri zaman, biraz suskun duruyorlar. Sonra bir arkadaşları görüyor onları ve onlara sessiz sessiz göründüğü için endişe duyuyor. Akrabası fakir kızın yıllardır peşine düşüp rezil olduğu için değil mutlu gözükmeyeceği için bir an mutsuz oluyor. Mutlu olmak aynı zamanda başkalarının sizin mutlu olduğunuzu düşünmeleriyle de ilgili ve Kemal bunun fazlasıyla farkında.” Sonra sözü kendisine getiriyor, “Bu kitapta benim hayatta yaşlanmamla ilgili, olgunlaşmamla ilgili bir şey var. Hayattaki önemli değer benim için, artık yaşım ilerledikçe, mutluluk oluyor. Mesela ‘Kara Kitap’taki gizli değer bilmek, akıllı olmak, yüzeysel olmak... Burada ise satır aralarınan çıkan değer, kahramanların bilinçli olarak ya da bilmeden hem fikir gibi gözüktükleri şey, ‘mutlu olmak lazım hayatta’. Öyle davranıyorlar. Ben de inanıyorum buna, hep birlikte böyle düşünüyoruz.” Biz bunları konuşurken, Muhsin ‘mutluluk nesneleri’nin fotoğraflarını çekiyor. Ofis olarak kullandığı dairede camekanlı kitap raflarına doldurulmuş, masanın üzerine, diğer odalara yayılmış romanda geçen yüzlerce biblo, toka, ayakkabı, elbise, oyuncak, saat, kalem, fotoğraf, kartpostal, bilet vs arasında gezinip seçtik o eşyaları. “İki buçuk yıl iyice yoğunlaştım buna. Gezdikçe görüyordum, görüyor da almıyordum. Sonra alır koyarım, nasılsa orada var, diyordum. Ben koleksiyoncu değilim, koleksiyoncu hemen alır. Mesela teyzemin masasında sarı sürahi vardı. Onu severdim, çocukken. Yazarken, bunu alırım teyzemden dedim. Bu arada teyzem vefat etti, buyrun bakalım. Bunun gibi durumlar oldu.” Müzenin tamamlanması için daha yapacak çok şey var. Bazı eşyaları bulmak, üretmek onları Füsunların evini hatırlatacak bir atmosferle sergilemek için bir ekiple çalışmış Orhan Pamuk. İstediği gibi gitmemiş, romanın çıkış tarihine yetişmemiş müze. Ama onu artık açacağını biliyor, içi rahat. “Unutmayın” diyor, “Ben 10 yıl önce bunlardan bahsettiğim zaman en yakınım bile ‘üşüttün mü sen’ gibi bakıyordu bana. O zaman şimdiki gibi ‘ünlü’ de değildim. On yıl önce, ‘Benim Adım Kırmızı’ biterken bu fikir vardı. Nitekim Çukurcuma’daki evi de o zaman aldım. Benim için hoş olan bu fikri gerçekleştirmekti. Müzeyi hâlâ açabilmiş değilim. Ama galiba artık açabileceğimi görüyorum. Hayat da bana yardım etti. Geçen on yılda dünyadaki ünüm, gücüm, o yüzden insanların bunu yapma isteği o kadar arttı ki bunu yapabiliyorum. Bu arada hiç de insanlar ilgilenmeyebilir, benim kitaplarım daha az satabilir, Türkiye’de ve dünyada ilgi daha da düşebilir ve tamamen bir köşede kalabilirdim de yani...” Karşımda Nobel ödüllü bir yazar var ve biz bu ‘olağanüstü’ durumdan hiç söz etmeden konuşuyoruz. Sözünü ettiği on yılda Nobel dahil dünyadaki neredeyse tüm önemli ödülleri, New York Times Bookreview’ın kapağı gibi önemli mecraları Türkiye için ‘olabilir’ kılan bir yazarın hakettiği bir güven ve rahatlık içinde. Şimdi o çılgın hayalinin, dünya edebiyatının en ilginç fikirlerinden birinin ‘olacağını’ bilmenin rahatlığı bu. Dünyanın onu izliyor olmasından bir gerilim değil bir ‘mutluluk’ çıkartıyor Orhan Pamuk. Cihangir’deki ofisi dolduran ‘Masumiyet Müzesi’ne ait eşyalar, kitaplar, masasındaki notların, ona başka başka anları hatırlattığı, hayallerini gerçekleştirmenin atmosferini oluşturduğunu farkedince, o dairenin de galiba Orhan Pamuk’un ‘mutluluk müzesi’ olduğunu fark ediyorum.
Yorum (yok) | Yorum yaz! | Bağlantı | Etiketler : Edebiyat Kırık bir kalbin romanı Tarih: 04:16 on 8/9/2008 Kategori: Arastirma , Müzik
Kırık bir kalbin romanı
Kırık bir kalbin romanı
RADİKAL KİTAP / 05/09/2008
Beklenen roman, okuyucuyla buluştu. 2001 yılında yayımlanan Kar’dan bu yana yeni bir roman yayımlamayan Orhan Pamuk, uzun bir süredir üzerinde çalıştığı Masumiyet Müzesi’ni geçen günlerde tamamladı. Nobel ödülünü kazanmasının ardından yayımlanması bu romanla ilgili beklentileri daha da yükseltmişti. Ve söz konusu beklenti romanı/yazarı manşetlere elbette taşıyacaktı. Geçen hafta Masumiye Müzesi’ne odaklanan medyadan yansıyan haberleri okumuşsunuzdur. Öyleyse, yüzbinlik ilk baskıyla dağıtılan kitabın yakında ikinci baskıya gireceğini, romanda anlatılan hayatı canlandıran bir müzenin hazırlandığını, romanın 592 sayfa, 3071 paragraf, 140366 kelimeden ve 150’den fazla karakterden oluştuğunu, hikâyenin Yeşilçam melodramlarının kalıplarını kullanan bir aşkı anlattığını ve hatta hikâyenin ana akışını biliyorsunuz. Çeviri haklarının otuzun üzerinde dilde yayımlanmak üzere satıldığını, ilk çevirinin bu ay içinde Almanya’da yine yüz binlik ilk baskıyla yayımlanacağını da duymuşsunuzdur. Kara Kitap’ın kahramanı Celal Salik’in, Kar romanının kahramanı Ka’nın, Cevdet Bey ve Oğullar romanınının merkezindeki Cevdet bey ailesinin, İstanbul Hatıralar ve Şehir’den tanıdığımız Pamuk ailesinin ve hatta bizzat Orhan Pamuk’un kendisinin de roman kişileri arasında yer aldığına dikkatiniz mutlaka çekilmiştir. Yazar ve okuyucuyu bütünleştiren bu ayinin maddi ve manevi anlamda getirdiği hareketlilik, edebiyat ve kitap âlemini yaz mevsimin durgunluğundan bir anda çıkardı. Sevindirici. Gelgelelim, üzerinde bu kadar konuşulan bir roman, hakkında eleştiri yazmayı güçleştiriyor; hele ki, kısa bir zamana ve az sayfaya sığdırmak zorunluluğu varsa. Yine de deneyelim...
Kader ağlarını örer Ağırlıklı olarak 1975 ile 85 arasında geçen ama 85’ten 2005’e kadar süren bir hikâye anlatılmış Masumiyet Müzesi’nde. Yani otuz yıllık süreyi kapsayan bir aşk hikâyesi bu. Tipik bir Yeşilçam kalıbı kullanmış Pamuk. Esas oğlan Kemal, Nişantaşılı, tekstil zengini Basmacı ailesine mensup, otuz yaşında, tahsilli, yakışıklı bir adam. Esas kız Füsun ise çok genç, çok güzel, ama yoksul. Kemal’in uzaktan akrabası. Aslında pek akrabası sayılmaz; Kemal’in annesinin ifadesiyle hısım oluyorlar. Füsun, üniversiteye giriş imtihanını kazanamamış, biraz vakit geçirmek, biraz da para kazanmak için, Nişantaşı’nda bir butikte çalışıyor. Kemal, Sibel isimli, kendi gibi iyi aileden, zengin bir kızla nişanlanmak üzere. Kız, Fransa’da tahsil görmüş, nispeten modern fikirli. Yani, eğer evlilik kesinse evlilik öncesi ilişkiye karşı değil. O ilişki de kuruluvermiş müstakbel çift arasında. Kısacası, Kemal ve Sibel için mutlu bir hayatın kapıları aralanmış gibi. Ne var ki, ‘kader ağlarını örmüştür’. Kemal, Sibel’e hediye almak için girdiği butikte Füsun’la karşılaşacak ve romanın asıl hikâyesi başlayacaktır. Kemal ve Füsun arasında cinsellikle şiddetlenen yakıcı aşk, bu aşkın etrafındaki herkesin hayatını derinden sarsmak üzeredir... Füsun’u sevmesine rağmen Sibel’le görkemli bir törenle nişanlanır Kemal. Kalbi kırılan Füsun, Kemal’le ilişkisini kesmiş, izini kaybettirmiştir. Ayrılık acısına dayanamayan Kemal, Sibel’le ilişkisini sürdüremez. Nişan bozulur. Sevinçlidir Kemal, Füsun’u bulup mutlu bir yuva kurmanın hayallerini kurmaktadır. Ama dedik ya, ‘kader ağlarını örmüştür’ bir kere... Kemal, Füsun’u bulduğunda şaşkınlığa uğrayacaktır. Bu kısa zaman aralığında, film işlerinde çalışan sinema aşığı bir gençle evlenmiştir genç kız. Kocasına âşık olmamakla birlikte gururu ve onuru, kocasından boşanıp kendini Kemal’in kollarına atılmasına engeldir. Tuhaf bir hayat başlar Füsun’ların evinde. Kemal, bir aile dostu gibi, neredeyse her akşam Çukurcuma’daki evde, Füsun’un anne ve babasının da dahil olduğu aile ortamının konuğu olacak, küçük mutluluklarla yetinecektir. Dile kolay, ayrılmalarından sonraki tam sekiz yılı Kemal abi sıfatıyla geçirecek, her şeyin yoluna girdiğini sandığı bir anda, yolları bir kez daha o meşum ağlara dolanacaktır...
Aşk romanı mı? Sadece iki aylık bir yakınlaşma anının hayaliyle, başka bir kadına bakmaksızın tam sekiz yıl geçiren bir roman kahramanını anlamakta genç kuşaklar zorlanabilirler. Duygusal eğitimlerini Yeşilçam sinemasının ve ona ilham veren popüler aşk romanlarının anlattığı hikâyelerle tamamlayan kuşaklar için böyle bir derviş sabrı hiç yadırgatıcı değil. Mesela, savaş ve göç nedeniyle zorunlu olarak ayrılan iki sevgilinin özlemlerini gidermek için bir çay bahçesinde senede bir gün de olsa buluşarak taşıdıkları aşkı hikâye eden Senede Bir Gün Geliyor aklıma. Geçen haftaki yazımda edebiyatın öğretilen bir şey olduğunu söylemiştim. Aşk da öyledir. Ritüellerle, şarkılarla, filmlerle, romanlarla öğrenilir. Genel geçer tek bir tarifi yoktur. Tarihe, topluma, o toplumun sınıf ve katmanlarına, kültüre göre değişir. İnsanlar aşklarını kendileri yaşarlar, ne var ki toplumsal ve tarihsel süreçlerce belirlenmiş bir biçimde yaşarlar. Söylemek istediğim -siyasal, külütürel ve ideolojik belirlenmişliği nedeniyle- aşkın bir yalan olduğu değil. Aşkın anlatılarla yayıldığını, beslendiğini ve belirlendiğini düşünüyorum. İnsanlar kendi aşklarını bile hislerine tercüman olan anlatılarla anlarlar. Kimisinin aşkını arabeskler anlatır kimisininkini bir şairin dizeleri. Hangi aşkın daha derin, daha yüce ya da daha şiddetli olduğunu tartışamayız, ama aşkınızın anlatıcısını ve anlatısını seçtiğinizde bir kültürel kimliğe yerleşmeniz kaçınılmazdır. Pamuk’un anlattığı aşk, Cumhuriyet Türkiyesi’nin modern muhafazakâr karakterinden kaynaklanan bir aşk türü. 20. yüzyılın başlarında Batıyla-Doğu arasında melezlenerek hayat bulmuş, çoğaltıla çoğaltıla, nesilden nesile aktarıla aktarıla benimsenmiş, yüceltilmiş, cinselliği neredeyse dışarıda bırakıp sadakati öne çıkarmış bu aşk türü de şimdi biraz tuhaf görünmekle birlikte, aşkın ta kendisidir. Başka bir coğrafyada gözlemleyeceğimiz aşk türlerinden ne daha az ne daha çok gerçektir/kutsaldır/duygusaldır. Ve her aşk türü gibi onu üreten toplumsal tarihle içiçe geçmiştir. İşte bu içiçe geçmişlik sayesindedir ki, Orhan Pamuk, Masumiyet Müzesi romanında bir aşkı anlatırken bireylerden toplumsala sıçrayarak 70’li yılların Türkiye’sine temas etmekte hiç zorlanmıyor. Aşk ve cinsel özgürlüklerle birlikte her türlü hak ve özgürlük talebinin baskılandığı, modernliğin biçimsel olarak alımlandığı, teknoloji ürünü eşyaların hayret ve hayranlık uyandırdığı, sosyetenin komikleştiği, yoksulluğun bugünkü kadar dehşet uyandırmadığı, henüz çocuksu çağlarını süren bir Türkiye’deyiz. Pamuk’un bütün romanlarında değindiği Batılılaşmak meselesi, aşkın ve cinselliğin yaşanma tarzıyla, Masumiyet Müzesi’nde de çıkıyor karşımıza. Ama asıl öne çıkan tarih ve bellek. Orhan Pamuk, toplumun saklı hafızasında hayal gücü sayesinde yaptığı yolculuklarda edindiği tanıklığı toplumun şimdisine sunmayı, böylece bu toplumu geçmişiyle ‘konuşma’ya, diyaloğa sokmaya çalışan, bu yolla toplumu unuttuğu, kapattığı anılarını yeniden düşünmeye zorlayan bir yazar. Zamanın ve belleğin izini sürüyor. Şimdi gerilerde kalmış bir aşkı, o aşkı sarmalayan eşyalarla, evlerle, sokaklarla, vapur düdükleriyle, siyasi olaylarla, sinemayla, müzikle yeniden canlandırıken toplumsal hafızanın üstünü açmaya ve bilinç altının, dolayısıyla saklı geçmişin tanıklığını yapmaya soyunuyor. Öyle ki, roman kahramanın aşkını ebedileştirmek için bir müze kurma fikri ve müzede sergilenecek eşyaların toplanma süreci hikâyenin en temel noktası. Böylelikle belleğin dinamikleriye, sakladıkları ve biriktirdikleriyle, nasıl biriktirip nasıl eksilttiğiyle yüzleşiyoruz. En çok eşyalar taşıyor geçmişin yükünü. Füsun’la mutlu zamanlarının çok gerilerde kaldığında, o anların hatıralarını, renklerini, dokunma ve görme zevklerini kendisine o mutluluğu yaşatan Füsun’dan çok daha sadakatle saklayan eşyalara bağlanıyor Kemal; “Merhamet Apartmanı’nda biriktirdiğim eşyaları elime almadan, yalnızca onları bir kere görmekle bile Füsun ile geçmişimizi, akşamlan sofrada oturuşumuzu artık hatırlayabiliyordum. Eşyalarla, porselen bir tuzluk ya da köpek biçiminde bir terzi mezurası ya da korkutucu bir konserve açacağı ya da Füsunların mutfağından hiç eksik olmayan Batanay marka ayçiçek yağı şişesi ile birleştirdiğim tek tek anlar, yıllar geçtikçe hafızamda sanki geniş bir zamana yayılıyordu. Merhamet Apartmanı’nda biriken eşyatara, tıpkı izmaritler gibi baktıkça Füsunların evinde sofrada otururken yaptıklarımızı tek tek hatırlardım.”
Kayıp zamanın İzinde Roman kahramanı Kemal’in müze kurmaktaki maksadı, topladığı eşyaları, kap kaçağı, incik boncuk ile elbiseleri ve resimleri sergileyerek, yaşadığı yıllara bir anlam verebilmek, zamanı mekana dönüştürmek. Onun müzesiyle yapmak istediğini gerçekleştirense yazar Orhan Pamuk olmuş; her biri 70’ler Türkiye’sinin atmosferini simgeleyen kişi, eşya, olay ve duygulardan derlediği Masumiyet Müzesi romanıyla bir tür müze bekçiliği yapıyor sanki. Kahramanın belleğinde dolanan anılar salt bireysel bir tarihi yansıtmıyorlar. Hatıralar, eşyalar ona aitse bile, Kemal’in belleği bireysel bir bellek değil. O anıları toplum içinde edinmiş, onları toplum içinde hatırlamış, ve konumlandırmıştır Kemal. Onun belleği diliyle, edebi metinlerle, İstanbul’un semtleri, sokakları ve evleriyle, eşyalarıyla bu toplumun imgelemini kuruyor. Romanın başlarında 70’lerin yüksek sosyetesi öne çıkmakla birlikte, melodram kalıbı dediğimiz zengin delikanlıyla yoksul kız arasındaki aşk, Pamuk’a İstanbul’un her kesimine açılma imkânı sağlamış. Elbette imkânı kendisi yaratıyor Pamuk. Tam bu noktada Orhan Pamuk romanlarındaki kusursuz kurgudan söz açabiliriz. 592 sayfalık romanın her parçasını birbirine bağlayan bu kurgu sayesinde, taklit ettiği melodramların saçmaya varan rastlantısallıkları, onun hikâyesinde nedenselliğe dönüşebiliyor. Kişiler, eşyalar, isimler, hemen her şey o bütünlüğün bir parçası. Mesela Merhamet Apartmanı ismini açıklarken romanın temel meselelerinden pek çok şeye değinivermiş; “1934’te Atatürk’ün bütün Türk milletine soyadı almasını şart koşmasından sonra, İstanbul’da yeni yapılan pek çok binaya aile adları verilmeye başlanmıştı. O zamanlar İstanbul’da sokak adları ve numaraları tutarlı olmadığı ve tıpkı Osmanlı döneminde olduğu gibi, büyük ve zengin aileler, içinde hep birlikte oturdukları büyük konaklarla, binalarla özdeşleştirildikleri için hu yerindeydi. (Hikâyemde sözünü edeceğim pek çok zengin ailenin kendi adını taşıyan bir apartmanı vardır.) Aynı yılların bir başka eğilimi, binalara yüce ilkelerin, değerlerin adlarını vermekti; ama annem yaptırdıkları apartmana “Hürriyet”, “İnayet”, “Fazilet” gibi adlar verenlerin, aslında bütün hayatlarını bu değerleri çiğneyerek geçirmiş kişiler arasından çıktığını söylerdi. Merhamet Apartmanı’nı, Birinci Dünya Savaşı sırasında şeker ticareti yapan karaborsacı yaşlı bir zengin, vicdan azabıyla yaptırmaya başlamıştı. Adamın apartmanını vakfedip gelirini fakirlere dağıtacağını anlayan iki oğlu (birinin kızı ilkokulda sınıf arkadaşımdı), babalarının bunadığını doktor raporuyla kanıtlayıp onu düşkünler evine atmışlar, binaya el koymuşlar, ama çocukluğumda benim tuhaf bulduğum adını değiştirmemişlerdi.” Popüler aşk romanlarında ya da Yeşilçam melodramlarındaki yatay hikâyelemeciliğin yerini Merhamet Müzesi’nde Orhan Pamuk’un dikey üslubu alıyor. Sadece cümle yapılarından, titizlikle seçilmiş sözcüklerden, süslü sözlerden söz etmiyorum. Çok önemli, duygusal içeriği yoğun bir konuyu aşırı yalın, serinkanlı, duygusuz bir dille anlatmak da bir uslup tavrıdır. Kemal’in bugünden geriye, yani anlatıcılıktan olayları bizzat yaşamış kişiye gidip gelen sesi, anıların yapısına uygun bir şekilde, kimi zaman donuk kimi zaman coşkulu ifadelerle verilmiş. Orhan Pamuk, kahramanının psikolojisine nüfuz ederek zamanda bir geriye bir ileriye, nedenden sonuca ve tekrar nedene gidip gelirken onun iç çatışmalarını teşhis ediyor, ayrıntılandırıyor ve açıklıyor. Bir tek anlatıcıya ait iki benlik durumu kullanmış. 70’lerdeki Kemal’in duygu ve düşüncelerini açıklayan ve yorumlayan ses, 2000’leri yaşayan Kemal’e ait (aslında Orhan Pamuk’a ait). Ancak anlatıcı Kemal ile anlatılan (olayları yaşayan) Kemal arasında niteliksel bir fark var. Bu farkı üslubuyla ortaya koyuyor Pamuk. Kayıp Zamanın İzinde’de Proust’un yaptığı gibi, “incelikli zihinsel sözdağarcığı, bağımlı cümlecik üslubu, psikolojik güdülere aşırı ilgi, yer yer ironik öz-alıntılar ve son olarak imgeci ve teorik izahlara başvurulması; bunların hepsi de anlatan benliğin deneyimleyen benliğe bilişsel üstünlüğünü vurguluyor. Evet, gerek anlatıcının konumu gerekse de üzerinde durulan temalar açısından Masumiyet Müzesi’nin Proust’un Kayıp Zamanın İzinde’sini çağrıştırdığını söyleyeceğim. Dorrit Cohn, Şeffaf Zihinler adlı incelemesinde belirtmişti; “cehalet, kafa karışıklığı ve hayaller dünyasındaki bir geçmiş benliğe dönüp bakan kolay anlaşılır bir anlatıcı: Proust bu tür geriye dönüşlü zihinsel anlatının en iyi uygulayıcısı olduğu gibi, aynı zamanda en bağlı savunucusuydu da.” Nitekim Yakalanan Zaman’da şöyle konuşturur kahramanını Proust; “İnsan bir şey deneyimler ama ne deneyimlediği hani şu ışığa tutmadan önce bir siyahlıktan başka hiçbir şey göstermeyen negatifler gibidir ve bunlara da ters taraftan bakmak gerekir. Aklın süzgecinden geçirilmediği müddetçe ne olduğunu bilemeyiz. Ancak o zaman, bunu ışığa tutup aklileştirdikten sonra kişi hissettiği şeyin şeklini şemalini ayırt edebilir, ama edene kadar da akla karayı seçer.” Kemal de geçmişi bizzat deneyimlediği halde kimi anlamları bugün yeni yeni çözebilen, değerlendiren, bunun için akla karayı seçen bir karakter. Giriş cümlesini hatırlayın; “Hayatımın en mutlu anıymış, bilmiyordum.” Tıpkı müzeleri ilk kuran koleksiyoncular gibi, Füsun’u hatırlatan ilk parçaları toplarken yapığı şeyin nereye varacağını hiç düşünmemiştir. Aslında bir izleyici ve kaydedicidir Kemal; kamera gözü önce sevgilisine odaklanır, sonra sevgilisinin yaşadığı mekana, sevgilisinin sevdiklerine, çevresine, sonra sokağa ve toplumun geri kalan kesimine çevrilir. Kaydettiklerini hikâye etmekse yıllar sonra Orhan Pamuk’a düşecektir. Biz ise bir kez daha Proust’a döneceğiz; “gerçek yaşam, en sonunda keşfedilen ve aydınlatılan yaşam, dolayısıyla gerçekten yaşanan tek yaşam, bu yaşam edebiyattır.” Kemal de Marcel gibi geçmişin ancak anlatı yoluyla gerçeklik haline geleceğine inanmıştır. Melodramları vazgeçilmez kılan ‘Hayatım roman’ klişesi bir kez daha iş başındadır. Okuyucu için, değer verdiği bir yazarın yeni bir romanı yayımlandığında düş kırıklığı yaşama korkusu her zaman vardır. Pamuk’un Nobel ödülü sahibi sıfatıyla tamamladığı ilk romanı olması Masumiyet Müzesi’nden beklentileri daha da artırmıştı. Korkulan olmadı. Kitabın daha ilk sayfalarında rahatlayacaksınız. İyi bir konu yakalamış Pamuk. Her zamanki titiz işçiliğiyle iyi hikâyelemiş. Masumiyet Müzesi, Pamuk’un roman kariyerinin en üst sıralarına oturacak nitelikte. Ancak benim için birincilik hâlâ Benim Adım Kırmızı’da...
İSTANBUL - Nobel ödüllü yazar Orhan Pamuk’un üzerinde altı yıldır çalıştığı aşk romanı "Masumiyet Müzesi" 29 Ağustosta satışa sunulacak. İletişim Yayınları’ndan çıkacak "Masumiyet Müzesi"nde, 1975’te bir bahar günü başlayıp, günümüze kadar gelen İstanbullu zengin çocuğu Kemal ile uzak ve yoksul akrabası Füsun’un hikayesi anlatılıyor. Ülkemizde ve dünyada milyonlarca okurun sevgi ve hayranlığını kazanan, yazdığı romanları 58 dile çevrilen Orhan Pamuk, son romanıyla okurlarının karşısına sarsıcı bir hikaye ile çıkacak. (aa)
<_script /><_script />
Masumiyet Müzesi açıldı
Kültür-Sanat / 29/08/2008
İSTANBUL - Nobel ödüllü yazar Orhan Pamuk’un son romanı "Masumiyet Müzesi" okurla buluştu. İletişim Yayınlarından çıkarılan "Masumiyet Müzesi" 100 bin adet basıldı ve kitapçılardaki yerini aldı.
Orhan Pamuk’un aşka odaklanan, ancak diğer tüm romanları gibi insan hayatının her alanına ve günlük hayatın inceliklerine de yönelen "Masumiyet Müzesi" 592 sayfa, 3 bin 71 paragraf, 140 bin 366 kelimeden oluşuyor. Kitap, yazarın "Cevdet Bey ve Oğulları"ndan sonraki en uzun romanı. Aşk, eşyalara ve kişilere bağlanma, koleksiyonculuk, müzeler gibi konular ile cinsellik, bakirelik hakkındaki geleneksel tutumları da tartışmaya açan "Masumiyet Müzesi"nin konusu, tekstil zengini Basmacı ailesinin iyi okumuş 30 yaşındaki oğulları Kemal ile uzak akrabaları yoksul Keskin ailesinin 18 yaşındaki güzel kızı Füsun arasındaki aşk ilişkisi etrafında gelişiyor.
Romanları dünyada 58 dile çevrilen ve 7 milyondan fazla satan Orhan Pamuk’un son kitabının çeviri hakları, daha kitabın yazılması bitmeden 30’un üzerinde dilde yayımlanmak üzere satıldı. İlk çeviri, 2 hafta sonra Almanya’da Hanser Yayınevi tarafından "Museum der Unschuld" adıyla yayımlanacak ve çevirinin ilk baskısı 100 bin adet olacak.
Önceki romanlar ve tirajları
Nobel Edebiyat Ödülü’nü kazanan tek Türk olan Orhan Pamuk’un 1982 yılından bu yana yayımlanan romanları ve toplam tirajları şöyle:
- "Cevdet Bey ve Oğulları" (1982): 22 baskı- 72 bin - "Sessiz Ev" (1983) : 29 baskı- 87 bin - "Beyaz Kale" (1985) : 33 baskı- 116 bin - "Kara Kitap" (1990) : 35 baskı- 129 bin 500 - "Gizli Yüz" (Senaryo) (1992): 9 baskı- 20 bin - "Yeni Hayat" (1994): 71 baskı- 215 bin 500 - "Benim Adım Kırmızı" (1998): 30 baskı- 206 bin - "Kar" (2002): 18 baskı- 156 bin - "Öteki Renkler" (1999) 3 baskı- 33 bin - "İstanbul; Hatıralar ve Şehir" (2003): 18 baskı- 107 bin - "Babamın Bavulu" (2007): 30 bin (aa)
'Masumiyet Müzesi' cumaya açılıyor!
Kültür-Sanat / 26/08/2008
İSTANBUL- Orhan Pamuk’un yeni romanı ‘Masumiyet Müzesi’ Cuma günü çıkıyor. Pamuk’un neredeyse on yıldır üzerinde çalıştığı, 2001 yılından bu yana yazdığı ‘Masumiyet Müzesi’ bir aşk romanı. Orhan Pamuk, bu romanında aşka odaklanırken günlük hayatın inceliklerine, resim, arkadaşlık, yalnızlık, mutluluk, gazeteler ve televizyon, aile gibi yazmayı sevdiği, kitaplarından iyi bildiğimiz pek çok konuya da değiniyor.
Roman 1975 yılında başlıyor. Tekstil zengini Basmacı ailesinin iyi okumuş 30 yaşındaki oğulları Kemal ile uzak akrabaları, yoksul Keskin ailesinin 18 yaşındaki güzel kızı, tezgahtarlık yapan Füsun arasındaki aşk anlatılıyor. Evlenmeye hazırlanan Kemal, yıllardır görmediği genç kadınla karşılaştığında ona aşık oluyor. Füsun’a duyduğu aşk onu hiç terketmiyor ve hikaye günümüze kadar geliyor.
Hilton’da bir nişan sahnesi Bu aşk hikayesi evlilik, arkadaşlık, cinsellik, tutku, aile ve mutluluk hakkında pek çok hesaplaşma içeriyor tabii ki. Orhan Pamuk İstanbul’un arka sokaklarını da, dedikodu dergilerinin ‘sosyete’ dediği çevreyi de ayrıntılı ve eğlenceli bir bakışla anlatıyor. Resim, arkadaşlık, yalnızlık, gazeteler ve televizyon, aile gibi Pamuk’un sevdiği pek çok konu,70’li, 80’li yıllarla birlikte romanın içinden geçip gidiyor. Kitap Yeşilçam’a ve Türk sinema sanayine de uğruyor, oradar karakterler, hikayeler analtıyor. 1975 yılında Hilton Oteli’nde geçen bir nişan sahnesi tam 50 sayfa sürüyor ve bütün ayrıntılarıyla anlatılıyor. Kitabın kapağında yer alan 56 model Chevrole, pek çok sahnenin içinde geçtiği önemli nesnelerden biri olarak romanda yer ediniyor.
Ödüller arası yazmaya devam Romana başladıktan sonra Orhan Pamuk ‘İstanbul Hatıralar ve Şehir’ kitabını yazdı aralarında Nobel’in de bulunduğu uluslararası dokuz büyük edebi ödül aldı: Prix du Meilleur Livre Ètranger (2002, Fransa), Grinzane Cavour (2002, İtalya), Impac-Dublin Roman Ödülü (2003, İrlanda), Alman Yayıncılar Birliği Barış Ödülü (2005, Almanya), Prix Médicis Ètranger (2005, Fransa), Nobel Edebiyat Ödülü (İsveç, 2006), Prix Mediterranée (2006, Fransa), Puterbaugh Ödülü (2006, ADB), Ovid Ödülü (2008, Romanya). Yedi yılda Pamuk, Türkiye’de Boğaziçi Üniversitesi, Hollanda’da Tilburg Üniversitesi, Almanya’da Berlin Frei Üniversitesi, Amerika’da Georgetown Üniversitesi, İspanya’da Madrid Üniversitesi, Lübnan’da Beyrut Amerikan Üniversitesi’nden şeref doktoraları aldı. Amerikan Sanatlar ve Edebiyat Akademisi ve Çin Sosyal Bilimler Akademisi şeref üyeliğine seçildi. Tüm bu ödülleri almak için çıktığı yolculuklarda uçaklarda, sabahları otel odalarında, Pamuk hiç durmamacasına ‘Masumiyet Müzesi’ni yazdı.
Sonuçta ‘Masumiyet Müzesi’, ‘Cevdet Bey ve Oğulları’ndan sonra Pamuk’un en uzun romanı oldu, 592 sayfa. ‘Cevdet Bey ve Oğulları’ ile ‘Kara Kitap‘ta olduğu gibi, Pamuk’un doğup büyüdüğü Nişantaşı semti gene romanın merkezinde. Ama Çukurcuma, Taksim, Harbiye, Beyoğlu semtleri ile Boğaz yalıları ve lokantaları da romanda geniş yer tutuyor. Pamuk’un diğer romanlarından tanıdığımız bazı karakterleri, mesela 1Kara Kitap’ın ünlü köşe yazarı Celâl Salik, Cevdet Bey’in oğulları, Pamuk’un ailesi ve kendisi de romanda görünüyor. Nitekim bu romanı Orhan Pamuk’un en kalabalık kitaplarından biri, yakyaşık 150 karakter yer alıyor, hatta bu karakterler için kitabın sonunda bir de dizin hazırlanmış. Pamuk, biri ‘Masumiyet Müzesi’nin düşünsel, edebi, kişisel ve felsefi kaynakları, diğeri büyük aşk romanları konularında olmak üzere, romanına da ışık düşürecek iki makale yazıyor. Romanını açıklamaktan çok, onu nasıl kurduğunu, nasıl hayal ettiğini ve diğer aşk romanlarından farkını araştıran bu makaleler, önümüzdeki günlerde Türkiye’de ve dünyada yayımlanacak.
Romanda, yazar Pamuk müzeyi gezer
‘Masumiyet Müzesi’, sadece bir roman değil, aynı zamanda yazarın yıllardır kurmaya çalıştığı bir müzenin de adı.
Bu müzede Pamuk’un roman kahramanı Kemal’in, sevgilisi Füsun’un dokunduğu eşyalarla oluşturduğu koleksiyon sergilenecek. Bu tutkulu aşk boyunca Füsun’un peşinde gezen Kemal, takıntılı biçimde Füsun’la ilgili objeleri toplar. Romanda okuduğumuz bu objelerin gerçek halleri ise ‘Masumiyet Müzesi’ni oluşturur. Yıllar sonra Füsun’un yaşadığı Çukurcuma’daki evi satın alan Kemal, ve onu yıllarca topladığı objeleri, ilk seviştikleri yatağı, içinde gezdikleri Chevrole’yi de barındıran bir müzeye dönüştürür. Ardından müzesinin bir kataloğu olması gerektiğini düşünerek, ‘bir zamanlar ailelerinin ortak iş yaptığı yazar’ Orhan Pamuk’u bulur. Böylece Masumiyet Müzesi, Kemal Basmacı’nın anlattıkları üzerine Füsun’u tanımış, hatta onunla bir kez dans bile etmiş olan Orhan Pamuk tarafından yazılır.
Orhan Pamuk, bu kurguya uygun biçimde Çukurcuma’da yıllar önce aldığı binada, böyle bir müze açmaya hazırlanıyor. Romanın okurları, hikayelerini bildiği, o aşk ve gündelik hayat içinde ne anlam ifade ettiğini öğrendiği nesneleri müzenin içinde bulabilecek. Böylece tamamen bir kurgu olan roman ve somut objeler arasında ilginç bir ilişki kuran Pamuk, romanın atmosferini kuracağı müzede tekrar yaratacak. İkisi birlikte oluşan, roman ve müze karşılıklı bir ilişki kuruyor; ‘romanın müzesi, ya da müzenin romanı’ gibi... Tabii bu müze henüz açılmış değil. Pamuk müze için oluşturduğu koleksiyonu ilk olarak Türkiye yılı vesilesiyle Frankfurt’taki ünlü Schirn Galerisi’nde sergileyecekti. Ancak sergi henüz hazır olmadığı için vazgeçildi. (Kültür Sanat)
Kültür Bakanlığı 'Nobel'e sahip çıktı
FOTOĞRAF: MUHSİN AKGÜN
Kültür-Sanat / 05/09/2008
MASUMİYET MÜZESİ'NDE SANAL GEZİ İÇİN TIKLAYIN
ORHAN PAMUK MASUMİYET MÜZESİ'Nİ ANLATIYOR HABERİ İÇİN TIKLAYIN
ANKARA - Nobel ödüllü yazar Orhan Pamuk’un yeni kitabı "Masumiyet Müzesi"nin piyasaya çıkışı nedeniyle eserin "korsan baskısının" yapılabileceğini göz önünde bulunduran Kültür ve Turizm Bakanlığı, bu konuda harekete geçti. Bakanlık tarafından, Emniyet Genel Müdürlüğü ile il denetim komisyonlarına korsanla mücadele kapsamındaki yasaların titizlikle ve hızla uygulanması için yazı gönderildi.
Kültür ve Turizm Bakanlığı Sinema ve Telif Hakları Genel Müdürü Abdurrahman Çelik, Pamuk’un "Masumiyet Müzesi" isimli kitabının okurla buluşması ve yeni eğitim-öğretim yılının da başlaması nedeniyle kitap satışlarının arttığını söyledi. Bu nedenle hem Emniyet Genel Müdürlüğü, hem de il denetim komisyonlarına uyarılarda bulunduklarını aktaran Çelik, özellikle Eylül ve Ekim aylarında kitap satışlarında yaşanan artış nedeniyle "korsan yayın" konusunda tedbirleri artırdıklarını ifade etti. Çelik, "Bu konularda daha titizlikle davranmaları, korsanla mücadele kapsamındaki yasaları hızlı ve ivedi bir şekilde uygulamaları konusunda illere birer yazı ve uyarı gönderdik. Şu an zaten onlarla ilgili de sözlü görüşmelerde bulunuyoruz" dedi.
Çelik, Emniyet Genel Müdürlüğü ile ortak çalışmalarının yıl boyu sürdüğünü, il denetim komisyonları vasıtalarıyla da denetimler yapıldığını belirterek, "Eğitim-öğretim yılının başlangıcı ve ’Masumiyet Müzesi’ kitabının çıkışı nedeniyle duyumlar aldık. Bundan dolayı korsan yayınlar daha sıkı bir takibe alınsın diye Emniyet Genel Müdürlüğümüz ile ortak çalışmaları yürütüyoruz" diye konuştu.
'MASUMİYET MÜZESİ'
Orhan Pamuk’un aşka odaklanan, ancak diğer tüm romanları gibi insan hayatının her alanına ve günlük hayatın inceliklerine de yönelen "Masumiyet Müzesi" isimli kitabı, İletişim Yayınları’ndan okurla buluştu. Yazarın "Cevdet Bey ve Oğulları"ndan sonraki en uzun romanı niteliğini taşıyan eser, aşk, eşyalara ve kişilere bağlanma, koleksiyonculuk, müzeler gibi konular ile cinsellik, bakirelik hakkındaki geleneksel tutumları da tartışmaya açıyor. Kitabın konusu, tekstil zengini Basmacı ailesinin iyi okumuş 30 yaşındaki oğlu Kemal ile uzak akrabaları olan yoksul Keskin ailesinin 18 yaşındaki güzel kızı Füsun arasındaki aşk ilişkisi etrafında gelişiyor.
Romanları dünyada 58 dile çevrilen ve 7 milyondan fazla satan Orhan Pamuk’un son kitabının çeviri hakları, daha kitabın yazılması bitmeden 30’un üzerinde dilde yayımlanmak üzere satıldı. İlk çeviri, 2 hafta sonra Almanya’da Hanser Yayınevi tarafından "Museum der Unschuld" adıyla yayımlanacak ve çevirinin ilk baskısı 100 bin adet olacak. (aa)
Ne kadar düşünce özgürlüğü o kadar özgür aşk
Kültür-Sanat / 30/08/2008
Orhan Pamuk’un 10 yıldır üzerinde çalıştığı ‘Masumiyet Müzesi’, dün çıktı. ‘Masumiyet Müzesi’nde bir aşk hikâyesi anlatan Orhan Pamuk: ‘Aşk romanı deyince ‘Ah aşk ne yüce, koyalım yüksek bir yere ve bakalım ağlayalım’ gibi bir görüş var. Şarkılar, her şey, aşkın yüceliğini anlatır. Ama kitabım bunu yapmıyor’
Banu Güven’in NTV’de Orhan Pamuk’la yaptığı söyleşiyi yayımlıyoruz
Orhan Bey, ‘Masumiyet Müzesi’nin konusu, fikri ne zaman ortaya çıktı ve nasıl?
10 yıl evvel romanı düşünmeye başladım. Bu bir aşk hikâyesi, aşk romanı... 10 yıl evvel düşünmeye başladım ama altı-yedi yıl evvel yazmaya başladığım ‘Kar’ romanı yayınlandıktan sonra. Arada ‘İstanbul’ hatıralarımı yazdım. Sonra, aşağı yukarı yedi yıldır hep bu kitapla meşgulüm.
Peki bu aşk romanını yazma duygusu ne zaman geldi size? Ne uyandırdı bu ihtiyacı sizde, hatırlıyor musunuz?
Pek çok şey yanyana geldi ama kafamda ta eskiden işittiğim bir hikâye vardı. Ama şu da vardı. Ben mesela ‘Kar’ romanında Türk toplumuna siyasetin içinden baktım. ‘Benim Adım Kırmızı’da resim sanatının içinden baktım. ‘Kara Kitap’ta İstanbul’dan ve birazcık kültürel tarihten baktım. Burda da yaşadığımız toplum; bizler nasıl bir aşk yaşıyoruz... Ya da aşkı yaşayış şekillerimizle ilgili bir roman yazmak istiyordum. Bunun daha yaygın şekilde söylenişi, aşk romanı yazmak istiyordum. Ama değişik bir aşk romanı yazmak istiyordum. Ne yapmak istediğimi biraz biliyordum. Ve altı yıldır bununla uğraşıyordum, evet.
Bu bir aşk romanı. Peki nasıl bir aşk romanı?
Masumiyet Müzesi’nde, 1975 ile ’85 arasında esas hikâyenin çoğu geçiyor ama ’85’ten 2005’e kadar geliyor. Yani aslında 30 yıllık süreyi kapsayan bir aşk hikâyesi, bir aşk ilişikisi anlatılıyor romanda. Kemal’le Füsun’un aşkını bir 10 yıla yakın izliyoruz. Bir aşk hikâyesi bu. Bir aşkı anlatıyoruz ama bence, ona çok dikkat ettim, bizimki gibi bir toplumda, istiyorsanız Türkiye toplumu diyelim, istiyorsanız Ortadoğu toplumu gibi diyelim, aşk ilişkilerinin kurulabileceği, bunların açıkça dile getirilebilmesinin zor olduğu bir toplumda yaşanan bir aşkın hikâyesi... Bizimki gibi toplumlarda 1970’lerde yaşanan -Batılıların flört dediği- ya da bizim görüşüp tanışma, birlikte gezme -eskiden gezme denirdi- çıkma, ondan sonra, daha ciddileşme; nişanlanma, evlilik öncesi sevişme, evlilik öncesi sevişmenin ciddileşmesi, sonuna kadar gitmek, ya da açıkça dillendirelim çok söylenmez ama bekaret konusu, cinsel ahlak, arkadaşlık, evlilik ve mutluluk gibi konular kitabın ta kalbinde yer alıyor. Bunları şimdi size ciddi bir dille söyledim, çünkü kaygılarım, anlatmak istediğim şeyler ciddiydi. Ama bir yandan da hani magazin basınının yüksek sosyete diye alay edeceği çevrede de geçiyor kitabım. Hem o çevrede geçiyor, hem de Cihangir’in Beyoğlu’nun arka sokaklarında ve daha yoksul mahallelerde geçiyor. Bir yandan da hepimizin bildiği ve Türk filmlerinin konusu olan zengin-yoksul ilişkisi de var kitapta.
Bu ilişki, roman kahramanlarının gittiği filmlerde de var.
Evet, zengin-yoksul ilişkisi bildiğimiz gibi Türk sinemasının melodramatik bir konusudur. Romanım bu melodramatik konuları son derece adım adım -yıllarımı buna verdim- çözümleyerek, anlamaya çalışarak, kaba-acele yargı vermeden anlatıyor. Kitapta hiç kimseyi kötü göstermek istemedim ama elbette ki aşk konusunda kapalı bir toplumda yaşadığımızı, bunun aslında siyasi düşünce özgürlüğü olduğunu söyledim. O zamanlar Türk sinemasında sansür vardı, sinemadaki, filmdeki sansürle -ki hepimiz onu içselleştirmiştik- ilgili bir ilişki olduğunu da ima ediyorum. Bütün toplumun kapalılığıyla, aşk ilişkisinin kapalı olması arasında bir ilişki var. Aşk ilişkisinin serbestçe dile gelememesi... Bunlar tabii Batı’ya göre; Habermas ‘kamusal alan’ diyor. İnsanlar birbirleri ile konuşuyor, bir demokrasinin olması için hepimizin her şeyi söyleyebileceği özel bir alan gerekiyor ki tam bir demokrasi olsun. Dediği gibi gerçek bir aşk ilişkisinin olabilmesi için de herkesin aşk ile ilgili her şeyi birbirinin gözünün içine bakarak konuşabilmesi lazım. Ama öte yandan bekaret, yasak, kızla erkeğin kat’iyen yanyana gelmemesi, gelse bile ancak geliyormuş gibi yapması ya da bunların ancak yüzeysel bir Batı taklitçiği düzeyinde kalması da bana kalırsa -kitabımda da biraz bunları göstermeye kalktım- bizim yaşadığımız aşk ilişkilerine bazı özellikler veriyor. Bu kitapta bunları anlatmaya çalıştım. Ta 75’lerde böyleydi, bugün de çok fazla değiştiğini düşünmüyorum. Taraflar birbirleri ile açık açık konuşmazlar ama bakışlarla, ifadelerle, sessizliklerle, inatlarla, aşktaki iletişim ve gerekli diplomasiyi ancak böyle yaparlar. Bu da özellikle sabır: Testten geçirme, deneyden geçirme, niyetinin sağlamlığını, ciddiyetinin; sabırla eziyet ederek ve inat ederek... Bunlar kapalı bir toplumda, bizimki gibi toplumlarda tarafların birbirlerine olan ciddiyetini, aşkın derinliğini sınamak için yapılan şeyler gibi anlatılır. Doğru, katılıyorum ama yanlızca böyle değil. Aslında aşk dediğimiz şeyi yapan da bu diplomasidir. Kitap bunları anlatıyor uzun uzun; bakışmak falan gibi şeyleri.
Bir de sınıflar arası farklılık gidiyor hikâye boyunca. Her ne kadar bir sınıf kendini daha modern olarak tanımlasa da onların da aşamadıkları tabuları olduğunu görüyoruz. Bekaret orada da göze çarpıyor. Bildiğimiz gibi basınımızda da töre cinayetleri falan diye adlandırılan, sanki sadece bu iş Anadolu’ya ilişkin bir konuymuş, zenginlerin, orta yukarı sınıfların ilgilenmediği bir konuymuş gibi anlatılıyor ama benim çok iyi hatırladığım gibi ’75lerde ve hâlâ -konuşulmasa da- bu önemli bir konu. Bunun satır aralarında önemli olması da kitabın bir konusu. Ben bütün bu konuları bilirdim; ’75ler’de de bilirdim. Ama öğrendiğim bütün bu şeyleri 30 yaşındayken yazamazdım. Çünkü aradan geçen yıllar, biraz da Türkiye’nin açılması... Ve birazcık daha her şeyi konuşmayı, sorunların içine birazcık daha bakabilmeyi öğrendik. Bu konularda şimdi daha rahat yazabiliyorum ve düşünebiliyorum. Eskiden bu konular imalarla geçiştirilirdi. Bu kitapta; bekaret, cinsel ahlak, evlenmeden önce yakınlaşma, sevişme ve bu konulardaki özentiler, gelenekten gelen ağırlık, tabular, insanın kendini ne kadar Batılı hissederse hissetsin, toplum değişmedikçe nasıl toplumun kurbanı olacağı, olabileceği gibi şeyler de ele alınıyor. Bütün bunlar bence aşk denen şeyin yaşanış şekli. Aşk romanı deyince, benden önceki ya da başka diğer aşk romanları hakkında söyleyebileceğim temel şeyim -bu konuda bir yazı da yazacağım- aşk romanı deyince ‘Ah aşk ne yüce onu koyalım yüksek bir yere ve bakalım ağlayalım’ gibi bir görüş... Genel görüş budur. Şarkılar, her şey, aşkın yüceliğini anlatır ama benim kitabım bunu yapmıyor.
Adının ‘Masumiyet Müzesi’ olmasına ne zaman karar verdiniz?
Masumiyet kısmı, bekaretle ilgili, insanın niyeti ile ilgili, suç ve ceza ile ilgili, yaptığımız bir şeyin sonuçlarını taşımakla ilgili, hayat hakkında önyargılı olmamakla ilgili ve hayat hakkında rahat olmakla ilgili, içinde insanın sanki şeytanın olmamasıyla ilgili bir şey.
Roman bugüne kadarki aşk romanlarından daha farklı özellikler taşıyor. Aşk duygusunu bu kadar yoğun, ayrıntılı, o duyguyu yaşadığı her anı bu kadar canlı tutabilmeyi başaran, bunları böyle yaşayan bir karakter var. Ve anlatımı da öyle... Büyük aşk hikâyelerine kıyasla benimkinde değişik olan ne, önce onun biraz altını çizmeye çalışayım. Evet benim kahramanım da çok çile çekiyor ama aşk dediğimiz şeyi şarkılarda olduğu gibi alıp çok yüce bir şeymiş gibi davranmıyorum. Benim ilgim, kitabımın merakı, anlama iştahımız... Kitapta okur da benimle birlikte geldiği zaman asıl derdimiz “Aşık olunca biz, ne oluyor?” Yani biraz aşka bir araba kazası gibi bakmak istiyorum. Bakıyorum da bu kitapta... Başımıza gelen bir şey. Ama o sırada yaşadığımız, içimizde dönen mekanizmalar nedir, runumuzda neler oluyor... Ve o zaman kitap uzun uzun, birisine takılma, reddedilirsek onun hayaletlerini sokakta görme, sokakta ona rastlamışsam eğer, sabahtan akşama kadar durmadan onu düşünme, göremediğimiz kişiyle kafamızda sürekli kavgalar etme, ‘ona şunu söyleyecektim, bunu söyleyecektim’ gibi kavgalar veya birlikte olmak hayalleri kurma... Kitabımın küskünlük ve aşk diplomasisi dediği takıntının, aşk dediğimiz bu yüce duygunun veya bazısına göre kötü duygunun, bize yaşattığı şeyleri kitabım acımasız bir soğukkanlılıkla sayfalar dolusu bir erkek kahramanda -kitabın zengin çocuğu- aşık olunca bayağı sarsılan kahramanı Kemal’de, sayfa sayfa yıllarca izliyor.
Ve bunu yaparken de, aşık olduğu kadını gördüğünde, o resme dair ne varsa hepsini çok canlı tutuyor, çok ayrıntıcı bir gözlemci...
‘Romeo ile Juliette’i okuruz, ‘Leyla ile Mecnun’u okuruz. Ama Mecnun’un Leyla’da ne gördüğü ya da Romeo’nun, Juliette’in elma yiyişini, sigara içişini görmeyiz. Benim kahramanım, olayların gelişi yüzünden de sekiz yıl sevdiği kadının, başkasıyla evlendiği için, evine gidip geldiği için, onun sigara içişini, hep birlikte akşam yemeklerinde TV seyredişlerini, konuşmasını, öfkelerini, duygusallıklarını adım adım sürekli kayıt yapan canlı bir kamera gibi çekiyor. Ve bunları da okurlarla paylaşıyor. En sonunda kitabı yazarken şunu düşündüm: Kitaptaki kahraman Füsun, Kemal’in çok derin bir şekilde aşık olduğunu sabrından anlayacak. Ama kitabımızın okuru Kemal’in Füsun’a aşık olduğunu sayfalar boyu Füsun hakkında yaptığı gözlemlerden anlayacak. Kitabım aşık adamın kafasının nasıl çalıştığı, algılarının nasıl açıldığı, sahip olmak, elde etmek istediği kadının her jestine kafasını her çevirişinde ağzındaki sigaranın dumanını nasıl üflediğine kadar takip etmesinin hikâyesi de. Bunları yazarken çok zevk aldım.
Karakterlerinizde hep biraz Orhan Pamuk vardır. Yani kendini anlatma durumu söz konusudur. Kemal karakteri ne kadar sizsiniz?
Kemal benden sekiz yaş büyük. Zengin bir ailenin çocuğu. Onun çocukluğunda ve orta yaşlarında gördüğü şeyleri ben de biraz gördüm. Ben de Kemal gibi, özellikle çocukluğum ve ilkgençlik yıllarımda, ’70lerin ortalarına kadar, ailem parasını çok fazla kaybetmeden evvel, zenginler arasında öyle gezindim. Oraya kadar diyebilirim ki Kemal’e benziyorum. Ama herkesin, kitabı okuyan gazetecilerin dediği gibi; ‘Orhan Bey, siz de Kemal gibi aşık oldunuz, birisinin eşyalarını biriktirdiniz, yıllarca birisinin peşinden gittiniz mi?’ sorusunu geçelim. Ama şu bakımdan Kemal’e benziyorum ve asıl oranın altının çizilmesini isterim: Kemal en sonunda, bir noktadan sonra yalnız Füsun’un kahve fincanını tutmasını, yoksul evindeki sobaya maşayı tutup kömür atmasını, kapıyı açmasını, annesine yemek yaparken ve dikiş dikerken yardım etmesini, öfkeli öfkeli sigara içmesini, hep birlikte tele-vizyon seyrederken duygulanıp acayip bir jest yapmasını sekiz yıl boyunca izlemiyor, aslında onunla birlikte önce Füsun’un yaşadığı ve Keskin ailesinin Çukurcuma’daki evindeki olup bitenleri izliyor. Sonra sokakta olup bitenleri izliyor. Aslında Kemal, bütün hayatı Füsun’u izler gibi izliyor. O bakımdan kitabım, Kemal’in Füsun’a gösterdiği dikkat, neredeyse bir romancının hayata gösterdiği edebi dikkat olduğu için, Kemal ile ben aslında gözlemcilikte, gözlemleyip hayatı kelimelere geçirmekte benzeşiyoruz. Sekiz yıl... Kitabı yazmam aslında altı yıl sürdü; altı yıl birlikteydik. Yalnız en sonunda Kemal’in Füsun’a hissettiği aşk, yalnızca Keskin ailesinin evinde kalmıyor, sokağa çıkıyor. Birlikte kitabın sonuna doğru Füsun’un ehliyet alması için İstanbul sokaklarında geziyorlar, araba kullanıyorlar, Boğaz’da denize giriyorlar.
Oralarda Kemal’in Füsun’a gösterdiği olgun aşk, yani aşık olduğumuz kişinin, her türlü insani durumuna, jestlerine yönelik bir ilgi. Ve hatta bir noktadan sonra kendilerini de bir çift olarak görüyor. Bazen susuyorlar, artık yoruluyorlar, söyleyecek bir şeyleri yok, hayat da onları çok mutlu etmemiş. Bütün bunlara gösterdiği dikkat aslında bir noktadan sonra birlikte yürüdükleri sokaklara, İstanbul’un insanlarına, şehirde olup bitenlere, bir noktada İstanbul üzerinden bütün aleme duyulan sevgiye dönüşüyor. Bu biraz divan edebiyatında Canan’ın yalnız aşk duyduğumuz kişi değil, Allah olması ya da başka derin bir anlam olması gibi bir şey. Kemal’in Füsun’a duyduğu aşk en sonunda, Füsun’u aşıyor ve Kemal’in, Füsun’la ilgili her şeye, daha sonra da bütün âleme duyduğu bir aşka dönüşüyor. Ve bu da birazcık kitabımda da anlatmaya çalıştığım gibi ancak biraz da kapalı toplumda olabilecek bir şey diye de düşünüyorum. Çünkü aşkın dile gelebileceği açık bir iletişim alanı olmayınca hepimiz aşkı bastırıyoruz ve hayal kuruyoruz, daha gözlemci oluyoruz. Kitabımı okuyanlar sekiz yıl büyük bir aşk yaşayan Kemal’in, aslında bu aşkı trafik kazasına uğramış biri gibi yaşadığını, ‘Şu geçse de normal hayatıma dönsem’ diye çırpındığını, ‘Üç ay sonra bu iş biter de normal hayatıma dönerim’ diye umduğunu ama üç ay sonra hiç bitmediğini, sekiz yıl çırpındığını da göreceklerdir.
Kazalar önemli metaforlar mı sizin için?
Evet. Bu kitapta trafik kazalarının da bir yeri var. Aşkın rastlantısallığı mı diyelim, bu bir melodromatik tema gösterdiği için de hikâyeyi çok da fazla anlatmayalım. Çocukluğumda bir trafik kazası geçirdiğim için böyle. Pek çok şey kitaplarımda çocukluğumdan, yaşadıklarımdan, içime attıklarımdan gelir.
Her romanınızda bir sonraki romanın, ya da iki sonrakinin belki konusunun da kafanızda canlandığını söylemiştiniz bir kere. Böyle bir şey burada da söz konusu mu?
Bundan sonra ne yazmak istediğimi biliyorum. Aslında bundan sonra yazmak istediğim şey ‘Benim Adım Kırmızı’nın içinden çıkan ve yılllardır kafamda hazırladığım bir kitap. Bundan sonra herhalde onu yazacağım. Belli değil, bir başka kitaba da başladım, o da Cihangir, Çukurcuma gibi yerlerde geçiyor.
Bu kitap içinde de bizi geçmişe götüren şeyler var. Şimdi sınırları büyüdü, daha da büyüyeceğine dair burda ipucu var mı yok mu, onu sormak istedim... Ve Tanpınar’ın başta da koyduğunuz bir alıntısı var...
Tam kitabı bitirirken Tanpınar’ın hatıra ve not defterleri yayınlandı. Orada da benim tüm kitabımda anlattığım, yıllardır da meşgul olduğum şeyleri tesadüfen ama çok da bana yakın bir şekilde ele aldığını görünce... E, Tanpınar da benim yazarım. Ondan bir alıntı yaptım. Ama fikir şu: Kahramanım Kemal, sevdiği kızı göremediği zamanlarda, hepimizin bildiği korkunç aşk acıları çekiyor. Yani birisini görmek istiyorum ama yok. Sokaklarda yürürken onun hayalini görüyor. Ama bir ara şunu keşfediyor: Füsun’la mutlu olduğu zamanları, yoğun bir şekilde mutlu olduğu anları hatırlatan ve o sırada etrafta olan bir eşyayı, diyelim ki Füsun’un tuttuğu bir çay fincanını eline alırsa, onunla biraz oynarsa, o zaman birazcık sakinleşiyor. Sanki eşya ona bir teselli veriyor. Bu aslında bilinen bir fikirdir. Pek çok yazarın bildiği bir şeydir. Çocukluğumuzda yediğimiz bir şeyi yeriz ve bir sürü hatıra gelir. Sevgilimizle dinlediğimiz bir müziği işitiriz, onunla mutlu olduğumuz zamanları hatırlarız. Kahramanım Kemal de sekiz yıl böyle bir teselli arıyor ve yavaş yavaş sevdiği kızın eşyalarını biriktirerek koleksiyoncuya dönüşüyor.
‘Kara Kitap’ta da bende benzer bir duygu oluşturan bir paragraf gördüm. Galip, Rüya’nın eşyaları elinde durur, tokası elinde... Sonra onları hiç bozmadan eski yerlerine koymak ister. Envanterini çıkarmak fikri geçer aklından...
Bu fikir bende var. ‘Yeni Hayat’da da vardır. Kendi hayatının müzesini yapma fikri. Yaşadığımız hayatın eşyalarını koruma fikri var. Kahramanım Kemal de Füsun’un eşyalarını önce acısına teselli olsun diye koruyor. Çünkü bir ara sevgilisi yok oluyor, onu göremiyor bile, o zaman birlikte gülüşüp eğlendikleri zamanın eşyaları ile kendini teselli ediyor. Aşk acısını dindirdikleri için onları güzel saklıyor. Sonra ne olur ne olmaz diye daha başka eşyalar biriktiriyor. Bir süre sonra bir koleksiyon oluyor. Sonra da kahramanımız, bu koleksiyonu bir müzede sergilemek gibi derin, tuhaf, beklenmedik bir şey yapıyor.
Zamanı bir mekanda kaybetmek de diyebilir miyiz bu müzede sergileme işine? Müzeler zamanın mekana dönüştüğü yerlerdir. Ve müzelerin bence çekici gücü de; zamanın geçtiği duygusunu bir anlık da olsa bize hissettirirler. Müzeler, dışarıdaki hayattan, sesiyle, havasıyla, atmosferiyle değişik yerledir. Kitabımın özellikle son kısımlarında Kemal, Füsun’un biriktirdiği eşyalarından bir müze kurmak istediği için Batı’nın pek çok müzesini geziyor. Özellikle küçük müzelerin havası üzerinden Füsun’u hatırlıyor. Ama bir yandan da kitabım, Kemal’in biriktirici yanını, koleksiyoncu yanını, yani romanda da anlattığım gibi Batı dışındaki toplumlarda acı çeken insanların; acı ile, acıya teselli olarak eşyalara sarılmasını, eşyalara bağlanmasını, özel bazı eşyalarla takıntılı olmasını da irdeliyor, seviyor, bu konu üzerinde düşünüyor. Bir yandan da Kemal’in Füsun için kurduğu müzeyi, ben Çukurcuma’da kuruyorum. Bu karara vardıktan sonra, bundan dokuz yıl evvel Çukurcuma’da bir bina satın aldım. Sonra o binayı bir müze mekanı haline getirdim. Sonra da kendimi Kemal gibi hissederek eşyalar toplamaya başladım ve romanımı da zaman zaman bu eşyalar üzerinden anlattım. Bu gördüğünüz romanda bir bölüm yazılmasına neden olan bir ayva rendesi (Rendeyi gösterir). Ben bunun paslı, kaba halini sevdim. Füsunlar’ın evinde, bu ayva rendesi ile ayva reçeli yapılıyor. Kemal bir gün bundan hoşlanarak bunu çalıyor. Benim elimde bir eşya var, sonra kitaba bu eşyayı sokuyorum ve kitapta ondan bahsediyorum. Kitapta anlatılan, aslında roman sanatında tasfir edilen pek çok eşyayı, ben kitabı yazarken ya da yazmadan evel buldum. Önce elimde bir sarı ayakkabı oluyor, sonra Füsun’a sarı ayakkabı giydiriyorum. Tersi de oldu; Füsun’un bazen şöyle bir elbisesinin olması ya da şöyle bir sigara içmesi gerekiyor. Benim onu bulmam gerektiği gibi.
Rendenin konu olduğu bölümde başka bir şey daha var. Bütün bu roman boyunca sadece bir kahramanın aşkı nasıl yaşadığı, o takıntılı yaşayış halinin dışında bir toplumun da romanı var. Aynı zamanda o dönemde o toplumun yaşadığı bir takım değişikliklerin de romanı var. Füsun’la Kemal’in aşkı 75-85 arası sürdüğü için, 80 sonrası olayları da var. 70’lerin olayları da var. Darbe demek, benim çocukluğumda normal vatandaşın akşam sokağa çıkma yasağı demektir. Kemal de haftada üç-dört kere Füsunlar’a gidiyor. Ordan bazen bir eşya çalarak dönüyor. Ama akşam 11’den sonra sokağa çıkma yasağı var. Askerler onu çeviriyor ve “Bu nedir?” diye soruyor. Ben de onun üzerine aslında aşk ilişkisinin diplomatik bir şekilde dile gelmediği bir toplumun, aslında açık bir toplum olmadığını, baskıcı bir toplum olduğunu, siyasi baskıların, siyasetle kalmadığını aynı zamanda ilişkilerimize ve başka pek çok şeye yayıldığını anlatmak için, sezdirecek şekilde yazdım. Bazı şeyleri niçin yazdığınızı da bilmiyorsunuz. Roman yazmanın güzelliği de o. İçinizden geldiği için de yazıyorsunuz. Ben bu ayva rendesini sevdiğim için, çok da uyduğunu, güzel durduğunu düşünüyorum.
Bu bisiklet de belki dolaylı bir şekilde omurgasına oturan eşyalardan biriyidi romanın. Öyle değil mi?
Bu bisikletin (aralarında duran bisikleti işaret ediyor) kitapta önemli bir yeri var ve kitapta altı-yedi kere geçiyor. Çünkü uzak akrabalar oldukları için tam bir Türk usulü... Zengin akraba, çocuklarına verdiği eşyaları, sonra fakir akrabalarına verir. Kemal’in çocukluk bisikleti de Füsun’un annesine “Biz kullandık, alın şimdi siz kullanın” diye verilmiş. İkisi de çocukluklarında aynı bisiklete binmişler. Yazarken bir yerde böyle bir bisiklet gördüm. Ve hemen aldım. Kitapta bu bisikleti uzun süre tasfir etmedim ama kitabı yazarken kitapta geçen bu bisiklet de benim hep yanımdaydı.
Bu müzeyi oluşturma fikri de kitap yazma fikriyle beraber sizde bundan yıllar önce oluştu. Siz müzelere ilgi duyan biriydiniz ama ne zamandan beri bu düşünceyle beraber daha çok müze dolaşmaya başladınız?
Özet geç demeyin
Özet geç dememiş kimse
Özet geç diyebilmek için yazının sonunu arayıp bulamamışlar belli ki..