Şimdi Ara

ENVER PAŞAYA ÖZÜR BORCU (5. sayfa)

Daha Fazla
Bu Konudaki Kullanıcılar: Daha Az
2 Misafir - 2 Masaüstü
5 sn
140
Cevap
0
Favori
4.557
Tıklama
Daha Fazla
İstatistik
  • Konu İstatistikleri Yükleniyor
0 oy
Öne Çıkar
Sayfa: önceki 34567
Sayfaya Git
Git
sonraki
Giriş
Mesaj
  • quote:

    Orjinalden alıntı: C4

    sari_laci, ölenleri sayıya indirgeyecek kadar meseleyi basitleştirdi. ahmaklığın kurbanı olanların sayısının 1 yada 1000, 100.000 olması neyi değiştirir? bu yanlışı inatla savunmanın arkasında ne yatıyor soruyorum kendisine.



    Sayıyla ne alakası var arkadaşım.Sayı sayı diye tutturan sizlersiniz.Sarıkamışa zaten 90bin asker sığdıramazsın.Çanakkalede de 250.000 kişi öldü.Onları ne yapacaksınız....Biz tarihte ilk defa sarıkamışta yenilmedik.Sorun 15bin kişi ölmesinde değil savaşı kaybetmekte.Çanakkale savaşınıda kaybetseydik bugün bazıları savaştaki komutanları ahmaklıkla suçlayacaktı.Tarih sizin anladığınız gibi "savaş kaybetti o zaman ahmaktır" prensipleriyle yorumlanmıyor.
    Burda yapılmak istenen Enver Paşa düşmanlığı ve onun arkasında da bir Sarıkamış Hikayesi var.Bizde burada bunları dile getiriyoruz.
    El insaf lütfen...




  • sanırım anlayamadın yada anlatımda bir eksiklik yaptık

    diyoruzki, orada ölenler düşmanla savaşırken, dolayısıyla savaşta kaybedilmiş insanlar değiller. orada ölenler, almanların bir isteği üzerine, ikaz eden paşalarıda görevden azletmek suretiyle zemheri soğuklara aldırmadan çarık-gömlek kayıtsızca oraya sürülerek kırdırılanlar. bunun üzerine başka söyleyecek bir şey bulamıyorum. ha, dersenki yalan o belgelerin şahitlerin hepsi, inanmamakta özgürsün. ama sen, hala bu insanların orada bir hiç uğruna kırdırılmasını doğal karşılayamazsın. şahitlere belgelere inanmıyorum öyle değildir yalan söylüyorlar diyebilirsin anlarım ama diğerini anlamam, ardında bir niyet ararım
  • Türk Tarihinde yapılan savaşların hepsinde şehit olanlar BİR HİÇ UĞRUNA ölmemişlerdir.Ne Arabistan çöllerinde ne Çanakkalede nede Sarıkamışta....
  • iyi peki senin dediğin gibi olsun
  • Eyvallah sağol
  • quote:

    Orjinalden alıntı: sari_laci


    quote:

    Orjinalden alıntı: dcocuk


    quote:

    Orjinalden alıntı: sari_laci


    quote:

    Orjinalden alıntı: dcocuk

    Arkadaşım bunlar süper kurtlar uluyarak memleketi kurtaracaklar

    Zeka gelişiminde problem olan arkadaşım.Biz uluyarak değil senin gibileri bağırtarak bu memleketi ahmaklardan kurtarıcaz.


    Yaptığım ince espriyi, idrak edemeyip, üstüne alan ve Türk gencine çok yakışan bir şekilde insanları sözle değil, hakaretle yenmeyi tercih eden arkadaşım, hayatında başarılar diliyorum umarım bu ülkenin beklediği çetin mücadele ve savaşların hepsinden sağ çıkar ve 180 yaşına kadar yaşarsın ki bazı düşüncelerin haklılığını kavrarsın..


    Şahsıma yaptığın hakaret gerçekten üzücü, hayır senin adına üzülüyorum, senin için hayat tuttuğun futbol takımından, kahvede memleketi kurtarmaktan, konserlerde kendine jilet atmaktan ibaret olabilir, ama senin suçun değil tamamen biliyorum ve üzülüyorum



    Sen bizim şahsımıza hakaret ederken hiçbir problem yok tabi.Ben burda ciddi bir konu açmışım sen aklınca bizle dalga geçmeye çalışıyorsun.Ayrıca sizin gibi düşünmeyen insanları maganda gibi algılamakta herhalde üslubunuz olsa gerek.Biraz okuyup araştırıp kendini geliştirsen iyi olur bence...

    Vesselam...



    nasıl ve neden bagırtıyorsunuz arkadaşı.anlamadım




  • Buyur burdan yak...
  • önemli olan bayagılaşmamak. sokakta elli defa duyuyoz bu adi söylemi belden asagı. cok rahatsız edici bence
  • Birinci Dünya Savaşı ve Millî Mücadele
    İtalyan ve özellikle Balkan savaşları, Osmanlı Devleti'nin içinde bulunduğu siyasî ve askerî yöndeki çaresizliği, bütün dehşetiyle ortaya koydu. Siyasî yönden yalnızlığa itilmiş olmak, büyük bir tehlike olarak, hemen Balkan savaşları akabinde tekrar ortaya çıkartılan "Ermeni meselesi", dolayısıyla "reformu" ile belirdi. Bu, artık sıranın Anadolu'nun parçalanmasına gelmesi demekti. Rusya'nın tazyiki, İngiliz ve Fransızların da iştirakleriyle, Ayastefanos'un 16. maddesine tekrar işlerlik kazandırıldı. Ermenilerle meskûn olan altı vilâyetin (Vilâyât-ı sitte) iki gruba ayrılması (birinci grup: Erzurum, Trabzon, Sivas; ikinci grup: Van, Bitlis, Harput, Diyarbekir), başlarına iki yabancı umumî müfettiş tayini ve bunlara valiler dahil bütün memurların tayin ve azil haklarının tanınması; Kürt Hamidiye Alaylarının ilgası, Ermenice'nin, Kürtçe ve Türkçe ile yan yana kullanılması, dolayısıyla bu vilayetlerde Türk ve Kürtlerden oluşan Müslüman çoğunluğa kıyasla genelde, küçük bir nüfus oluşturan Ermenilere eşit oranda ve uluslararası garantide üstün haklar verilmesi, bölgenin denetiminin elden çıkması demekti. Bu durum, Rusya ile yapılan ikili antlaşma ("Muamele", 8 Şubat 1914) gereği devletlerarası hukukta geçerlilik kazanan bir devlet belgesi halinde tanzim edildi. Böylece "Ermeni reformu" nihayet başarıya ulaşmış, uzun zaman sürüncemede bırakılan Ayastefanos ve dolayısıyla Berlin antlaşmalarının konuyla ilgili hükümleri, hayata intikal ile tahakkuk etmiştir. Ermeni reformunun tatbik safhasında, Cihan Savaşı (Birinci Dünya Savaşı) patladı. 1914 senesi içinde Almanya'ya yanaşılması ve Almanya yanında savaşa gözü kapalı olarak girilmesinde, Ermeni meselesinin katettiği bu hayatî gelişmenin önemli bir âmil (etken) olduğu kesindir. İngiltere ve Fransa'ya yapılan yakınlaşma ve acil istikraz (borçlanma) teşebbüslerinden ümit kesilmesi ve devam eden siyasî yöndeki yalnızlık, "Şark'a doğru yayılma" politikasında menfaat istikameti bulunan Almanya'ya yaklaşılmasından başka bir tercihe yer bırakmamaktaydı. Mağlup ordu, Doksanüç Bozgunu sonrasında olduğu gibi, yine Alman askerî heyetleri ile düzenlenmek istendi. General Liman von Sanders başkanlığında gelen (14 Aralık 1913) ve sayıları kısa zamanda -Golç Paşa'nın da iştirakiyle- artacak olan Alman askerî heyeti, göreve başladı. Von Sanders'in İstanbul'da bulunan Birinci Ordu'nun kumandanlığına getirilmesine Rusya karşı çıktığı gibi, diğer iki büyük devlet de hoşnutsuzluklarını açıkça ifade ettiler. Bu baskılar sonucu Von Sanders görevinden alınarak, "genel müfettiş" sıfatıyla ordu tensikatına memur edildi ve donanmanın ıslahı için bir İngiliz, jandarma teşkilatının düzenlenmesi için de bir Fransız generalinin hizmete alınması, ortaya çıkan krizi yatıştırdıysa da, siyasî havayı yumuşatamadı. Bir müddetin sonra genel harbin çıkması (Almanya'nın Rusya'ya savaş ilanı, 1 Ağustos 1914), İttihat ve Terakkî diktasının Almanya saplantısını gözler önüne serdi. Devletin geleceğinin Almanya'nın zaferiyle sağlanabileceğini, İtilaf devletlerinin galibiyetinin ise, artık yalnızca, İmparatorluğun elinde kalan Arap topraklarının kaybıyla değil, Anadolu'nun da paylaşılmasıyla neticeleneceğini gören İttihat ve Terakkî liderleri, bir müddet tarafsız kalıp gelişmeleri izleyerek en uygun seçimi yapma yerine, Alman harp gücü ve propagandasının etkisiyle kısa zamanda gerçekleşeceğine inandıkları Alman zaferine geç kalmamak için, savaşa katılmakta acele ettiler. Bu anlamda, kendileriyle aynı fikri paylaşmayan veya biraz daha bekleme ve aklıselim tavsiye edenlere de söz hakkı tanımadılar.
    Devleti savaşa götüren yolun ilk safhası, Almanya ile akdolunan bir ittifak antlaşması ile gerçekleşti. Almanya'nın Rusya'ya savaş ilanından bir gün sonra, 2 Ağustos 1914'te imzalanan antlaşmanın müzakerelerine 26 Temmuz'da başlanmış bulunuyordu. Antlaşma, sadrazam ve Hariciye Nazırı Said Halim Paşa, Harbiye Nazırı Enver Paşa, Dahiliye Nazırı Talat ve Meclis Reisi Halil beyler tarafından hazırlandı. Bu gelişme, o sıralarda böyle bir ittifaka taraftar görünmeyen Cemal Paşa'dan gizli tutulduğu gibi, diğer vekillerin ve bizzat padişahın da bundan haberi olmadı. Yapılan antlaşmanın 2. maddesi, Almanya ile Rusya arasında savaş çıkacak olursa bu savaşa Osmanlı Devleti'nin de katılmasını öngörmekteydi. Oysa bu iki devlet arasında öngörülmekte olan savaş hali, bir gün önce zaten tahakkuk etmiş bulunuyordu. 3. madde, böyle bir gelişme halinde, Osmanlı kuvvetlerini Alman askerî heyetinin emir ve komutası altına sokmaktaydı. Antlaşmada, savaşın zaferle sona erdirilmesi durumunda Osmanlı Devleti'nin elde edeceği müşahhas menfaatlerin neler olacağı hususu, sükût ile geçiştirilmekteydi. Akdeniz'de dolaşan Göben ve Breslau adlı iki Alman gemisinin, İngilizlerin takibinden kaçmak bahanesiyle, Çanakkale Boğazı'na yönelmeleri ve bunlara geçiş izni verilmesi (11 Ağustos 1914), devletin savaşa fiilen itilmesinde önemli bir gelişme oldu. Gemilerin kabulüyle oluşan kriz, bunların kâğıt üzerinde satın alınmaları ve isimlerinin değiştirilmesiyle geçiştirilmek istendiyse de, Alman subay kadroları ve mürettebatının aynen muhafaza edilmekte olması, müttefikleri teskin etmedi.

    Bâbıâli'nin genel harp durumundan istifade ile attığı diğer önemli bir adım, kapitülasyonların kaldırılmasını ilan oldu (1 Ekim'den geçerli olmak kaydıyla, 9 Eylül 1914). İlgili devletler, şartlar gereği, durumu kabullenmek mecburiyetinde kaldılarsa da, en şiddetli tepkinin "müttefik" Almanya'dan gelmesi hayretle gözlendiği halde, bir uyarı olarak telakki edilmedi.

    Genel savaşın Alman-Fransız cephesinde, Alman ileri harekâtının durdurulmasına karşılık, Rus cephesinde serî ve parlak zaferlerle devam etmekte olması, İttihatçılara büyük ümitler vermekte ve hayaller kurdurtmaktaydı. Yenilen ve ihtilal karışıklıkları içinde dağılma belirtileri gösteren Rusya'nın elindeki Türk illerini, panturanist bir siyaset takibiyle bir araya getirme, çökmekte olan imparatorluğun, yeni bir coğrafyada devam ve ihyası olarak görülmeye başlandı. "Yavuz" ve "Midilli"nin de dahil oldukları Osmanlı filosunun, Alman amirali kumandasında Karadeniz'e açılması ve Enver-Talat-Cemal üçlüsü ve Alman genelkurmayının düzenledikleri bir planla, Rus limanlarına ani bir saldırı tertipleyip topa tutmaları (29 Ekim 1914), Osmanlı Devleti'nin bir oldubittiyle savaşa sokulmasıyla sonuçlandı. Padişah ve sadrazam dahil olmak üzere hükümetin de bilgisi dışında cereyan eden bu olay, şaşkınlığa sebep oldu. Müttefiklerse, Osmanlı Devleti'ne savaş ilanıyla karşılık verdiler (Rusya 3 Kasım, İngiltere ve Fransa 5 Kasım). 11 Kasım'da mukabil savaş ilanında bulunan Osmanlı Devleti, 14 Kasım'da "cihâd-ı ekber" ilan ederek, bütün Müslümanları din savaşına davet etti. Ancak, müttefiklerin idaresi altındaki milyonlarca Müslüman'ın, direnişe geçip ayaklanacakları büyük olaylar tahakkuk etmediği gibi, imparatorluk dahilinde yaşayan Arap ahalinin bile dinî hissiyatı, İngilizler tarafından, önceden, daha kuvvetli bir şekilde siyasî ve maddî kutuplara celbedilmiş olduğundan, hiçbir etkisi görülmedi. Bilakis, bunlarla ve müstemleke Müslümanlarından derlenen askerlerle savaşılmak mecburiyeti hasıl oldu. İngiltere, Arapları isyana teşvik ve istiklal arzularını tahrik ederken, denetimi altında tuttuğu Mısır'ın da, Osmanlı Devleti ile mevcut hukukî bağlılığına bir son vererek, burasını İngiliz hakimiyetinde bir "krallık" haline getirdi (18 Aralık 1914).

    Cihan Harbi'nde Osmanlı Orduları; Rus, Irak, Filistin-Suriye, Sînâ-Mısır, Arabistan, Çanakkale ve Galiçya gibi cephelerde savaşmak zorunda kaldı. Kuvvetlerini, genelde Almanların görüşleri, onların harp hedefleri ve cephe sıkışıklıklarını gidermek doğrultusunda kullandı. Sırf Alman cephesini rahatlatmak uğruna ve gerekli hazırlıklar yapılmaksızın Rus cephesi açıldı ve Enver Paşa kumandasında, teçhizatı noksan kuvvetlerin, Sarıkamış felâketinde 90 000 askerin feda edilmesiyle sona erdi (Kasım-Aralık 1914). İngiliz cephesini oluşturan Mısır üzerine, Cemal Paşa'nın kumandasında yapılan Süveyş Kanalı harekâtı (27 Temmuz 1916'da Albay von Kres komutasında yapılan ikinci Kanal harekâtı gibi), aynı anlamda, millî harp hedeflerine hizmet etmeyen bir macera, gereksiz can kayıpları ile dolu bir fiyasko olarak kaldı (Ocak-Şubat 1915). Aynı tarihte müttefikler, Çanakkale Boğazı'nı donanma harekâtıyla yarıp İstanbul'u ele geçirerek Osmanlı Devleti'ni saf dışı etmek ve acil yardım bekleyen Rusya'nın imdadına yetişmek üzere harekete geçtiler (Ocak 1915). Muazzam donanmanın, deniz yolunu açamaması ve hezimeti üzerine (18 Mart 1915), savaş, kara harplerine dönüştü ve yüzbinlerce askerin boğazlaşması biçiminde, çok kanlı bir şekilde cereyan etti. Müttefikler, büyük fedakârlıklar ve kahramanlıklar sayesinde burada da ağır mağlûbiyete uğratıldılar. (Bkz. Çanakkale Zaferi) Rus cephesinde Sarıkamış felâketiyle oluşan zâfiyetin daha büyük boyutlarda yol açtığı, bölgedeki Ermeni nüfusa karşı mevcut olmayan güven meselesi, müttefiklerin Çanakkale Boğazı'na yaptıkları büyük saldırı esnasında, bütün vehameti ile ortaya çıktı. Bölge Ermenilerinin daha 1828-1829 Osmanlı-Rus Savaşı arefelerinde tesbit edilen, düşmanla işbirliğini önlemek ve düşmana karşı bölge güvenliği açısından zorunlu bir tedbir olarak, daha iç bölgelere nakledilmesi hususu tekrar gündeme geldi (27 Mayıs 1915). Rus işgaline uğramaya başlayan bölgelerde, Ermeni ahalinin, Rus-Ermeni karışımı kuvvetlerle sürdürdükleri katliâm, bölgede oturan Müslüman ahali ile bir "sivil savaş" haline dönüştü. Müslüman ve Ermeniler arasında cereyan eden bu mücadelenin, zayi olan ve günümüze kadar propaganda malzemesi olarak kullanılagelen mübalağalı Ermeni nüfusundan çok daha fazla oranda bir Müslüman nüfusun katline ve kaybına yol açtığı ise dikkatlerden özenle kaçırılır ve sözü edilmez.

    Hicaz ve Necid emîrlerinin İngilizlerin yanında yer almaları ve isyan ederek silahlı eylemler girişmeleri, Hicaz ve Mekke'nin kaybına yol açtı (1916). Yalnız, Medine, Fahri Paşa tarafından, harp sonuna (Ocak 1919) kadar, İngiliz ve Araplara karşı savunuldu. Irak ve Suriye cephelerinde, Alman birliklerinin de gönderilmesiyle takviye edilmiş olarak Yıldırım Orduları Grubu teşkil edildi (Mayıs 1917). Ancak, Irak, Suriye ve Filistin bölgelerindeki kayıpların telâfi edilemeyeceği ve çöküntünün önlenemeyeceği anlaşıldığından, Sadrazam Said Halim Paşa'nın istifası kabul edilerek yerine Talat Paşa geçti (3 Şubat 1917). 1917 senesi, genel savaşın gidişatını etkileyen iki önemli gelişmeye sahne oldu: Rusya'da komünist ihtilali patladı ve Amerika Birleşik Devletleri, bilfiil müttefiklerin yanında savaşa iştirak etti (Almanya'ya savaş ilanı, 6 Nisan 1917). Rus ihtilali, bu ülkenin cephelerdeki perişanlığını daha da arttırdı ve Rusya'da Çarlık idaresine bir son verdi. Komünistlerin barışa hazır olmaları üzerine yapılan Brest-Litovsk Antlaşması'yla (3 Mart 1918) Rus Savaşı, resmen sona erdi. Ancak, Doğu Anadolu cephesinde, yapılan barış gereği iadesi gereken, "Doksanüç bozgunu" kaybı olan Batum-Ardahan-Kars (elviye-i selâse) gibi yerlerin ele geçirilmesi söz konusu olduğundan, Ermeni ağırlıklı saldırılarla mücadeleye devam edildi ve nihayet bu yerler ele geçirildi. Kafkaslar'da Ermenistan, Gürcistan ve Âzerbaycan adlı üç cumhuriyet oluştu. Ancak buralar, kısa bir müddet sonra, Komünist idarenin eline düştü ve Sovyet Çarlığı'na bağlandı.

    Mütareke ve Barış: Batış Yılları

    Sultan Reşad'ın ölümü üzerine (3 Temmuz 1918) son Osmanlı padişahı olacak VI. Mehmed Vahideddin (1918-1922), felâketli bir dönemde tahta çıktı. Artık İstanbul semalarında düşman uçakları uçabilmekte ve şehre bombalarını atabilmekteydi. Filistin-Suriye ve Irak cepheleri çökmüş, Bağdat (11 Mart 1917), Kudüs (18 Aralık 1917), Şam (1 Ekim 1918), Halep İngilizlerin; Beyrut (6 Ekim 1917), Trablusşam, İskenderun (14 Ekim 1917) Fransızların eline geçmişti. 1918 yılında devam eden askerî harekât, durumu daha da ümitsizleştirmiş, idarî ve ekonomik yapı ise artık tamamen yıkılmıştı. Nihayet Bulgarların harpten çekilmek zorunda kalmaları, genel çöküntüyü daha da hızlandırdı. Batı cephesindeki ağır yenilgiler ve içte beliren ihtilal karışıklıkları üzerine Almanya ve dağılan Avusturya-Macaristan da mütarekeye yanaştı (3-4 Kasım 1918). Sadrazam Talat Paşa, Osmanlı Devleti için de mütareke yollarını açabilmek amacıyla istifa etmiş (8 Ekim 1918) ve yerine Cihan Savaşı'na girilmesine taraftar olmayan Ahmed İzzet Paşa hükümeti kurulmuştu (19 Ekim 1918). Böylece İttihat ve Terakkî hakimiyeti sona ermekteydi. Kısa bir müzakereden sonra dikte ettirilen mütareke, Osmanlı Devleti'nin mutlak yenilgisini belgeledi. Osmanlı Devleti'nin müstakil bir devlet olarak, artık ayakta kalamayacağının ve yapılacak barışın da, harp içinde müttefikler arasında yapılan bütün bölüşme plan ve antlaşmalarına (Sykes-Picot Antlaşması, 1916) uygun olarak, ne kadar ağır şartlar ihtiva edeceğinin bir işareti oldu.

    Mondros Mütarekesi hükümlerinin yerine getirilmesi, memleketin tüm mevcut ve muhtevasıyla, galiplere tesliminden başka bir anlam taşımaz. Alman subay ve askerleri, tahliye olunur. Bütün müstahkem mevkiler teslim edilir. Ordular dağıtılır. Liman von Sanders, kumandanı olduğu Yıldırım Orduları Grubunu, Çanakkale kara savaşlarında ismini duyuran, Doğu'da Ruslara karşı zafer kazanan, harbin gidişatını tenkitçi bir gözle yakından takip etmiş bulunan Mustafa Kemal Paşa'ya teslim ederek ayrılır. Mustafa Kemal Paşa, ağır mütareke hükümlerine karşı ilk açık tepkilerini dile getirir ve Sadrazam İzzet Paşa'yı bu yönde uyarır. Yıldırım Orduları Grubu'nun da ilgası üzerine, İzzet Paşa'nın isteğine uyarak İstanbul'a gelir. Aynı gün, büyük bir düşman donanması da, Dolmabahçe önlerinde demir atar ve şehri işgal eder (13 Kasım 1918). Bu arada, mütarekeden sonra İzzet Paşa da istifa etmiş (8 Kasım 1918) ve yerini Tevfik Paşa sadaretindeki hükümete bırakmıştır. Mütarekeden sonra yurt içinde başlayan siyasî kaynaşma, İttihatçılara karşı duyulan infialde odaklaşmış; harp suçluluğu ve sorumluları, hararetle tartışılan bir konu olmuş, çeşitli yolsuzluklar gündeme getirilmiş; "Ermeni tehciri" soruşturularak incelenmişse de, suçlayıcı müşahhas delillerle, bir neticeye varılamamıştır. Yeni siyasî kuvveti oluşturan Hürriyet ve İtilaf Partisi, nihayet Damad Ferid Paşa'nın sadarete tayini ile (4 Mart 1919) iktidara sahip oldu. Öte yandan düşman işgaline uğrayan veya böyle bir tehlike ile karşı karşıya kalan Anadolu ve Rumeli'deki çeşitli bölgelerde, mahallî "Müdafaa-i Hukuk" cemiyetleri kurulmasına girişildi. Ermenilerin, Kars'ı (19 Nisan 1919); İtalyanların, Antalya (29 Nisan 1919) ve Kuşadası'nı (13 Mayıs); Yunanlıların, Fethiye'yi (11 Nisan) işgallerini, Urfa, Antep ve Adana bölgesindeki Fransız ve İngiliz işgalleri izledi. 15 Mayıs 1919'da İzmir'in Yunan işgaline uğraması ve Batı Anadolu'ya yönelik Yunan tecavüzü, büyük bir millî infialin uyanmasına yol açtı. Tarih içinden gelen münâferet, bu işgali, Anadolu'da doğacak olan millî helecan ve ayaklanmanın tahrik noktası yaptı. Yunan saldırısına cevaz veren müttefikler, böylece yeni Türkiye'nin kurulmasına yol açmış oldular.

    Anadolu'daki millî uyanış, Samsun, Sivas, Erzurum ve Trabzon bölgeleriyle, buralara komşu yerlerde mutlak bir otorite ile teçhiz edildi. Galip devletlerin bu bölgelerdeki şikâyetlerine yol açan asayişsizliklere bir son verilmesi, ordu teşkilatının dağıtılması ve silahların toplanması gibi hizmetlerin yerine getirilmesiyle görevlendirilerek "ordu müfettişliği"ne tayin edilen Mustafa Kemal Paşa'nın Samsun'a çıkışıyla (19 Mayıs 1919), millî uyanış, düzenli bir direnişe dönüşme şansına kavuştu. Mustafa Kemal'in icraatı, bir müddet sonra, İtilaf devletlerinin tedirginliğine yol açarak, kendisinin geri çağırılması için, Bâbıâli'yi harekete geçirdi. İstanbul'dan yapılan baskılar neticesinde askerlikten istifa eden Mustafa Kemal Paşa, "sîne-i millete" döndüğünü bildirerek, Anadolu'daki millî direnişi düzenlemeye devam etti. Erzurum (23 Temmuz 1919) ve Sivas (4 Eylül 1919) kongreleri tertiplendi. Özellikle millî sınırlar içinde vatanın bütünlüğü ve bölünmezliği, yabancı işgal ve tecavüzlere karşı milletin direnme hakkı bulunduğu, merkezî hükümetin aczi halinde, Anadolu'da geçici bir hükümetin kurulması gibi önemli kararlar alınarak ilan edildi. Millî direniş cemiyetleri, Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti adı altında bir arada toplandı. Mustafa Kemal, bu kongre ve cemiyetlerin başkanlığına seçilerek, liderlik rolünü kabul ettirdi. Anadolu'da gelişen millî hareket, galip devletlerin kontrolündeki İstanbul hükümetinin sevkiyle sahneye çıkartılan Anzavur Paşa kumandasındaki Kuvâ-yi İnzbâtiyye adlı kuvvetlerle ezilmek istendi. Başarısızlık, Damad Ferid hükümetinin istifası ile sonuçlandı ve Ali Rıza Paşa hükümeti kuruldu (2 Ekim 1919). Millî direniş hareketiyle irtibat ve görüşmeyi gerekli gören yeni hükümet, Amasya'da Mustafa Kemal ile görüşmelere girişir. Bu görüşmede özellikle, yeni seçimlerle ilgili bazı kararlar alınır (Amasya Mülâkatı, 22 Ekim 1919). Ancak yeni meclisin İstanbul'da toplanmasının, güvenlik sebebiyle mahzurlu olduğunun tesbiti, ileri görüşlülük arz eden bir önem taşımaktadır. Bu arada Sivas'ta yapılan bir toplantıda, millî hareketin sevk ve idaresini yürüten Heyet-i Temsiliyye'nin, bundan böyle Ankara'da faaliyet göstermesine karar verildi (29 Kasım 1919). Millî gaye ve hedefleri ve millî sınırları belirleyen bir belge (Mîsak-ı Millî) hazırlanarak ilan edildi. Her şeye rağmen yine İstanbul'da toplanan meclis (12 Ocak 1920), bu millî yemini resmen kabul ve bütün dünyaya ilan ederek tarihî bir görevi yerine getirmiş oldu (17 Şubat 1920). Bunun üzerine, Batıda Yunan kuvvetleri taarruza geçerek işgal bölgelerini genişletmeye, Doğuda Ermeniler, kanlı tecavüzlerini arttırmaya başladılar. İstanbul'daki işgal kuvvetleriyse, resmî dairelere zorla girerek, şehre bir daha el koydular (16 Mart 1920). Meclis dağıldı, kaçan milletvekilleri Ankara'ya gittiler. Damad Ferid'in tekrar sadarete getirilmesiyle, bu tecavüzler tekemmül etti (5 Nisan 1920). Yeni hükümet, çaresizliğini, Mustafa Kemal Paşa'yı askerlikten tard ve idam cezasına mahkûm etmekle gösterdi (11 Mayıs 1920).

    Barış antlaşması için yapılan görüşmeler ise, Paris'te devam etmekteydi. Müttefiklerin hazırladıkları barış, Osmanlı İmparatorluğu'nu tamamen parçalamakta, geriye kalan Türklere, küçük bir toprak parçasını bile çok görmekteydi. Batı Anadolu'da Yunan işgali, Bizans hayallerini gerçekleştirerek boyutlar alarak bir ilhaka dönüşürken, bütün Trakya, Yunanistan'a bırakılıyordu. Doğuda bir Ermenistan kurulması öngörülüyor, güney ve güneybatıda Fransız ve İtalyan nüfuz bölgeleri oluşturuluyordu. Boğazlar bölgesi, özel ve müstakil bir idareye bırakılmaktaydı. Doğudaki Kürtlerin, antlaşmanın imzalanmasından bir yıl sonra, ayrı bir devlet kurmak istemeleri halinde, buna, İngiliz mandaterliğinde olmak kaydıyla izin verilmesi karar altına alınıyordu. Bu gibi şartlarıyla gerçek bir ölüm fermanı olan bu barış antlaşması, 22 Temmuz 1922'de toplanan Saltanat Şûrâsı'nda görüşüldü. Müttefiklerin, İstanbul'u Yunan işgaline terk edecekleri tehditleri ve genel ümitsizlik hali içinde, barış antlaşmasının Osmanlı delegeleri tarafından imzalanmasına (10 Ağustos 1920, Paris/Sevr Antlaşması) razı olundu. Ancak padişah tarafından tasdik olunmadı. Antlaşmayı, sadece Yunanistan parlamentosu tasdik etti. Barış antlaşmasına rağmen Yunanlılar, Batı Anadolu'daki ileri harekât ve işgallerine kanlı bir şekilde devam ettiler. 23 Nisan 1920'de Ankara'da açılan Büyük Millet Meclisi, 19 Ağustos'taki tarihî toplantısında, Sevr Antlaşmasını kabul eden Saltanat Şûrâsı âzalarını ve antlaşmaya imza koyan delegeleri "vatan haini" olarak ilan etti ve antlaşmayı tanımadığını bütün dünyaya bildirdi. Doğuda Ermenilerin tecavüzleri, Kâzım Karabekir Paşa kumandasındaki kuvvetlerle önlenmeye; batıdaki Yunan ilerlemeleri, dağınık millî güçlerin birleştirilmesi ve nizamî bir ordu kurulması faaliyetleriyle kuvvet bulacak olan Batı Cephesi Kumandanlığı'nın teşkili ile (Ali Fuad Cebesoy, İsmet İnönü) durdurulmaya çalışıldı. Ermenilerle sürdürülen savaş, nihayet zaferle sonuçlandırıldı. Yapılan Gümrü Antlaşması'yla (2/3 Aralık 1920), "Doksanüç Harbi" kayıpları geri alınarak, Ermeni hayallerine bir son verildi. Sovyetlerle yapılan dostluk antlaşmasıyla (16 Mart 1921) Ankara hükümeti, durumunu kuvvetlendirdi. Müttefiklerin, barış şartlarını hafifletme teşebbüsleri belirmeye başladı. Bu doğrultuda toplanan Londra Konferansı (Şubat 1921), Anadolu için söz söyleme hakkının Ankara hükümetinde olduğunun kabullenilmesi yolunda önemli bir adım sayılır. O sırada Yunan kuvvetlerine karşı kazanılan II. İnönü zaferi, milletin "makûs talihi"nin de değişmekte olduğunun da işareti olarak kabul edilir (31 Mart 1921. Anadolu'nun kurtuluşuna gidecek olan yolun, Yunan kuvvetlerinin denize dökülmesiyle açılacağı, artık anlaşılmaktaydı. Mustafa Kemal Paşa idaresindeki Sakarya Meydan Savaşı (3 Eylül 1921), Ankara'ya kadar yaklaşan Yunan kuvvetlerine ağır bir darbe vurdu. Zafer, Fransa ile müstakil bir barış yapılmasını sağladı (20 Eylül 1921). Sevr, yırtılmaya başlamıştı. Mustafa Kemal Paşa'nın "başkumandanlık" yetkileriyle donatılmış olarak, son hesaplaşmaya hazırladığı millî kuvvetler, nihayet, "Büyük Taarruz"u başlattılar (27 Ağustos 1922). 30 Ağustos'ta Yunan kuvvetleri, ağır bir mağlûbiyete uğratılarak dağıtıldı ve Yunan başkumandanı esir alındı. Türk kuvvetleri, büyük bir zafer kazanarak, Batı Anadolu'yu, Yunan işgal kuvvetlerinden temizleyip, İzmir'e girdiler (9 Eylül 1922). Büyük zafer, İstanbul'da helecanla takip edildi ve pek çokları için beklenmedik bir gelişme olarak şaşkınlıkla karşılandı. Yunan kuvvetlerinin imhası, Yunanistan'ın arkasındaki esas güç olan İngiltere'yi harekete geçirmiş ve ateşkes için başvurular artmaya başlamıştı. Mudanya Mütarekesi, fazla bir zorlukla karşılaşılmadan, Anadolu ve Trakya'nın boşaltılması neticesini temin etti (11 Ekim 1922). Düşman askerleri, geldikleri gibi çekilip gitmeye başladılar.

    Son Osmanlı sadrazamı Tevfik Paşa'nın, Ankara hükümetiyle barışma teşebbüsleri, kabul görmedi. Müttefiklerin, Lozan'da yapılacak barış görüşmelerine İstanbul hükümetini de davet etmiş olmaları ve bunu kabul eden Tevfik Paşa'nın bu istikametteki faaliyetleri, Ankara'da infialle karşılandı ve bazı acil ve tarihî kararların alınmasını kaçınılmaz kıldı. Bu konudaki tartışmalar, saltanat müessesesinin varlığı üzerinde yoğunluk kazanarak, nihayet 1 Kasım 1922'de saltanat ilga edildi. Tevfik Paşa, istifa etti (4 Kasım 1922). Sultan Vahideddin, yeni bir sadrazam tayin etmemekle, Ankara hükümetinin kararına boyun eğmiş oldu ve İstanbul'dan ayrılmak zorunda kaldı. Ankara'da Türkiye Büyük Millet Meclisi, kendisini derhal hal ve ıskat edip, Abdülmecid Efendi'yi halife seçti (16 Kasım 1922). Lozan Barış Antlaşması (25 Temmuz 1923) ile İstiklâl Savaşı başarı ve zaferle sona erdirilmiştir. Cumhuriyet'in ilanı (29 Ekim 1923) ve Gazi Mustafa Kemal Paşa'nın reisicumhur seçilmesiyle yeni devlet, merkezi Ankara olan (13 Kasım 1923) bir Cumhuriyet haline geldiği gibi, girişilecek köklü reformlar cümlesinden olarak, hilâfet müessesesinin ilgası lüzumlu görüldüğünden, bu tarihî müesseseye son verilerek (3 Mayıs 1924), son halife Abdülmecid Efendi ve bütün Osmanlı hânedanı mensupları da yurdu terke mecbur edildiler.

    Kaynak: Osmanlı Devleti ve Medeniyeti Tarihi, Cilt 1, s. 124-135
    Ekmeleddin İhsanoğlu (Ed.), IRCICA, İstanbul 1994



    < Bu mesaj bu kişi tarafından değiştirildi 262626C -- 30 Aralık 2005 13:10:11 >




  • Enver Paşa
    Osmanlı Devletinin son yıllarında devlet kademelerine hâkim olan İttihat ve Terakki Partisinin ileri gelenlerinden. 1881 yılında doğdu. İlk tahsiline İstanbul’da başladıktan sonra, babasının Manastır’a tâyin olması ile orada tamamladı. 1894’te Manastır Askerî Rüşdiyesini 1897’de Soğukçeşme Askerî İdâdisini ve 1899’da Harp Okulunu bitirdi. Harp Akademisini de yüzbaşı rütbesiyle 1902’de tamamlayarak merkezi Selânik’te olan Üçüncü Orduya tâyin edildi.
    Balkanlar’da komite ve eşkıyânın çoğalmasından dolayı bunların tâkibi işlerinde görev aldı. 1905’te kolağası, 1906’da binbaşı oldu. Asker olmasına rağmen, o zaman merkezi Paris’te olan Terakki ve İttihat Cemiyetine katıldı (1907). Daha sonra İttihat ve Terakki adını alan bu cemiyette Talât Bey ile tanışarak faal rol oynamaya başladı. Siyâsetle uğraşması, Selânik Merkez Komutanı Albay Nâzım’a suikasttaki rolü, onun Selânik’ten kaçarak dağlara çıkmasının önemli sebepleriydi. Sultan İkinci Abdülhamîd Hanın tahttan indirilmesi ve meşrûtiyetin tekrar ilânı için İttihat ve Terakki Cemiyetinin çıkardığı karışıklık ve mücâdelelere kolağası Resneli Niyâzi Bey ve diğer bâzı subaylarla birlikte katıldı. Makedonya’nın Köprülü kazâsında tek başına meşrûtiyetini ilân etti (10 Temmuz 1908). Aynı gece Birinci Meşrûtiyette uygulanan anayasa yürürlüğe konuldu. Böylece Sultan İkinci Abdülhamîd Han tarafından İkinci Meşrûtiyet resmen îlân edilmiş oldu. Eşkıyâlıktan İstanbul’a dönen Enver Paşa “hürriyet kahramanı” olarak karşılandı.

    Makedonya’da bir müddet müfettişlik yaptıktan sonra Berlin Askerî Ataşeliğine tâyin oldu (1909). Alman hayranlığı burada başlayan Enver Paşa, 31 Mart Vakası üzerine İstanbul’a dönerek, Harekat Ordusuna katıldı. Trablus’a İtalyanların saldırması üzerine oraya gitti ve cephe komutanlığı yaptı. Burada yarbay oldu. 1912’de Balkan Harbi çıkınca yurda döndü. Fakat Balkan cephesindeki savaşlara iştirak etmeyerek, İstanbul’da politik hâdiselerle meşgul olmayı tercih etti. Etrafına topladığı çoğu sokak kabadayısı sınıfından kimselerle birlikte Bâbıâli Baskınını düzenledi (23 Ocak 1913). Bu baskın esnâsında zamânın harbiye nâzırı Nâzım Paşa, Enver Paşanın teşvikiyle vurularak öldürüldü. Sadrâzam Kâmil Paşa istifâ ettirilerek yerine Mahmûd Şevket Paşa başkanlığında İttihatçı bir kabîne kuruldu. Balkan Harplerine bizzat iştirak edip, muhârebe etmediği halde Balkan Savaşlarında başarılı olduğu söylenerek üst seviyeli idârî kademelerde yer tutmuş İttihat ve Terakki mensuplarınca üç sene kıdem verilip, rütbesi albaylığa, sonra da paşalığa (generalliğe) yükseltildi. Bu arada Şehzâde Süleymân Efendinin kızı Nâciye Sultanla evlenerek saraya dâmât oldu. Albaylıktan üstün rütbeye yükseltmek hakkı sâdece pâdişâha âit olduğu halde, Sultan Reşad’dan habersiz paşa yapıldı. Aynı gün Harbiye Nâzırlığı da verilerek el çabukluğu ile ordunun başına getirildi. Arkasından Cemal Paşa’nın Bahriye Nâzırı olması ile berâberce orduyu gençleştirme arzularından hareketle tecrübeli ve yüksek rütbeli 1200 Erkân-ı harp ve zâbitanı (subay) emekliye ayırdı.

    Otuz devletin iştirâki ile yeryüzüne felâket getiren Birinci Dünyâ Harbine Osmanlı Devletinin girmesine hiçbir sebep yokken yanlış, aceleci ve çoğunlukla tek başına yaptığı değerlendirmelerle devleti harbe sokarak yıkılışa ve büyük maddî ve mânevî zararlar getiren çılgınca harp mâcerâlarına sebep olduğu bilinmektedir. Osmanlı Devletinde bütün muhârebeler sarayda toplanan fevkalâde meclislerin karârıyla ilân edilmesine rağmen, Birinci Dünyâ Harbine girişin ana sebebi olan Türk-Alman ittifakı sarayın ve kabînedeki bâzı bakanların haberi olmadan İttihatçı ileri gelenleri tarafından imzâlandı. Bunların başında Enver Paşa vardı.

    Mason olan Enver Paşa’nın askerî idâresinin çok zayıf olduğu harp târihçileri tarafından söylenmektedir. Sâdece Kafkas cephesindeki harekâtı ile koca bir ordunun boşu boşuna kırdırılması buna bir örnektir. Kafkas cephesinin komutanı Hasan İzzet Paşa tarafından Ruslara taarruz emrine îtirazda bulunulmuş, mevsimin şiddetli kış, havanın çok soğuk olması, yapılacak taarruzun aleyhimize netîce vereceğinin anlatılmasına rağmen kararında ısrarı ve aksi görüş söyleyenleri görevlerinden azletmesi en büyük gafletlerinden biri olarak kaydedilir. Kumandayı bizzat Enver Paşanın ele aldığı meşhur Sarıkamış Harekâtı 20 Aralık 1914’te böylece başlatıldı. Bu çılgınlık 90.000’e yakın vatan evlâdının canına mal oldu. Kanal Harekâtı ve diğer cephedeki başarısızlıkları da aleyhine değerlendirilen hususlardandır.

    Birinci Cihan Harbi sonunda Enver Paşa diğer İttihatçılar gibi vatandan kaçarak önce Odesa’ya, Berlin’e sonra da Moskova’ya gitti. Türkistan’a geçip oradaki mücâdeleye katıldı. Hazırlık yapmadan kendisini destekleyen Türk beylerinin kuvvetlerini toplayarak yaptığı savaşı kaybetti. Kızılorduların bir koluyla yaptığı savaşta öldürüldü (Tacikistan, 1922).



    Kaynak:http://www.dallog.com/tdsa/enverpasa.htm





  • İşte size “sivil” bir hareket. Buyurun siz karar verin.

    Mustafa Kemal ise, İttihatçıların bu cuntacılığına başından beri karşı çıkmıştı. Hatta 1909’daki kongrede askerin siyasete karışmaması şeklinde bir önerge vermişti. Bu önerge şiddetli tartışmalardan sonra kabul edilmişti. Tabii burada Mustafa Kemal’in kastettiği, ordunun siyaset dışında konumlanması değildi. Zaten öyle düşünmediğini 31 Mart ayaklanmasını bastırmak için Selanik’ten hareket eden Hareket Ordusu’nun kurmay başkanlığını yaparak göstermişti.

    Atatürk’ün kastettiği subayların ordu içindeki mevkilerini kullanarak siyasi rant elde etmesiydi. Atatürk hayatı boyunca bu tip cuntacılığa karşı çıkmış, her zaman millet egemenliğine dayalı ve milletin iradesini yansıtacak bir rejim arayışında olmuştu. Nitekim, Atatürk, Kurtuluş Savaşı’nın başından itibaren, İttihatçılar gibi İstanbul’da cuntalar ve darbeler tezgahlamak yerine, Anadolu’ya geçip milleti örgütlemeyi tercih etmiştir. Kurtuluş Savaşı boyunca, tüm olağanüstü koşullara rağmen, bütün kararlar kongrelerde ve Meclis’te alınmış, bu kongrelerde de delegeler hep halk oylarıyla seçilmişti.

    Ayrıca, Atatürk eline geçen çeşitli darbe fırsatlarını da kullanmamıştır. Örneğin, kendisini Harbiye Nazırı yapacak bir darbe girişiminde bulunan ve başarısız olarak idam edilen Yakup Cemil olayında, Mustafa Kemal şöyle demiştir: “Yakup Cemil asılmış. Sebebi de ben, Başkomutan Vekili ve Harbiye Nazırı olmadıkça kurtuluş yoktur, demiş. Dediğini yapmış bile olsaydı ben İstanbul’a gittiğimde ilk iş olarak Yakup Cemil’i cezalandırırdım. Eğer ben o ve onun gibiler tarafından iktidara getirilecek bir adamsam, adam değilim.”

    İttihatçılar Almanya’ya kaçarken, Atatürk direnişi örgütlüyordu

    Kansu’nun bir başka iddiası ise, Milli Mücadele’nin gerçek liderliğinin İttihatçılar olduğu, Mustafa Kemal’in dönem dönem Meclis’i kapatacak kadar korktuğu, İttihatçıların baskısıyla Meclis’i açık tuttuğudur.

    Halbuki, Meclis’in kapatılma tartışmaları yapıldığında Mustafa Kemal, kapatılmaması gerektiğini savunmuştu. Tartışmalar Sakarya Savaşı sırasında, Yunan ordularının Polatlı civarına kadar yaklaşmaları üzerine başlamıştı. Büyük bir korkuya kapılan ve Meclis’in kapanmasını isteyenlere karşı Mustafa Ke mal, Meclis’i ölümüne dek savunacağını söylemiştir.

    Ancak İttihatçıların hesabı başkadır. Onlar, Sakarya Savaşı’nın kazanılmasını ve Meclis’in açık kalmasını istememektedir. O sıralarda Mustafa Kemal’in olası bir yenilgisi halinde ülkeye girip Milli Mücadele’nin liderliğine soyunmaya hazır bekleyen Enver Paşa’nın ülkeye girişi örgütlenmektedir. Ancak Sakarya Savaşı’ndaki zafer tüm bu planları altüst eder.

    Dolayısıyla Kansu’nun bahsettiği bu tartışmada taraflar Kansu’nun idda ettiğinin tersinedir. Meclis’in açık kalmasını savunan Mustafa Kemal’dir. Meclis’in kapanmasını isteyenler ise Enver Paşa’nın gelip lider olmasını bekleyen İttihatçılardır.

    İttihatçıların Kurtuluş Savaşı’ndaki rolüne gelince... Şüphesiz Kurtuluş Savaşı’na pek çok İttihatçı katkıda bulunmuştur. Ancak, Enver’in liderliğini hâlâ savunan ve aralarındaki İttihatçı bağları korumakta ısrar edenler faydalı olmamış, Kurtuluş Savaşı boyunca Mustafa Kemal’e muhalefet yürütmüş ve bozgunculuk yapmıştır. Mustafa Kemal’in önderliğini kabullenenler ise İttihatçı kimliklerini bırakmış ve hem Milli Mücadele’nin hem de yeni Cumhuriyet’in inşasında önemli görevler üstlenmiştir.

    Ayrıca İttihatçıların Kurtuluş Savaşı’ndaki esas rolü, mandacılığı yaymak olmuştur. Zaten İttihatçı liderlerin tümü Mondros’tan hemen sonra Almanya’ya kaçmışlar ve Kurtuluş Savaşı’nın dışında konumlanmışlardır. Hatta çoğu Mustafa Kemal’in önderliğini kabullenmediklerinden Milli Mücadele’nin aleyhinde propaganda yürütmüşlerdir. Milli Mücadele’ye katılıp İttihatçı kimliğini koruyanlar ise, tüm yol ayrımlarında teslimiyetçiliği ve mandacılığı savunmuştur.

    İttihatçılar Halifeci, Atatürk devrimciydi

    Kansu’nun bir başka iddiası ise Mustafa Kemal’in aslında muhafazakar olduğu, devrimlerin İttihatçıların baskısıyla yapıldığı. Bu da çok sık iddia edilen bir görüştür. Atatürk’ün İttihatçıların başlattığı reformların bir devamcısı olduğu iddia edilir. Ancak durum böyle değildir. Öncelikle İttihatçılar Cumhuriyetçi değil, Osmanlıcı ve Saltanatçıdır. 2. Meşrutiyet’le birlikte iktidara geldiklerinde bile Padişahlığı kaldırmamışlardır. Hiçbir zaman da kaldırmayı düşünmemişlerdir. Hatta, Mustafa Kemal Saltanatı kaldırırken en sert muhalefeti İttihatçılar yapmıştır. Aynı şekilde, Hilafet kaldırılırken, Meclis’teki ve Meclis dışındaki İttihatçı kesimler büyük bir muhalefete girişmiştir. Enver-Cemal-Talat üçlüsü de, Mustafa Kemal’in Saltanatı kaldırmasını her fırsatta eleştirmişlerdir.




  • Falih Rıfkı ATAY - ".... Bugün,o hataların yıktığı memleketin harap ve türab enkazı üstünde,bize biraz hürriyet kazandırmak ve yalnız Anadolu ile İstanbul’u ve Edirne’yi kurtarmak için çarpışan Mustafa Kemal Paşa,Doğu Anadolu harap olmamış olsaydı ve eğer yalnız kumandan hatası yüzünden ölüp giden Türkler sağ olsaydılar bugün Yunanlıları denize dökmüş olacaktı. Şimdi Mustafa Kemal Paşa,Hafız Hakkı’nın muhterem mezarı ile arkadaşı Enver Paşa’nın ara sıra Doğu Anadolu harabeleri arkasından beliren hayaletine karşı yumruklarımı sıkıp sorsa ve dese ki:” Dostlar siz ne yaptınız? Türklerin yaşamak ve ölmek için vatana lazım oldukları gün bugündü Doğu Anadolu’yu aradık taradık,o enkaz arasında bir insan ve bir iskelet çıkıyor. Bu kemik olan kahramanlar,bugün hürriyet ve namus için dövüşeceklerdi. Şu hürriyet ve namus mücadelesinde birisinin bile ölmesine güç razı olduğumuz o Ordularca Türk’e nasıl kıydınız?"




  • Allahuekber dağlarında şehit düşenlerin kemikleri 1963 yılında zamanın 3. Ordu Komutanı tarafından toplatılarak toplu mezarlara gömdürülmüş ve bölgede 3 tane anıt yaptırılmıştır. Yolu bölgeden geçenler mutlaka bu anıtları ziyaret eder ve bir dua okur.

    24 Aralık 1914 - Rus Kurmay Başkanı Pietroroviç : “Allahuekber Dağları’ndaki Türk müfrezesini esir alamadım. Bizden çok evvel Allah’larına teslim olmuşlardı.”


    "Buradan o dağlara baktığımızda, üzerine kar düşmüş çalılıklar görürdük. O çalılıkların, kurda kuşa yem olmuş askerlerimizin kemikleri olduğunu oraya gidince anladık." - Sarıkamışlı bir köylü



    Ya 17 Ocak hiçmi utanma yok kardeşim sende şu aziz vatanın şehitlerinin hiçmi iki kuruşlukta olsa bir hatırası yok sende.... yazık sana çok yazık....
  • 17 Ocak sen Nuri Demirağ adındaki kişinin uçak fabrikası olduğunu ve kurtuluş savaşında oradan uçak temin edildiğini söylemişsin.bu dediğin doğru değildir.Nuri Demirağ hakkında size araştırma yapmanızı öneririm.O adam belki de bu ülkede yetişmiş gelmiş geçmiş en kaliteli sanayicidir diyebilirm.ama uçak fabrikasını cumhuriyet kurulduktan sonra kurmuştur.dönemin koşullarında Türkiye kendi uçağını denemeamaçlı üretmiş ve dünyanın uçak üretebilen sayılı ülkeleri arasına girmiştir.

    daha sonra amerika Türkiyeye kendi üretim maaliyetinden daha ucuza uçak satarak tüm fabrikalarımızı kapattırmış ve bizi kendine bağımlı hale getirmiştir.

    Şunu da belirteyim.bugün demiryollarının gelişmişlik derecesi ülkelerin bir bakıma gelişmişlik derecesini belirlemektedir.işte bunu bilen Nuri demirağ bugünkü Türkiye demiryollarının %90 a yakınını inşa ettirmiştir.işte soyadı bunun için DEMİRAĞ'dır. ama onun ölümünden sonra bu günlere kadar demiryollarımıza bir çivi dahi çakılmamıştır.

    çok yazık insanın içi acıyor




  • Sari_laci daha fazla uzatmak istemiyorum, çünkü seviyen bozuk, belki babanla annen tartışırken sana bir yumruk geldi, ya da küçükken kötü bir olay yaşadın, ya da bir gökdelenin son katından düştün beynin bir etkiye maruz kaldı ama kes artık..


    Sen ne adına tartıştığını bile bilmiyorsun, bu fikirler sana çevrendeki abi dediğin baba dediğin insanlar tarafından sokulmuş düşünceler, sen gelmiş bunları bana satıyorsun


    100.000 insanın, 100.000 milletine mensup kişinin, 100.000 din kardeşinin bir hiç uğruna ölmesi birşey ifade etmiyorsa yorum yok..



    Son olarak kendine bir kız arkadaş edinsen iyi olacak, çünkü bazı sosyal etkinliklerinin, bazı insanlarca senin adına kısıtlanması, senin agresif yönünü ortaya çıkarmış




  • Kardeşim benim açımdan bu konu kapanmıştır.Senle alakalı yazdığım yazılarıda siliyorum.Konuyu buraya getiren senin agresif tutumun.Neyse hakkını helal et.
  • quote:

    Orjinalden alıntı: nofrost

    17 Ocak sen Nuri Demirağ adındaki kişinin uçak fabrikası olduğunu ve kurtuluş savaşında oradan uçak temin edildiğini söylemişsin.bu dediğin doğru değildir.Nuri Demirağ hakkında size araştırma yapmanızı öneririm.O adam belki de bu ülkede yetişmiş gelmiş geçmiş en kaliteli sanayicidir diyebilirm.ama uçak fabrikasını cumhuriyet kurulduktan sonra kurmuştur.dönemin koşullarında Türkiye kendi uçağını denemeamaçlı üretmiş ve dünyanın uçak üretebilen sayılı ülkeleri arasına girmiştir.

    daha sonra amerika Türkiyeye kendi üretim maaliyetinden daha ucuza uçak satarak tüm fabrikalarımızı kapattırmış ve bizi kendine bağımlı hale getirmiştir.

    Şunu da belirteyim.bugün demiryollarının gelişmişlik derecesi ülkelerin bir bakıma gelişmişlik derecesini belirlemektedir.işte bunu bilen Nuri demirağ bugünkü Türkiye demiryollarının %90 a yakınını inşa ettirmiştir.işte soyadı bunun için DEMİRAĞ'dır. ama onun ölümünden sonra bu günlere kadar demiryollarımıza bir çivi dahi çakılmamıştır.

    çok yazık insanın içi acıyor


    sayın arkadaşım öyle birşey demedim , osmanlıdan kalan bilgi ve birikimle 1937 yılında fabrikasını kurmuştur

    vecihi hürkuş ise 1924 te uçaklarını üretmiştir yani savaşlardan sonra , ama ikisinn başına gelenler pek hoş olmamış

    hava kuvvetlerimin 1911 yılında kurulmuştur , envarterde osmanlı zamanında kullanılan uçaklar mevcuttur inanmayan bakabilir

    neyse bence bu konu uzar , konudan çok şahsi çekişmeleri görüyorum




  • quote:

    Orjinalden alıntı: sari_laci

    Kardeşim benim açımdan bu konu kapanmıştır.Senle alakalı yazdığım yazılarıda siliyorum.Konuyu buraya getiren senin agresif tutumun.Neyse hakkını helal et.


    Sen mi sildin yoksa benim yazdıklarım gibi modlar tarafından mı silindi ? Neyse eyvallah, konu burada kapansın asıl mevzuya dönelim sonuçta burası bilim-kültür
  • Enver Paşa'ya özür borcuymuş kimin kime özür borcu var acaba.......

    Şevket Süreyya Aydemir'in "Sarı Sesszilik" diye adlandırdığı ölüm sessizliğinde can verenlerinmi Envere var yoksa Enver 'le aradan geçen onca yıla karşın hala burda bile onun safını tutanlarınmı o binlerce şehide karşı özür borcu var.......

    Belgeymiş....Siz önce gidin Alptekin MÜDERRİSOĞLU nun kitabını okuyun 2 cilttir. Bulamadınızmı Şevket Süreyya nın "Enver Paşa" sını okuyun. Yetmedimi onca karşı yoruma rağmen Köprülülü Şerif in Sarıkamışını okuyun. Ondan sonra gelin burda Enver i savunun tabi içiniz elverirse....

    Türk Ordusunun kayıpları 90 bin değilmiş tabiki değil 118 bin kişiye varıyor çarpışarak şehit düşen esir düşen ve kolera ile tifüsten ölenlenlerle bitlerden dolayı çıldıranlarıda içine katarsak.

    9. kolordu diye oluşturulan ordu önce 28. alay sonra 28. tabur yapılmış faciadan sonra mevcut ne biliyormusunuz. 1 subay 1 astsubay 36 er !!!!!!!!!!!Kolordudan bahsediyoruz önceleri kolordu olan bir ordudan...

    Ama ne önemi varki sizler için Enver Paşa büyük Türk çü ya Cumhuriyetin değil Osmanlı nın paşası canım bir kaç kişi şehit düşse ne olur emrinde. Oda böyle düşünüyor olmalıki ne der bilirmisiniz harbiye nezareti ordu daire baskani behic bey'e . "bunlar nasil olsa birgun olecek degiller miydi?"

    Almanlar, Türkiye’ye giden trenlerin üzerine “Enverland’a (Enver’in Ülkesi’ne) gider” yazmaktadirlar. Kibir ve ihtiras demistik ya! Pasa’nin su ifadelerine bakin: “Beni Napolyon’a benzetmislerdi. Kabul etmem. Çünkü ben ikinci adam olamam.”

    Tarih, 16 Aralik 1914. Soguk bir kis günü. Talebesi ögretmenini azarlamaktadir: “Hatali davrandiniz! Basarili olamadiniz! Rus ordusu burada yok edilmeliydi. Simdi hemen harekete geçip, Rus ordusunu Sarikamis’ta yok edeceksiniz!”

    Cephelerin ve harp okulunun emektar komutani Hasan Izzet Pasa, küstahlasan ögrencisine pervasizca cevap verir: “Olmaz! Havalari görüyorsunuz. Her yerde kar var. Karakis baslamistir. Bu sartlar altinda, bu mevsimde harekât bir faciaya dönüsebilir. Kis siddetini kaybetsin, yollar açilsin, düsmana haddini bildiririz.”

    Her verdigi emrin hemen yerine getirilmesine aliskin padisah damadi ve ordularin baskomutan vekili 34 yasindaki Enver Pasa, asabileserek su tehdidi savurur: “Eger hocam olmasaydiniz, sizi idam ettirirdim!”

    Bir facianin esiginde, Hasan Izzet Pasa istifa ederek ordudaki görevinden ayrilir.

    22 aralikta Enver Pasa’nin emriyle 120-125 bin civarinda Osmanli askeri dondurucu soguga ragmen yollara sürülmüstü. Bölge çogu senenin dört ayi boyunca karlarla örtülüydü. Kar yükseklikleri kimi yerlerde bir metreyi geçiyordu. Zemheriler diye bilinen en soguk günlerdi. Sifirin altinda kirk dereceye düsen soguk, düsmandan daha düsmandir. Yapilan harekât plânina göre 9. Kolordu Sarikamis Daglari’ni, 10. Kolordu ise Allahuekber Daglari’ni asarak Ruslari Sarikamis’ta kusatip imha edecekti.

    Gündüz baslayan yürüyüste çariklari yumusayan askerlerin çariklari gece donmaya, bir mengene gibi ayaklarini sikmaya baslar. Adim atmak neredeyse imkansizdir. Askerler oldugu yerde ziplar, atlar, kendini karlarin içine vurur ve ayaktan baslayan donma yavas yavas tüm vücuda yayilir. Düseni kaldirmamak için emir vardir. Zaten kimsede de kimseyi kaldiracak güç kalmamistir. Neferler ordunun isaret taslari gibi yollara dizilirler. Kimi çömelmis, kimi oturmus, kimi yuvarlanmis, kimi bir agacin gövdesine dayanmis kardan heykellere dönüsürler.




  • ve bütün bunlar olurken Enver ne yapar bilirmisiniz... İstanbul'a saraya telgraf çeker karısı Naciye hanıma , refikasının ve köpeğinin sağlık durumunu sorar

    ama bu şerefsiz köpeğin en çok içime işleyen haltı nedir biliyormusunuz. Gencecik 17 yaşında cepheye gönüllü gelmiş bir harbiye öğrencisini sırf bir ağacın altında dinlenirken yakaladı diye idam ettirmesidir.

    Enver' e söylenebilecek en ağır sözü yine Mustafa Kemal söylemiştir.

    "allah ve millet sizi lanetlemiştir paşa!"
  • 
Sayfa: önceki 34567
Sayfaya Git
Git
sonraki
- x
Bildirim
mesajınız kopyalandı (ctrl+v) yapıştırmak istediğiniz yere yapıştırabilirsiniz.