Türkiye, uzun yıllar “düşünce suçu” kavramıyla boğuştu. Aslında bu kavramla dile getirilmek istenen, “ifade suçu”ydu. Öyle ya, beynin doğal bir fonksiyonu olan “düşünce oluşumu”, engellenemez, denetlenemez bir şeydi ve bu durumda yasaklanması da söz konusu olamazdı. Ancak, bu oluşan düşünceyi duyulur hale getirdiğiniz, söze ya da yazıya döktüğünüz durumda, başkalarıyla paylaştığınız an, iktidarların hoşuna gitmediyse, kovuşturma sebebi olabiliyordu. İfade edilen görüşlerin suç sayılıp sayılamayacağı, bunun kriterlerinin neler olabileceği üzerinde tartışılırdı.
Bu “ifade özgürlüğü”nün en anlamsız gerekçelerle kısıtlandığı dönemlerden, dozu arta azala sürekli geçti Türkiye. Ve önünde hep böyle bir “demokrasi” problemi oldu. Yazarlar, siyasiler, aydınlar, düşüncelerini ifade ettiklerinde, başkalarıyla paylaştıklarında zulme uğradılar, susmaya zorlandılar.
Fakat en yoğun faşist uygulamalar döneminde bile, bu “ifade kriteri” yerli yerinde kaldı.
Şimdi, AKP’nin “ileri demokrasi”sinin bu “ifade suçu” ayıbını bir adım ileriye taşıdığına, gerçekten “düşünce suçu” kavramına uygun hale getirdiğine tanık oluyoruz. Görüşlerini açıkladığı için insanların ve kurumların yasaklarla, toplatmalarla, hapislerle karşı karşıya kaldığı bir siyasal düzenlemeye faşizm diyorsak, buna da “katmerlenmiş faşizm” dememiz gerekiyor belli ki.
Faşizmi belgeleyen klasik görüntülerden biri, meydanlarda yakılan kitaplardı. Yayınevlerinin kapatılması, matbaaların basılması, kitapların toplatılması gibi işlemlerdi. Bradbury’nin “Fahrenheit 451”inde, kâğıdı tutuşturan ısı seviyesinden adını alan romanında, kitap, basılı eser, başlı başına bir suç nesnesiydi, içeriğinden bağımsız olarak. Sürekli sistemin gözetimi altında tutulan insanların, birbirlerine, ezberledikleri kitapları sözle aktarmaları da suçtu. Bradbury, basılı kâğıdın suç nesnesi olduğu bir dikta rejimini kara ütopya olarak kaleme alırken bile, bir nesneleşmiş ifade ötesini hayal edememişti.
İşte şimdi bunu yaşıyoruz Türkiye’de. Nesneleşmemiş ifadenin, yani bizzat düşüncenin suç sayılmasına, başkalarıyla paylaşılamadan imhasına sahne oluyor ülke.
Telefon konuşmalarının, dost sohbetlerinin en sıradan vatandaşlar arasında geçtiği koşullarda bile suç isnatına bahane teşkil edebildiği, “büyük gözaltı” sürecinin, nefeslerin kontrol altına alındığı kapkara bir faşizmin “Ergenekon” kodlu bir yasa eliyle uygulandığı Türkiye, ne ilginçtir ki, bunun “demokrasi” hezeyanlarından geçilmeyen “aydın”lar eliyle meşrulaştırılabildiği bir ülke oldu.
Yazarının yayınlamaya niyetlendiği, üzerinde çalıştığı bir kitabın içeriğine, henüz bu aşamadayken, yani bir düşünceden ibaretken, elle tutulur hale gelmediği için yalnızca varsayımsal olarak işlenmiş bir suç işlemi yapılmasındaki garabet, bu çalışmaları bulundurmanın da doğrudan örgüt üyeliği kapsamında değerlendirileceğinin ilanıyla taçlanarak, faşizmin evrensel haznesine bir katkı olarak sunuluyor AKP eliyle.
Böylesini ne Bradbury hayal edebilmişti, ne tarihin kapkara faşizm uygulamaları. Daha vahimi şudur ki, bu noktaya varacağı ilk günden belli olan bir cadı avının, “demokrasinin tesisi” olarak alkışlanmasına da, alçalmanın bu derecesine de öncülük ediyor bu ülke… Tarih, “ileri demokrasi”nin uygulamalarını da, şakşakçılığın böylesini de ilk kez kayda geçiriyor. İşte burası, sözün bittiği, tarihin kütüğüne “bir de bunlara boyun eğmeyenler vardı” notunu somut olarak düşürmemiz gereken yerdir. Budur boynumuzun borcu… Asaf Güven Aksel
Demek ki işlerine gelmeyen şeyleri düşündüğümüzde içeri atılabilme olasılığımız var.
yeni mesaja git
Yeni mesajları sizin için sürekli kontrol ediyoruz, bir mesaj yazılırsa otomatik yükleyeceğiz.Bir Daha Gösterme