arkadaşlar burayı konudışına çevirmemenizi rica ediyorum eğer ortada tonla belge, şahit, delil varken ve siz hala türkçülük, turancılık vs kafasıyla kendi evlatlarını bir rüya uğruna almana kırdırtan bu gibi eblehleri savunacaksanız, bunuda tarihi şahsiyetlerimizi koruyalım diyerek yapacaksanız, buyrun o zaman patrona halilide savunun. oda tarihi bir şahsiyet. nutuk atmayalım arkadaşlar nutuk çok dinledik. felsefeyide bırakalım gerçekçi olursak ve dersler çıkartırsak ilerleriz aksi taktirde bön bön bakınırız
quote:
Orjinalden alıntı: C4
arkadaşlar burayı konudışına çevirmemenizi rica ediyorum eğer ortada tonla belge, şahit, delil varken ve siz hala türkçülük, turancılık vs kafasıyla kendi evlatlarını bir rüya uğruna almana kırdırtan bu gibi eblehleri savunacaksanız, bunuda tarihi şahsiyetlerimizi koruyalım diyerek yapacaksanız, buyrun o zaman patrona halilide savunun. oda tarihi bir şahsiyet. nutuk atmayalım arkadaşlar nutuk çok dinledik. felsefeyide bırakalım gerçekçi olursak ve dersler çıkartırsak ilerleriz aksi taktirde bön bön bakınırız
tartışmayacağım tartışmayacağım tartışmayacağım
quote:
Orjinalden alıntı: 17_Ocak
quote:
Orjinalden alıntı: C4
arkadaşlar burayı konudışına çevirmemenizi rica ediyorum eğer ortada tonla belge, şahit, delil varken ve siz hala türkçülük, turancılık vs kafasıyla kendi evlatlarını bir rüya uğruna almana kırdırtan bu gibi eblehleri savunacaksanız, bunuda tarihi şahsiyetlerimizi koruyalım diyerek yapacaksanız, buyrun o zaman patrona halilide savunun. oda tarihi bir şahsiyet. nutuk atmayalım arkadaşlar nutuk çok dinledik. felsefeyide bırakalım gerçekçi olursak ve dersler çıkartırsak ilerleriz aksi taktirde bön bön bakınırız
tartışmayacağım tartışmayacağım tartışmayacağım
Allahım sen akıl fikir ihsan eyle bizlere.Ben burda ilmi bir araştırmayı yazıyorum adam hala Türkçülük Turancılık tutturmuş.Neyse yazacak çok şey var fakat değmez.
amin. hangi ilmi araştırma? ben birşey görmedim arkadaşım senin ilmi araştırma dediğin, yukarıda yazdığın sırrı yükselin hikaye- masal türü yazısı. sanırım adıda yalın kılıç rus mitralyözüne koşan adam olmalıydı değmez derken, biz size yazarken değiyorda, siz bize yazarken değmiyor öylemi? işte yurdum insanının tartışmadan anladığı bu.
quote:
Orjinalden alıntı: sari_laci
Allah'tan, Atatürk Üniversitesi Kazım Karabekir Eğitim Fakültesi Öğretim Görevlisi Yrd.Doç. Dr. Yavuz Özdemir, bu konuyu araştırmayı akıl etmiş. Bir de görmüş ki, Türk, Rus ve Alman kaynaklara göre, harekat sırasında iddia edildiği gibi 60 veya 90 bin değil, 35 bin Mehmetçik şehit olmuş. Donarak şehit olan askerlerimizin sayısı ise sadece 7 bin... Rus ordusu da aynı ölçüde kayıp vermiş. Özdemir, 'Askerlerimiz tek kurşun atmadan şehit oldular' iddiasının da gerçeği yansıtmadığını, Ruslarla harekat sırasında birçok kez göğüs göğüse savaşıldığını belgelemiş. Demek ki merhum Enver Paşa'ya özür, Sayın Özdemir'e de teşekkür borcumuz var.
Sırrı Yüksel-Tercüman
Bu araştırmadan bahsediyorum."Gözlerini ve kulaklarını rehin bırakmayanlara" kelamının mealince tabi..."Anlatsanızda anlamazlar göstersenizde görmezler"
Vesselam...
Nasıl ki bir şeyh-ül islamın verdiği hurafe dolu fetva, Hak dini kaşındırmıyorsa, Enver'in yaptığı hatada Turan yada Türkçülüğü kaşındırmaz. Bir hata ile bir ideolojinin çökmesini bekleyemezsiniz.
quote:
Orjinalden alıntı: 17_Ocak
dasdaq arkadaşım alay edeceğine içi dolu yorumlar yap , bilmiyorsan araştır ve öğren , şuanda bile sahip olduğumuz teknolojiyi o zamanın şartlarına uyarlarsak o zamanki teknolojimiz daha gelişmiş , şimdi amerika ve israilden teknoloji alıyoruz , o zaman ise almanyadan almışız
ama o zamanlarda da uçak tamiratı , parça değişimi , motor değişimi gibi işler yapmışız hatta osmanlı ordusunun ilk pilotlarından olan vecihi hürkuş 1924 te kendi uçağını üretmiştir , nuri demirdağ kendi uçak fabrikasını kurmuştur
ayrıca şuanda denizaltı üretebilen sayılı ülkelerden isek , o zamandan kalma bilgi birikimi ve tersaneler sayesinde olmuştur , şuanda sahip olduğumuz sadece 15 denizaltı iken , o zamanlarda daha da fazlaydı
dcocuk arkadaşım , söylediğim şeylere inanmıyorsun o yüzden internette araştırma yap demiştim sadece 5 dakikanı alır
yazdığım uçakların bir kısmı düşmandan eline geçirilen bir kısmı da osmanlı ordusundan kalanlar , ve sayısı üç beş tane değil , dediğim gibi inanmayacaksın
sana kaynak falan gösterebilirim sorun değil , ama bence ilk önce kendin araştır diyorum , çok ısrar ediyorsan sana kaynak göstereyim
arkadasım biz bugun bile deniz altı üretemeyiz. ne dediğini bilmiyorsun bence. istersen iyice araştır. türkiyenin ucak üretme gibi bir teknolojisi de yok malesef. senin bilgilerin gercek degil kusura bakma. biraz daha arastır.
quote:
Orjinalden alıntı: dasdasq
quote:
Orjinalden alıntı: 17_Ocak
dasdaq arkadaşım alay edeceğine içi dolu yorumlar yap , bilmiyorsan araştır ve öğren , şuanda bile sahip olduğumuz teknolojiyi o zamanın şartlarına uyarlarsak o zamanki teknolojimiz daha gelişmiş , şimdi amerika ve israilden teknoloji alıyoruz , o zaman ise almanyadan almışız
ama o zamanlarda da uçak tamiratı , parça değişimi , motor değişimi gibi işler yapmışız hatta osmanlı ordusunun ilk pilotlarından olan vecihi hürkuş 1924 te kendi uçağını üretmiştir , nuri demirdağ kendi uçak fabrikasını kurmuştur
ayrıca şuanda denizaltı üretebilen sayılı ülkelerden isek , o zamandan kalma bilgi birikimi ve tersaneler sayesinde olmuştur , şuanda sahip olduğumuz sadece 15 denizaltı iken , o zamanlarda daha da fazlaydı
dcocuk arkadaşım , söylediğim şeylere inanmıyorsun o yüzden internette araştırma yap demiştim sadece 5 dakikanı alır
yazdığım uçakların bir kısmı düşmandan eline geçirilen bir kısmı da osmanlı ordusundan kalanlar , ve sayısı üç beş tane değil , dediğim gibi inanmayacaksın
sana kaynak falan gösterebilirim sorun değil , ama bence ilk önce kendin araştır diyorum , çok ısrar ediyorsan sana kaynak göstereyim
arkadasım biz bugun bile deniz altı üretemeyiz. ne dediğini bilmiyorsun bence. istersen iyice araştır. türkiyenin ucak üretme gibi bir teknolojisi de yok malesef. senin bilgilerin gercek degil kusura bakma. biraz daha arastır.
sayın arkadaşım asıl sen biraz araştır
BALKAN SAVAŞI TÜRK HAVA HAREKATI
5. BALKAN SAVAŞINDA GÖREV YAPAN HAVACILARIMIZ VE UÇAKLAR:
a. 1912 - 1913 Balkan Savaşı'nda uçuş görevi yapan havacılarımız:
Sınıfı : Rütbesi : Adı : Görevi :
Topçu Yüzbaşı Salim Pilot / Müdür Yardımcısı
Süvari Yüzbaşı Fesa Pilot / Okul öğretmeni
Piyade Yüzbaşı Feyzi Pilot
Topçu Teğmen Nuri Pilot
Deniz Çarkçı Teğmen Fethi Pilot / Makinist
Piyade Teğmen Fazıl Pilot
b. 1912 - 1913 Balkan Savaşı'nda kullanılan uçaklar:
Millî Savunma Bakanlığı 13 Haziran 1920 tarihli emri ile Konya Uçak İstasyonu'nun Eskişehir'e naklini istemişti. 2 Temmuz 1920'de Batı Cephesi Komutanlığı teşkil edilince henüz Eskişehir'e intikal etmemiş olan 1 nci Uçak Bölüğü Cephe Komutanlığı emrine verilmişti.
Batı Cephesi Emrindeki 1 nci Uçak Bölüğü (Ağustos-Aralık 1920)
1 nci Uçak Bölüğü 1920 yılının Ağustos ayında Eskişehir'de faaliyete geçmişti.
Bölük Komutanları
Deniz Pilot Yüzbaşı Ahmet Nuri / Ağustos
Rasıt Yüzbaşı İsmail Hakkı
Rasıt Yüzbaşı Muhsin (ALPAGOT)
Pilotlar
Üsteğmen Hüseyin Avni (ARIKKÖK)
Üsteğmen Sabri
Sivil Hayrettin
Sivil Hasan Fehmi
Sivil Remzi
Sivil Fazıl
Sivil Vecihi (HÜRKUŞ) / Geçici olarak 2 nci Bölük'ten geldi.
Rasıtlar
Üsteğmen Hasan Basri (BİLGİN)
Teğmen Sıtkı (TANMAN)
Teğmen Yusuf Kenan
Teğmen Celal (BAYRAKTAROĞLU)
Teğmen Süleyman Sırrı / Fotoğrafçı
Uçaklar
2 adet ALBATROS D-III / 31 Ağustos'ta kırıldı.
ALBATROS D-IV / Faal
PFALZ D-III / Faal
AEG C-IV / Konya'ya gönderildi, kırım geçirdi.
2 adet RUMPLER C-VII / 30 Ağustos'ta kırım geçirdi.
DFW C-V / 29 Ağustos'ta kırım geçirdi.
1922 Yılında Türk Hava Kuvvetleri: Büyük Taarruz hazırlıkları sırasında hava birliklerinin takviyesine büyük önem verilmişti. Personel, uçak, teçhizat ve malzeme gönderilerek hava birlikleri güçlendiriliyordu. 1 Ocak 1922'de 1 nci ve 2 nci Uçak Bölüklerinin birleştirilmesiyle kurulan Cephe Uçak Bölüğünün dört faal uçağı ve dört pilotu vardı. Sakarya Savaşı'ndan sonra arızalı uçakların da tamir edilmesiyle, 7 Mart 1922 gününe kadar 13 uçak uçuşa hazır duruma getirilmişti.
Eğitim ve ikmal faaliyetleri tamamlanırken, Hava Kuvvetlerinin yeniden teşkilatlanması çalışmaları yürütülmüştü. Mart 1922'de Millî Savunma Bakanlığı bu uçakları faal tutarak daha evvel lağvedilmiş olan 1 nci Uçak Bölüğünün yeniden kurulmasını emretmişti. Bölüklerden artan uçakların Konya'daki Hava Kuvvetleri Genel Müdürlüğü emrinde kalmasına karar verilmişti.
(a) Uçak Tedarik Çabaları.
20 Ekim 1921'de Fransızlar'la imzalanan "Ankara Anlaşması" şartlarına uygun olarak, bezden yapılmış hangarlarıyla birlikte Güney Cephesi'ndeki 10 adet Brefuet-14 2B Fransız iki kişilik keşif uçağı ile Aviatik tipinde okul uçağı ve Fiat keşif uçağı İtalyanlar'dan Adana'da teslim alındı ve Konya'ya getirildi. Bu uçaklar eski olmasına rağmen dört adedi uçuşa hazırlandı. Fransızlar'dan alınan keşif uçakları anlaşma gereğince silahsız olarak alınmıştı. Bu uçakların rasıt kabinine eski makineli tüfek monte edilerek silahlandırılmıştı. (sayfa 80'deki resim)
21 Mayıs 1922'de 1 nci Uçak Bölüğü için dört uçak uçarak Akşehir'e Cephe Uçak Bölüğü emrine gönderildi. Bu suretle iki uçak bölüğü de cephe emrinde fiilen görevlendirilmiş oldu. Batı Cephesi Komutanlığı, Mayıs 1922'de iki bölüğe ilave olarak bir üçüncü bölüğün daha kurulmasını bu suretle Cephe Komutanlığı emrinde bir bölük ile ordular emrinde de birer bölüğün bulundurulmasını, Batı Bölgesinde teknik işlerin yürütülmesi için Pilot Yüzbaşı Fazıl'ın uçak müfettişi olarak cephe karargahına atanmasını ve Hava Kuvvetleri Genel Müdürlüğünün lağv edilmesini teklif etti.
Teklifi inceleyen Millî Savunma Bakanlığı görüşü uygun bulmakla beraber elde yeterli uçak, malzeme ve pilot bulunmadığından 3 ncü Bölüğün kurulmasına imkan olmadığını Cephe Komutanlığına bildirdi.
(b) Cephe Komutanlığının Emri:
Akşehir'de Cephe Uçak Bölüğü meydanında uçak sayısının artışı uçuş faaliyetlerinin tek elden ve yeterli bir şekilde yapılışını temin ve kontrol amacı ile Batı Cephesi Komutanlığı şu emri vermişti:
"1. Konya'dan Akşehir'e gelen 1 nci Uçak Bölüğü, 1 Haziran 1922 tarihinden itibaren 2 nci Uçak Bölüğü ile birleştirilmiş ve her iki bölüğe Cephe Uçak Bölüğü adı verilmiştir.
2. 1 nci ve 2 nci Ordulara ikişer uçaklı birer keşif kademesi verilmiş ve isimleri Ordu numaralarına karşılık olmak üzere 1 nci ve 2 nci Keşif Kademesi olarak adlandırılmıştır.
3. 2 nci Orduya Akviran müfrezesi verilmiş, 1 nci Ordu için de Cephe Bölüğünden bir müfreze hazırlanacak ve Cephe Komutanlığına bildirilecektir.
4. Müfrezedeki şahısların değiştirilmesi ve malzemenin ikmali ile daima iki faal uçağın bulundurulması Cephe Uçak Bölük Komutanına aittir.
5. Bu müfrezelere uçuş görevleri Ordu tarafından verilir, yapamayacakları görevleri Cephe Uçak Bölüğü tarafından yerine getirilir."
Bu emir gereği 1922 yılı Haziran ayının ilk haftası içinde Cephe Uçak Bölüğünden iki uçak ayrılmış, 1 nci Ordu keşif kademesini teşkil etmek üzere Pilot Yüzbaşı Sadettin komutasında Çay'a 1 nci Ordu emrine gönderilmişti. Bu tarihte Cephe Uçak Bölüğünün konumu şöyle idi:
Cephe Uçak Bölüğü ikisi keşif olmak üzere toplam 10 uçak, ara akaryakıt kademesi Apa Köyü'nde. 1 nci Ordu Keşif Kademesi, 1 nci Ordu emrinde Çay civarında Mandıra Köyü'nde, 2 nci Ordu Keşif Kademesi 2 nci Ordu emrinde Aziziye civarında Akviran Köyü'nde idi. Bu kademelerin personeli şöyle idi.
1 nci Ordu Müfrezesi 2 nci Ordu Müfrezesi
Pilotlar Müfreze Komutanı
Sivil Pilot İsmail Zeki Deniz Pilot Yüzbaşı Yahya
Sivil Pilot Halim (CANKO)
Pilotlar
Rasıtlar Sivil Pilot Cemal
Sivil Pilot Hayri (Hayri Hoca)
Teğmen Osman Nuri
Teğmen Selanikli Zeki Rasıtlar
Teğmen Bahattin
Teğmen İbrahim Hakkı
Müfrezeler büyük taarruza kadar Ordular emrinde görev yaptılar. Cephe Komutanlığı emri ile Cephe Uçak Bölüğüne katıldılar.
(8) SPAD XIII Uçaklarının Satın Alınışı: Millî Savunma Bakanlığı tarafından ordu için savaş malzemeleri tedariki için Milli Savunma Bakanlığı Levazım Dairesinden Binbaşı Rafet Bey İtalya'ya gönderilmişti. Uçak satın alması da tenbih edildi. Rafet Binbaşı havacılıkla ilgili olmadığını, yanına bir havacı verilmesini istediği halde yanlız gönderildi. Binbaşından 21 adet Spad XIII av uçağı bulunduğu öğrenildi. İtalyan havacı Paraschini'nin elinde bulunan Spad XIII tipi 21 adet av uçağının satın alınması için yapılan girişimler olumlu sonuç verdi.
Uçaklar İtalya'nın Brendizi limanında Afrika adlı İtalyan gemisine yüklenerek Antalya'da Türk yetkililere teslim edilmesi üzerine; Yüzbaşı Fazıl, Yüzbaşı Yahya Sivil Pilot Hulusi ve Sivil Pilot Vecihi ile Makinist Eşref'ten oluşan kafile 30 Aralık 1921'de otomobille Antalya'ya gönderildi. (sayfa 87'deki resim)
Uçakları taşıyan gemi İtalya'dan ayrıldıktan sonra iki Yunan torpidosu tarafından takip edildiği görüldü. Bir süre Mısır yönünde gidildiği halde torpidoların takibi devam etti. Suriye sahilleri ve Türkiye güney kıyılarına gelindi. Yunan torpidoları Afrika gemisi kaptanına Türk sahillerine yanaştıkları takdirde uçakların zorla alınacağı mesajını verdiler. Geminin batarılması da akla gelen ihtimaller arasındaydı. Ancak, Ankara Hükümeti'nin talimatı ile Afrika gemisi gece karanlığından yararlanarak ve ışıklarını da söndürerek Mersin Limanı'na girmeyi başardı. Mersin Bölge Komutanı Yarbay Demir Ali Bey, emrindeki asker ve halkın yardımı ile uçakları teslim aldı ve tren ile Konya'ya gönderdi. Fakat uçakların silahları bulunmuyordu. Bu uçaklara Konya'da Türk teknisyenler tarafından eski Alman uçaklarının makineli tüfeklerinin montesi planlandı.
Bu arada Saffet (ARIKAN), Nuri (CONKER), Baki (APAK) beylerden kurulu bir heyet Almanya'ya gitti ve savaştan sonra Almanların elinde kalan Albatros-C XV tipi 21 uçak ve yedek parçaların alınması için görüşmelerde bulundu. Heyet, Alman yetkilileri ile anlaşma sağladı. Uçaklarla birlikte uçak bölüklerinin ikmali için gerekli çeşitli araç ve gereçler de Almanya'dan alındı. Yapılan anlaşmaya göre, Almanya'dan alınan malzemeler Anadolu'ya partiler halinde, gizli yollardan bir sene içinde getirilecekti. Bu malzemelerin çoğu nakliye sırasında hasarlanmış olarak Anadolu'ya geldi. Uçak parçaları sandıklarla veya açık olarak Rusya üzerinden, Novrosiski'den geçirilerek Şahin adlı gemi ile Temmuz 1922'de Samsun'a getirildi.
Pilot Yüzbaşı Sadettin yönetiminde dört pilot ve birkaç makinistden oluşan bir ekip bu uçakları faal hale getirmek amacıyla 29 Temmuz 1922 günü Samsun'a gönderildi. Bu uçaklardan sadece ikisi uçurularak Cephe Bölüğüne katılabildi. Bu sıralarda Erzurum'lu Nafiz, Hava Kuvvetlerine iki uçak daha alması için bağışta bulundu. Antalya'daki satınalma komisyonu bu bağış ile bir uçak ve bir telsiz istasyonu almıştı. 174 ncü Piyode Alayı subayları da çok anlamlı ve unutulmaz bir jestle Hava Kuvvetlerine bir uçak hediye etmek üzere maaşlarından para toplamışlardı. Satın alınışında alay subaylarının da katkısı bulunan Bregeut-XIV uçağına 174 ncü Alay ismi verilmişti. O tarihlerde uçaklarda kuyruk numarası yerine isim kullanılıyordu.
MUSTAFA KEMAL, Türkiye'nin savaşa girmesine karşı gelmişti. Ama bu iş artık olup bittikten sonra bütün enerjisi ve yurtseverliği ile kendini savaşa verecekti. Almanları hiç sevmediği halde, şimdi müttefik olduklarına göre, sabrı yettiği kadar onlarla birarada çalışmaya hazırdı. Sofya'daki ilk işi Bulgarlara savaşa girmeleri için baskı yapmak oldu. Her yoldan bu amaca varmak için çalışarak Fethi'ye yardım etti. Karşılarında da Ruslar yoğun bir propaganda barajı kurmuş bulunuyorlardı. (1)
Mustafa Kemal'in bir başka görevi de, Bulgarlardan Türk orduları için silâh ve yiyecek sağlamaktı. Bulgarlardan peşin para karşılığı büyük miktarda un vereceklerine dair söz aldı ve bu iş için Şakir Zümre'yi İstanbul'a gönderdi. Şakir Zümre, o sırada Maliye Nazırı olan Talât Paşa'yı gördü. Ama, Talât "onu, istifa etmekle birlikte perde arkasında çalışan ve milli politika konusunda hükümete öğütler veren Cavit'e gönderdi. Cavit, paranın verilmesini uygun görmedi. Elde böyle bir iş için para olmadığını söyledi ve, 'Bu savaşın yıllar yılı süreceğini sanıyorsunuz galiba!' diye ekledi.
İşin sonucunu sabırsızlıkla beklemekte olan Mustafa Kemal, Şakir Zümre'yi Sofya istasyonunda karşıladı. Cavit'in red cevabını öğrenince öfkeyle, 'Böyle adam asılmayı hak etmiştir!' diye bağırarak bir öngörüde daha bulundu. (2)
Savaş sürüp gittikçe Mustafa Kemal de sabırsızlıkla kıvranmaya başladı. Artık yarbay olduğu için tümen komutanlığına hak kazanmıştı. Enver Paşa'ya yazarak rütbesine uygun bir görev istedi. Ancak Enver, 'Orduda size her zaman görev bulunabilir ama Sofya'da ataşemiliter olarak kalmanız özellikle gerekli görüldüğünden sizi orada bırakıyoruz,' diye cevap verdi. Mustafa Kemal, kendini daha kutsal bir görevin cepheye çağırmakta olduğunu ileri sürerek, 'Eğer beni yüksek rütbede bir subay olmaya lâyık görmüyorsanız açıkça söyleyin,' diye yazdı. Enver Paşa buna cevap vermedi.
Bununla birlikte, İstanbul'dan gelen bir haberci, Enver Paşa'nın bir tasarısı üzerinde Mustafa Kemal'in ağzını aradı: İran üzerinden Hindistan'a üç alaylık bir kuvvet göndererek Hint Müslümanlarım İngilizlere karşı ayaklandırmak. Mustafa Kemal böyle bir kuvvetin komutasını kabul eder miydi? Mustafa Kemal'e göre, Enver'in saçma hülyalarından biri olan bu öneri, daha savaş başlangıcında onun zihninin nasıl işlediğini gösteren endişe verici bir belirtiydi. Teklifi acı bir alayla, 'Ben o kadar kahraman değilim,' diyerek karşıladı. Ardından böyle bir iş için üç alayın fazla olduğunu da ekledi. Yol üzerinde gönüllü toplayabilecek tek bir subay yeter de artardı bile. Ama, böyle bir şeye olanak yoktu tabii. Mustafa Kemal, 'İmkân olsaydı, ben kimseden emir beklemezdim. Başımı alıp gider ve asker toplardım. Sonra da Hindistan'ı fetheder ve İmparator olurdum,' dedi. Kendi ülkesinin cephelerinde çarpışmak niyetinde olduğunu ekledi.
Savaşın ilk ayları Türkiye için çok felâketli olmuştu. Baştakilerde akıl olsaydı, bu süreyi bir savunma stratejisi kurmaya ayırırlar, askeri güçlerini harcamayarak kuvvetlerinin eğitimini tamamlar, önceden hazırlanmış planlara göre yerleştirir ve İtilâf Devletlerinin hangi yönden saldırıya girişeceklerini tahmine çalışarak beklerlerdi.
Ancak, Enver bunların hiçbirine yanaşmıyor, büyük ve romantik serüvenleri yeğliyordu. Kendini Asya'da yeni bir Türk İmparatorluğu kurmak için İngilizlerin üzerine yürüyen Müslüman bir İskender rolünde görüyordu. Onun bu hayalleri de, Almanya'nın dünyayı fethetmek planına uygun düşmekteydi. Enver, hayallerini gerçekleştirmek için, derhal iki hücum emri verdi: Birincisi kuzeyde Rusya'ya, ikincisi de güneyde Mısır'a doğru. Kafkaslardaki Rus kuvvetlerini çember içine kıstırmak amacım güden ve Alman komutanı General Liman von Sanders'in öğütlerine rağmen girişilen ilk saldırı tam bir bozgunla sonuçlandı. Korkunç kış koşulları altında Türkler hemen hemen bütün bir orduyu yitirdiler; oysa bu önemli kuvvetin doğu cephesinin savunması için, yedek olarak tutulması gerekirdi.
Mustafa Kemal, ancak Enver'in bu felâketli sefere çıkmasından sonra göreve çağırıldı. Zaten izinsiz de olsa Sofya'dan ayrılmaya kararlıydı ve gönüllü er olarak cepheye gitmekten bile söz ediyordu. Tam Sofya'dan ayrılmak üzereyken, Enver'in yokluğunda Harbiye Nazır vekili olan kişiden, On dokuzuncu Tümen komutanlığına atandığını ve hemen İstanbul'a dönmesini bildiren bir telgraf aldı.
Genel karargâha gelince, onu, doğudan henüz dönmüş olan Enver'in yanına götürdüler. Zayıf ve solgun görünüyordu. Mustafa Kemal: 'Biraz yorgunsunuz galiba,' dedi. 'Yok, o kadar değil.' 'Ne oldu?' 'Çarpıştık, o kadar.' 'Şimdiki vaziyet nedir?' Enver, 'Çok iyidir...' diye cevap verdi.
Mustafa Kemal onu daha fazla sıkıştırmak istemeyerek, sözü, kendine verilen göreve getirdi: 'Beni numarası 19 olan tümenin komutanlığına tayin etmek lûtfunu gösterdiğiniz için teşekkür ederim. Bu tümen hangi oruda ya da kolorduda bulunuyor?'
Enver, belirsiz bir şekilde, 'Haa, evet,' dedi. 'Herhalde Genelkurmaydan daha kesin bilgi edinebilirsiniz.'
Mustafa Kemal bunun üzerine, Genelkurmayda oda oda dolaşarak tümenini aramaya başladı, ama boş yere! Sonunda birisi ona, büroları Harbiye Nezareti binasına taşınmış olan Liman von Sanders ordusuna bir sormasını öğütledi. Mustafa Kemal buradaki kurmay başkanına gitti. O da, 'Bizim kuruluşlarımız arasında böyle bir tümen yok,' diye cevap verdi. 'Ama, Gelibolu'daki Üçüncü kolordunun böyle bir birlik kurmayı tasarlamış olması pek mümkündür. Oraya gitmek zahmetine katlanırsanız, herhalde gerekli bilgiyi edinebilirsiniz.'
Mustafa Kemal ayrılmadan önce General von Sanders'in karşısına çıktı. Henüz tanışmamışlardı ama, Mustafa Kemal'in açıkça ortaya koyduğu Alman aleyhtarı duygulardan dolayı birbirlerini tanıyorlardı. Alman Genarali onu dostça bir nezaketle karşıladı. Sofya'dan ne zaman döndüğünü sordu. Sonra, 'Bulgarlar savaşa katılmaya karar verebilecek mi acaba?' diye bilgi istedi.
Mustafa Kemal kendi görüşüne göre, onların henüz böyle bir karar vermeyeceklerini söyledi. Bulgarlar iki şeyden birini bekliyorlardı: ya Almanların göz alıcı bir başarısını, ya da savaşın kendi topraklanna sıçramasını. Bu cevap karşısında, von Sanders sinirli bir hareket yapmaktan kendini alamadı ve alayla, 'Demek Bulgarlar. Alman ordusunun başarısına inanmıyorlar.' dedi.
Mustafa Kemal sükûnetle, 'Hayır,' diye cevap verdi.
Bunun üzerine von Sanders kuşkulu bir şekilde. 'Ya sizin görüşünüz nedir?' diye sordu.
Mustafa Kemal bir an durdu. Henüz daha ortada bile olmayan bir tümenin komutanıyken, nasıl olur da fikir yüretebilirdi? Öte yandan, görüşlerini çoktan beri yazılı olarak belirtmiş bulunuyordu. Şimdi bundan geri dönemezdi. Bundan başka, herkesin içinde söyledikleri bir yana, Bulgarların ihtiyatlı siyasetini doğru ve haklı bulmaktan da kendini alamıyordu. Açık konuşmaya karar verdi ve kısaca, 'Bence Bulgarların hakkı var,' dedi.
Liman von Sanders tek kelime söylemeden ayağa kalktı. Mustafa Kemal de oradan ayrıldı. Tümeninin henüz kuruluş halinde bulunduğu Gelibolu Yarımadasına gitti.
Bu sırada Enver, yine Liman von Sanders'in öğütlerine kulak asmadan ikinci göz alıcı saldırısına hazırlanmaktaydı. Süveyş Kanalına doğru hızla inecek ve İngilizleri Mısır'dan kovacaktı. Alman Albayı von Kress'in komutasında çölü geçen Türk kuvveti, Süveyş Kanalına tam yedi günde varabildi. Ama, geceleyin yürüdükleri için İngilizleri gafil avlamışlardı. Bir kısmı kanalın öbür kıyısına ayak bastı. Fakat batı kıyısı iyice tutulmuştu ve çok geçmeden İngiliz kara ve deniz bataryalarıyla daha da takviye edildi. Böylece Türk kuvveti gerilemek zorunda kaldı. Türkerin bu baskını, İngilizleri uyarmaya yaramıştı. Kanal bölgesinin savunmasını öylesine sağlamlaştırdılar ki, Türklerin bundan böyle Mısır'a saldırmalarını tümüyle önlemiş oldular.
Yaptıkları iki saldırıda da başarısızlığa uğrayan Türkler şimdi İtilâf Devletlerinin bir saldırısıyla karşı karşıyaydılar. 1915 yılının başından beri düşmanın kara ve deniz hareketlerine ilişkin elde edilen istihbarat raporlarından düşmanların Çanakkale önündeki adalara yığınak yapmakta oldukları ve Çanakkale Boğazı'yla Marmara üzerinden İstanbul'a karşı bir İngiliz - Fransız saldırısının her an beklenebileceği belli olmuştu. Kafkas ve Mısır seferlerinin yenilgiyle bitmesi, maneviyatı çökertmiş ve İstanbullular, umutsuzluk içinde şehrin düşman eline geçmesinden, olmuş bir şey gibi söz etmeye başlamışlardı. Rusların çıkıp gelivereceği korkusuyla sinirleri bozulan Almanlarsa, ayrı bir barıştan söz eder oldular. Türk aileleri Anadolu'ya göç etmeye başladı. Hükümet Anadolu yakasında bir saat içinde harekete hazır iki özel tren bekletiyordu: biri Sultanla maiyeti, öbürü de kordiplomatik için. Beylerbeyi Sarayında sürgünlüğünü çeken Abdülhamit'e ailesiyle birlikte gitmesi teklif edildi. Ama o, yerinden kımıldamayı reddetti ve şimdi Padişah olan kardeşine, yerinde bir görüşle, 'İstanbul' dan bir kere ayrılırsan bir daha dönemezsin,' dedi.
Hükümet Eskişehir'e taşınmayı tasarlıyordu. Babıâli arşivleriyle bankalardaki altınlar daha şimdiden oraya gönderilmişti. İstanbul'un polis kafakollarında, şehri tutuşturmak üzere teneke teneke petrol hazırlanmıştı. Sanat eserleri müze mahzenlerinde saklanmış ve Ayasofya da içinde olmak üzere, birtakım resmî binaların dinamitle uçurulması kararlaştırılmıştı. Amerikan Büyükelçisi, Ayasofya'ya dokunulmamasını isteyince Talât, 'îttihat ve Terakki içerisinde eski şeylere meraklı olanlar parmakla sayılır,' diye cevap verdi. 'Biz hepimiz yeni şeyleri severiz.'
Şehir bir 'yenilgi ve perişanlık tablosu' halindeydi. Binlerce Türk, gizliden gizliye, savaşı İtilâf Devletlerinin kazanması için dua ediyor, emniyet müdürü ise bir ihtilâl korkusuyla, işsiz güçsüzleri şehirden sürmeye bakıyordu. 1915 yılının Şubat ayında İngiliz donanması Çanakkale Boğazı'nın ağzındaki kaleleri tahrip edince halk arasında, kocaman iki tepenin yerle bir olduğuna dair söylentiler yayılıverdi. İstanbullular top sesleri duyuluyor mu, diye kulak kabartmaya ve düşman denizaltılarının periskoplarını görmek merakıyla, Marmara'daki adalara akın etmeye başladılar.
Yalnızca Enver Paşa, Kafkas yenilgisinden sonra pek ortalarda görünmemekle birlikte, hâlâ soğukkanlı ve sakin duruyordu. Enver'in seçkin niteliklerinden biri de buydu. Hiçbir zaman telâşlı ya da heyecanlı görünmez, bir odaya girdiği vakit beraberinde bir sükûnet havası getirirdi. Şimdi de İngilizlerin Çanakkale Boğazı'ndan asla geçemeyeceklerinden yüzde yüz emin olduğunu söylüyordu. Herkes, 'budalaca bir paniğe' kapılmıştı. Çanakkale istihkâmları aşılamazdı. Aşılacak olsa bile, İstanbul'u Türkler son damla kanlarına kadar savunurlar ve düşmana asla teslim etmezlerdi. Enver yeni bir hülya peşindeydi; ne Almanya'nın, ne de başka herhangi bir ulusun başarabileceği şeyi yapmak: İngiliz donanmasının yenilmezlik efsanesini yıkan insan olarak tarihe geçmek.
Enver Paşa, olayların sonucunda haklı çıktı ama ters nedenler yüzünden. 18 Marttaki İngiliz saldırısı Boğaz'ı zorlamakta başarı kazanamadı. Arkadan başka bir saldırı da olmadı. İngilizler birçok karışık nedenler yüzünden, donanmayı karadan bir ilerlemeyle destekleyinceye kadar, seferi durdurmayı uygun bulmuşlardı. (Liman von Sanders onların böyle yapmak zorunda kalacaklarını önceden tahmin etmişti.) İstanbul'da hükümetin emriyle bayraklar asıldı. Ama Türklerin arasında bunun nihai bir zafer olduğuna inananlar pek azdı. Önlerinde daha bir sürü çetin savaş vardı. Enver, Çanakkale'nin savunulması için, Beşinci Ordu adıyla ayrı bir ordu kurmayı kararlaştırdı ve komutasını Liman von Sanders'e verdi. Sanders, yeni kurulmuş olan On Dokuzuncu Tümenin de kendi emrine verilmesini istedi. Yarbay Mustafa Kemal, işte bu tümenin başına atanmış ve karargâhını Maydos'ta kurmuştu. Düşman saldırısı başlamadan, birliklerini örgütlemek için, önünde ancak iki aylık bir zaman vardı.
İNGİLİZLERİN Çanakkale'deki yenilgisi, geçici de olsa, Türklerin iç güçlerini yükseltti. Yakın tarihlerde ilk olarak, bir Avrupa devletine karşı zafer kazanmışlardı. Gerçi böylelikle yabancı baskısının kalkacağına ve İmparatorluğun kendini toparlayıp yeniden dirilebileceğine inanan pek azdı. Ama ne de olsa kötümser ve karanlık ufkun üstünde bir umut ışığı belirmişti. Eski Türk ruhu hâlâ ayaktaydı demek! Milletin şanlı geçmişindeki nitelikler, azim, cesaret ve gurur, Gelibolu sırtlarında bir kez daha kendini göstermişti.
Türkler kahramanlık peşinde koşan bir ırktır; şimdi ortaya onları kurtaracak yeni bir kahraman çıkmıştı. Gerçi, Mustafa Kemal, İstanbul'a dönüsünde bir zafer alayı ile karşılanmış değildi. O zamana kadar pek kimsenin tanımadığı genç albayın başarılarına basında da çok yer verilmedi. Adı az anıldı, resmi az basıldı. Gelibolu savaşı üzerine bir gazeteye verdiği demecin yayınlanmasına da Enver Paşa engel oldu.
Bununla birlikte, ağızdan ağıza yayılan bütün efsaneler gibi onun da adı ve başarıları halk arasında duyulmaya başlamıştı. Korku nedir bilmeyen, ölüme şerbetli olduğu için vücuduna kurşun işlemeyen, başının üstünden İngiliz mermileri kuş gibi uçup giderken yaylım ateşleri arasında yürüyüp geçen Türk savaşçısı, masal gibi dillerde geziyordu. Özellikle artık Jön Türk yöneticilerinde aradıklarını bulamamış olan genç kuşağın seçkinleri için, iyiden iyiye bağlandıkları bir sembol olmuştu. Herkesin özleyip beklediği millî kahraman bu Mustafa Kemal miydi acaba?
Gerçi onun askerlik dehasına değer veren Enver Paşa'nın kendisinden 'yerime geçebilecek tek adam,' diye söz ettiği duyulmuştu. Ama, Enver Paşa bu işi çabuklaştırmak için ortada bir neden görmüyordu. Yüksek bir askeri rütbenin ve paşa unvanının sadece orduda değil, ordu dışında da itibar ve otorite demek olduğunu pek iyi biliyordu. Bunu Mustafa Kemal de biliyordu. Gelibolu'dayken albaylığa yükselmişti. Enver de onun şimdilik albay olarak kalmasını uygun buluyordu.
Böylece İstanbul'a dönüşünde Mustafa Kemal kendini yine eli kolu bağlı ve huzursuzluk içinde buldu. Sağlık durumu düzelinceye kadar annesiyle kızkardeşinin yanında, Selanik'ten kaçtıkları zaman onlara tutmuş olduğu Beşiktaş'taki evde kalıyordu. Ama buradaki kadınca hava sinirine dokunmaktaydı. Gerçi üvey babasının yeğeni olan Fikriye'nin gitgide olgunlaşan güzelliği, sıkıntısını az çok hafifletiyordu, ama ne de olsa artık kendi başına bir ev bulmanın zamanı gelmişti. Bu arada, daha olgun ve daha modern bir hava özlediği için yine Corinne Lütfü'nün arkadaşlığını aradı. Corinne'le bütün Gelibolu savaşı boyunca mektuplaşmış; Mustafa Kemal'in geleceğinin parlaklığına inanan Corinne, ona hep cesaret vermişti.
Bir akşam bir müzikli toplantıda Corinne, piyano başındayken, Mustafa Kemal'in gitmesi gerekti ve ayaklarının ucuna basarak sessizce odadan çıktı. Gittiğini farkeden Corinne, çaldığı parçanın yarısında duruverdi. Davetlilerden biri, bir Türk şairi, hastalandı sanarak telâşla yanına koştu. Fakat o, salondakilere dönerek, 'Ayaklarının ucuna basarak dışarı çıkan subayın kim olduğunu biliyor musunuz?' dedi. 'Mustafa Kemal. Bir gün büyük bir adam olacak ve sadece Türkiye'ye değil, bütün dünyaya ün salacak.'
Ne var ki, Mustafa Kemal'in birlikte çalıştığı insanlar pek böyle düşünmüyorlardı. Yine uluorta söylediği düşünceleri ve insanı şaşırtan hoyrat davranışlarıyla başlarına dert olmuştu. İçin için sabırsızlıkla kaynıyor ve kendini dinlemek sabrını gösteren eşe dosta, görüşlerini zorla kabul ettirmeye uğraşıyordu. Gelibolu zaferi gözlerini kamaştırmış değildi. Savaşın Türkleri felâkete sürüklediğini ve Alman askerî misyonunun işleri gitgide daha kötü yönettiğini açıkça görüyordu. Sadrazama, öne sürdüğü şeyleri belgelerle destekleyerek, ayrıntılı raporlar yazdı. Asker ve donatım boş yere harcanmaktaydı. Yanlış kararlar alınıyordu. Mustafa Kemal, Bahriye Nezaretindeki arkadaşı Rauf a yanıp yakınıyordu. Bütün suç Almanların elinde oyuncak olan Enver'deydi.
Almanlar, batıdaki çıkarları uğruna, Türkleri kazanamayacakları bir savaşta mahva sürüklemekteydiler. Enver Paşa da bütün bunlara göz yumuyor ses çıkarmıyordu. Ülkeye daha çok gerekli olan silahlarla donatılmış en iyi birlikler Almanların Doğu Avrupa'daki savaşlarına gönderiliyordu. Geriye kalan birlikler ya adı var, kendi yok cinstendi; ya da on altı, on yedi yaşındaki acemi erlerden kuruluydu. Bunlann eğitimi subayların bütün zamanını alıyor, başka işlerle uğraşmalarına engel oluyordu. Silah azdı; sekiz bin kişilik bir birliğe sadece bin tüfek düşüyordu. Alman subayları ise, Türkiye'nin kaynaklarının sonsuz ve askerî durumunun her zamandan daha iyi olduğunu söyleyerek, kendi başkomutanlıklarını kandırıyorlardı.
Mustafa Kemal görüşlerinden ve içine doğan felâket korkularından hükümeti haberdar etmek için Hariciye Nazırından bir randevu sağladı. Nazır, genel durumdan büyük bir iyimserlikle söz ediyordu. Mustafa Kemal tam aksi görüşü savundu ve savaşı yakından görmüş biri olarak kuşkularını anlattı. Sinirlenmeye başlayan Nazır, ona gerçek durum üzerinde Genelkurmay'dan bilgi edinmesini söyledi. Kemal, daha yüksek perdeden konuşarak, bütün ömrünü askerlik mesleğine vermiş bir insan olarak, Türk ordusunu ve bu ordunun değerini herkesten iyi bildiğini ileri sürdü. (Tabii bu, Nazır Beyden de, anlamına geliyordu.) Ortada bir tek Genelkurmay bulunduğunu, bunun da kendisini asidir diye ordudan attırmaya çalışmış olan Alman askeri misyonunki olduğunu sözlerine ekledi.
İstanbul'un havasından kaçmak için bir süre Sofya'ya gitti, oradaki eski dostlarıyla bir süre birlikte oldu. Akla uygun bir görev teklifiyle karşılaşacak olursa, kendi adına kabul etmesi için yaverine talimat bırakmıştı. Bir süre sonra, gene bir sürgün anlamına gelen bir atama haberi aldı. Bu, Gelibolu'dan çekildikten sonra Edirne'de dinlenmekte olan, fakat daha uzak bir cepheye gönderilmesi düşünülen On Altıncı Kolordunun komutanlığıydı. Mustafa Kemal, Gelibolu cephesinden yeni gelmiş olan bir piyade tümeninin başında Edirne'ye girdi ve son savaşta kazanmış olduğu ün yüzünden, halk tarafından sevgi gösterileriyle karşılandı. Bulgaristan'ın bir an önce savaşa girmesini aklına koymuştu ve Kral Ferdinand'ın kaçınılmaz olan bu adımı atmaktan çekindiğini gördükçe sabırsızlanıyordu. Edirne'ye gidişini fırsat bilerek Bulgaristanlı Türk milletvekillerinden bir heyeti bir denetleme gezisine çağırdı. Mustafa Kemal Edirne'de altı hafta kadar kaldı. On Altıncı Kolordu ile birlikte îkinci Ordu, Enver'in o felâketle biten ilk seferinin döküntülerini biraz olsun toparlamak için Rus cephesine gönderildi. Rus saldırısıyla geri püskürtülmüş olan Üçüncü Ordu'yu güçlendirecekler ve onunla birlikte 1916 yılının yazında bir karşı saldırıya geçeçeklerdi.
Mustafa Kemal, kendisine sorumluluğu ağır bir komuta verilmesin karşın, henüz albaylıktan generalliğe yükselmiş değildi. Bunda da, İttihati ve Terakki'nin eskilerinden olan ve Mustafa Kemal'in hareketlerini daima kuşkuyla izleyen Dr. Nazım'm biraz rolü vardı. Dr. Nazım, Gelibolu savaşından sonra Mustafa KemaPe 'Napolyonluk taslamaması' için uyarıda bulunmayı gerekli görmüştü. Mustafa Kemal de bir gün Şakir Zümre ve -daha önce Cavit için söylediği gibi- 'Böyle adamı asmak gerek.'(1) demışti. Dr. Nazım, Enver Paşa'ya, Kafkas cephesine gitmeye pek istekli görmediği Mustafa Kemal'in, ancak yola çıktıktan sonra terfi ettirilmesini salık vermişti. Terfi haberi, Mustafa Kemal oraya vardıktan birkaç hafta sonra geldi. Böylece, en sonunda paşa olabilmişti.
Diyarbakır yakınlarında Silvan'da bulunan karargâhına ulaştıktan sonra Corinne'e şöyle yazacaktı:
İnsan uzun ve yorucu bir yolda, batıdan doğuya iki ay süren bir yolculuktan sonra bir an olsun dinlenmeye hak kazanır, derdiniz, değil mi? Ne gezer! Dinlenmek galiba ancak öldükten sonra nasip olacak. Ama, bu hayal rahata erişmek için bile olsa, sizin Bön Dieu'nüzün (Tanrı) cennetine gitmeye pek öyle kolay kolay razı olmayacağım.
Kitap okumayı elden bırakmadığını Corinne'e göstermek için olacak, bir Fransız askerlik tarihinden aldığı parçayı da ekledi ve mektubunu Chateaubriand'ın bir vecizesiyle bitirdi: 'Büsbütün unutulmaktansa hiç doğmamış olmayı yeğlerim.'
Mustafa Kemal, karargâha geldiği zaman, büyük bir karışıklıkla karşılaştı. Buradaki birlikler, yorgun, morali bozuk, hastalıktan kırılmış, silasız, cephanesiz bir ordunun döküntülerinden başka bir şey değildi. Vicdansız subaylar, ahlâksız müteahhitlerle birlik olmuş, askerleri sömürüyorlardı. İstanbul'a telgraf çekerek silah, yedek kuvvet ve sağlık malzemesi istedi. Ama cevap alamayınca da pek şaşmadı. Kolorduyu az çok dövüşebilecek bir biçime sokmak için tek başına uğraşması gerekiyordu. İyi bir şans eseri olarak, burada aklı başında, çalışkan bir komutan yardımcısı buldu. Bu, Selanik'te, onun orduyu siyasetten ayırmak yolundaki çabalarını desteklemiş olan Kâzım Karabekir'di.
Yılın ilk aylarında Ruslar, Enver'in uğradığı bozgundan, geç de olsa yararlanmaya karar vererek Anadolu'ya yürümüş ve önemli Erzurum müstahkem mevkiini aldıktan sonra, Karadeniz'deki başlıca Türk limanı olan Trabzon'u işgal etmişlerdi. Türkler Erzurum'u almak için temmuz ayında bir karşı saldırıya geçmeyi tasarlıyorlardı. Ancak, İkinci Ordu henüz hazır değildi. Üçüncü Ordu'yla tam bir bağlantı da kurulamamıştı. Böylece, Ruslar Türklerden çabuk davranarak, bütün cephe boyunca bir kere daha saldırdılar. Türkler de kanlı çarpışmalardan sonra daha gerilere çekilmek zorunda kaldılar.
Kendi kolordusuyla İkinci Ordu'nun sağ yanında dövüşen Mustafa Kemal, çarpışmanın en hareketli yerindeydi. Bir ara, askerleriyle beraber, çevrelerini neredeyse büsbütün kuşatan bir 'süngü ormanı' arasında, büyük bir piyade kuvvetiyle göğüs göğüse dövüşmek zorunda kaldı. Ancak, soğukkanlılığı ve kendi süngüsünü bütün gücüyle kullanması sayesinde, bu çarpışmadan sıyrıldı ve böylelikle muhtemel bir ölümden ya da esirlikten kurtulmuş oldu. Sonra sorumluluğu üzerine alarak genel bir çekilme emri verdi. Rusların, arkadan gelmeyeceklerine güveniyordu. Gerçekten de öyle oldu. Emir dışı hareketiyle tehlikeye atmış olduğu meslek hayatı, böylece kurtuldu.
Geri çekiliş sırasında yanıbaşında bir erin, 'Şu bizim komutanlar da amma korkak yahu! Rusları öldürüp duruyordum. Bizi ne diye geri çekerler?' diye söylendiğini duydu.
'Pekâlâ,' diye cevap verdi. 'Ama savaş bir tek senin Rusları öldürmenle kazanılmaz. Kocaman bir ordu bu. Geri çekilmesinin belki de, senin anlayamadığın bir nedeni vardır.'
'Sen kim oluyorsun ki?'
'Ben senin komutanınım.'
Askerin yüzünde bir şaşkınlık belirdi. Sonra yumuşayarak, 'O zaman başka,' dedi. Subaylarının, her zamanki gibi, en önden kaçtığını sanmıştı.
Türkler ellerindeki kuvveti yeniden toparladılar. Mustafa Kemal, ordu komutan yardımcısıydı, komutan da İzzet Paşa. Eski okuldan, liberal siyasi düşünceli bir general olan İzzet Paşa önce Abdülhamit'e muhalefet etmiş, arkadan bir süre İttihat ve Terakki'nin Harbiye Nazırlığını yapmış, ama sonunda onlarla da geçinememişti. Mustafa Kemal gibi o da, Türkiye'nin savaşa katılmasına karşı gelmişti. 1914'ten beri boyuna, Kayzer'in hem ülke, hem de ordu yönetecek kıratta bir adam olmadığı düşüncesine dayanarak, Almanların mutlaka yenileceğini söyleyip duruyordu. Tatlı yüzlü, iri yapılı, kararsız yaradılışta bir adamdı.
İkinci Ordu, ağustos başlarında karşı saldırıya geçti. Mustafa Kemal, yenilgiden sonra birliklerinin moralini öyle yükseltmişti ki, komutasındaki iki tümen beş gün içinde yalnız Bitlis'i değil, onun kadar önemli olan Muş'u da ele geçirerek Rusların hesaplarını altüst etti. İzzet Paşa, İkinci Ordu'nun üst yanıyla cephenin öteki kesimlerinde aynı başarıyı gösteremeyince, saldırı pek bir sonuca bağlanmadan sona erdi. Böylece birbirini izleyen yenilgiler arasında, tek Türk zaferini Mustafa Kemal kazanmış oldu. Yararlığına karşılık kendisine 'Altın Kılıç' madalyası verildi. Corinne Lütfü'ye Diyarbakır'dan, 'İnsanın değer verdiği kimseler arasında ateş ve ölüme göğüs germesi ne büyük zevk!' diye yazdı. Mektup, son zamanlarda adet edindiği gibi, Fransızca bir deyişle sona eriyordu. Şimdi boş zamanlarımı okumakla geçiriyordu. Hatıra defterine 'Est-il possible de renier le Dieu? kitabını okumaya devam ediyorum,' diye not aldı.
Birlikler çetin ve sert geçecek bir kışa karşı hazırlığı tamamlamışlardı. Uzun ve yetersiz ulaştırma hatlarına bağlı olan İzzet Paşa'nın orduları sadece silah değil, yiyecek bakımından da sıkıntı içindeydiler. Böyle bir yerde bir orduyu uzun süre beslemek de çok zordu. Ermeniler göçmüş olduklarından, ne ürün yetiştirecek köylü, ne de iş görecek zanaatkar kalmıştı. Tümenlerden birinde adam başına üçte bir tayın düşüyordu; yük hayvanları için yem hiç yok gibiydi. Erlerden birçoğunun sırtında sadece yazlık üniformaları vardı. Ayaklarına postal yerine paçavralar sarıyorlardı. Şiddetli tipilerden sonra mağaralarda soğuk ve açlıktan ölüp kalmış müfrezelere rastlamak olağandı.
O kış, Mustafa Kemal işte bu mevcudu azalmış ordunun komutanlığına terfi ettirildi. Şimdi hem İkinci, hem de Üçüncü Orduların başına geçirilmiş olan İzzet Paşa'nın yerini aldı. Neyse ki, ilkbaharda savaşmak zorunda kalmadılar. Çünkü 1917 Martında dünya çapında önemli bir olay -Rus ihtilâli- patlak vermişti. Kafkas cephesi şimdi az çok sakindi. Erlerin, subayların rütbe işaretini söküp, kurmaylara komuta etmeleri yüzünden düzeni bozulan Rus Ordusu, yavaş yavaş parçalanarak en sonunda Tiflis'e doğru çekildi.
Bu arada Mustafa Kemal'in bu ilk ordu komutanlığının başlıca önemli yanı, sonradan en yakın işbirliği yapacağı kişiyle arkadaşlık kurmasıydı. Bu, tıpkı Kâzım Karabekir gibi, Selanik'teki parti çatışmasında onu desteklemiş olan Albay İsmet'ti. İsmet Bey, yumuşak bakışlı, gözlerinin içi ışıldayan, kulağı biraz ağır işiten, ufak tefek, sessiz bir adamdı. Ağır, fakat sağlam işleyen bir kafası vardı; görevine düşkündü. İkisinin de öğrenimleri ve sonra meslekte gelişmeleri birbirine aşağı yukarı paralel olmuştu. Mustafa Kemal, Trablus'ta İtalyanlarla dövüşürken, İsmet, Yemen'de bir Arap isyanıyla uğraşmış ve o da Mustafa Kemal gibi, Balkanlar tehlikedeyken, orduları bu uzak Arap ülkelerine bağlayan Pan-İslâm politikasını üzüntüyle karşılamıştı. Orada, sıkıntı içindeyken tek avuntusu İzzet Paşa ile ya satranç ya da briç oynamaktı.(2) İsmet Bey şimdi yine İzzet Paşa'nın maiyetine verilmiş ve Mustafa Kemal'in arkasından Kafkas cephesine gelmişti. Yolda, iki gün durarak, babasının ısrarıyla, yüzünü bile görmediği bir komşu kızıyla evlenmişti. Eşini, düğünden sonra da pek görememişti. Askerlik mesleğinin gerekleri yüzünden, ancak altı yıl sonra uzun, mutlu ve düzenli bir aile hayatına başlayabilecekti.
İsmet, okumayı, düşünmeyi seven bir adamdı. Mustafa KemaPle aynı radikal düşünceleri paylaşıyor, görüşleri birçok noktalarda birbirine uyuyordu. Savaşın felâketli gidişini, Batı'daki siper savaşının Almanları yıprattığını, Türkiye'yi kurtarmak için bir an önce barışa gidilmesinin şart olduğunu, Türk askerlerinin Avrupa'ya gönderilmesine yol açan politikanın yanlışlığını, Asya'daki Türk ordularının acıklı durumunu ikisi de açıkça görüyorlardı. İsmet Bey, pratik, modern bir asker olarak, özellikle İkinci Ordu'nun başına iş açmış olan levazım sorunlarının üzerinde duruyordu. 'Yarının adamı' olarak demiryollarının hayati önemini kavramıştı. Ruslar, bu bakımdan Türklerden ilerdeydiler. Erzurum'u alır almaz şehre ve şehrin ötesine dar bir demiryolu döşeyerek kendi iç ikmal hatlarıyla birleştirmişlerdi. Türklerse, Torosların doğusunda demiryolu bulunmadığı için, ikmal bakımından kötürüm gibiydiler.
Mustafa Kemal'le İsmet Bey aynı görüş ve amaçları beslemekle beraber yaradılış bakımından o kadar ayrıydılar ki, sanki birbirlerini tamamlıyorlardı. Mustafa Kemal'in kafası geniş çözüm yollarına, alışılmamış tepkilere açık, cesaretli yargılara varmaya hazır, çabuk ve esnek çalışırdı. İsmet'in düşünceleriyse, daha dar bir çerçeve içinde daha ağır, daha temkinli işler ve aynntılar üzerinde titizlikle dururdu. Mustafa Kemal'in maceracı bir ruhu, bağımsız bir karakteri vardı; hareketlerinde kesin kararlıydı. İsmet Bey ise ihtiyatlı, başkalarının görüşüne bağlı, insiyatifi az, karar vermekte acele etmeyen bir insandı. Mustafa Kemal, insan karakterini ve davranışını içinden gelen bir seziyle anladığı halde, İsmet, insanlar üzerinde pek kesin yargıda bulunmaz ve herkese karşı çekinden, hattâ biraz şüpheci dururdu. Kemal ne derece içi içine sığmaz, çabuk kızan, ruh halleri sık sık değişen, içki ve kadına düşkün bir erkekse, İsmet o kadar sakin, sabırlı, ağırbaşlı, içkiye düşkünlüğü olmayan bir adam, örnek bir aile babasıydı. Kısacası, Mustafa Kemal'in tam karşıtı ve bu yüzden de tam ona gereken yardımcıydı. Daha doğrusu İsmet, tam bir kurmay başkanı olarak yaratılmıştı; dürüst ve özenli. Mustafa Kemal ona planlarını not ettirdiği zaman, İsmet'in bunları doğru olarak yorumlayacağına ve etkinlikle uygulayacağına güvenebilirdi. İsmet böylece Mustafa Kemal'in vazgeçilmez gölge'si haline geldi.
Mustafa Kemal, İmparatorluğun bu uzak, vahşi köşesinde bile komutanlık sofrasında uygar bir görünüşe uyulmasını ısrarla isterdi. Subaylar yemeğe vakitli vakitsiz gelmeye alışmışlardı. Yemek yerken kalpaklarını başlarından çıkarmadıkları gibi, ceketlerinin düğmelerini de çözüyorlardı. Mustafa Kemal bu görgüsüzce alışkanlıklara derhal son verdi. Giyiniş konusunda her zaman titiz olduğu için, subaylara uygun bir biçimde giyinmelerini ve davranışlarına dikkat etmelerini bildirdi. Sofraya, Avrupalı subaylar gibi başaçık oturmalıydılar. Subay kantininde, hele savaş aralarındaki geçici durgunluk zamanlarında, Batı'daki gibi, az çok üslup gözetilmeliydı. Nitekim, Mustafa Kemal istediğini de yaptırdı. Masa başında oturur, içer ve konuşurdu. Subaylarını ilgi çekici tartışmalara teşvik eder ve bu çeşit konuşmalarda kendini göstermekten hoşlanırdı. Bir gün, karargâha yeni gelmiş olan bir telsizciye, İstanbul'da neler olup bittiğini sormuştu. Adam, 'Çok üzücü şeyler, efendim,' diye anlatmaya başladı. 'Eski görenekler hep unutuluyor. Kadınlarımız önüne gelen yerde peçelerini açmaya başlıyorlar.'
Mustafa Kemal, meydan okurcasına, bu gibi şeylerin burada, Doğu illerinde de olması gerektiğini ileri sürdü. Hemen, 'Zabitan Mahfeli'nde bir danslı toplantı düzenledi ve dolaylardaki birkaç Ermeni hanımını da, Türk subaylarına dansta eşlik etsinler diye çağırdı.
Ancak, çarpışmaların durmuş olduğu şu sırada, Mustafa Kemal'i, kitap okuyup dans etmek dışında uğraştıran şeyler de vardı. Altı yıl önce'Selanik'te kendisini öldürmekle görevlendirilmiş, ama sonradan onun en sadık yandaşı kesilmiş olan komitacı Yakup Cemil, İstanbul'da tutuklanmıştı Suçu, hükümeti devirip baştakileri öldürmeyi tasarlamaktı. Yakup Cemil, savaşın daha şimdiden kaybedildiğini ve ülkenin artık ayakta duracak hali kalmadığını ileri sürüyordu. Yeni bir hükümet kurulmalı ve Mustafa Kemal Harbiye Nazırı olmalıydı. Aynı zamanda Enver'in yerine başkomutan vekilliğini üzerine alarak ayrı bir barış için görüşmelere başlamalıydı. Yakup Cemil, Mustafa Kemal'in bu düşünceleri desteklediğini biliyordu.
Yakup Cemil'in yargılanması sırasında, üstü kapalı şekilde, bu işe Mustafa Kemal'in de karışmış olduğu söylendi. Söylentilere bakılırsa, Diyarbakır'dan öteki ordu komutanlarına birer telgraf göndererek savaşın yönetilişini ve hükümetin kararsızlığını yermiş ve alınacak önlemleri görüşmek üzere bir toplantı yapılmasını öne sürmüştü. Bunları. Enver'e, Mustafa Kemal'in düşmanı olan bir paşa anlatmıştı. Ondan sonra şifreli yazışmaları gizlice incelenmeye başlandı. Yakup Cemil ölüm cezasına çarptırıldı, suç ortakları da hapsedildi. Mustafa Kemal sonradan, Rauf la konuşurken, komutanlara telgraf çektiği söylentisini yalanladı ve bunu bir düşmanın kişisel garazı olarak niteledi. Komploya gelince, darbe başarıya ulaşıp da kendisine Enver'in yerine geçmesi teklif edilmiş olsaydı, bunu kabul edebileceğini saklamadı. Ancak o zaman ilk işi, şu Yakup Cemil denilen adamı asmak olurdu.
Bu arada ne Mustafa Kemal, ne de İsmet, dağılmakta olan Rus cephesinde fazla kalmadılar. Başka yerlerde, özellikle güneydeki Suriye cephesinde, yapılması gereken daha acele işler vardı. Önce İsmet Bey, kolordu komutanlığı ile Suriye'ye gönderildi. Biraz sonra da Mustafa Kemal, başta hâlâ İkinci Ordu'nun, arkadan da Halep'te kurulmakta olan önemli Yedinci Ordu'nun komutanı olarak onu izledi.
İngiliz ordusu hem Suriye'de, hem de Mezopotamya'da baskısını artırmıştı. 1917 yılının Martında Almanlar, bu cephelerdeki askerleri serbest bırakabilmek için, Enver Paşa'yı Medine'deki kolordu garnizonunu geri çekmeye razı ettiler. Medine şimdi, savunulması güç olan uzun Hicaz demiryolunun ucunda, çevresi düşmanla kuşatılmış bir yer durumuna gelmişti. Kutsal Mekke şehri, Emir Faysal'ın ayaklanması sonucunda zaten Arapların eline geçmiş bulunuyordu. İngilizler şimdi Albay Lawrence ve başka subaylar eliyle Faysal'a yardım ediyorlardı.
Enver Paşa, Medine'nin boşaltılmasını sağlayacak olan kuvvete komutan olarak Mustafa Kemal'i seçti. Medine Müslümanlar için Mekke'den sonra ikinci kutsal şehir olduğuna göre bu boşaltma işini üzerine alan subay, milletçe lânetlenmeyi de göze almalıydı. Üstelik, bu iş askerlik açısından da çok tehlikeliydi ve Arap baskısı karşısında bütün Türk kuvvetinin esir ya da yok edilmesiyle sonuçlanabilirdi. Mustafa Kemal bu görevi kesinlikle reddetti. Zaten garnizonun dinine bağlı komutanı Fahri de şehri bırakmaya razı olmuyordu. Böylece Enver'in planından vazgeçildi. Yoksa, Mustafa Kemal'in Lawrence'e esir düşmesi bile akla gelebilirdi. Medine şimdilik Türklerin elinde kalmıştı. Lavvrence'in deyişiyle Türkler, 'siperlerde oturuyor ve artık besleme gücünde olmadıkları hayvanları kesip yiyerek, kendi hareket imkânlarını ortadan kaldırıyorlardı.'(3)
Bu sırada Medine'yi ikinci plana atan daha büyük bir felâketle karşılaşıldı. İngilizlerle Hintliler Bağdat'ı ele geçirmişlerdi. Bağdat'ın kaybı ülkede geniş üzüntü ve öfke yarattı ve ilk olarak halk arasında, Enver Paşa'ya karşı belirli bir hoşnutsuzluk başgösterdi. Enver, Bağdat'ı geri almak için hemen harekete geçti. Bulduğu çare her zamanki gösterişli stratejik tasarılardan biriydi ve bu sefer, hemen hemen yalnız Almanlar tarafından yürütülecekti. Saldırı için 'Yıldırım Orduları Grubu' diye adlandırılan bir kuvvet kuruldu.(4) Bu ordunun amacı, en aşağısından gösterişli bir yürüyüşle çölü yarıp geçerek Bağdat'ı İngilizler'in elinden almaktı. Bağdat'ın ötesinde de İran ve Hindistan uzanmaktaydı ki, bu da, Alman İmparatorluğunun ancak doğuda büyük topraklar ele geçirmekle kurtulabileceğine inanmaya başlayan von Ludendorff a pek çekici geliyordu.
Almanlar, Türk ordusuna sadece eğitmenlik ve danışmanlık ettikleri iddiasını artık bırakmak zorundaydılar. Bu seferki grup, kurmay heyetiyle komutanı Alman olan, tam bir Alman ordusuydu. Komutanı General von Falkenhayn'dı. Önceleri Alman Genelkurmayın başkanı olan von Falkenhayn, bir yıl önce Verdün'ü düşüremediği için bu görevden alınmış ve yerine von Hindenburg getirilmişti. Bu yüzden von Falkenhayn şimdi parlak bir Doğu seferiyle itibarını yeniden kazanmak isteğindeydi. Yıldırım Orduları Grubu'nun çekirdeği, Türklerin Yedinci Ordusuydu ve bunun komutanı da, başkası yokmuş gibi, Mustafa Kemal'e verildi. Yaver bu atanmayı bildiren telgrafı getirdiği zaman Mustafa Kemal uykudaydı. Yatağında doğrularak telgrafı okudu ve sonra yaverinin sorusuna karşılık: 'Evet' dedi, 'Elbette kabul ediyorum; ama sizin düşündüğünüz sebeplerden değil, sadece bu Alman generalinin Bağdat'a karşı kanlı bir saldırıya girişmesini önlemek için.'
Mustafa Kemal, Bağdat'ın geri alınmasının, düşman eline geçmesi nasıl önlenememişse, aynı nedenlerden dolayı mümkün olmadığını biliyordu, çöldeki ulaştırma sisteminin kötülüğü, demiryolundaki kesintiler, trenler için yakıt bulunamaması, Fırat nehri üzerinde taşıt olmayışı.(5) Von Falkenhayn'ın ne ülkenin iklim ve koşulları, ne de halkı hakkında bilgisi vardı. Buraları daha iyi bilen yurttaşlarına, yani Alman askeri heyetindeki subaylara da akıl danışmıyordu. Zorbalık taslayan, inatçı, patavatsız bir adamdı ve çok geçmeden çevresinde herkesi aleyhine döndürmüştü. Yalnız Enver Paşa, bunların dışındaydı.
Alman Mareşali her nedense, bütün Türklerin satın alınabileceğini sanıyordu. Mustafa Kemal'e de rüşvet teklif etmek akılsızlığını gösterdi. Subaylarından biriyle ona hediye olarak 'zarif küçük kutular' yolladı. Kutular açılınca içinden altın çıktı. Bu komik mizansenle için için alay eden Mustafa Kemal, altınların ordu giderlerine karşılık gönderildiğini sanmış gibi davrandı ve ordu mutemetliğine yatırılmasını söyledi. Alman subayı, sıkıla sıkıla amacının bu olmadığını anlattı. O zaman Mustafa Kemal ona parayı saydırttı, karşılığında bir de makbuz yazdı. Subay bunu istemeye istemeye aldı. Mustafa Kemal de altınları yine makbuz karşılığında veznedara teslim etti.
Mustafa Kemal daha baştan beri von Falkenhayn'ı açık açık eleştirmekteydi. Sert ve alaycı bakışlarını Mareşal'e dikerek, Alman subaylarının gözü önünde onun planlarını yererdi. Suriye'de tıpkı bir kral debdebesiyle hüküm süren ve son zamanlara kadar sözü kanun yerine geçen Cemal Paşa da Mustafa Kemal'i destekliyordu. Filistin cephesi komutanı olarak Cemal de tıpkı onun gösterdiği nedenlerden dolayı Bağdat projesine şiddetle karşıydı. Eldeki kuvvetleri Halep'le Şam arasında toplamak ve duruma göre, nereye gerekirse oraya göndermek istiyordu. Enver Paşa, Halep'te Mustafa Kemal'in de katıldığı bir ordu komutanları toplantısında buna cevap olarak sadece seferin kararlaştırılmış ve eldeki en iyi Alman generalinin başa getirilmiş olduğunu söyledi. 'Rica ederim' diye ekledi, 'beni fikrimden caydırmaya çalışarak zaman kaybetmeyin.'
Neyse ki, Mareşal, önemli kurmay subaylarından biri olan Binbaşı Franz von Papen'in yerinde öğütleri sayesinde, fikrini değiştirmeye başlamıştı. Filistin cephesinde von Papen'le yaptığı bir gezi sırasında tehlikeyi: gördü. İngilizler hücuma kalkarlarsa Türk mevzilerini yarıp Filistin ve Suriye'ye geçerek Bağdat'la bütün ulaştırma yollarını kesebilirdi. Böylece von Falkenhayn, ün peşinde koşmak yerine ihtiyatlı davranmayı daha uygun gördü ve Bağdat saldırısını şimdilik ertelemeye karar verdi.
Boyuna itibarını korumak sevdasında olan Enver Paşa da yine o eski hülyasına dönmüştü: İngilizleri Mısır'dan kovmak! Sina çölü üzerinden bir saldırıya girişilirse İngilizleri, karşı saldırıya geçmelerine fırsat vermeden, ta Süveyş kanalına kadar sürmek mümkün olabilirdi. Cemal Paşa'nın şiddetli karşı koymalarına rağmen plan kabul edildi. Zaten şimdi Cemal her konuda von Falkenhayn'a kendinden üstün yetkiler verildiğini görmekteydi. Enver'in yeni planına Mustafa Kemal de şiddetle itiraz ediyordu. Von Papen ona ordusuyla birlikte Nablus'a giderken rastladı ve alınacak önlemler konusunda von Falkenhayn'la anlaşamadığını ve müthiş bir öfke içinde olduğunu' gördü. Bu, 'son derece üzücü' bir durumdu.(6)
Mustafa Kemal, o sırada zaten görevinden istifa etmeye niyetlenmişti. Bundan önce, Osmanlı İmparatorluğunun 1917 yılının Eylül ayındaki durumunu nasıl gördüğünü, Talât ve Enver Paşa'lara gönderdiği uzun ve ayrıntılı bir raporda belirtti. Raporun kaleme alınmasında, İsmet Bey de kendisine yardım etmişti. İsmet Bey, İstanbul'a uğradıktan sonra, yeni bir ordu grubunun başına geçmek üzere Haleb'e gelmiş bulunuyordu. Keşiş dağının (7) şifalı sırtlarında bir haftalık, gecikmiş bir balayı geçirmek onu hüsbütün zindeleştirmiş gibiydi. Mustafa Kemal raporunun başında, Türk halkının savaştan bıkıp usanmış olduğunu ileri sürüyordu:
Şimdiki Türk hükümetiyle arasında hiçbir bağ kalmamıştır. Zaten 'milletimiz', hemen hemen sadece kadınlardan, çocuklardan ve sakatlardan ibaret. Herkesin gözünde de hükümet kendilerini ısrarla açlığa ve ölüme süren bir kuvvettir. Devlet teşkilâtı otoriteden yoksundur, idare anarşi içindedir. Atılan her adım halkın hükümete karşı duyduğu derin nefreti artırmaktadır. Bütün memurlar rüşvet almakta, görevlerini kötüye kullanmakta, her türlü yolsuzluğu yapmaktadırlar. Adalet mekanizması işlemez hale gelmiştir. Emniyet kuvvetleri çalışamıyor. Ekonomik hayat korkunç bir hızla çökmektedir. Ne halk, ne de devlet memurları geleceğe güvenebilmektedir. Hayatta kalabilme çabası yüzünden, en iyi ve en dürüst kişiler bile, her türlü kutsal duyguyu unutuyorlar. Savaş daha uzun sürerse, hükümet ve hanedanın çökmeye yüz tutmuş olan yapısı birdenbire paramparça olabilir.
Bundan sonra Mustafa Kemal, Türk ordusunun zayıf durumunu ayrıntılarıyla açıklıyordu. Birliklerin çoğu gereken kuvvetlerinin beşte birine inmişti. Yedinci Ordu'nun İstanbul'dan gönderilmiş olan bir tümeni, yarısı ayakta bile duramayacak kadar zayıf erlerden kuruluydu. En iyi örgütlenmiş tümenler bile, erlerin kaçması ya da hastalanması yüzünden, daha cepheye varmadan yarı yarıya azalıyordu.
Mustafa Kemal bu durumu düzeltmek için gerekli askeri stratejiyi şöyle anlatıyordu:
Bu topyekûn bir savunma stratejisi olmalı ve askerlerin hayatını mümkün olduğu kadar ölümden korumayı öngörmelidir. Yabancı devletlerin çıkarları için tek bir er bile vermemeliyiz. Türkiye'nin hizmetinde hiçbir Alman çalışmamalıdır. Türk ordusunun elde kalanı da bir von Falkenhayn'ın kişisel hırsları yüzünden çılgınca tehlikeye atılmamalıdır. Almanların, bu savaşı, Türkiye'yi el altında bir sömürge durumuna düşürünceye kadar, uzatmalarına fırsat verilmemelidir.
Mustafa Kemal, komutanın yeniden Cemal Paşa'ya verilmesini istiyordu. Avrupa'daki bütün Türk kuvvetleri geri alınmalı ve İngilizlerin hazırladıkları saldırıya karşı Suriye'yi savunmalıydı. Sonra bütün cephe bir 'Müslüman Osmanlı komutanının' emrine verilmeli ve von Falkenhayn, kullanılması kaçınılmazsa, onun emrinde çalışmalıydı. Kendisi de, rütbe kaybını bile göze alarak, kurulacak böyle bir komuta sistemi içinde görev almaya hazırdı. Bu dedikleri kabul edilmediği takdirde Yedinci Ordu komutanlığından affını rica ediyordu.
Enver ve von Falkenhayn. Kemal'i düşüncesinden vazgeçirmeye çalıştılar. Ama o, caymadı. Enver de istifayı kabul etmekten başka çare bulamadı. Bu onun için, can sıkıcı bir durumdu. Çünkü Mustafa KemaPin dilini tutmayacağı belli bir şeydi; bu yüzden İstanbul'da durumu karıştırabilirdi. Von Falkenhayn disiplin cezasından söz ediyordu. Görünüşü kurtarmak için Mustafa Kemal'i yine Diyarbakır'daki İkinci Ordu komutanlığına tayin ettiler, ama o bunu kabul etmedi. Genelkurmay sonunda, uzlaşma yolu olarak ona bir aylık izin verdi.
Mustafa Kemal, bu mücadeleyi Cemal adına vermiş ve kaybetmiş olduğu için, onun da istifa etmesi gerektiğine inanıyordu. Cemal istifayı düşündüğünü, yalnız yakında Şam'a gelecek olan Enver'i beklemeyi tercih ettiğini söyledi. Ancak Enver geldiği zaman, hem onun, hem de kendi maiyetindeki memurların yalvarmalarına dayanamayarak, görevinde kalmaya karar verdi. Mustafa Kemal, görevinden ayrılmadan önce, Alman Mareşalinin ona rüşvet niyetine göndermiş olduğu altın kutularını hatırladı. Bu kutuları bir makbuz karşılığında kendi yerine gelen komutana teslim etti. Sonra bu makbuzun Falkenhayn'a ilk verilmiş olduğu makbuzla değiştirilmesini istedi. Yaverlerinden ikisini bir mesajla Falkenhayn'a gönderdi: 'Paranız buraya yatırılmıştır, ama Mustafa Kemal'in bu paradan çok daha değerli olan imzası sizde kalamaz.' Von Falkenhayn önce böyle bir paradan haberi olmadığını ve makbuzun dosyalarında bulunmadığını söyledi. Ancak, Mustafa Kemal işin aslını ortaya çıkaracağına dair üstü örtülü tehditlerde bulunarak ısrar edince, makbuzu geri verdi.
Mustafa Kemal şimdi İstanbul'a dönmek için tren parası bile olmadığını görmüştü. Yaverine, kendi malı olan bir düzine atı satmasını söyledi. Ordu el koyar korkusuyla atları kimse almak istemiyordu. En sonra, atların cins olduklarını bilen Cemal Paşa bunları satın aldı. Mustafa Kemal de İstanbul trenine binebildi. Yine de, kendisiyle birlikte istifa etmediği için Cemal'e kırgındı. Onları sonunda barıştıran Rauf oldu. Cemal'in İstanbul'a bir gelişi sırasında ikisini de Pera Palas'ta yemeğe çağırdı. Cemal'in bir başka hareketi, Mustafa Kemal'i daha da yumuşatmaya yaradı. Cemal ona gönderdiği bir haberle atları aldığı fiyatın iki katına satmış olduğunu söylüyor ve aradaki farkı nereye yatırabileceğini soruyordu. Oysa, atları kesin olarak satın aldığı için böyle bir fiyat farkı ödemek zorunda değildi. Mustafa Kemal bu jest karşısında memnunluğunu gizlemedi. İstanbul'daki şu işsiz ve gözden düşmüş durumunda, bu para çok işine yarayacaktı.
Bir süredir yapmak istediği gibi, annesinin evinden ayrıldı ve daha serbest olabileceği Pera Palas oteline taşındı. Yapılması gereken işlere ait ateşli inançlar içinde, sabırsızlıktan yerinde duramıyordu. Ne pahasına olursa olsun, ülkenin nüfuzlu insanlarını savaşın kaybedilmiş olduğuna ve ayrı bir barışla sona erdirilmesi gerektiğine inandırmak zorundaydı. Muhalefetin liderlerinden olan Fethi ve daha birkaç dostu onun bu görüşünü destekliyorlardı. Bu dostlardan biri de Rauf tu. Rauf, Mustafa Kemal'e göz kulak oluyor ve başını derde sokabilecek siyasi entrikalardan uzak tutmaya çalışıyordu. Mustafa KemaPe durmadan ihtiyatlı, sabırlı ve soğukkanlı davranması için kardeşçe öğütler veriyordu.
Bu genel hoşnutsuzluk ortamı, entrika için gerçekten uygundu. Mustafa Kemal'le Fethi yüksek görevdekiler arasında kendileri gibi savaşa son vermek isteyen kimseler buldular. Hattâ Harbiye Nazırlığındaki bir dostu Mustafa Kemal'in ağzını arayarak barış yapmak için yeni bir askeri kabine kurulacak olursa burada görev alıp almayacağını sordu ve Enver Paşa'nın böyle bir hareketi engelleyip bastırmak amacıyla, iş arkadaşlarına bildirmeden gizli bir silahlı kuvvet toplamış olduğunu da haber verdi. Mustafa Kemal'le Fethi, bu haberi gizlice Talât'a bildirdiler. Olayların gidişinden zaten memnun olmayan Talât, Enver'e böyle bir kuvvetin varlığını zorla itiraf etti. Ama, Enver bu kuvvetin Talât'ın içinde görev aldığı herhangi bir kabineye karşı kullanılmayacağı konusunda teminat verdi.
Bu arada Enver, Mustafa Kemal'den hâlâ kuşkulanıyordu. Bu kuşkuyu yatıştırmak için, Rauf Bey yine arabuluculuk yaparak, ikisini Pera Palas'ta bir öğle yemeğinde buluşturdu. Mustafa Kemal, yemek süresince gayet iyi davranmıştı. Bunu, yemekten sonra Rauf Bey'le konuşurken, Enver de itiraf etti. Sadece, onun yedi yıl önceki itirazını bilinçaltı bir alayla tekrarlayarak: 'Ancak orduya siyaset karıştırmasına izin vermeyeceğim!' diye ekledi. Bir gün Mustafa Kemal'i çağırdı ve onu kendi kazdığı kuyuya düşürmek istercesine, ordudan çekilip Meclis'e girmeye davet etti. O da milletvekili olmak istemediğini, ordudan çekilmeye de niyeti olmadığını söyledi. O dönemde milletvekillerinin sadece bir memur, ordununsa tek iktidar kaynağı olduğunu çok iyi biliyordu.
Bu arada Suriye'deki olaylar da çok geçmeden onun belli başlı iddiasını haklı çıkarmaya başlamıştı. Önceden tahmin etmiş olduğu gibi, meşhur 'Yıldırım' harekâtı sadece lâfta kalmıştı. Mustafa Kemal buna içinden sevindi. Daha Türkler harekete geçmeden Allenby'nin kuvvetleri Sina cephesine saldırmışlardı. Von Falkenhayn, saldırıya geçmek şöyle dursun, bu saldırıyı önleyecek kadar bile hazırlıklı değildi. Kıyıdaki Gazze cephesine yöneltileceğini tahmin ettikleri saldırı, içerdeki Birüşşeba cephesine yapıldı ve savunma hattı az zamanda yarıldı. Türkler, İngilizlerin bir hilesine aldanmışlardı. Sözde 'keşifle görevli bir İngiliz kurmay subay, Türk nöbetçisinin kovalamasından kaçarken evrak torbasını düşürmüştü. İçindeki kâğıtlarda, Birüşşeba'ya yapılan saldırı hazırlıklan bir aldatmacadan başka bir şey değilmiş gibi gösteriliyordu. Gayet şiddetli bir topçu bombardımanıyla geri püskürtülen Türkler, yedek kuvvetlerini zamanında getirip ikinci bir savunma hattı kurmayı başaramadılar.
Lloyd George, Allenby'den, İngilizlere Noel hediyesi olarak, Kudüs'ü almasını istemiş, o da almıştı. Allenby, böylece Türklerin maneviyatına son bir acı darbe indirmiş oldu. Mekke ve Bağdat'tan sonra Kudüs, düşman eline düşen üçüncü kutsal şehirdi. 1917 yılı Osmanlı İmparatorluğu için bir felâket yılı olmuştu.
arkadaşım yazdıklarında ağır ithamlar var , bu kitabın yazarı kim nerden alıntı ???
quote:
Orjinalden alıntı: sari_laci
quote:
Orjinalden alıntı: dcocuk
Arkadaşım bunlar süper kurtlar uluyarak memleketi kurtaracaklar
Zeka gelişiminde problem olan arkadaşım.Biz uluyarak değil senin gibileri bağırtarak bu memleketi ahmaklardan kurtarıcaz.
Yaptığım ince espriyi, idrak edemeyip, üstüne alan ve Türk gencine çok yakışan bir şekilde insanları sözle değil, hakaretle yenmeyi tercih eden arkadaşım, hayatında başarılar diliyorum umarım bu ülkenin beklediği çetin mücadele ve savaşların hepsinden sağ çıkar ve 180 yaşına kadar yaşarsın ki bazı düşüncelerin haklılığını kavrarsın..
Şahsıma yaptığın hakaret gerçekten üzücü, hayır senin adına üzülüyorum, senin için hayat tuttuğun futbol takımından, kahvede memleketi kurtarmaktan, konserlerde kendine jilet atmaktan ibaret olabilir, ama senin suçun değil tamamen biliyorum ve üzülüyorum
quote:
Orjinalden alıntı: dcocuk
quote:
Orjinalden alıntı: sari_laci
quote:
Orjinalden alıntı: dcocuk
Arkadaşım bunlar süper kurtlar uluyarak memleketi kurtaracaklar
Zeka gelişiminde problem olan arkadaşım.Biz uluyarak değil senin gibileri bağırtarak bu memleketi ahmaklardan kurtarıcaz.
Yaptığım ince espriyi, idrak edemeyip, üstüne alan ve Türk gencine çok yakışan bir şekilde insanları sözle değil, hakaretle yenmeyi tercih eden arkadaşım, hayatında başarılar diliyorum umarım bu ülkenin beklediği çetin mücadele ve savaşların hepsinden sağ çıkar ve 180 yaşına kadar yaşarsın ki bazı düşüncelerin haklılığını kavrarsın..
Şahsıma yaptığın hakaret gerçekten üzücü, hayır senin adına üzülüyorum, senin için hayat tuttuğun futbol takımından, kahvede memleketi kurtarmaktan, konserlerde kendine jilet atmaktan ibaret olabilir, ama senin suçun değil tamamen biliyorum ve üzülüyorum
Önyargı, ?
Klişe kalıplar?
OOOOFFFFF , OOOOOOOOFFFFFFFFFFFFFF !!!
arkadaşım yazdıklarında ağır ithamlar var , bu kitabın yazarı kim nerden alıntı ???
ARKADAŞIM; ZAHMET EDİPTE VERİLEN LİNK ADRESLERİNE BAKSAYDIN NEREDEN ALINTI OLDUĞUNU RAHATLIKLA GÖRÜRDÜN.
ŞEHİTLERİMİZİN BİRİDE BİR-BİNİDE BİR BİZİM İÇİN.
YÜCE ALLAH MEKANLARINI CENNET EYLESİN.
sari_laci, ölenleri sayıya indirgeyecek kadar meseleyi basitleştirdi. ahmaklığın kurbanı olanların sayısının 1 yada 1000, 100.000 olması neyi değiştirir? bu yanlışı inatla savunmanın arkasında ne yatıyor soruyorum kendisine.