Şimdi Ara

Türk Soy Ağacı.

Daha Fazla
Bu Konudaki Kullanıcılar: Daha Az
2 Misafir (1 Mobil) - 1 Masaüstü1 Mobil
5 sn
19
Cevap
0
Favori
4.461
Tıklama
Daha Fazla
İstatistik
  • Konu İstatistikleri Yükleniyor
0 oy
Öne Çıkar
Sayfa: 1
Giriş
Mesaj
  • güzeldi ama kimsenin umurunda degil,
  • galiba link hatalı açılmıyo
  • Link açılmıyor ki??
  • ölmüş link
  • evet ya ölmüş dün baktık dayımla çalışıyordu,Allah rahmet eylesin
  • çalışıyo ya kim demiş çalışmıyo
    alo çalışıyo
  • Yapay Zeka’dan İlgili Konular
    Türk Edebiyatında İlkler
    2 ay önce açıldı
    Daha Fazla Göster
  •  Türk Soy Ağacı.
  • hocam sümerler ve cengiz imparatorluğuda var burada, benim bildiğim kadarıyla bunlar Türk değil. birde kazakistan,özbekisten,kırgızistan denmiş ama onlar Türk değiliz diyor adamlar kendileri diyor, okuldan bir çok arkadaş var orta asyadan gelen onlarla zamanında çok tartıştım,adam ben kazağım diyor ee diyorum onlarda Türk zaten hayır illa kazağım diyor, yani keşke o soy ağacındaki gibi olsa ama işin aslı öyle değil.
  • bu adamlar ben türk değilim kazağım diyorsa bu rusların onlara biçtiği kimliğin sonuçlarıdır
  • TÜRKLER;
    dünyânın en eski, asîl büyük devletler kurup, pekçok meşhur şahsiyetler yetiştiren medenî
    milletlerinden. Türkler, Nûh aleyhisselâmın oğullarından Yâfes’in Türk adlı oğlunun neslindendir.
    Târihî şahıs, boy ve millet adlarının teşekkülüne göre Türk kelimesinin aslı türümek fiilinden
    gelmektedir. Bu fiilden yaratılmış kişi ve insan mânâsına türük ve nihâyet hece düşmesiyle Türk
    kelimesi ortaya çıkmıştır. Nitekim Anadolu’da bir kısım göçebeler de yürümekten “yürük” adını
    almışlardır. Türk kelimesi ayrıca çeşitli kaynaklarda; “töreli, töre sâhibi, olgun kimse, güçlü, kuvvetli,
    terk edilmiş, usta demirci ve deniz kıyısında oturan adam” mânâlarında kullanılmaktadır.
    Coğrafi ad olarak Türkhia (Türkiye) tâbiriyse altıncı asırdaki Bizans kaynaklarında Orta Asya için
    kullanılmıştır. Dokuzuncu ve onuncu asırda Volga’dan Orta Asya’ya kadar olan sâhaya denilirdi. Bu
    da, Doğu ve Batı Türkiye olmak üzere ikiye ayrılıyordu. Doğu Türkiye Hazarların, Batı Türkiye ise Türk
    asıllı Macarların ülkeleriydi. Memlûklerin ilk zamanlarında Mısır’a da Türkiye deniliyordu. Selçuklular
    zamânında on ikinci asırdan îtibâren Anadolu’ya Türkiye denilmeye başlandı. Türk kelimesini Türk
    Devletinin resmî adı olarak ilk defâ kullanan, mîlâdî yedi ve sekizinci yüzyıllarda hüküm süren
    (681-745) Göktürk Devletiydi.
    Nûh aleyhisselâmın oğlu Yâfes mümin idi. Evladı çoğalınca, onlara reîs olmuştu. Hepsi, dedelerinin
    gösterdiği gibi Allahü teâlâya ibâdet ediyordu. Yâfes, nehirden geçerken boğulunca, Türk ismindeki
    küçük oğlu, babasının yerini tuttu. Gittikçe artan nesli Türk adıyla anıldı. Bu Türkler, ecdâdı gibi
    Müslüman, sabırlı ve çalışkan insanlardı. Zamanla çoğalarak Asya’ya yayıldılar. Türklerin başlarına
    geçen bâzı zâlim hükümdârlar, semâvî dîni bozarak, onları puta taptırmaya başladılar. Bugün
    Sibirya’da yaşayan Yâkutlar bunlardan olup, hâlâ puta tapmaktadırlar. Dinden uzaklaştıkça eski
    medeniyet ve ahlâklarını da kaybetmişlerdir.
    Bilinen en eski Türk kavmi, Çinlilerin Hiong-nu dedikleri M.Ö. 3. asrın başından îtibâren târih
    sahnesinde görülen Hunlardır. Bu kavmin anayurdu, Tienşan’ın kuzey kesimiyle batıdaki Altay Dağları,
    Orta Urallar ve Hazar Denizinin kuzey hudutları içinde kalan vâdideydi. Şenyu denilen hükümdârlarının
    ordugâhı, Orhun Irmağı kıyısında bulunuyordu. Nüfus çoğalması ve fütûhat isteği gibi iki büyük
    sebeple yayılmaya başladılar ve Çin hudutlarına kadar olan bölgeyi ele geçirdiler.
    İslâmiyetten önce Türk devletleri:
    Türklerin kurduğu en eski devlet olan Hunlar, aynı zamanda Türk askerî teşkilât ve idâreciliğinin de
    kurucularıdır. Osmanlılar zamânı dâhil olmak üzere, bütün târih boyunca Türk teşkilâtının baş kâidesi
    olan sağ ve sol ikili nizâm, Hunlar tarafından kurulmuştur. Hun ordusu on bin, bin, yüz ve on kişilik
    gruplar hâlinde onlu sisteme göre teşkil edilmişti. Keçe çadırları içinde oturuyor ve besledikleri koyun,
    at ve sığır sürülerinden elde ettikleriyle geçiniyorlardı.
    Hunlar, M.Ö. 3. asrın sonlarında, Sarı Irmağının kıvrım yaptığı alana gelerek, Çin içlerine doğru
    akınlara başladılar. Çinliler, bu Türk kavminin süvârileri karşısında tutunamayıp ağır mağlûbiyetlere
    uğradılar. Böylece Çin hâkimi olan Ti-şin Hânedânı Çin Seddini tamamlamaya çalıştı.
    Türk kavimlerini toplayıp, imparatorluk hâlinde birleştiren ilk büyük Hun Hükümdarı Teoman Yabgu’dur
    (M.Ö. 220). O zamanlarda Türk hükümdarlarına “Yabgu” deniliyordu. Teoman Yabgu’dan sonra Hun
    tahtına oğlu Mete Yabgu geçti. Mete zamanında yapılan fetihlerle Hun İmparatorluğunun toprakları
    Hazar Denizinden Japon Denizine kadar uzadı. Bu topraklarda çeşitli Türk kavimlerinin yanısıra diğer
    Altaylı kavimler de yaşıyordu. Mete devri, Hun imparatorluğunun en parlak devri oldu (M.Ö. 209-174).
    Mete’den sonra gelen Yabgular zamânında Çinlilerle ilişkiler arttı. Özellikle evlenme yoluyla Türk ve
    Çin hükümdar âileleri arasında yakınlıklar doğdu. Bu yakınlıklar ise Hunların iç işleri bakımından birçok
    karışıklıklara yolaçtı. Buna rağmen Hun İmparatorluğu M.Ö. 1. yüzyıla kadar üstünlüğünü devam
    ettirdi. Bu yüzyılda ise Türk beyleri arasında taht kavgaları gittikçe arttı. Çinliler de bu kavgalardan
    faydalanarak Türkleri zayıflatmayı bildiler. Neticede Hunlar Doğu ve Batı olmak üzere ikiye ayrıldı.
    Bunlara Güney ve Kuzey Hunları da denir. M.S. 3. yüzyılın başlarında başka bir Türk kavmi olan
    Siyerpiler Hunlarla iktidar mücâdelesine giriştiler. Sonunda Moğolların ve bâzı Türk boylarının da
    yardımıyla Hunların hâkimiyetine son verdiler. Büyük Hun İmparatorluğu târihte bilinen eski
    imparatorlukların en büyüğüydü.
    Siyerpilerle yaptıkları savaşları kaybettikten ve Asya’daki Büyük Hun İmparatorluğu dağıldıktan sonra
    Hunların bir kısmı Dinyeper Nehriyle Aral Gölü doğusu arasındaki bölgeye yerleştiler ve dördüncü
    yüzyılın ortalarına kadar orada yaşadılar. Çin’den gelen Hun kütleleriyle çoğalan ve uzunca bir müddet
    sâkin bir hayat yaşamak sûretiyle güçleri artan bu Hunlar, iklim değişikliği ve geçim şartlarının
    bozulması sebebiyle bu târihten îtibâren Batıya göç etmeye başladılar. O târihlerde Karadeniz
    kuzeyindeki düzlükler bir Germen kavmi olan Gotların işgali altındaydı. Don-Dinyeper nehirleri
    arasında Doğu Gotları (Ostrogot), onun batısında ise, Batı Gotları (Vizigot) bulunuyordu. Daha batıda
    Transilvanya ve Galiçya’da Gipidler bugünkü Macaristan’da Tisa Nehri havalisinde Vandallar vardı.
    Hun Başbuğu Balamir’in idâresinde hayret edilecek bir hareket kabiliyeti ve gelişmiş bir süvâri
    taktiğiyle hareket eden Hunlar önce Doğu sonra da Batı Gotlarla karşılaştı. Yerlerinden kopan bu
    kavimler batıya doğru hızla akarak Roma İmparatorluğu topraklarını, Kuzey Karadeniz’den İspanya’ya
    kadar her tarafı alt üst ettiler. Böylece Avrupa’nın etnik manzarasını değiştiren ve târihte Kavimler
    Göçü denilen hâdise meydana geldi. Âni ve şiddetli Hun darbelerinin, beklenmedik şekilde ortaya
    çıkan Hun akıncı birliklerinin Doğu Avrupa kavimleri arasında uyandırdığı dehşet, batı dünyâsında
    büyük akisler yaptı. Hunlar aleyhine Lâtin ve Grek kaynaklarından inanılmaz rivâyet ve hikâyelerin
    çıkmasına ve yayılmasına sebep oldu.
    Hunlar, 378 yılı baharında Tuna’yı geçtiler ve Romalılardan mukâvemet görmeksizin Trakya’ya kadar
    ilerlediler. Bu arada daha büyük bir Hun kütlesi Kafkaslar üzerinden Anadolu’ya yöneldi. Bu ikinci
    akıncı kolu Güney Anadolu’dan Suriye’nin Akdeniz kıyılarına ve Kudüs’e kadar yıldırım hızıyla ilerledi.
    Sonbaharda aynı yoldan Âzerbaycan’a döndü. Batıda ise Balamir’in oğlu Ildız’ın komutasındaki Hun
    süvâri birlikleri Bizans İmparatorluğunu barışa zorladı. Ildız’dan sonra Hun tahtına geçen Karaton ve
    Rua zamanlarında da Bizanslılar Hunlara vergi ödedi. Rua’nın 434’te ölmesi üzerine devletin başına
    Attila geçti. Attila’nın döneminde Hunların hâkimiyeti Volga Nehrinin doğusundan bugünkü Fransa’ya
    kadar uzadı. İdâreleri altında çeşitli Türk boyları da dâhil olmak üzere kırk beş kavim yaşıyordu.
    Bunların çoğu şimdiki Avrupa milletlerinin dedeleridir. Bizans, Hunlara verdiği vergiyi üç katına çıkardı.
    Attila, 451’de Hıristiyan dünyâsının merkezini zaptetmek üzere 100.000 kişilik ordusuyla Roma önüne
    geldi. Ancak Attila’nın önünde diz çöken ve Roma’nın kendisine boyun eğdiğini bildiren papa, şehrin
    kurtarılmasını sağladı.
    Attila’nın ölümünden sonra tahta çıkan oğulları İlek, Dengizik ve İrnek dönemlerinde Hun birliği
    parçalandı. Ayaklanan Germen kavimleriyle yapılan savaşlar Hunları yordu. Neticede Orta Avrupa’da
    tutunmanın zorluğunu gören İrnek, Hunların büyük kısmı ile Bizanstan geçiş müsâdesi alarak
    Karadeniz’in batı kıyılarına döndü. İrnek idâresindeki Hunların, önce güney Rusya düzlüklerinde
    görülen, sonra Balkanlarda ve Orta Avrupa’da birer devlet kuran Bulgarlarla Macarların teşekkülünde
    büyük rol oynadığı anlaşılmaktadır. Geleneklere göre Bulgar Türk Devleti’nin kurucusu Dulo
    Sülâlesiyle Macar kabilelerini Tuna boyuna getirerek orada yerleştiren Arpad Hânedanı İrnek’i ata
    tanımaktadırlar.
    Hunların büyük kısmı Volga’dan batıya geçerken onlardan bir kısmı olduğu ileri sürülen Ak Hunlar 4.
    yüzyılda Batı Türkistan’a göçerek burada Ak Hun Devletini kurmuşlardı. Ak Hunlar, 441 senesinde
    Semerkand, Buhârâ ve Belh çevresini ele geçirerek, İran Sasânî Devletiyle komşu oldular. Bir süre
    sonra Horasan’a sefer düzenleyen Türkler, Sâsânî hükümdârı Şehinşâh Firûz’u mağlup ettiler. Ak
    Hunlar bu parlak zaferden sonra tam bir asır Türkistan ve Afganistan’ın kudretli hâkimi olarak hüküm
    sürdüler. Altıncı asrın başlarında Ak Hunlar ülkelerini Göktürklere bırakmak mecbûriyetinde kalarak
    onların tâbiiyyeti altına girdiler.
    M.S. 3. yüzyıl başlarında Türklerin Tabgaç Hânedanı Kuzey Çin’de kudretli bir siyâsî teşekkül
    meydana getirerek Asya Hunlarının yerini aldı. Tabgaç hâkimiyeti hükümdar Kuei zamânında
    (385-409) Pekin’e kadar uzadı. Bu durum Tabgaçların Çin’le çok fazla yakınlık kurmalarına ve onların
    hayatlarına alışmalarına yol açtı. O kadar ki, bâzı Tabgaç yabguları Çinlilere hayranlıkları yüzünden
    kendi halklarını ve kültürlerini hor gördüler. Bu durum Tabgaçların Çin kültürü ve Çin kalabalığı içinde
    eriyip gitmelerine sebep oldu. Onların yerine dördüncü asrın sonunda iktidar Avar Hânedanının eline
    geçti.
    Avar Türkleri önceleri Hun ve Tabgaç Hânedanlarının hâkimiyeti altında yaşıyorlardı. Tabgaç
    iktidarının zayıflamasıyla Orta Asya hâkimiyetini ele geçiren Avar Hânedanı, 4. yüzyıl sonundan 6.
    yüzyıl ortasına kadar devam etti. Avar Kağanları hem doğuda, hem batıda fetihler yapmışlar, esas
    olarak Çin’le uğraşmışlardır. Avar Devleti, Onabay Kağan zamânında Göktürklerin isyanı üzerine
    yıkıldı (552). Göktürkler karşısında uğranılan başarısızlık üzerine Avar kütleleri batıya doğru çekildiler.
    558 yılında Sabar hâkimiyetini yıkıp, Kafkaslara doğru ilerlediler. Buradaki İranlı Alanları hâkimiyetleri
    altına aldıktan sonra Bizans’a elçi göndererek yıllık vergi ve kendilerinin yerleşebilecekleri arâzi
    istediler. Bu arada Dalmaçya’da ve Balkanlarda geniş çaplı bir fütuhât hareketine giriştiler. Bizans
    İmparatoru Avar akınını durdurmak maksadıyla Aşağı Tuna havzasında, başta Antlar olmak üzere bâzı
    slav ülkelerinde bir set kurmaya çalıştı. Fakat 562’de bu engeli rahatlıkla aşan Avarlar Bizansla
    sınırdaş oldular. Avrupa içlerine geniş akınlarda bulundular. Bizans İmparatorunun vergi ödememesi
    üzerine Orta Karpatlara girdiler. 568’de Bugünkü Macaristan’ı tamâmen hâkimiyetleri altına aldılar.
    Böylece Orta Avrupa’da Büyük Avar İmparatorluğu kuruldu. Devletin sınırları Elbe Vâdisi ve Alp
    Dağlarından Don Nehrine kadar uzanıyordu.
    Avar Hakanlığının 200 yıl kadar süren hâkimiyeti devrinde en mühim askerî teşebbüsleri, İstanbul’u
    kuşatmalarıdır. 619 ve 626 yıllarında iki defâ olmak üzere Sasânilerle ortak yapılan bu kuşatmalar
    çok şiddetli geçti. Surlar önünde çarpışmalar günlerce sürdü. Ancak Avar ordusu kuşatmadan,
    donanması olmadığı için bir netice alamadı. Güç şartlar altında çekilmek zorunda kaldı. Avarların,
    Bizans başşehrinde büyük heyecan uyandıran bilhassa ikinci harekâtı târihî bir takım hâtıralar da
    bıraktı. Avarların çekildiği gün Bizansta bayram îlân edildi ve kiliselerde âyinler asırlarca devam etti.
    Diğer taraftan İstanbul kuşatmasının başarısızlıkla sonuçlanması Avar Hâkanlığının îtibârını sarstı.
    Tâbi kavimler baş kaldırmaya ve dağılmaya başladılar. Uzun mücâdeleler neticesinde, Balkanlar
    Bulgarlara, Tuna-Sava bölgesi Hırvat-Sloven gibi Islav kabilelerine, Bohemya sahası da Çeklerin
    atalarına terk edildi. Zayıflayıp küçülmesine rağmen Avar Hakanlığı yaklaşık 170 yıl daha varlığını
    korudu. Fakat 791’den îtibâren Frank İmparatorluğunun amansız hücumları sonunda tamâmen
    ortadan kalktı (805). Parçalanan Avar grupları Şarkî Macaristan ve Balkanlara dağılıp kısa zamanda
    Hıristiyanlaşarak ve dillerini unutarak yerli halk içinde eridi.
    Türk sözünü ilk defâ resmî devlet adı olarak kullanan ve onu bütün bir millete ad vermek şerefini
    kazanan Göktürk Kağanlığı Doğu Sibirya’daki Yakut Türkleriyle batıdaki Oğur (Bulgar) Türklerinin bir
    kısmı dışındaki Türk asıllı bütün kütleleri kendi idârelerinde birleştirdiler.
    Göktürklerin, târih sahnesine çıktıkları sıralarda Altay Dağlarının doğu eteklerinde toplu bir halde
    an’anevî sanatları olan demircilikle uğraştıkları ve Juan-juan Devletine silah imâl ettikleri bilinmektedir.
    552’de Juan-Juan Devletinin çökmesi üzerine Göktürklerin boy beyi Uluğ Yabgu’nun oğlu Bumin ve
    İstemi Kağanlar Ötüken merkez olmak üzere devleti kurdular. Avar Kağanlığını yıktılar. Bumin Kağan,
    devletin doğu bölgesine, İstemi Kağan’da batı bölgesine hükümdar oldu.
    Doğu Göktürkler siyâsî bakımdan hep Çin’le karşı karşıya geldiler. Çin’le sık sık savaşlar yapılıyor,
    sonra arası uzun sürmeyen barış dönemleri geliyordu. Doğu Göktürk Devletinin başına Bumin
    kağandan sonra sırasıyla İstemi Kağan, Kara Kağan, Muskan Kağan, Tapo Kağan, İşbara Kağan, Çur
    Bağa Kağan, Tulan Kağan, Bilge Tardu Kağan, Türe Kağan, Şipi Kağan, Çuluk Kağan ve Kara Kağan
    Göktürk tahtına geçtiler. Bu Göktürk kağanları da önceki Türk hükümdarları gibi Çinli prenseslerle
    evleniyorlardı. Çinliler ise zaman zaman gönderdikleri diplomatlar, zaman zaman da bu Çinli hâtunlar
    sâyesinde Göktürk ülkesinde siyâsî karışıklıklar ve parçalanmalar meydana getirebiliyordu. Nitekim
    Çinli İçing Hâtunla evlenen Kara Kağan onun tesirinde kalarak Çin’e savaş açtı (630). Yapılan
    savaşlardan birinde Kara Kağan esir düştü ve Türkler Çin hâkimiyetini tanımak zorunda kaldılar.
    Göktürklerin en buhranlı döneminde açılan bu savaş Kara Kağan ve on binlerce Türk’ün esâreti ve
    devletin yıkılmasıyla neticelendi.
    582’de Doğu Göktürk Hakanlığından kesin olarak ayrılan Ötüken, Batı Moğolistan, Aral Gölü havâlisi,
    Kaşgar, Mâverâünnehr ve Merv’e kadar Horasan sahaları üzerinde hâkim bulunan Batı Göktürk
    Kağanlığının hâkimiyeti de uzun sürmedi. Tardu Kağan’dan sonra ülke şehzadeler arasında taht
    kavgalarına sahne oldu. Nihâyet 630 yılı Doğu Göktürklerin olduğu gibi Batılıların da Çin hâkimiyeti
    altına girdiği bir devir oldu.
    630-680 arasındaki 50 yıllık zaman Göktürklerin istiklallerini kaybettikleri bir matem devresi oldu. Her
    ne kadar Orta Asya’da millet olarak Türkler varlıklarını, dil, inanç ve geleneklerini muhâfaza etmişlerse
    de, müstakil bir devletten mahrumiyet Göktürkler için haysiyet kırıcı bir ıstırap kaynağıydı. Kitâbelerden
    anlaşıldığına göre Göktürkleri bu felâkete düşüren sebepler üç noktada toplanmaktadır:
    1. Sonra gelen devlet adamlarının kötü idâresi: “Kağan bilge imiş, cesur imiş; buyrukları bilge imiş,
    cesur imiş. Beyleri de kavmi de iyi imiş, böylece ülkeyi tutup töreye göre tanzim etmişler. Sonra
    kardeşler, oğullar kağan olmuş, küçük kardeş büyük kardeş gibi olmadığı, oğul babası gibi olmadığı
    için bilgisiz kağanlar tahta oturmuşlar, buyrukları da bilgisiz fenâ imişler... Türk beyler, Türk adını
    atmışlar, Çin beylerinin adlarını almışlar, Çin hâkanına boyun eğmişler, elli yıl işlerini güçlerini ona
    vermişler.”
    2. Türk kavminin yanlış tutum ve davranışı: “Türk budunu... Sen aç olduğun zaman tokluğunu
    düşünemezsin, tok olduğun zaman açlık nedir bilmezsin. Bu sebeple hâkanın iyi sözlerine kulak
    vermedin, yurdundan ayrıldın, harap bitkin düştün. Müstakil hanlığına karşı kendin yanıldın. Doğuya
    gittin, batıya gittin, kutlu yurt Ötüken’i terk ederek gittiğin yerlerde ne yaptın? Su gibi kan akıttın.
    Kemiklerin dağlar gibi yığıldı. Türk budunu kendi hâkanını, bıraktı hüküm altına girdi. Hüküm altına
    giren Türk budunu öldü, mahvoldu.”
    3. Çinlilerin bölücü ve yıkıcı propagandası: “Çin kavminin sözü tatlı, hediyesi güzel imiş. Tatlı sözü,
    güzel hediyesi uzak kavimleri yaklaştırır imiş. Sonra da fesat bilgisini orada yayarmış. İyi, bilge kişiyi
    yürütmez imiş. Onun tatlı sözüne ve güzel hediyesine kapılan çok Türk kavmi öldü.”
    Millet kendisine de şöyle sesleniyordu: “Ülkeli bir kavim idim, şimdi ülkem nerede? Hakanlı bir
    kavimdim, hakanım nerede? Bu düşünceler içindeki Türk prensleri zaman zaman ihtilâl
    teşebbüslerinde bulundularsa da hepsi kanlı bir biçimde bastırıldı. Bu hareketler arasında en çok
    hayret verici olanı 639 yılında Kürşad’ın ihtilâl teşebbüsüdür. T’ang imparatorunun saray muhâfız kıtası
    subaylarından olan Göktürk prensi Kürşad, Türk Devletini ihya etmek için 39 arkadaşı ile gizlice
    anlaştı. Bâzı geceler şehirde dolaşmaya çıkan İmparator yakalanarak kaçırılacaktı. Fakat plânın tatbik
    edileceği gece ansızın patlayan fırtına yüzünden imparator saraydan çıkmadı. Kararın geciktirilmesini
    mahzurlu gören Kürşad ve arkadaşları bu defâ doğruca saraya yürüdüler. 40 Türk, sarayı ele geçirip
    başşehre hâkim olmayı düşünüyorlardı. Yüzlerce muhâfız telef edildiyse de dışarıdan sevk edilen
    orduyla başa çıkılamadı. Bunun üzerine saray ordularından seçme atları alarak Vey Irmağına doğru
    çekildiler. Ancak fırtına ve sel, köprüleri de yıkıp götürmüştü. Irmak kenarında Çin ordusuyla savaşa
    tutuşan Kürşad ve arkadaşları birer birer ecel şerbetini içerek bu dünyâdan göçtüler.
    Kürşad liderliğindeki kırk yiğit başarısız kaldılarsa da Türk milletinin kalbinde sönmez bir istiklâl ateşini
    tutuşturdular. Onlardan sonra bu ateşle yanan Türkler her fırsatta baş kaldırdılar. Birkaç defâ daha
    başarısız ihtilal teşebbüsünden sonra, nihâyet 682 yılında Kutluğ Şad, etrâfına topladığı Türklerle
    istiklâlini îlân etti. Dağılmış boyları bir araya topladı. Bu sebeple İlteriş ünvânını aldı. Çinli bir prensesle
    değil bir Türk kızıyla evlendi. Bilge Han ve Kültigin adında iki oğlu oldu. Kutluğ ölünce yerine kardeşi
    Kapağan Han kağan oldu. 22 yıl saltanat süren Kapağan Kağanın ölümünden sonra memleket
    karışıklıklar içinde kaldı. Bunun üzerine İlteriş Kutluğ Kağanın oğulları Bilge Han ile Kültigin birleşerek
    idâreyi ele aldılar. Bilge Han kağan, Kültigin ise ordu kumandanı oldu. Böylece Türk târihinde ilk defâ
    iki kardeş devlet idâresinde birlikte hareket etmiş ve hiçbir kıskançlık duymadan birbirlerine yardım
    etmiş oluyorlardı. Bilge Kağan ile Kültigin iç ve dış bütün tehlike ve tehditleri ortadan kaldırdılar.
    Başkaldıran herkese boyun eğdirdiler. Ülkenin, milletin ve devletin birliği sağlandı.
    Göktürkler devrinin en önemli eseri Orhun Âbideleri’dir. Göktürk yazısı ile yazılan üç âbide 725-735
    seneleri arasında diktirilmiştir. Burada, Bilge Kağan ile kardeşi başkumandan Kültigin’in ve Bilge
    Kağanın kayınpederi olan Vezir Bilge Tonyukuk’un bir ara Çin esâretine düşen Türk Devletini yeniden
    kalkındırmak için yaptıkları gayretler anlatılır ve gelecek Türk nesillerinin bu tecrübelerden istifâdeleri
    istenir. Ayrıca istiklâl fikri verilir. 745’te Göktürklerin yıkılması üzerine, Uygur Hânedânı Büyük Türk
    Hâkanlığı tahtına geçti. Uygurlar devrinde Türkistan tamâmen Türkleşti ve İranlı unsurlar dillerini
    bırakarak eridi. Bir kısmı da batıya çekildi. 840’ta kuzeyden gelen Kırgızlar, Uygurları bugünkü
    Moğolistan’dan sürünce, Doğu Türkistan’a yerleştiler. İlk Uygur hâkânı olan Kutluğ Bilge Kül Kağan,
    atalarının inancındaydı.
    Uygurlar devrinde Türklük bir din arayışı içine girdi. Aralarında; Maniheizm, Budizm, hattâ Hıristiyanlık
    yayıldı. Bu devirde Türkler, yerleşik medeniyete geçerek, Doğu Türkistan’da pekçok şehir kurdular ve
    kurulu şehirleri genişlettiler. Uygur alfâbesiyle binlerce eser tercüme edildi. Kâğıt ve matbaa
    kullandıkları için bâzı kitapları günümüze kadar ulaşan Uygurlar, bugünkü Moğolistan’ı kaybettikten
    sonra imparatorluk olmaktan çıktılar. Türkistan ve Kansu’da yaşayan bir Türk hânedânıyken 840’da
    Karahanlı hâkimiyetine girdiler.
    468’den 965’e kadar diğer bir Türk kavmi olan Hazarlar, Kuzey Karadeniz ve Kafkasya’da kudretli,
    yüksek kültürlü bir hâkanlık kurdular. Bir kısmı Müslüman olan Hazarların kağan denen hâkanları daha
    çok Mûsevî dînine girdiler ve bu dîne giren yegâne Türk kitlesini teşkil ettiler.
    Diğer taraftan Avarlardan sonra onuncu asırda Peçenekler, Balkanlar ve Karadeniz’in kuzeyinde
    kudretli bir devlet kurdular. Peçenekleri tâkiben, Uzlar ve Kıpçaklar Avrupa’ya yerleşerek, Balkanlarda
    bir müddet hâkimiyet sürdükten sonra Hıristiyan olup, Slavlaşarak Türklüklerini kaybettiler.
    Sekizinci asırla 13. asır arasında yaşıyan en tanınmış Türk kavimleri; Uygurlar, Kırgızlar, Kıpçaklar,
    Karluklar, Peçenekler ve Oğuzlardı. Uygurlar, Göktürkler zamânında Altay Dağlarının kuzey
    doğusunda yaşıyorlardı. 745’te Göktürk Hanedânına son vererek kendi hânedânlıklarını kurdular.
    Göktürkler zamânında Baykal Gölü ile Yenisey arasındaki Sayan Dağları havâlisinde yaşıyan
    Kırgızlar, daha ziyâde mâvi gözlü ve sarışın idiler. Dokuzuncu ve onuncu asırda Müslüman tüccârlar
    vâsıtasıyla İslâmiyeti kabul ettiler. Kıpçaklar, Büyük Kıymek kavminin en önemli koluydu. On birinci
    asrın ikinci yarısında Sirderya Irmağının kuzeyindeki bozkırın önemli kısmına hâkim oldular. Moğol
    istilâsı sırasında esir alınan genç Kıpçak Türkleri İslâm ülkelerine satılmıştır. Bunlar; Bağdat Abbâsî
    halîfeleri, Türkiye Selçukluları ve Eyyûbîlerin hassa ordularında hizmet etmişler ve 1250 yılında
    Mısır’da asırlarca devâm edecek olan Memlûk Devletini kurmuşlardır.
    Karluklar, Göktürk imparatorluğuna dâhil en önemli Türk kavimlerinden birisiydi. Göktürkler
    zamânında Balkaş Gölünün doğu kıyıları ile Kara İrtiş Irmağı kıyılarında oturuyorlardı. Dokuzuncu
    asrın ortalarından 13. asra kadarCeyhun ve Tarım Irmağı ve Balkaş Gölü arasındaki Türk ülkelerini
    idâre eden Karahanlı Hânedânı Karluk kavmindendir. Oğuzlar, Türk câmiasının belkemiğini teşkil
    eden mühim ve en büyük koldur. Târihteki en büyük ve en muhteşem devletleri onlar kurdular.
    Göktürkler, Selçuklular, Osmanlılar, Oğuzların birer koluydu.
    Eski Türklerde devlet teşkilâtı, kültür ve medeniyet:
    Türk cemiyetinin temeli Âile idi. Âile daha çok anne, baba ve çocuklardan meydana geliyordu. Evlenen
    kız veya erkek, âilesinden kendi hissesine düşenleri alarak ayrı ev kurardı. Âileden sonraki en büyük
    sosyal birlik Uruk (sülâle) idi. Uruk veya soylar topluluğuna ise Boy denirdi. Boyların kendilerine âit,
    toprakları, başlarında boy beyleri bulunur, boy beyleriniyse âile ve uruk temsilcileri seçerdi.
    Boylar birleşerek siyâsî bir birlik hâline gelirse buna Budun denirdi. Budunun başına geçen kimseye
    Han adı verilirdi. Birden fazla budun bir merkezden idâre edilirse buna İl denilmekteydi ki, bugünkü
    Devlet teriminin karşılığıdır.
    Türklerin en belirgin özelliklerinden biri kuvvetli bir teşkilatçılık kâbiliyetine sâhip olmalarıdır.
    Yaşadıkları hayat da onları hürriyete, istiklale alıştırdığı için hiçbir zaman devletsiz olmamışlardır.
    Gerçekten Türklerin 2500 yıllık târihlerinde devletsiz kaldıkları, yâni istiklallerini kaybettikleri bir devre
    rastlanmaz. Dünyâda dâimâ bir veya birkaç Türk devleti bulunmuştur. Türklerde istiklâle verilen değer
    bâzı târihî kayıtlarda görülmektedir. M.Ö. 58’de cereyan eden bir hâdise dolayısıyla Çin yıllığı, Hun
    devlet meclisinde yapılan şu konuşmayı nakleder:
    “Bizim için tâbiiyet yüz kızartıcıdır. Atalarımızdan toprakla birlikte devr aldığımız istiklâlimizi Çin ile
    uzlaşmak bahasına fedâ edemeyiz. Mücâdele edecek savaşçılarımız hâlâ mevcutken devletimizi
    korumalıyız”.
    Orhun kitâbelerindeyse istiklal elden gittikten sonra durum için: “Beğ olmağa layık oğlun kul, hatun
    olmaya layık kızın cariye” olduğundan yakınan Bilge Kağan Türk devlet ve istiklalinin devamlılığına
    inancını şu sözlerle ifâde etmiştir:
    “Yukarıda gök çökmedikçe, aşağıda yer delinmedikçe Türk budununun ilini, töresini kim bozabilir.”
    Türk devletinin başında bulunan kimselere “Tanhu, Kağan, Han, Yabgu, İlteber” gibi çeşitli isimler
    verilmiştir. Bunların hükümdarlık âlemetleri “taht, otağ, tuğ, davul, sorguç” gibi şeylerdi. Hükümdar
    tuğunun tepesinde altından bir kurt başı bulunurdu. Hükümdar yaratanın inâyet ve yardımına mazhar
    olduğu sürece halkına iyi bakar, onu zenginlik ve adâlet içinde yaşatırdı. Bunu başaramayan kağandan
    yaratanın, kutu, yâni siyâsî iktidarı geri aldığı düşünülür ve ona karşı isyan etmek meşru sayılırdı.
    Hükümdarlar devlet işlerinde dâima büyük beylerden meydana gelen bir meclise danışırlar, onların
    râzı olmadıkları işi pek yapmazlardı. Danışma meclislerinde herkes sözünü açıkça söyler hükümdarı
    dahi istediği gibi tenkit edebilirdi. Çünkü meclis üyeleri, asıl kuvvetlerini temsil ettikleri zümrelerden
    alırlardı. Hükümdarın idâre selâhiyeti bâzı şartlarla tahdit edilmiştir. Bunların başında halkı doyurmak,
    giydirmek, toplamak, çoğaltmak ve huzura kavuşturmak gelir. Kutadgu Bilig’te: Halkın hükümdardan
    isteklerini a) İktisâdî istikrar, b) Âdil kânun, c) Asâyiş olarak sıraladıktan sonra; “Ey hükümdar sen
    halkın bu haklarını öde, sonra kendi hakkını iste.” denilmektedir.
    Hükümdarların eşlerine Katun (Hâtun) denirdi. Türk kağanları çoğunlukla Çinli veya diğer yabancı
    prenseslerle evleniyorlardı. Ancak bunlar daha çok siyâsî sebeplere dayanıyordu. Ancak oğulları
    hükümdar olacağı için ilk eşlerini Türk kızlarından seçmeye dikkat ederlerdi. Hâtunlar zaman zaman
    devlet işlerine karışırlar, hattâ kendi başlarına hükümdar bile olabilirlerdi. Ancak onların devlet işlerine
    karışmaları dâima şikâyet konusu olmuş ve çoğunlukla kötü sonuçlar vermiştir.
    Kağanların oğulları devlet işlerine alışmak üzere tecrübeli devlet adamlarının yanlarında yetişirler,
    sonra devletin sağ veya sol kanadına vâli olurlardı. Bunlar han, şad, tigin ünvanları alırlardı.
    Hükümdarın ve vâlilerin emirleri altında çeşitli görevler yapan devlet memurları vardı. Sivil idârede
    devlet meclisi üyeleri, buyruklar (nâzır, bakan), iç buyruklar (saray idâresine bakan) yanında inanç,
    tarkan, apa, boyla, yula, baga, ataman, tudun, yugruş, külüg, babacık vb. ünvanlarını taşıyan ve hiçbiri
    verâsete dayanmayan devlet büyükleri bulunurdu. Devletin dış siyâset işlerini idâre eden memuruna
    “tangucı”, Osmanlılarda “tuğracı”, hükümdarların başvezir durumundaki baş müşâvirlerine ise “aygucu”
    denirdi.
    Eski Türkler dâimi olarak şehirlerde yaşamadıkları için yerleri, sayıları belli bir orduları yoktu. Esâsen
    Türklerde herkes savaş sanatını bilir ve gerektiğinde hemen kendi beylerinin emrinde orduya katılırdı.
    Askerlik hizmetlerinden dolayı kimse devletten ücret almaz, savaş ganimetinden kendi hissesine
    düşeni götürürdü. En büyük askerî birlik 10.000 kişilik kuvvetti. Bu birliğe Tabgaçlar, Göktürkler ve
    Uygurlarda “tümen” adı veriliyordu. Tümenler binli, yüzlü ve onlu gruplara ayrılır ve bunların başlarına
    binbaşı, yüzbaşı, onbaşı denen komutanlar tayin edilirdi.
    Ordular her çağın tekniğine göre en tesirli silahlarla donatılırdı. Meselâ başlıca silahları olan ok, yay ve
    kılıç, mızrak ve kargının yanında kumandanlarda neft atan yangın mermili mancınıklar, subaylarda
    görülmemiş savaş âletleri bulunuyordu. Savaşta düşmana en şiddetli darbeyi vuranlar okçu süvâri
    birlikleriydi. Bunlar yıldırım hızıyla düşman birliğine ok yağdırıp şaşkına çevirirler, sonra öbür birlikler
    düşmanı çevirerek imhâ ederlerdi. Savaş sırasında yarım ay biçiminde açılırlar merkezdekiler geri
    çekiliyormuş gibi görünür ve onları tâkip eden düşman, sol ve sağ kanatların kapanmasıyla çevrilmiş
    olurdu. Bu savaş usûlüne Türkler kurt oyunu adı verirlerdi. Türk ordularının en önemli özelliklerinden
    biri de disiplindi. Savaşta bir asker komutandan gelen emri eksiksiz yerine getirmekten başka birşey
    düşünmezdi.
    Diğer taraftan etrafları dâima düşmanla çevrili bulunan Türklerin rahat ve emin olabilmeleri disiplinli bir
    şekilde birlik ve berâberlik içinde yaşamalarıyla mümkündü. Bu îtibârla Türk ülkelerinde nizam ve
    intizam sağlıyan töre herşeyden önce gelirdi. Türk töresi bugünkü gibi yazılı kânunlar hâlinde olmayıp
    örf ve âdet şeklinde çok sağlam olarak yerleşmişti. Her mevzuda törenin ne olduğunu küçükler
    büyüklerden öğrenerek ve yaşayarak yetişirlerdi. Gerek kağanın başkanlık ettiği siyâsî mahkemelerde,
    gerek öbür yargıcıların idâre ettiği normal mahkemelerde törenin hükümleri hiç şaşmadan uygulanırdı.
    Töreye hükümdar da karşı gelemezdi. Töreye muhâlif düşen kağanlar tahtlarından indirilir, hattâ îdâm
    edilirlerdi. Türk töresi oldukça sert ve kesin hükümler ihtivâ ederdi. Cezâları ağırdı. Ancak töre, Türk
    cemiyetinin belkemiğini teşkil ettiği için kimse bu cezâları haksız ve adâletsiz görmezdi. Zâten törenin
    dâima doğru ve adâletli olanı emrettiğini herkes baştan kabul ederdi. Öyle ki, Türk töresi milletin
    yüzlerce yıllık hayat tercübesinden süzülmüş kâidelerden ibâretti.
    Eski Türklerin dinleri, hangi din üzere oldukları bugün hâlâ tartışma konusu olmaya devam etmektedir.
    Eski Türklerden günümüze bu bilgileri ortaya çıkaracak yazılı metinlerin gelmemesi doğru veya yanlış
    pekçok değerlendirmelerin yapılmasına sebep olmaktadır. Meselâ Oğuz boylarında bir orgon/uğur
    kabul edilen kuşlar, Totemcilik olarak açıklanmıştır. Oysa Totemcilik sâdece bir hayvanı ata
    tanımaktan, yâni ona değer vermekten ibâret değildir. Bir inanç sistemi olarak onun ictimâî ve hukûkî
    cepheleri de vardır ki, sistemin yaşaması için bu şartların tamam olması gerekir. Bu bakımdan bunları
    eski Türklerde Totemcilik inancı ile izah etmek mümkün görünmemektedir.
    Birçok târih kitabındaysa eski Türklerin Şaman dînine sâhip oldukları iddia edilmektedir. Aslında
    Şamanlık bir din olmayıp sonradan Türklerin dînine karışmış bir hurâfe durumundadır. Türkler,
    Tunguzca bir kelime olan “Şaman” yerine “kam” kullanırlardı. Kam tabiat-üstü kuvvetlerle temasa
    geçebilen insandır. Bunlar kendilerine göre bir takım usullerle trans hâline girer, yâni kendilerinden
    geçer ve normal insanların görüp işitmediği şeylerden haber verirlerdi. İslâmiyetten önce
    Arabistan’daki kâhinlere benzeyen bu kişiler yâni kam veya şamanlar din adamı olmaktan ziyâde birer
    kabîle büyücüsü durumundaydılar. Gelecekten haber verirler, hastaları iyileştirirler, ruhlar âleminde
    neler olup bittiği hakkında ileri geri konuşurlardı. Bu büyücülere olan inancı din gibi görmek de
    meseleyi içinden çıkılmaz hâle getirmektedir.
    Bugün kesinlik kazanan bilgilere göre Türkler Tengri (Tanrı) dedikleri bir yaratıcıya inanmaktaydılar.
    Tanrının irâdesinin üstünlüğüne inanılır, her işte onun rızâsı düşünülürdü. Kazâ ve kadere inanırlar,
    Yaratan öyle istediği için bir işin öyle olduğunu kabul ederlerdi. Bu yaratıcıya Gök-Tanrı denildiği de
    olurdu. Bâzıları bu sebeple Tanrının gökyüzü olduğunu belirttiler. Oysa Orhun Kitâbelerinde; “Üstte
    mavi gök, altta yağız yer yarattıkta ikisi arasında insanoğlu yaratılmış” denilerek bunların mahluk
    oldukları belirtilmiştir. Yine onların “Tanrı yapar, Tanrı yaşar” inancına göre Tanrı mahluk değil
    yaratandır. Dolayısıyla Gök-tanrı meselesinin Gökyüzünü tanrı olarak kabul etmek değil olsa olsa
    yanlış bir inanışla Tanrının gökyüzünde, yâni üstte olduğunu kabul etmek gibi bir düşünceyle ortaya
    çıktığı kabul edilebilir. Nitekim bugün dahi çok yanlış ve söylenmesi çok tehlikeli olan; “Üstümüzde
    Allah var!” sözü bâzan kullanılmaktadır.
    Diğer taraftan eski Türklerde ahlâki prensipler bakımından zinâ etmek, yalan söylemek, dedikodu
    yapmak, düşmanları bile olsa başka bir kimseyi aldatmak, zulüm etmek, hırsızlık yapmak gibi hususlar
    büyük suç olarak kabul edilip bunları yapanlar çok ağır cezâlarla cezâlandırılırlardı.
    Yukarıda belirtilen temel îtikâdi ve amelî esaslar İslâmiyetle büyük bir benzerlik göstermektedir.
    Cenâb-ı Hakk’ın her kavme ve millete peygamber gönderdiği bilindiğine göre hazret-i Nûh’un oğlu
    Yâfes’in evlâtları olan Türklere de peygamberler geldiği ve bunlara doğru yolu gösterdiği çok büyük
    ihtimal dâhilindedir. Ancak bu peygambere veya yol göstericiye Türklerin ne isim verdiği üzerinde
    durulmalıdır. Nitekim uçmak (Cennet), tamu (Cehennem), yükünç (secde, namaz), uluğ-gün (kıyâmet),
    yek (şeytan), yazuk (günah) ıstılahlarının her biri İslâmiyette de görülmektedir. Bu durumda Türklerin,
    sonradan zâlim hükümdarlar veya bozuk din adamları eliyle dinlerine hurâfeler, yanlış fikirler katıldığı
    anlaşılmaktadır. Göktürklerin ilk yıllarında Budistler onların ülkelerinde tapınaklar kurmaya ve taraftar
    toplamaya başladılar. Mukan Kağan’ın ölümü üzerine onun yerine geçen Taba Kağan (572-581)
    Budist rahiplerini ve onların tapınaklarını aziz kılmaya başlayınca beyleri bu işe karşı çıktı. Aynı şekilde
    Bilge Kağan, Tao dîninin ve Budizmin Türkler arasında yayılmasına göz yumunca Bilge Tonyukuk
    karşı gelerek, bu dinlerin Türk milletini uyuşturacağını belirtti ve engelledi.
    İlk defâ Uygur Kağanı, Böğü Kağan (759-779) Tibet Seferi sırasında Mani dînini kabul etti ve halkı bu
    dîne çevirmeleri için yanında mani rahipleri getirdi. Uygur Devleti böylece resmen Mani dînine girdi.
    Daha sonra Uygurların bir kısmı Budist oldular. Avrupa’ya giden Türklerden Hazarlar Mûsevî dînine
    girdiler. Avrupa’daki diğer Türk kavimleriyse Hıristiyanlaşarak millî benliklerini kaybettiler.
    Türklerin İslâmiyete girişi:
    Peygamber efendimizin İslâmiyeti tebliğiyle birlikte dünyânın ücrâ köşesinde yaşayan küçük bir kavim,
    ilâhî bir tecellî sonucu yeni ve büyük bir millet hâline geldi. Meçhul, basit bir hayat süren ve hattâ
    aşağılanarak yaşayan insanlar hidâyete erince birdenbire târihin mümtaz kahraman, fâtih ve dâhileri
    oldular. Halîfe hazret-i Ömer, emrindeki bir avuç Müslüman gâzisiyle 641’de Suriye ve Mısır kıtalarını
    fethederek koca Doğu Roma’nın kanatlarını kırdı. 642’de Büyük Sâsânî İmparatorluğunu yıkarak
    Ceyhun kenarına ulaştı ve Türklerle temasa geldi. Ancak bu devrede İslâmın merkezinde hazret-i
    Ömer ve yerine geçen hazret-i Osman’ın şehit edilmeleri ve sonraki yıllarda başlayan iç mücâdeleler 8.
    yüzyıl başlarına kadar Türklerle İslâmların münâsebetlerini bir sınır komşuluğundan ileri götürmedi.
    Bâzı kaynaklarda hazret-i Muâviye döneminde Ubeydullah bin Ziyâd’ın Müslüman olan Türkleri
    Kufe’ye yerleştirdiği bildirilmektedir. Daha sonra Emevîler tarafından İslâm İmparatorluğunun bütün
    doğu bölgelerini içine alan Irak umûmî vâliliğine Haccac’ın getirilmesi ve bunun da Horasan’a devrin
    sayılı kumandanlarından Kuteybe bin Müslim’i tâyin etmesi (705), savaşları birdenbire alevlendirdi.
    Müslümanlar kısa zamanda Mâverâünnehr’e hâkim olduktan sonra Talas’a kadar akınlarda bulundular.
    Ancak Türgeş Kağanı Şulu Han idâresindeki Türkler 720 yılından îtibâren cephelerdeki hâkimiyeti ele
    alarak Emevî ordularını bozguna uğrattı. Böylece Emevîler döneminde Türkler karşısında başlangıçta
    başarıyla sürdürülen mücâdeleler neticede muvaffakiyetsizlikle son buldu. Ancak bu mücâdeleler
    Türklerin İslâmiyeti yakından tanımalarına ve tetkik etmelerine zemin hazırladı. Kısa bir süre sonra da
    Türklerin İslâmiyetin bayraktarı olarak dünyâ sahnesine çıkmasına vesile oldu.
    Türklerin hiçbir baskı veya zor durumda kalmaksızın İslâmiyeti kabul etmeleri üç ana sebebe
    dayanmaktadır: Birincisi Türklerin inanç ve yaşayış sistemlerinin İslâmiyete çok yakın olması. Tek bir
    yaratıcıya îmân, âhiret ve rûhun ölmezliğine inanma ve yaratıcıya kurban sunma gibi temel inanışlar
    İslâmiyette de vardı. Buna zinâ, hırsızlık, gasp, adam öldürme, yalancılık ve koğuculuk gibi kötü huylar
    Türklerde olduğu gibi İslâm dîninde de şiddetle men ve yasak ediliyordu. Nihâyet, İslâmiyetteki cihad
    emri, Türkün alplik ve fütuhat görüşüne uygun düşüyordu. Bu gibi sebeplerle öncelikle Mâverâünnehr
    (Türkistan) bölgesinde yaşayan Göktürkler arasında İslâmiyet yayılmaya başladı. Türklerin İslâmiyetle
    şereflenmelerinin ikinci safhası da bu sırada gerçekleşmeye başladı. Daha kuzeyde ve batıda yer alan
    Müslüman olmayan Türkler bilhassa Türkistan’la ticârî faaliyetleri sırasında kendi dillerini konuşan
    ırkdaşlarının dînine daha çabuk ve kolaylıkla girdiler.
    Türkistan Türkleri arasında İslâmiyetin bu ilk yayılışıyla diğer Türklerin başka yabancı dinlere girişi
    hemen hemen aynı devreye rastlar.
    Doğuda Uygurlar Mani, kuzeyde Hazarlar Mûsevî ve batıda Tuna Bulgarları Hıristiyanlık dînine
    girerlerken Mâverâünnehr’deki Türkler arasında da İslâmiyet 8. asrın başından îtibâren yayılmaya
    başladı. Bu durumun diğer Türk ülkelerini de tesir ve câzibesi altına almaya başlaması Abbâsîler
    döneminde vukû buldu. Abbâsî sultanlarının Türklere karşı fevkalâde yakınlık göstermeleri bu
    faaliyetin daha da süratlenmesine sebep oldu. Halife El-Mansur (754-775) zamânından îtibâren
    Türkler, Arap ordularına asker olarak dâhil olmaya başladı. El-Me’mun döneminde (813-833)
    Türklerden husûsî muhâfız birlikleri teşkil olunmaya başlandı. Nihâyet halife Mu’tasım zamânında
    (833-842) halifelik ordusunun esâsını Türkler meydana getiriyordu. Türk ordusu için Samarra şehrini
    inşâ eden halife, sarayını ve pâyitahtını da buraya nakletti. Müellifler artık Türklerin, Araplarla aynı
    millet gibi olduklarını (İslâm milleti) ve Bizanslılar gibi müşrikler yanında gayri müslim Oğuzlarla bile
    harp ettiklerini yazmaktadır. Halife el-Mütevekkil zamânında (847-861) ise Abbâsî Devletinin en önde
    gelen üç şahsiyeti Türktü. Onuncu asrın ilk yarısında emîrül-ümerâlığa iki Türk kumandanı Beckem ve
    Tüzün getirilmişti. Türklerin Bağdât’ta idâreyi ele almaları üzerine uzak eyâletlerde bulunan Türk
    vâliler, müstakil birer hükümdâr gibi hareket etmeye başladılar. İlk Müslüman-Türk devletlerinden
    bâzıları bu sûretle kuruldu. Bunlar arasında Mısır’daki Tûlûnoğulları Devleti (868-905), Ahmed bin
    Tûlûn isminde bir Türk kumandanı tarafından kurulmuştur. Ahmed bin Tûlûn, Dokuz Oğuz
    Türklerindendi. İbn-i Tûlûn, Mısır’ı birçok mîmârî eserle süslemiştir. Tûlûnlular Devleti, 905’te sona
    ermiş ve yerine az zaman sonra Tuğaçoğlu Mehmed’in kurduğu Türk İhşidîler Devleti ortaya çıkmıştır.
    (Bkz. Tûlûnoğulları, İhşidoğulları)
    Ancak bu devletlerde idâreci zümrenin Türk olmasına karşılık esas kitle, yâni halk tabakası daha çok
    Mısırlılardan müteşekkildi.
    İslâmiyetin devlet ve halk olarak Türkler arasında kabûlü ilk defâ İtil (Volga) Bulgarları arasında
    gerçekleşti. Batıya giden Tuna Bulgarları toplu olarak Hıristiyanlaşırken İtil boyu ve Kazan havâlisinde
    kalan asıl Büyük Bulgarlar bilhassa Türkistan’la olan ticârî münâsebetleriyle tanıma fırsatını buldukları
    İslâmiyeti severek kabul ettiler. Bulgar Hanı Almış, 920’de Bağdat halifesine müracaatla İslâmiyetin
    öğretilmesi ve kaleler inşâsı için kendilerine din ve ihtisas adamı gönderilmesini istedi. Halife Muktedir
    Billah tarafında gönderilen kalabalık bir elçi heyeti 922 Mayısında Bulgar memleketine geldi. Almış
    Han ve maiyeti elçilere fevkâlade bir hürmet ve kabul gösterdiler. Bu târihten îtibâren Bulgar memleketi
    Abbasî halifelerine bağlı bir Müslüman yurdu hâline geldi. Ülkede Abbâsî halifesi ve Bulgar Hanı
    nâmına sikkeler basılmakta, taş câmiler saraylar, kaleler ve diğer binâlar inşâ edilmekteydi. Bulgarlar
    Müslümanlığı kabul ettikten sonra, Türk-İslâm medeniyetinin kuzeybatısında en ileri bir ucu olmakla
    büyük bir değer kazandılar. Bulgar ülkesine gelen Abbasî elçilik heyeti içerisinde yer alan İbn-i Fadlan
    yazdığı seyâhatnâmesinde bu ülke insanlarının temiz, doğru, çalışkan ve samîmî bir Müslüman
    olduklarından bahsetmekte ve Bulgar ilinde gecelerin çok kısa olması dolayısıyla Türklerin “sabah
    namazını” kaçırmamak için bir ay geceleri uyumadıklarından bahsetmektedir. Bu sözler Türklerin
    İslâmiyeti ne derece kuvvetli bir îmânla kabul ettiklerini göstermektedir.
    Müslüman Türk devletleri:
    İtil Bulgarlarından sonra ilk Müslüman Türk devletleri Karahanlılar, Gazneliler ve Selçuklular idi.
    Karahanlılar 944 senesinde İslâmiyeti resmî din olarak kabul etti. Karahanlılar arasında İslâm dîninin
    yayıcısı Abdülkerim Satuk Buğra Hanın oğlu Mûsâ Baytaş oldu. Karahanlı hükümdarı 999 senesinde
    Abbâsî halîfesi tarafından İslâm hükümdârı olarak tanındı. Hâkânlığın sınırları Balasagun, Özkend ve
    havâlisine, Tarım havzasının batı kısmına, Balkaş Gölüne, Hindikuş, Karakurum dağları dolaylarına
    kadar yayıldı. Ülke, doğu ve batı diye ikiye ayrılmıştı. Doğu Karahanlılar 1090, Batı Karahanlılar ise
    1089’da Selçuklulara bağlandılar. Karahanlılar devrinde 200.000 çadır Türk halkı İslâmiyeti kabul
    etmiştir. (Bkz. Karahanlılar)
    962 senesinde Alptekin (Alb Tekin) adlı bir Türk kumandanı Afganistan’ın Gazne şehrini zaptederek
    Gazneliler Devletini kurdu. 977’de devletin başına Sebük Tekin geçti. Sebük Tekin, iyi bir devlet
    adamı, mâhir bir kumandandı. Bütün Afganistan ile Horasan ve İran’ın doğu kısımlarını idâresi altına
    aldı. Hindistan’a zaferle netîcelenen bir sefer düzenledi. Oğlu ve halefi olan Mahmûd, yalnız Gazneli
    Devletinin değil Türk târihinin de en büyük sîmâlarından biridir. Hindistan’a on yedi defâ sefer
    düzenleyerek büyük zaferler kazandı. Bu ülkede İslâmiyetin köklü şekilde yerleşip gelişmesinde önemli
    rol oynadı. Gazneli Mahmûd, aynı zamanda İran’ın orta eyâletleriyle Harezm topraklarını da ülkesine
    katarak zamânının en büyük hükümdârı oldu ve Abbâsî halîfesinden ilk defâ olarak, sultan ünvânını
    aldı. Gazneliler, 1040 senesinden sonra Selçuklulara tâbi oldular. 1186 senesinde de Gurlular
    tarafından tamâmen ortadan kaldırıldılar. (Bkz. Gazneliler)
    Onuncu asrın ikinci yarısında Seyhun Nehri kıyısı ile bunun kuzeyinde yaşıyan Oğuzlar, Semerkand
    ve Buhâra taraflarına inmeye başlamışlardı. Buhâra taraflarına inen Oğuzların başında Kınık
    boyundan Selçuk Beyin oğulları vardı. Selçuk Beyin torunlarından Tuğrul ve Çağrı beyler, çetin şartlar
    içinde Selçuklu Devletini kurdular. Tuğrul Bey, 1064 senesinde vefât ettiği zaman, kurduğu devletin
    sınırları Ceyhun’dan Fırat’a kadar uzanıyordu. Yerine geçen Alparslan (Alb Arslan), 1071’de Malazgirt
    Ovasında Bizanslıları mağlup ederek Anadolu’nun Türk ülkesi olmasını sağladı. Bu zaferden sonra
    Anadolu’nun fethine Kutalmış Beyin oğulları memur edildiler. Kutalmışoğlu Süleymân Şah, büyük
    zaferler kazanarak Üsküdar’a kadar geldi ve İznik’i hükûmet merkezi yaparak Türkiye Selçuklu
    Devletini kurdu. Süleymân Şahtan sonra Birinci Kılıç Arslan, Birinci Mes’ûd ve İkinci Kılıç Arslan
    Türkiye Selçuklu Devletinin başına geçerek, Türk milletine büyük hizmetler verdiler. On üçüncü asırda
    Moğol istilâsı, İran, Horasan ve Mâverâünnehr taraflarında yaşayan âlim ve evliyânın hemen hepsinin
    Anadolu’ya gelmelerine sebep oldu. Bu istilâ Selçuklu Devletinin de ortadan kalkmasına sebep oldu.
    Fakat çok geçmeden yüksek yaylalarda yaşıyan Türkmen beyleri Anadolu’yu istilâcıların elinden
    kurtarmaya muvaffak oldular. Bu Türkmen beylerinden birisi de Osman Beydi. 1299’dan îtibâren
    gelişen Osmanlılar, mânevî yapısı ve teşkilâtı bakımından Selçuklu Türklüğünden devr aldığı birçok
    değerlerle cihânın en büyük devletlerinden birini kurmaya muvaffak olmuşlardır.
    Söğüt’te kurulan Osmanlı Devleti, kısa zamanda Batı Anadolu’ya hâkim olarak 1356’da Rumeli’ye
    ayak bastı. Bu geçiş çok mütevâzi başlamakla berâber, şiddetli Haçlı mukâbelesiyle karşılaşıldı. Fakat
    fevkalâde bir kudret ve üstün vasıflara sâhip olan Osmanlılar, Haçlıları 1363’te Edirne civârında
    Sırpsındığı mevkiiyle 1389’da Kosova ve 1396’da Niğbolu’da hezîmete uğrattılar. Böylece bu gâzi
    devlet Rumeli’de sağlam bir şekilde yerleşti. Bu arada Anadolu’da yapılan ilhaklarla da genişledi ve
    Malatya’ya kadar uzandı. Niğbolu Zaferi, Türk ilerleyişini durdurmanın mümkün olmadığını Hıristiyan
    Avrupalılara gösterdi. Hıristiyan Batı âlemine gâlip gelen Osmanlıların, doğuda Tîmûr Hana mağlup
    olması, Anadolu’daki birliği tekrar sarstı. Ancak fetret devrinde sarsıntı Rumeli’den daha çok
    Anadolu’da meydana geldi.
    Fetret devrinden sonra devletin başına geçen ve ikinci kurucu olarak adlandırılan Çelebi Sultan
    Mehmed Han, Osmanlı Devletini tekrar canlandırdı. Oğlu Sultan İkinci Murâd Han, 1444’te Varna ve
    1448’de İkinci Kosova Meydan Muhârebelerinde Haçlılara karşı yeni zaferler kazandı. Osmanlılar bu
    sûretle Anadolu’da Türk ve İslâmın maddî ve mânevî mîrâsını toplayarak, yeni bir fikir ve medeniyet
    sentezi kurdular.
    Türk târihinde ilk defâ olarak, Osmanlıların merkezî bir devlet sistemi ile meydana çıkması büyük bir
    siyâsî yenilik oldu. Gerçekte Osmanlı Hânedânı, diğer Anadolu beyleri gibi millî örf ve geleneklerini
    muhâfaza ettiği hâlde, devletin taksim edilemez mukaddes bir varlık olduğunu kavramış, şehzâdelerin
    ve boy beylerinin siyâsî hâkimiyete ortak olmalarına imkân vermemiş ve bu sâyede merkeziyetçi,
    sağlam, istikrârlı bir devlet ortaya çıkarmayı başarmıştı. Fâtih Sultan Mehmed Han, Anadolu beylerinin
    ve kendi içinde gelişen devleti sarsıcı hânedânların geriye kalanlarını bertaraf ederek merkeziyetçi
    otoriteyi daha da sağlamlaştırdı. Dâimâ devlet birliği şuûruna ve nizâm-ı âlem mefkûresine bağlanan
    Osmanlı inancı bakımından, Sultan İkinci Bâyezîd Hanın; “Osmanlı Devleti öyle başı örtülü nâmuslu bir
    gelindir ki, iki kişinin talebine tahammül edemez.” sözü çok yerinde ve pek önemlidir.
    İslâm birliğini sağlamak ve Anadolu’dan Şiî-Safevî propagandasını kaldırmak isteyen Yavuz Sultan
    Selim Han, Şah İsmâil üzerine sefer düzenledi. Şah İsmâil’i saf dışı bıraktıktan sonra yıldırım süratiyle
    Mısır ordularını 1516 Mercidabık ve 1517 Ridâniye Zaferleriyle mağlup etti. Bu zaferlerden sonra bütün
    Arap ülkeleri Yavuz’un hâkimiyeti altına girdi. Bu durum üzerine Mekke ve Medîne emîri mukaddes
    şehirlerin anahtarlarını Sâhib-ül-Haremeyn ünvânıyla Yavuz Sultan Selim Hana teslim etti. Fakat o, bu
    ünvânı kabul etmeyip; “Benim için, o mübârek makâmların hizmetçisi olmaktan daha büyük şeref
    olamaz. Bana Hâdim-ül-Haremeyn deyin!” demiştir. Yıldırım süratiyle kıtaların fethini sekiz senelik
    saltanatına sıkıştıran bu büyük fâtihin, cihân hâkimiyeti teşebbüsüne ve Avrupa’yı fethe kararlı olması
    tabiîydi. Fakat ecel onun dünyâyı tek ve yüksek nizâma kavuşturmasına fırsat vermedi.
    Sultan Birinci Süleymân Hanın yarım asır süren saltanatı, Türk ve Osmanlı cihân sulhü dâvâsının en
    yüksek ve kudretli devrini teşkil eder. Zamânında Türk ordusu 1526’da mutlak bir zafer kazandı ve
    Orta Avrupa yolu Türklere açıldı. Artık Osmanlı ordusu Orta Avrupa’yı çiğniyor, Viyana’yı geride
    bırakarak Gratz, Merburg, Gûnis gibi birçok Alman şehrini fethediyordu.
    On altıncı asrın sonlarıyla 17. asırda Osmanlı siyâsî kudreti gibi ictimâî nizâmı da kuvvetini devâm
    ettirmiştir. Devlet; liyâkat, ahlâk, maddî ve mânevî disiplin ve çalışma üzerine kurulmuştu. Osmanlıda,
    şahsî meziyet ve kâbiliyetten başka hiçbir şeye kıymet verilmezdi. Herkes liyâkat, bilgi, ahlâk ve
    seciyesine göre bir mevkiye tâyin edilirdi. Ahlâksız, bilgisiz ve tembeller hiçbir zaman yüksek
    mevkîlere çıkamazlardı. Osmanlıların muvaffakiyeti ve bütün dünyâya hâkim olmalarının hikmeti
    buydu.
    On yedinci asrın ikinci yarısından sonra devletin siyâsî ve askerî kudretinde zaaf başlamış, idârî ve ilmî
    müesseselerde bozukluklar meydana çıkmış, bunun netîcesinde gerileme başlamıştır. Anadolu’da
    çıkan ve memleketi harap ve perişân eden kızılbaş teşvikli Celâlî ayaklanmalarını bastırmak için çok
    büyük gayretler sarf etmek ve uzun seneler uğraşmak îcâp etmişti. Amerika’nın keşfiyle götürülen
    Afrikalı köleler, nice zulümlerle Avrupalı zâlimler için bol bol gümüş çıkardılar. Avrupa yoluyla Osmanlı
    ülkesine de bol miktarda giren gümüş, fiyatları altüst etti. Gümüş olan Osmanlı akçesinin değeri düştü.
    Devletin düştüğü zor durumdan kurtarılması için zaman zaman hükümdâr ve devlet adamlarının
    giriştikleri teşebbüsler, müspet netîceler verdiyse de, bilhassa yeniçerilerin çıkardıkları isyânlar
    bunların devamlılığını baltaladı.
    Türkler, 17. asırda da Avrupa’ya medeniyet verici durumdayken, 18. asırdan îtibâren alıcı olmaya ve
    iktibaslar yapmaya mecbûr bulunduklarını kabul etmişlerdir. On sekizinci asrın başlarından îtibâren
    tahta geçen pâdişâhların hemen hepsi bu gerilemenin farkına varmışlar, batıdan faydalanarak, ıslahat
    yapmak istemişlerdir. Sultan İkinci Mahmûd Han, yeni, düzenli bir ordu kurduğu gibi, hükûmet teşkilât
    ve usûllerinde değişiklik yapmıştır. Bu faydalı yenilik hareketleri yanında, siyâsî bakımdan birçok
    felâket vukû buldu. Fransız İnkılabının ortaya attığı milliyetçilik fikirlerinin Osmanlı ülkesinde ırkçılık
    şeklinde yayılması, dış tahrikli Sırp ve Yunan isyânları, Avrupa devletlerinin kendi çıkarları için
    hâdiselere müdâhale ederek işi çıkmaza sokmaları, Rusya’nın emperyalist ve an’anevî siyâsetine
    uygun olarak harp açması, Mısır vâlisi Mehmed Ali Paşanın isyânları bu felâketlerin başlıcalarıdır.
    Bütün bu karışıklıkların hâlli için çâreler arayan Osmanlı pâdişâhı Sultan İkinci Mahmûd Han,
    Avrupa’daki teknik ilerlemeden istifâde niyetiyle hocalar getirtti. İlk defâ 1834 yılında Avrupa’ya talebe
    gönderdi. Avrupa başşehirlerinde dâimî büyükelçilikler kurdu. Fakat Avrupa’ya gönderilen bâzı
    talebeler, fen alanındaki ilerlemeleri alacakları yerde, nefislerini tatmin peşine düştüler. Hıristiyan
    Avrupalının köhneleşmiş ahlâkına tâlip oldular. Ahlâkî ve mânevî değerlerini kaybederek, Osmanlı
    ülkesine dönen bu talebelerin ilk işi, kendilerini para ve kadınla elde eden Osmanlı düşmanlarının
    menfaatleri için çalışmalara başlamak oldu. İngilizler tarafından yetiştirilip mason yapılan Londra
    büyükelçisi Mustafa Reşîd Paşa, Sultan Mahmûd Hanın vefâtından sonra on altı yaşında pâdişâh olan
    Abdülmecîd HanıGülhâne Hatt-ı Hümâyûnunun îlânına iknâ etti.
    Böylece 3 Kasım 1839’da îlân edilen Gülhâne Hatt-ı Hümâyûnu ile yeni düzene âit esaslar belirlendi.
    Osmanlının isteklerinden çok Avrupalıların arzularına uygun olarak hazırlanan bu fermanda,
    Müslümanlardan çok Hıristiyan tebeanın menfeatı gözetilmişti. Tanzîmât-ı Hayriye Fermânı denerek
    yeni ve parlak bir devir açtığı iddiâ edilen bu hatt-ı hümâyûnla, Müslüman ve gayri müslim bütün
    tebeanın ırz, nâmus ve can güvenliğinin sağlanacağı, verginin ve askerlik işlerinin düzenli bir usûle
    bağlanacağı vâd ediliyor ve bu fermana dayanılarak çıkarılacak kânunlara saygı gösterileceği
    belirtiliyordu. Tanzîmât döneminde hukuk, askerlik, eğitim, öğretim ve idâre alanlarında birçok
    değişiklikler yapıldı. Gülhâne hattının eşitlik ilkesine rağmen, askerlik mükellefiyetine yalnız
    Müslümanlar tâbi kılınarak gayri müslimler muaf tutuldu.
    Fransız inkılâbı netîcesinde dünyâya yayılan milliyetçilik fikirleriyle ülkede isyânlar çıktı. Netîcede
    âsîlere idârî imtiyazlar ve muhtâriyet verilmesi, Avrupa’ya ilim için giden gençlerin, Avrupa bilim ve
    siyâset adamlarının Türkiye ve Türkler hakkındaki müspet ve menfî fikir ve kanâatlerini öğrenmeye
    başlamaları gibi bâzı sebepler, Osmanlı Devleti içindeki çeşitli kavimlerin millî şuur ve millî devlet
    fikirlerini kuvvetlendirmiş ve çözülme hareketleri başlamıştır. Bunun yanısıra, tebeanın kamu önünde
    ve siyâsî haklar yönündeki eşitliğini kâfî görmeyerek, meşrutî bir hükûmet idâresinin kurulması için
    mücâdeleye girişen veOsmanlı düşmanı devletler tarafından desteklenen Genç Osmanlılarda idâreye
    karşı hoşnutsuzluk başgösterdi. Genç Osmanlıların fikirlerini paylaşan Midhat Paşa, pâdişâhın fikir ve
    icraatına muhâlefet eden Serasker Hüseyin Avni Paşa ve Rüştü Paşa, birlik olup Sultan Abdülazîz
    Hanı şehit ederek Beşinci Murâd’ı tahta çıkardılar. Sultan Murâd Han, hastalığı sebebiyle üç ay sonra
    tahttan indirilerek, veliahd Abdülhamîd, Ağustos 1876’da tahta çıkarıldı.
    Sultan İkinci Abdülhamîd Hanın tahta çıktığı 1876 senesi, Türk târihinin gerçek dönüm noktalarından
    biri oldu. Dâhilde pekçok mesele vardı. Dışarda ise Midhat Paşanın arzu ve isteğiyle Rusya ile bir
    savaş yaklaşıyordu. Avrupa devletlerinin Osmanlı hâkimiyetindeki Hıristiyan tebeayı durmadan
    kışkırtmaları bilhassa Balkanlarda birkaç eyâletin kan, ateş, isyân ve huzursuzluk içine düşmesine yol
    açtı. Mâlî durum bir hayli zayıflamış, Tanzîmâtla verilen tâvizlerle Osmanlı sanâyii ve ticâreti
    çökertilmişti. Ayrıca devletin coğrafî durumu yabancı istilâ ve müdâhalelere açıktı. Türk olmayan
    eyâletler, Avrupa devletlerinde olduğu gibi, sömürge muâmelesi görmediği, anavatanın birer parçası
    sayıldığı hâlde, dışa dayalı isyânlar durmak bilmiyordu. Devamlı dış baskılar ve bitip tükenmek
    bilmeyen savaşlar, devletin kalkınmasını engelliyordu. Avrupa devletlerinin kendi çıkarları için tahrik
    ettikleri Ermenilerin muhtâriyet elde etmek gâyesiyle ihtilâlci komiteler kurarak ülkede hâdise
    çıkarmaya başlamaları, devlet için ayrı bir meşgâle oldu. Ayrıca Bulgar, Yunan ve Sırp çetelerinin
    meydana getirdikleri hâdiseler, devleti uğraştırdığı gibi, yabancı müdâhalelere de yol açtı.
    Sultan İkinci Abdülhamîd, batı devletleri ve Rusya’nın her türlü baskıları karşısında, devlet birliğini
    korumak için tek çıkar yolun, Müslüman tebeayı din bağıyla bütünleştirmek olduğunu biliyor ve bu
    birliğin yalnız Osmanlı ülkesinde değil, diğer Müslümanlar arasında da te’sisine çalışıyordu.
    Memleketin iktisâdî kalkınmasına çok önem verdi. Ulaştırma ve haberleşme sâhalarında ıslahat, eğitim
    konusunda ciddî hamleler yaptı. İngiltere ve Fransa’nın dostluk ve yardımlarına güvenilmediğinden,
    Alman dostluğuna önem vererek denge sağlamaya çalıştı. Zamanla Sultan’ın idâresine karşı doğan
    muhâlefet, Genç Türkler denilen kişiler tarafından ilerletilerek İttihat ve Terakki Cemiyeti adı altında
    siyâsî bir teşkilât kuruldu. Bunların baskısıyla 23 Temmuz 1908’de meşrûtiyet rejimi yeniden yürürlüğe
    konuldu. İttihatçıların tertibi ile 31 Mart Vak’ası olarak bilinen bir ayaklanma çıkarıldı. Hâdiseyle alâkası
    olmadığı halde Pâdişâh, bu bahâneyle, tahttan indirilip, yerine Beşinci Mehmed Reşâd tahta çıkarıldı.
    İktidâra cemiyet taraftârı devlet adamları getirildi ve o zamâna kadar idârî işlere karışmayan İttihâd ve
    Terakkî Cemiyeti, söz sâhibi oldu. 1912’de başlayan Balkan Harbinde Osmanlı ordusunun yenilmesi
    üzerine, Enver Beyin başkanlığında küçük bir subay topluluğu, Ocak 1913’te Bâbıâlî’yi basarak
    sadrâzam Kâmil Paşayı istifâya zorladı. Böylece İttihâd ve Terakkî Cemiyeti devletin mukadderâtını
    doğrudan ele aldı ve sonunda kötü bir âkıbete yol açtı.
    Yeni iktidâr zamânında felâketler birbirini tâkip etti ve devletin çöküşü hızlandı. Trablusgarb, Balkan
    Savaşları ve nihâyet ittifâk devletleri safında girilen Birinci Dünyâ Savaşı, devletin yıkılışının başlangıcı
    oldu. Savaş sonunda imzâlanan Mondros Mütârekesiyle Osmanlı Devleti baştan başa işgâl edildi.
    Sultan Vahideddîn, bölünmüş, parçalanmış hattâ işgal edilmiş bir devletin başına geçti ve bütün
    imkânsızlıklara rağmen İstiklal Mücâdelesini başlattı. Mustafa Kemal’in liderliğinde gerçekleştirilen,
    Millî Mücâdele diye de bilinen Türk İstiklâl Savaşı sonunda, 24 Temmuz 1923’te Lozan Antlaşması
    imzâlandı. 29 Ekim 1923’teCumhûriyet îlân edildi.
    Bugün Uzakdoğu’daki Sakalin Adalarından, batıdaki Balkan Adacığına kadar iki Avrupa kıtası
    büyüklüğünde bir alanda yaşayan Türklerin ekseriyeti BDT ile Çin ve İran hudutları içinde
    bulunmaktadır.
    Türk milletinin müstakil millî devleti olarak Türkiye ve Kuzey Kıbrıs Türk Cumhûriyeti bulunmaktadır.
    Diğer taraftan 19. yüzyılda Rus işgâline uğrayan Orta Asya Türk Birlikleri uzun yıllar bu devletin
    sömürüsü ve zulmü altında kaldıktan sonra bağımsızlıklarını kazanmak için mücâdeleye başlamışlar
    ve 1991 de bağımsızlıklarını îlân etmişlerdir. Bunlar Âzerbaycan, Kazakistan, Kırgızistan, Tacikistan,
    Özbekistan ve Türkmenistan Cumhûriyetleridir.
    Türk devletleri: Türkler, uzun bir geçmişe sâhiptir. Târihte aktif bir rol oynayıp, pekçok siyâsî
    teşekküller meydana getirmişlerdir. Bunların sayısı yüzün üzerinde olup, çoğu birbirinin devâmı
    mâhiyetinde iktidârlardır. Ülkenin hânedân mensupları arasında paylaşılması, devletin adı, târihi,
    sayısı ve bütünlüğü anlayışında çeşitlilik arz eder. Türk devletleri; Asya, Avrupa, Afrika, Asya-Avrupa,
    Asya-Afrika, Asya-Avrupa-Afrika kıtaları üzerinde kurulmuştur.
    Büyük Türk Devletleri
    Büyük Hun İmparatorluğu ......................................(M.Ö.4. asır-M.S.48)
    Avrupa (Batı) Hun İmparatorluğu .......................................... (374-469)
    Akhun (Eftalit) İmparatorluğu................................ (4. asır sonları - 577)
    Birinci Göktürk İmparatorluğu ................................................ (552-582)
    Doğu Göktürk İmparatorluğu .................................................. (582-630)
    Batı Göktürk İmparatorluğu .................................................... (582-630)
    İkinci Göktürk İmparatorluğu .................................................. (681-744)
    Uygur İmparatorluğu .............................................................. (744-840)
    Avrupa Avar İmparatorluğu ................................................ (6. asır-805)
    Hazar İmparatorluğu .......................................................... (7. asır-965)
    Karahanlı Devleti .................................................................. (840-1042)
    Gazneli Devleti .................................................................... (962-1187)
    BüyükSelçuklu Devleti........................................................ (1038-1194)
    Harezmşâhlar Devleti ........................................................ (1097-1231)
    Osmanlı Devleti .................................................................. (1299-1922)
    Tîmûrlular Devleti .............................................................. (1370-1506)
    Bâbürlüler (Gürgâniyye Devleti) ........................................ (1526-1858)
    Devletler
    Kuzey Hun Devleti.................................................................... (48-156)
    Güney Hun Devleti .................................................................. (48-216)
    Birinci Chao Hun Devleti ........................................................ (304-329)
    İkinci Chao Hun Devleti .......................................................... (328-352)
    Hsia Hun Devleti .................................................................... (407-431)
    Kuzey Liang Hun Devleti ........................................................ (401-439)
    Lov-lan Hun Devleti ................................................................ (442-460)
    Tabgaç Devleti ...................................................................... (386-557)
    Doğu Tabgaç Devleti.............................................................. (534-557)
    Batı Tabgaç Devleti ................................................................ (534-557)
    Doğu Türkistan Uygur Devleti .............................................. (911-1368)
    Liang Şa-t’o Türk Devleti ........................................................ (907-923)
    Tana Şa-t’o Türk Devleti ........................................................ (923-936)
    Tsin Şa-t’o Türk Devleti .......................................................... (937-946)
    Kan-çou Uygur Devleti ........................................................ (905-1226)
    Türgiş Devleti ........................................................................ (717-766)
    Karluk Devleti ...................................................................... (766-1215)
    Kırgız Devleti ........................................................................ (840-1207)
    Sabar Devleti..........................................................(5. asır-7. asır arası)
    Dokuz Oğuz Devleti .................................... (5. asır sonu-6. asır sonu)
    Otuz Oğuz Devleti ........................................ (5. asır sonu-6. asır sonu)
    Basar-Alan Türk Devleti .......................................................... (1380-?)
    Doğu Karahanlı Devleti ...................................................... (1042-1211)
    Batı Karahanlı Devleti ........................................................ (1042-1212)
    Fergana Karahanlı Devleti.................................................. (1042-1212)
    Oğuz-Yabgu Devleti ...................................... (10. asrın ilk yarısı-1000)
    Sûriye Selçuklu Devleti ...................................................... (1092-1117)
    Kirman Selçuklu Devleti .................................................... (1092-1307)
    Türkiye Selçuklu Devleti .................................................... (1092-1307)
    Irak Selçuklu Devleti .......................................................... (1157-1194)
    Eyyûbîler Devleti ................................................................ (1171-1348)
    Delhi Türk Sultanlığı .......................................................... (1206-1413)
    Mısır Memlûk Devleti.......................................................... (1250-1517)
    Karakoyunlu Devleti .......................................................... (1380-1469)
    Akkoyunlu Devleti .............................................................. (1350-1502)
    Beylikler
    Tûlûnlular................................................................................ (868-905)
    İhşidîler .................................................................................. (935-969)
    İzmir Beyliği ........................................................................ (1081-1098)
    Dilmaçoğulları Beyliği ........................................................ (1085-1192)
    Danişmendli Beyliği ............................................................ (1092-1178)
    Saltuklu Beyliği .................................................................. (1092-1202)
    Ahlatşahlar Beyliği.............................................................. (1100-1207)
    Artuklu Beyliği .................................................................... (1102-1408)
    İnaloğulları Beyliği .............................................................. (1098-1183)
    Mengüçlü Beyliği ................................................................ (1072-1277)
    Erbil Beyliği ........................................................................ (1146-1232)
    Çobanoğulları Beyliği ........................................................ (1227-1309)
    Karamanoğulları Beyliği .................................................... (1256-1483)
    İnançoğulları Beyliği .......................................................... (1261-1368)
    Sâhib Ataoğulları Beyliği .................................................... (1275-1341)
    Pervâneoğulları Beyliği ...................................................... (1277-1322)
    Menteşeoğulları Beyliği ...................................................... (1280-1424)
    Candaroğulları Beyliği ........................................................ (1299-1462)
    Karesioğulları Beyliği.......................................................... (1297-1360)
    Germiyanoğulları Beyliği .................................................... (1300-1423)
    Hamidoğulları Beyliği.......................................................... (1301-1423)
    Saruhanoğulları Beyliği ...................................................... (1302-1410)
    Aydınoğulları Beyliği .......................................................... (1308-1426)
    Tekeoğulları Beyliği ............................................................ (1321-1390)
    Eretnaoğulları Beyliği ........................................................ (1335-1381)
    Dulkadiroğulları Beyliği ...................................................... (1339-1521)
    Ramazanoğulları Beyliği .................................................... (1325-1608)
    Doburca Türk Beyliği .......................................................... (1354-1417)
    Kâdı Burhâneddîn Ahmed Devleti ...................................... (1381-1398)
    Eşrefoğulları Beyliği.......................................... (13. asrın ortaları-1326)
    Berçemeoğulları Beyliği............................................................ (12. asır)
    Yarluklular Beyliği .................................................................... (12. asır)
    Atabeylikler
    Böriler ................................................................................ (1117-1154)
    Zengîler .............................................................................. (1127-1259)
    İl-Denizliler.......................................................................... (1146-1225)
    Salgurlular .......................................................................... (1147-1284)
    Hanlıklar
    Büyük Bulgarya Hanlığı.......................................................... (630-665)
    İtil (Volga) Bulgar Hanlığı .................................................... (665-1391)
    Tuna Bulgar Hanlığı .............................................................. (681-864)
    Peçenek Hanlığı .................................................................. (860-1091)
    Uz Hanlığı ............................................................................ (860-1068)
    Kuman-Kıpçak Hanlığı ................................................ (9. asır-13. asır)
    Özbek Hanlığı .................................................................... (1428-1599)
    Kazan Hanlığı .................................................................... (1437-1552)
    Kırım Hanlığı ...................................................................... (1440-1475)
    Kasım Hanlığı .................................................................... (1445-1552)
    Astırhan Hanlığı.................................................................. (1466-1554)
    Hive Hanlığı........................................................................ (1512-1920)
    Sibir Hanlığı........................................................................ (1556-1600)
    Buhâra Hanlığı .................................................................. (1599-1785)
    Kaşgar-Tufan Hanlığı ........................................ (15. asır başları-1877)
    Hokand Hanlığı .................................................................. (1710-1876)
    Türkmenistan Hanlığı ........................................................ (1860-1885)
    Cumhûriyetler
    Âzerbaycan Cumhûriyeti .................................................... (1918-1920)
    Batı Trakya Türk Cumhûriyeti .................................. (31 Ağustos 1913)
    ...................................................................................... (II: 1915-1917)
    ......................................................................................(III: 1920-1923)
    Türkiye Cumhûriyeti ..............................................................(1923-.....)
    Hatay Cumhûriyeti.............................................................. (1938-1939)
    Kuzey Kıbrıs Türk Cumhûriyeti .............................................. (1983-....)
    ÂzerbaycanCumhûriyeti ........................................................ (1991-....)
    Kazakistan Cumhûriyeti ........................................................ (1991-....)
    Kırgızistan Cumhûriyeti ........................................................ (1991-....)
    Tacikistan Cumhûriyeti .......................................................... (1991-....)
    Özbekistan Cumhûriyeti ........................................................ (1991-....)
    TürkmenistanCumhûriyeti .................................................... (1991-....)
    Kültür ve medeniyet: İlk Müslüman Türk devletlerinden olan Karahanlılarda, ülkenin doğusunu idâre
    eden büyük hâkâna Arslan Han adı verilirdi. Onun hâkimiyeti altında batı bölgelerini Buğra ünvânını
    taşıyan diğer bir han idâre etmekteydi. Sonra devlet merkezinde hâkanlara vekâlet eden, Erkan,
    Sağun gibi ünvânlar alan İligler ve Tekin diye anılan şehzâdeler geliyordu. Ayrıca bir danışma kurulu
    vardı.
    Hükümdârlığı halîfe tarafından tasdîk edilen Gazne hükümdârı Mahmûd, sultan ünvânını ilk defâ
    kullanan hükümdâr olarak bilinir. Daha sonra bu ünvân bütün İslâm devlet başkanları tarafından
    kullanılmıştır. Anadolu Türkmen beyliklerinde, atabeyliklerde de sultan ünvânı kullanılmıştır.
    İslâmiyette devlet başkanı olan halîfe, Allah’ın elçisi olan Peygamberimize vekillik ettiği için bütün
    Müslümanların başıydı. O, insanların dünyâ ve âhiret bütün işleri dâhil İslâmiyetin emir ve yasaklarını
    yerine getirmekle mesûldü. Türk cihan hâkimiyeti düşüncesi, güneşin doğduğu yerden battığı yere
    kadar dünyânın Türk hükümdârları tarafından idâre edilmesi gerektiği esâsına dayanıyordu. On birinci
    asır yazarlarından Kaşgarlı Mahmûd şöyle demektedir: “Allah, devlet güneşini Türklerin burcunda
    doğurmuş, göklerdeki dâirelere benzeyen devletleri onun saltanatı etrâfında döndürmüş, Türkleri
    yeryüzünün hâkimi yapmıştır.”
    Oğuz destânındaki ok motifi, Göktürk kitâbelerinde zaptı düşünülen istikâmetlere önceden prenslerin
    tâyin edilmesi, Türk kültüründeki cihân hâkimiyeti ülküsünün işâretiydi. Selçuklular Dandanakan
    Savaşının hemen arkasından bir savaş meclisi toplamışlar ve burada fütûhat yönlerini ve vazife alacak
    başbuğları kararlaştırmışlardır. Malazgirt Muhârebesi ve Anadolu’nun fethi de, cihân hâkimiyeti
    ülküsünün bir sonucu idi.
    Türk sultanları topluluklar arasında sosyal, kültürel, dînî müsâmaha bakımından herhangi bir fark kabul
    etmemişler, herkese eşit hak ve adâlet tanımışlardır. İslâmî Türk devletlerinde çeşitli boylara mensup,
    türlü diller konuşan ve ayrı dinlere mensup olanların kültürlerine dokunulmamıştır. Bu prensip, Osmanlı
    devrinde de devâm etmiştir. Türklerin İslâm kültürünü tam anlamıyla benimsemeleri netîcesinde,
    İslâmiyet, Türkler için başlıca dayanak hâline gelmiştir. Haçlı orduları Hıristiyanlık dâvâsıyla harekete
    geçerek İslâm ülkelerini ağır tehdit altına aldıkları zaman ve daha sonra, asırlarca süren bu batılı
    zihniyet karşısında Türkler için İslâm inanç ve hissi en büyük güç kaynağı oldu. Böylece Türklüğü
    yükseltmek ve İslâmiyeti yüceltmek düşüncesi, fütûhâtı Hıristiyan dünyâsına dönük Osmanlı
    Devletinde, en yüksek seviyeye ulaşmıştır.
    Müslüman-Türk devletlerinde, kendilerine bir bölgenin idâresi verilen hânedân üyeleri, melik diye
    anılırdı. Bunlar, yarı müstakil bir sûrette hareket ederlerdi. Bulundukları bölgede asıl devlet
    merkezindekine benzer bir dîvân kuruluşuna da sâhiptiler. Ayrıca vezir ve askerî kuvvetleri vardı.
    Halîfe, sultan ve kendi adlarına hutbe okuturlar, bağlı olarak para bastırırlardı. Bu melikler, merkezdeki
    sultan tarafından temsil edilen yüksek iktidârı tanırlardı. Siyâsî temasları veya giriştikleri savaşları asıl
    devletin ana siyâseti çerçevesinde yürütürlerdi. Ancak melik olmak, ülkenin bir parçasını şahsî mülk
    hâline getirmek ve onu kendi keyfine göre idâre etmek değildi.
    Hükümdârın vefâtı veya şiddetli bir dış istilâ gibi hâdiseler netîcesi, merkezde iktidâr boşluğu olunca,
    devlet bütünlüğü bozulmaya yüz tutar, iktidâra sâhip olmak için şehzâdeler birbiriyle mücâdeleye
    girişirlerdi. Bu durum, Selçuklu Devletinin daha uzun ömürlü olmasını önlemiştir. Ancak Osmanlılar,
    bunu göz önüne alarak hâkimiyetin bölünmemesi prensibini gerçekleştirip devleti altı asırdan fazla
    ayakta tutabilmişlerdir. Aynı husus Göktürklerde, İlteriş Kağan ile kardeşi Kapağan Kağan’ın çocukları
    arasında da görülmüştür.
    Büyük Selçuklu Devleti zamânında, İslâm medeniyeti çok yüksek bir seviyeye ulaşmıştır. Selçuklu
    sultanları, devleti adâletle idâre etmeye büyük önem verirler ve devletin devâmını bunda görürlerdi.
    Sultanlar, haftanın belirli günlerinde devlet ileri gelenlerini ve kumandanları kabul ederlerdi. Halkın
    şikâyetlerini dinler, devlete karşı işlenen suçlara bakan yüksek mahkemeye başkanlık yaparlardı.
    Saray teşkilâtı doğrudan doğruya sultânın şahsına bağlıydı ve vazifelilerin hepsi onun en güvenilir
    adamları arasından seçilirdi.
    Türkler, devlet kurdukları zaman Ortadoğudaki kültür çevresinin en önemli unsuru şüphesiz din idi.
    İslâmî emirlerden biri de bu dîni yaymaktı. Aslında cihâd inancı Türklerin fetih düşüncelerine de uygun
    düşüyordu. Bu bakımdan İslâmiyet uğruna mücâdeleye girişen Karahanlılar, Mâverâünnehr’deki eski
    kültür merkezleri Buhârâ ve Semerkant’ta yaptıkları gibi daha doğuda Balasagun ve Kaşgar’da
    İslâmiyeti yaygınlaştıran müesseseler meydana getirmişlerdi. İç Asya’nın dağlık bölgelerinden gelen
    Türklere Müslüman olmaları için hânlık arâzisinde yer verilmişti. Karahanlı idârecileri, en çok
    Uygurların Müslüman olmasını hedef almışlardı. Maniheist ve Budist olan bu Türk topluluğunun
    İslâmiyete kazandırılmasını istiyorlardı.
    Gaznelilerde devlet-halk birliğini sağlayan ilk unsur İslâmiyetti. Gazneliler, Afganlılar ve Gurlularla çetin
    muhârebelere girişerek, onları İslâmiyete kazandırmaya çalışıyorlardı. Müslümanlık, Sultan
    Mahmûd’un oğulları ve Delhi sultanları vâsıtasıyla daha da yaygınlaştırılmıştı. Anadolu’nun fethinde
    tam bir cihâd havâsına girilmişti. Bizans topraklarının kurtarılması gerektiği yolundaki İslâm
    dünyâsındaki mevcut umûmî kanâat, Türk başbuğlarına kuvvetli bir mânevî destek sağlamıştır.
    Böylece gelişen İslâmiyet ve Türklük birliği şuûru, Haçlıların bütün gayretlerini boşa çıkardı. Moğol
    istilâsına karşı da aynı îmân gücüyle karşı koyuldu.
    Müslüman-Türk devletleri, Ehl-i sünnet inancına sâhiptiler. İslâm dünyâsında Türkler, esâsı Eshâb-ı
    kirâm düşmanlığına dayanan Râfızîlik inancına düşen İranlılarla çok uğraşmışlardır. Daha ilk ortaya
    çıktığı andan îtibâren siyâsî bir nitelik almış olan Râfızîlik, 11. asırda Mısır’daki Fâtımî Devleti
    tarafından, Ehl-i sünnet İslâm memleketlerini karışıklığa düşürmek için, kuvvetli bir propaganda silâhı
    olarak kullanılıyordu. Büveyhîler, Fâtımîlerle sıkı münâsebet hâlindeydi. O zamanki İran’ın hemen her
    tarafında çeşitli isimler altında pekçok Râfızî görüş türemişti. Hâlbuki Türk sultanlarının vazifesi siyâsî
    birlik yanında mânevî birliği de kurup yaşatmaktı. Selçuklular devrinde bu durum, doğru bir inanç
    bayrağı altında toplamak şeklinde düzenlenmişti. Râfızî-Fâtımî ve yine Râfızî-Büveyhî devletinin yıkıcı
    propagandalarından memleketi kurtarmak isteyen Sultan Alparslan, Bağdat gibi önemli merkezlerde
    kurduğu medreseler vâsıtasıyla Ehl-i sünnet îtikâdının doğru olarak öğretilmesine çalıştı. Selçuklular,
    ayrıca yine Fâtımîler tarafından desteklenen Bâtınîlerle uğraşmak zorunda kalmışlardır.
    Selçukluların bu siyâseti, Eyyûbîler tarafından da tâkip edildi. Mısır Memlûk Sultanları, Delhi Türk
    Sultanlığı, Türkmen beylikleri, Atabeylikler, Tîmûrlular ve Akkoyunlular da aynı yolda yürüdüler. Fakat
    bu muazzam siyâset, Moğol istilâsıyla ağır bir darbe yemiş, Orta Doğuyu işgâl hareketine katılan
    Moğol idârecileri ve kitlelerin büyük çoğunluğu putperest ve kısmen Hıristiyan olduklarından,
    Müslümanlara hiç bir din hürriyeti tanınmamıştır. Ayrıca Moğollar, İslâm dünyâsında, kendi
    hâkimiyetleri uğruna din adamlarına ve halka büyük zulüm ve işkence yapmışlardır.
    Müslüman-Türk devletlerinde din ve fen ilimlerinin gelişmesi için çok gayret sarf edilmişti. Gazne, Delhi
    kültür çevresinde tanınmış Türk âlimleri yetişmişti. Türk hâkimiyeti devrinde büyük-fıkıh, hadis, kelâm,
    tefsir ve fen âlimleri yetişti. On birinci asırda Hemedânî, Şihristânî, Begâvî; Harezmşâhlar zamânında,
    Zemahşerî, Fahrüddîn-i Râzî; Eyyûbîler devrinde Âmidî, ilim ve fikir hayâtında büyük eserler ortaya
    koymuşlardır. Sonraki asırlarda Kâdı Beydâvî, Urmevî, Kutbeddîn Şîrâzî, Tasavvufta; Ahmed-i Yesevî,
    Şâh-ı Nakşibend Behâeddîn-i Buhârî, Süleymân Ata, Ubeydullah-ı Ahrâr gibi büyükler, hep Türk
    hâkimiyeti döneminde yetişmişlerdir.
    Müsbet ilimler sâhasında da büyük ilerlemeler kaydedildi. Trigonometrinin kurucularından Bîrûnî ile
    İbn-i Türk, matematik ilminin doğudaki başlıca temsilcileri oldular. Çeşitli ilim dallarında yüz ondan
    fazla eser yazan Bîrûnî, Gazne sarayında yaşamış ve Sultan Mahmûd’un Hind Seferine katılmıştı.
    Matematik, coğrafya, jeoloji, jeodezi, astronomi ve trigonometrik meselelere dâir eserler yazan bu
    büyük âlim, ilim târihinin dâhilerinden kabul edilmektedir.
    Karahanlılar devri manzum ve Türkçe bir eser olan Kutadgu Bilig, Türk devlet düşüncesi, kânun
    anlayışı, hâkimiyet telakkisi ve siyâsî görüşleri bakımından şâheserdir. 1060 yılında Balasagunlu Yûsuf
    Has Hâcib’in, Kaşgar’da yazarak Buğra Hana sunduğu, Uygur ve İslâmî Türk yazısı ile nüshaları
    bulunan bu eser, İslâmî devrin ilk âbidelerindendir.
    Selçuklular devrinde eğitim ve öğretim en yüksek seviyeye ulaşmıştır. Bu dönemde sultanlar, devlet
    adamları, hâtunlar ve tabiplerin gayretleriyle yeni müesseseler kurularak, her biri tıp fakültesi
    mâhiyetinde Kayseri, Sivas, Konya-Divriği, Çankırı ve Kastamonu’da hastahâneler ve medreseler
    yapılmıştır.
    Müslüman-Türk devletlerinde, büyük kısmı şâheser sayılacak derecede; mîmârî, kitâbe, hat, tezhib,
    süsleme, minyatür, çini, halı, kilim gibi mükemmel sanat eserleri yapılmıştır. Asya içlerinden Akdeniz’e,
    Oğuz bozkırlarından Hindistan ortalarına ve Mısır’a kadar uzanan geniş sâhada o devrin Türk
    devletlerinden kalma saray, câmi, mescit, imâret, han, hamam, dârüşşifâ, medrese, hânekâh, türbe,
    künbet, şadırvan, çeşme, sebil, kale, sur ve mezâr sandukası gibi binlerce sanat eseri günümüze
    kadar gelmiştir. Bunlar arasında mîmârî eserlerin çoğunda; çini kaplı, renkli yazılı ince tezyinât yer
    alırdı. Türkler bu çağda sanat dünyâsına önemli yenilikler getirmişlerdir. Medrese ve medrese-câmi
    mîmârîsi, çift kubbe inşâatı, silindir biçiminde bâzan yivli yüksek ince minâre tipi, demet sütûn, sivri
    kemer, pencerelerin katlar hâlinde sıralanması, kubbe yapımında Türk üçgenleri, dikdörtgen veya beş
    köşeli mihraplar bunların belli başlılarındandır. Yazı, minyatür, tezhib ve süslemede büyük hamleler
    olmuştur. Taş işçiliği, kuyumculuk, kakmacılık, bakır işçiliği, zırh, kemer, kalkan, mineli cam yapımı,
    seramik, dokumacılık, halıcılıkla döküm sanatının en zarîf örnekleri verilmiştir. Bunların taşınabilir
    olanları hâlâ Türk ve dünyâ müzelerinin gözde eserleri durumundadır. Taşınamaz olanları ise, Türkün
    ayak bastığı her yere açıkhava müzesi manzarası verir.
    Karahanlılarda halk dili ve edebî dil Türkçeydi. Gazneli ve Harezmşâhlar sarayında Türkçe
    konuşulurdu. Delhi Türk Sultanlığında idâreci tabaka ve ordu mensupları da Türkçe konuşuyordu.
    Selçuklularda da böyleydi, halkın ekseriyetiyle ordunun dili Türkçeydi. Bu devletlerde resmî
    yazışmaların Farsça ve Arapça olması veya ilmî eserlerin bu dillerde yazılması İslâm dünyâsının ortak
    dili olmasından doğuyordu.
    Müslüman-Türk devletlerinde Türkçenin önemini gösteren vesîkalardan biri, 11. asırda Kaşgarlı
    Mahmûd tarafından Bağdat’ta yazılan Dîvânü Lügat-it-Türk’tür. Müellif, bu eserini Türk olmayanların
    Türkçe öğrenmek ihtiyâcını karşılamak üzere yazdığını kaydetmektedir. Selçuklu teşkilâtında çok
    önemli yeri bulunan Atabeglik müessesesi, Türklerin İslâm dünyâsına getirdiği bir yenilikti.
    Osmanlılarda bunlara Lala denmiştir.
    Üç kıtanın ortasında ve iç denizler üzerinde kurulan Osmanlı Devleti, Türk milletinin en büyük eserini,
    Türk, İslâm ve cihân hâkimiyeti târihinin de en yüksek siyâsî teşkilâtını temsil eder. Osmanlı Devleti
    siyâsî istikrârı, sosyal adâleti ve bünyesinin sağlamlığı, kavimler ve dinler arasında kurduğu âhengi
    Nizâm-ı âlem şuur ve irâdesiyle çok yüksek ve ince idâre sistemi, kudretli ordusu, yüksek askerî
    tekniği, geniş hukûkî faâliyetleri ve nihâyet edebiyât, sanat ve mîmârîde vücûda getirdiği ihtişamlı
    eserleriyle de târihte müstesnâ mevkiini almıştır. Osmanlı devri, bu azâmeti, hiçbir devlete nasip
    olmayan, zengin yerli ve yabancı târih kaynakları, muazzam arşivleriyle çok geniş bir şekilde tedkik
    imkânlarını bahşetmektedir.
    Osmanlılarda eğitim ve öğretim her seviyede yapılırdı. Sibyan mektebinden üniversite mâhiyetindeki
    dârülfünûn ve medreseyle medrese-i mütehassısîn denilen ihtisâs müesseselerine kadar geniş bir
    teşkilât vardı. Osmanlı eğitim sistemi, İslâm terbiyesi ve örfe göreydi. Öğretimde İslâmî esaslar temel
    alındığından ve her Müslüman Kur’ân-ı kerîm okumasını bildiğinden, Osmanlıca da Kur’ân-ı kerîm
    harfleri ve ilâvelerinden meydana geldiğinden, Müslümanlar arasında okuma-yazma nispeti % 100’e
    yakındı. Gayri müslim tebeadan dağ ve mağaralarda yaşayıp, medeniyeti kabul etmeyen mutaassıplar
    varsa da, Osmanlı hoşgörüsü bunlara baskı yapmaktan uzaktı. Osmanlının bütün memlekete şâmil
    eğitim ve öğretim müesseseleri olduğu gibi, gayri müslim ve yabancıların da okulları vardı. Eğitim ve
    öğretim her devirde yaygın ve mükemmel olmasına rağmen, Sultan İkinci Abdülhamîd Han zamânında
    daha da artıp, mükemmelleşti. Memleketin her köşesine aynı şekilde ve değerde liseler yapıldı.
    Bunların bâzısı hâlâ açılış günlerinin târihini taşıyan sağlam, eğitim ve öğretim seviyesi yüksek olan
    Türkiye’nin en meşhur liseleridir. Osmanlı eğitim ve öğretim sisteminde öğrenci-öğretmen ve velî
    münâsebetleri mükemmel olup, hocaya hürmet gösterilirdi. Hoca da talebesine şefkatle muâmele
    ederdi. Dînimiz talebeyi sopayla dövmeyi yasak ettiğinden, okullarda falaka ve dayak yoktu.
    Osmanlılarda bütün dînî, fennî, sosyal ilimler ve teknik bilgiler, kuruluşundan sonuna kadar her
    seviyede öğretilip, tatbik edilerek yayıldı. Osmanlı Devletinin kuruluşunda, kurucuların etrâfında
    Türkiye Selçukluları devrinde yetişen âlim ve velîler vardı. Osman Gâziden Vahideddîn Hana kadar
    bütün Osmanlı sultanları ilme hizmet edip, âlimlere hürmet göstererek onların teveccühünü
    kazanmışlardı. Memleketin her tarafında açılan ilim yuvaları ışık ve feyz kaynağı oldu. Osmanlılar
    devrinde yapılan mektep ve medreselerden, yazılan kitap ve diğer eserlerin bâzılarından imkânlar
    ölçüsünde hâlâ faydalanılmaktadır. Eserlerin çokluğu ve tasnif edilememesi, eldekilerin
    toplanamaması, bir kısmının çalınarak Avrupa’ya ve diğer ülkelere kaçırılması, bir kısmının Türkiye
    toprakları dışında kalması, kültür eserlerimizin Osmanlılar devrinde akıllara durgunluk verecek
    derecede olduğunu göstermektedir. Bütün bunlar Osmanlıların ilme ve kültüre verdikleri değeri
    göstermektedir. Ne yazık ki, Osmanlı Türkçesi de bu eserlere paralellik göstermekte ve kelime
    hazînesi hâlâ bilinmemektedir. Osmanlılar devrinde dînî ilimlerden; ilm-i tefsir, ilm-i usûl-i hadis, ilm-i
    hadis, ilm-i usûl-i kelâm, ilm-i kelâm, ilm-i usûl-i fıkıh, ilm-i fıkıh, ilm-i ahlâk da denilen ilm-i tasavvuf,
    ilm-i kırâat, akâid, belâgat, ilm-i Kur’ân, ilm-i ferâiz, fennî ve sosyal ilimlerde de riyâziye (matematik),
    hendese (geometri), hey’et (astronomi), ilm-i nebâtât (botanik), hikmet-i tâbi’iyye (fizik), ilm-i kimyâ
    (kimyâ), ilm-i tıp, mantık, felsefe, sosyoloji, Doğu ve Batı dilleriyle edebiyâtı, Slav dilleri, coğrafya, târih,
    lügat dâhil bütün ilimler tahsil edilirdi. Bu ilim sâhalarında her devirde pekçok âlim yetişip, kıymetli
    eserler bırakarak ilme hizmet ettiler. Lügatçiliğimiz bugün bile İkinci Sultan Abdülhamîd devrini
    geçememiştir.
    Türk-İslâm devletlerinde cemiyet: Müslüman Türklerde sınıfsız bir toplum hayâtı vardı. Köle vardı
    fakat, Osmanlı ülkesinden alınmazdı. Kölelik devamlı değildi. Âzad edilip, hürriyete kavuşarak devlet
    kademesinde vazife alabilirdi. Köylü hür olup, serflik (toprağa bağlı kölelik) yoktu. Bütün dünyâ
    Müslümanlarını ilgilendiren halîfelik makâmı da 1516 senesinden îtibâren Osmanlı pâdişâhları eliyle
    Müslüman-Türklere geçti. Osmanlılar devrinde, gayri müslimlere ve Türklere verilen kendi din ve
    dillerinde, mâbed ve okul açıp ibâdetlerini yapabilme hürriyet ve hoşgörüşü günümüzün hiçbir liberal,
    kapitalist, komünist ve dikta rejiminin imkân tanınmadığı ölçüde serbestti.
    Müslüman-Türklerde İslâm ahlâkı hâkimdi. Umûmî kâideler dâhil, herkes İslâm ahlâkına ve örfe uymak
    mecbûriyetindeydi. Vatanseverlik, vekâr, büyüğe hürmet, küçüğe şefkât, vefâ ve sadâkat,
    hayırseverlik, cömertlik, merhamet ve müsâmaha, tevekkül, nâmus, temizlik, hayvan ve bitki sevgisi,
    his, kıymet ve idealleri başlığı altında toplanabilen ahlâk ölçülerine titizlikle riâyet edilirdi. Güzel ahlâk,
    kıymet ölçüleri sâyesinde Türk toprakları emniyet ve huzûr içindeydi ve kardeşlik havası hâkimdi.
    Sultan İkinci Abdülhamîd Han zamânında Osmanlı ülkesinde bulunan Edmendo da Amicis,
    Costantinopoli adlı eserinde:
    “Paşasından sokak satıcısına kadar istisnâsız her Türkte vekâr, ağırbaşlılık ve asillik ihtişâmı vardır.
    Hepsi derece farkları olmasına rağmen aynı terbiyeyle yetiştirilmişlerdir. Kıyâfetleri farklı olmasa,
    İstanbul’da bir başka tabakanın olduğu belli değildir... İstanbul’un Türk halkı, Avrupa’nın en nâzik ve
    kibar cemâatidir. En ıssız sokaklarda bile bir yabancı için küçük bir hakârete uğrama tehlikesi yoktur.
    Namaz kılınırken bile bir Hıristiyan câmiye girip, Müslüman ibâdetini seyredebilir. Size bakmazlar bile,
    küstahça bir bakış değil, sizinle ilgilenen mütecessis bir nazar dahi göremezsiniz. Kahkaha ve kadın
    sesi duyamazsınız. Fuhuşla ilgili en küçük bir hâdiseye şâhit olmak imkân dışıdır. Sokaklarda bir yerde
    birikmek, yolu tıkamak, yüksek sesle konuşmak, çarşıda bir dükkânı lüzûmundan fazla işgâl etmek,
    ayıp sayılır...” demektedir.
    Rum isyânının baş plânlayıcısı Patrik Gregoryus, Rus Çarı Aleksandr’a yazdığı mektupta
    Müslüman-Türkün ahlâk ve seviyesini çok güzel ifâde etmektedir. Bu ibret verici mektup şöyledir:
    “Türkleri maddeten ezmek ve yıkmak mümkün değildir. Çünkü Türkler, Müslüman oldukları için çok
    sabırlı, mukâvemetli insanlardır. Gâyet mağrûrdurlar ve izzet-i îmân sâhibidirler. Bu hasletleri, dinlerine
    bağlılıklarından, kadere rızâ göstermelerinden, an’anelerinin kuvvetinden, pâdişâhlarına, devlet
    adamlarına, kumandanlarına, büyüklerine olan itâat duygularından gelmektedir. Türkler zekîdirler ve
    kendilerini müsbet yolda sevk-i idâre edecek reîslere sâhip oldukları müddetçe de çalışkandırlar.
    Gâyet kanâatkârdırlar. Onların bütün meziyetleri, hattâ kahramanlık ve şecâat duyguları da
    an’anelerine olan bağlılıklarından, ahlâklarının salâbetinden gelmektedir. Türklerde evvelâ itâat
    duygusunu kırmak ve mânevî bağlarını parçalamak, dînî sağlamlığı zayıflatmak îcâb eder. Bunun en
    kısa yolu millî gelenekleriyle mâneviyâtlarına uymayan hâricî fikirler ve hareketlere alıştırmaktır.
    Mâneviyâtları sarsıldığı gün, Türklerin kendilerinden şeklen çok kudretli kalabalık ve zâhiren hâkim
    kuvvetler önünde zafere götüren asıl kudretleri sarsılacak ve onları maddî vâsıtaların üstünlüğüyle
    yıkmak kolay olacaktır. Bu sebeple Osmanlı Devletini tasfiye için yalnız harp meydanlarındaki zaferler
    kâfi değildir. Hattâ sâdece bu yolda yürümek, Türklerin haysiyet ve vekârını tahrik edeceğinden,
    hakîkatlerine nüfuz edebileceklerine sebep olabilir. Yapılacak şey, hissettirmeden, bünyelerindeki
    tahrîbi tamamlamaktır.”
    Türkler Müslüman olduktan sonra her gittikleri yere, adâlet, fazîlet ve medeniyet götürmüşlerdir. Bugün
    medenî olduklarını söyleyen Avrupa ülkeleri medeniyeti Müslüman Türklerden öğrenmişlerdir.
    Türk devletlerini ve milletini asırlar boyunca ayakta tutan, yaşatan büyük ve başlıca kuvvet îmândır ve
    İslâm dîninde çok kuvvetli bulunan adâlet, iyilik, doğruluk ve fedakârlık kudretidir.
    Türkler ve spor: Büyük ve mükemmel devletler kuran Türkler, millî târihlerini askerî zaferlerle
    süslemişlerdir. Sulh zamanlarında da çok iyi sporcu olmaları, muvaffakiyet sırlarından biridir. Bedenî
    kâbiliyetlerinin üstün şekilde gelişmesi, her cins harp silâhlarını kullanmaktaki mahâretleri sâyesinde
    çok zaman bire iki, bire üç nispetinde kalabalık düşmanlarına karşı parlak meydan muhârebeleri
    kazanmışlardır.
    Türklerin meşgul olduğu sporlar, dâimâ savaşla ilgilidir. Ata binmek, cirit oynamak, güreş, okçuluk,
    kılıç, gürz ve matrak tâlimi, hışt atmak, koşu, tokmak oyunu, av gibi sporlar bunların başlıcalarıdır. Ata
    binmek, çok eski çağlardan beri Türkler için yaya yürümek kadar tabîî bir şeydi. Türkler, âdetâ at
    sırtında doğar ve at sırtında ölürlerdi. Orta ve Ön Asya’da yetişen cüsse îtibâriyle biraz küçük, lâkin
    yorgunluğa, sıcak ve soğuğa, her türlü eziyete, sıkıntıya fevkalâde dayanıklı, çok sür’atli ve terbiye
    olunmak kâbiliyeti yüksek Türk atları, sâhiplerini Çin Seddi’nden Orta Avrupa’ya kadar şerefle
    taşımışlardır. Nitekim, bütün Türk devletlerinde seferî kuvvetin esâsını süvârî teşkil etmiş ve bunlar
    harplerin kazanılmasında büyük rol oynamışlardır. Osmanlı Devletinde de gerek Kapıkulu Süvârisinin
    ve gerekse Timarlı Sipâhinin ehemmiyeti çok büyük olduğu gibi, vezir ve beylerbeylerin kapı halkı
    hemen hemen tamâmen atlıydı.
    Ata ve biniciliğe çok önem veren Türkler, eskiden beri at yarışları ve at üzerinde silâh kullanma
    müsâbakaları tertip ederlerdi. Cirit bunların en önemlisiydi. Cirit, bir kol boyunda, ucunda temren
    denilen demirden delici kısmı olan bir silâh olup, kurutulmuş kayın veya şimşir ağacından yapılırdı.
    Harpte, süvârî hücum ettiği vakit ciridi düşmana fırlatırdı. Ciridi uzun mesâfeye atmakta Türkler pek
    hünerli olup, görenler hayrette kalırlardı.
    Güreşse, Türklerin çok eski milî sporuydu. Göğüs göğüse yapılan muhârebelerde güreş bilenin dâimâ
    üstün çıkacağı şüphesiz olduğu için, bu spor dalı Türkler arasında çok rağbet görmüş ve gelişmiştir.
    Türklerin asıl millî güreşi yağsız Karakucak güreşi idi. Sonraları Rumeli’ye mahsus olan yağlı
    güreşlere de yer verilmiştir.
    Okçuluk, Türklerin meşhur sporlarındandır. Çok eski zamanlardan beri harp sâhasında kendileriyle
    karşılaşanlar, Türklerin ok atmadaki ustalıklarından hayranlıkla bahsetmişlerdir. Türkler kısa fakat çok
    kuvvetli yaylar kullanırlardı. Oku gerek piyâde ve gerekse süvârî olarak kullanmakta emsalleri yoktu.
    Sür’atle giden bir atın üzerinden hedefe isâbetli ok atarlardı. Okmeydanında kurulan meşhur
    kemankeşler ocağı, 15 ve 16. asırda emsalsiz üstadlar yetiştirmiştir. Bu arada lodos, poyraz, gün
    doğusu, batı, kıble, karayel, yıldız gibi istikâmetlerde esen rüzgârlara göre atılan kamış ve tahta oklarla
    kurulan menziller, yâni kırılan rekorlar erişilemeyecek kadar yüksektir.
    Türkler, kılıç kullanmakta da ustaydılar. Bu şimşirbazlık denilen bir sporun, yâni bugünkü eskrim
    sporunun doğmasına sebep olmuştur. Türk kılıçları başlıca yatağan ve pala olmak üzere iki kısımdı.
    Yatağan Yeniçeri silâhlarından olup, meşhûr kıvrık Türk kılıcıydı. Pala ise, daha ziyâde bahriye askeri
    ve süvâriler tarafından kullanılırdı. Pala; düz, genişliği ucuna doğru biraz artan ve bu yüzden hafifce
    öne kıvrık gibi görünen bir silâhtı. Türklerin gürzleri de meşhûrdu. Bunlar, yekpâre saplı veya zincir
    saplı olurlardı. Spor için ise somak veya mermer gürz kullanılırdı. Tâlim gürzleri iki yüz okka (256.5 kg)
    kadar olurdu. Bununla müsâbakalardan önce çok idman yapılırdı. Gürz, sağ ve sol elde muhtelif
    istikâmetlerde muayyen kâidelerle çevrilip sallanarak, kaldırılıp indirilerek kullanılırdı.
    Türklerin en dikkati çeken sporu muhakkak ki tokmaktır. Bu oyun, bugünkü futbolun babası olup, Orta
    Asya’da çok makbûl bir spordu. Meşhur Ali Kuşçu’nun kısaltarak Türkçeye çevirdiği Târih-i Hata ve
    Hoten adlı, aslı o taraflara giden bir İranlı tüccar tarfından yazılmış eserde; Türklerin öküz ödünü
    şişirip ayak topu oynadıkları, yâhut ata binerek değnekle bu topa vurmak sûretiyle müsâbakalar tertip
    ettikleri nakledilmektedir. İşte meşhur tokmak oyunu budur. Tokmak aslında tabanı kösele olmayıp,
    üstü gibi deriden yapılmış kısa konçlu bir çeşit çizmenin adıdır. Öküz ödünden yapılan top oynanırken,
    ayağa bu giyildiği için adına tokmak oyunu denmiştir.
    Bütün bu sporlarda muvaffak olmanın en büyük mükâfâtı, kazanılan nam ve şandı. Bu sporlar, Türk
    milletini ve bilhassa askerî kuvvetleri kuvvetli, çevik, mâhir, meşakkate dayanıklı, iyi silâhşör,
    soğukkanlı, dâimâ muzaffer, mükemmel muhâripler hâline getirmiş, onlar da kendilerini her zaman
    zaferden zafere götüren bu hassalarını muhâfaza için sulh zamânlarında da tâlim ve sporu terk
    etmemişlerdi. İdmanlarını her zaman seve seve yapan Türkler; bu sâyede iyi bir spor terbiyesine ve
    bunun temin ettiği maddî ve mânevî faydalara sâhip olmuşlardır.




  • Mükemmel bir konu olmuş emeği geçenlere teşekürler
  • ya biseyi merak ediyom türkiyede insanların tipi bölgeye göre cok degisiyo mesela kıyı egede balıkesir gibi bi kac yerde acayip derecede sarışın insanlar var buna karşın orta anadoluya gidince esmer çoğunlukta onun dışında doguda da böle hakkaride sarışın olan insanlar var geriye kalan kısımda esmer çok merak ediyorum bu bölgelerdeki insanların kökenleri nereye dayanıyo
  • quote:

    Orjinalden alıntı: Alfredo Pacino

    ya biseyi merak ediyom türkiyede insanların tipi bölgeye göre cok degisiyo mesela kıyı egede balıkesir gibi bi kac yerde acayip derecede sarışın insanlar var buna karşın orta anadoluya gidince esmer çoğunlukta onun dışında doguda da böle hakkaride sarışın olan insanlar var geriye kalan kısımda esmer çok merak ediyorum bu bölgelerdeki insanların kökenleri nereye dayanıyo

    2000 yil boyunca Uzakdogu Asyadan Orta Avrupaya, Kuzey Afrikadan Karadenize kadar uzanan bir cografyadan bahsediyoruz. Tabi araya yabanci irklarla olan iliskiler mutlaka karisacaktir

    Bizim kadar dunyaya yayilmis, cografya gezmis baska bir irk yok. Ornegin Cin, Fransa, Ingiltere bunlar tarih boyunca genellikle ayni cografyada takili kalmislar o nedenle gorunus itibariyle cok cesitli olmamalari dogal.




  • Çok iyi oldu bunu paylaşman.. Sakalardan önceki tarihimizi bilmiyodum iyi oldu öğrendiğim çok teşekkürler
  • Benim soyumda.. Oguz eymürlerden karapapakdır.. Diger ismimiz terekeme dir ki terekeme, en iyi turk anlamını taşır.. Kahramanlıklarıyla ünlülermiş atalarım.. Avarlarda etkin bir rol oynayıp şuanki rusyada bir eyalet olan dagıstanda yaşarmışız.. Sonra ardahana kaymışız..
  • güzel calışma ellerine sağlık arkadaşım
  • harika
  • 
Sayfa: 1
- x
Bildirim
mesajınız kopyalandı (ctrl+v) yapıştırmak istediğiniz yere yapıştırabilirsiniz.