bu albümde daha çok sözlü şarkı var.favorilerim ömür sayacı , 70apartman dairesi , 0-1 , özelikle reddiye albümün prodüktörü Sonic Youth, Glenn Branca, Dinosaur JR, White Zombie gibi gruplarla yaptığı başarılı çalışmalarıyla tanınmış, Amerikalı müzisyen, prodüktör ve ses mühendisi Wharton Tiers.
Hikaye, 1993 senesinde Gökçe (vokal, gitar), Barkın (gitar, vokal, klavye) ve Orçun’un (davul) bir araya gelmesiyle başlıyor... O sıralar heavy metal gibi sert müziklerin etkisinde, İngilizce sözlü müzikler yapıyorlar. 1995'le beraber yeni müzik türleri, kalplerini çalmaya başlıyor. Bunu da şaşırtıcı ama bir televizyon programı sağlıyor. MTV'de yayınlanan 120 dakika isimli bu müzik programı sayesinde rock müziğin alt türlerinden ve daha deneysel çalışmalardan haberdar olup, İngiltere'deki punk, post punk, New York'taki avangart punk ve avangart rock gruplarından etkilenmeye başlıyorlar. Türkiye'den ise Erkin Koray gibi müzisyenlerin etkisini yadsıyamayacaklarını söylüyorlar. Bu sayede Anadolu ve genel anlamda Doğu müziğine de ilgi duymaya başlıyorlar. 70'li yılların gruplarını, Haramiler'i, Okay Temiz gibi müzisyenleri dinleyerek daha Anadolu kokan bir çizgi ediniyorlar kendilerine. Selçuk Artut (bas) ve Özer Yalçınkaya'nın (sampler-klavye) da gruba katılmasıyla 1998 yılından itibaren canlı performans dönemi başlıyor. Sahneye ve birbirlerine alışıp müzikal bir uyum yakalıyorlar. Yeni fikirleri konserlerde deneyerek, doğaçlama yaparak, insanların tepkilerine göre melodilerle oynayarak, müziklerini şekillendiriyorlar. Özgün ve yeniliğe açık olmak, denenmemişi denemek, yapılmamışı yapmak, onların tek değişmeyen hedefi oluyor.
1999 yılında Italya'nın Roma kentinde yapılan Akdenizli Genç Sanatçılar Bienali'nde verdikleri konserle müziklerini Avrupa'lı dinleyicilere tanıtma firsatı buldu. Aynı yıl Replikas Aksi Istikamet' adlı toplama albümde 'Gulyabani Müzik' isimli çalışmalarıyla yer aldı.
İlk albümleri olan 'Köledoyuran'ın kayıtları 17 Temmuz - 5 Ağustos arasında Ada Müzik stüdyolarında gerçeklestirildi. Aralık 2000'de yayınlanan albüm, Roll Dergisinde ve Porttakal.com sitesindeki değerlendirmelerde yılın en iyi yerli albümü seçildi. Birçok müzik elestirmeni tarafından en iyi yerli albümler arasında gösterildi ve beğeni topladı.2.albümleri "dadaruhi" yi 2002 yılında yine ada müzikten çıkardılar.
Yurtdısında Amerıkalı ve Avrupalı müzik yazarlarının da ilgisini çeken albüm, bazı yabancı underground plak şirketleri tarafından satışa sunuldu, çeşitli ülke radyolarında çalındı. Amerika'da yayın yapan WXYC isimli internet radyosunun listelerinde 2 numaraya kadar yükseldi. Village Voice da dahil olmak üzere çeşitli dergi ve e-dergilerde grupla ilgili röpörtaj ve yazılar yayınlandı. Grup, 2001 yazında Serdar Akar'ın yönettiği, bir Yeni Sinemacılar yapımı olan 'Maruf' filminin müziklerini yaptı.ayrıca replikas 2005yılında Kutluğ Ataman’ın “İki Genç Kız” filminin de müziklerini yaptı ve Fatih Akın’ın “The Sound Of Istanbul” isimli filminde de yer aldı.
Özer: Orçun’un bir ‘deneysel Türk müziği’ açıklaması vardı meşhur…
Orçun: Manhattan’ın kapısında duruyorum, bodyguard geldi, “Ya pardon, sizin müziği soruyorlar, ne tür diye, ona göre geleceklermiş” dedi, “Deneysel Türk müziği” dedim. Geldiler mi bilmem...
Üçüncü albüm ‘Avaz’a geçmeden önce, 2 Genç Kız’a müzik yapma projesinden bahseder misiniz?
Barkın : Teklif Kutluğ Ataman’dan geldi. Kutluğ pek hakim değilmiş buradaki müzik piyasasına, film için çeşitli gruplar arıyormuş, bizi önermişler. Dinletmişler iki albümü. Beğenmiş, geldi konuştuk. Bir kere de Babylon’da izledi bizi. ‘Tamam’ dedi, biz de ‘Tamam’ dedik.
Orçun : ‘Dadaruhi’deki isimsiz parçayı özelikle çok yakıştırmış filme. Filmin de sonuna koydu o parçayı. Çok zevk alıyoruz film müziği yapmaktan, zaten bağlantılı alanlar…
Barkın: Ta grubun ilk zamanlarından beri film müziği yapmak istiyorduk. Serdar Akar’ın ‘Maruf’una yaptık ilk; ‘2 Genç Kız’ da ikinci tecrübemiz oldu. Benim en çok hoşuma giden, 30 saniyelik, 50 saniyelik parçaları müziklendirmek. Bizle çalışmak isteyen yönetmenler de belli bir beklentiye gidiyorlar. Uçları açık, her yöne gidebilecek, karanlık bir müzik bekliyorlar. Mesela Kutluğ’ya yaptığımız müzikler, neredeyse albüme koyamayacağımız kadar sert oldu.
İkinci albümünüz ‘Dadaruhi’ 2002 tarihli. Arayı oldukça açtınız...
Barkın: Biraz şarj süresi gerekiyordu. Dadaruhi’yi bitirip çıkartmıştık, hemen ardından Maruf’a müzik yapmıştık. Ben kendi adıma hafif tükenmiş hissediyordum. Klişe gelebilir ama bir süre gitar çalmak istemedim; o klasik süreci yaşadım.
Orçun: ‘Dadaruhi’den beklediğimizi alamamamız da belki kendi içimizde bir küskünlük yarattı. Müzik de öyle 06.00-21.00 bir iş olmadığı için, ne zaman nasıl bir şey gelip de ne zaman beste yapılır, albümün sound’u ile ilgili fikir doğar, planlanamıyor, belli olmuyor. Öyle bir dönem geçirdik; parça çıkmıyordu, doğaçlama çaldık bol bol… Şarj olduk. Yavaş yavaş toparlandık. Mesela albüm anlaşması imzalandığında biz hala bazı parçalar üzerinde çalışıyorduk. Ama uzun süredir birlikte müzik yaptığımız ve belirli yöntemlerle ilerlediğimiz için rahattık.
Barkın: Bir yandan da bu rahatlığın içinde, en fazla bu albüm üzerinde çalıştık diyebiliriz. Bütün parçaları önceden demo olarak kaydettik. Üzerine konuştuk, stüdyoda neler yapılabilir diye. Zaten Wharton faktörü vardı. Bu albümün sound’unun daha iyi olması için uzun zamandır teorik olarak da çalışıyoruz; kafalar bunla meşgul.
Gökçe: Ben başka gruplarda da görüyorum.. İlk albüm, daha ne olacağını bilmeden girilmiş bir macera; ikinci albümden sonra aşağı yukarı nerelere gidilebileceğini insan görmeye başlıyor. O noktada hiç aklımıza gelmeyen faktörlerin ne kadar önemli olduğunu fark ettik. Plak şirketleri gibi bizim dışımızda gelişen şeyler de var...
Piyasaya ayak uydurmaktan mı bahsediyorsunuz?
Gökçe: Tam o değil. Bir grubun müzik haricinde de bir sürü bağlayan olduğuna uyandığı an. Bunlara uyandıktan sonra dağılan gruplar bile var. İkinci albüm civarlarında, bu işi artık sürdüremeyeceğim diye içine dönen gruplar var. Fakat biz konser vermeye devam ettik hep. Konser iştahımız hiçbir zaman kesilmedi, “Ne yapıyoruz arkadaşlar?” diyene kadar yeni parça yapmadan sırf konserlerle devam ettik. Geçtiğimiz yazın başına kadar geldik. Bir de herkesin okul, iş gibi başka uğraşları da vardı geçtiğimiz dönem. Her birimiz müzik ve sinemayla ilgili kendimizi geliştirdik. Sound’un da bu albümde çok daha oturmuş olmasının sebebi bu.
Üçüncü albümü prodüktörle yapma fikri nasıl doğdu?
Gökçe: Bir prodüktör olsa nasıl olur diye düşünüyorduk. İlk iki albümde kimse bize karışmadı, stüdyoya girdiğimiz gibi çalıp kaydettik. Bu kez öyle olmayacağı belliydi, çok daha ciddi bir proje vardı. Derken prodüktör gelsin mi, kim gelsin diye konuşurken, öyle birisi olsun ki “Bence burası böyle olsun” dediğinde “bu adam ne karışıyor” değil de, “A tabii abi, hemen deneyelim”, diyelim istedik. Bir liste çıkardık, epey bir insan. Bunların hepsi, hayatta olmayacak isimler gibi gözüküyordu o an için. Fakat denedik ve oldu. Wharton Tiers’e ulaştık… Wharton, sevdiğimiz bür sürü grupla çalışmış ve evire çevire dinlediğimiz albümlerde prodüktörlük yapmış bi radam. Özellikle Sonic Youth’un Confusion is Sex gibi ilk dönem albümleri çok sevdiğimiz albümlerdi. Çalarken o etkileri ortaya çıkardığımız müzikler gürültülü, kaotik… O yüzden Wharton çok iyi bir tercih olacaktı. Ayrıca tecrübe faktörü var, müthiş bir stüdyo adamı. Onunla kayıt çok fark ediyor.
Orçun: New York’tan kalktı geldi. Bizden biri gibi, uzun süredir tanışan arkadaşlar gibi takılıyoruz. Zaten kodlarımız aynı, sürekli eski müziklerden, ortak zevkimiz olan gruplardan konuşuyoruz. Müzik evrenseldir hesabı, her şey sakin ve yolunda gitti.
Gökçe: Amerikalıların iki ucu oluyor herhalde. Birisi süper saçma, tipik Amerikalı karikatürü. Buraya gelmeye burada terör vardır, onlar Türk mü o da ne Arap mı diyerek reddedecek… Diğeri de Wharton gibi öbür uç. Amerikan aptallığından eser olmayan bir tip. Makul bir insan.
Üçüncü albümü de devirdiniz; müziğinizin gelişimi hakkında neler düşünüyorsunuz?
Orçun: Bir dünya yarattığımızı düşünüyorum. Köledoyuran’da kulüpten çıkıp da stüdyoya girmiş bir tavır var, bir amatörlük; bazı insanlar onu çok seviyorlar. Dadaruhi ise, Köledoyuran’la Avaz arasında bir geçiş gibi.
Gökçe: Köledoyuran ciddi garipti, deney albümü gibi bir şeydi. Çekirge Dansı, Küh gibi uç parçalar vardı… Düşününce hala garip geliyor, ne mantıkla, nerenden çıkarıp yaparsın öyle parçalar…
Orçun: Bir plak şirketinin eksikliğindeydik, o yarattığımız dünyayı anlayıp o dünya üzerine oynaması gerekiyordu. Doublemoon, o yarattığımız dünyayı gördü, sound’umuzu anladı, Wharton’ı onayladı. Çok iyi oldu.
Parçaları nasıl çıkartıyorsunuz? Disiplinli bir çalışma şekliniz mi var, yoksa ilhamperest misiniz?
Gökçe: Sistemli ve disiplinli olmayı sevmiyoruz ama kimi zaman da kapanıp, kimsenin çalışmadığı kadar yoğun çalışıyoruz. Parça çıkarmak için ‘haydi bugün dört saat stüdyoya girip yeni şarkı yapalım’ dediğimiz olmuyor pek. Elde olanları işliyoruz. O da ihtiyaca göre kendi kendine düzenleniyor. Albümden önce epey yoğunlaştı.
Sözler nasıl çıkıyor? Birinizden birinde ağırlık var mı? Gökçe: Kimsede ağırlık yok, tek bir söz yazarı olmuyor. Genelde şarkıların ana fikirleri bir kişiden çıkıyor, daha sonra hep beraber işliyoruz.
Barkın: Herkes ne yapmaması gerektiğini bildiği için, ortak bir Replikas dili ortaya çıkıyor. Bunu Dadaruhi’de fark ettik. Birden fazla insan yazıyor sözleri ama neredeyse tek bir kafadan çıkmış gibi. Bütünlüklü.
Bu albümüm anlattığı bir söz var mı?
Gökçe: Bağırıyor avaz avaz… Oturup böyle bir şey üzerine konuşmadık ama şarkı sözlerinde, yerel sözlü gelenekten besleniyoruz. Üzerinde oynamalarla, bozmalarla o ruh halini devam ettiriyoruz. Kendinden oluşmuş bir tarz. Bu albümde de devam ediyor. Sözlü gelenek derken bahsettiğim de şu: Biraz tasavvuf, biraz Anadolu halk sözleri. İnsan ve hayat; insanın hayat karşısındaki aczi; insanı direnmeye çağırma; ölüm; yaşam…
Özer: Bazı kelimeleri sırf ses olarak yakıştırdığımız için de koyduğumuzu düşünüyorum, bunu da aramızda hiç konuşmadık gerçi… Bazen ses olarak ihtiyacımız oluyor parçada o söze…
Gökçe: Zaten, temel çıkış noktası oturup söz yazmak ve o sözlere şarkı yapmak değil hiçbir zaman. Sesler çağırıyor o sözleri gerçekten. Hepimiz müzikten geliyoruz, bir şeyler yazmak ikinci sırada geliyor, sözler ses olarak çağırılıyor. Konserlerde şarkı söylerken özelikle fark ediyorum. Bana ‘şu şarkının sözlerini oku’ desen duraklarım fakat çalarken kendiliğinden akıyor ağzımdan. Tabii şarkı sözlerimize de belirli bir ciddiyet gösteriyoruz, ikinci plana attığımız sanılmasın.
Orçun: Sesi algılamakla ilgili, yoldan geçen bir ambulansın sirenini duyduğunuzda aklınıza birçok şey gelir: Kaza, ölüm, ölmek üzere olan bir insan. Aslında ilk olarak bir siren sesi olarak algılamak gerekir. Çağrıştırdığını değil de çıplak halini.
Sözleriniz de müziğiniz de çağrışıma çok açık...
Gökçe: Sözlerde öyle bir durum var gerçekten. Yazan kişinin belirli bir düşüncesi olsa da bunu dikte etmek, birebir aktarmak gibi bir amaç yok. Hatta çok da hoşlanmıyoruz bundan. Çağrışıma açık olması tecihimiz.
Orçun: Bazı müzisyenlerin, bazı dertleri, bazı misyonları olabilir. Bizim öyle bir yükümüz yok. Seslerle ve kelimelerle nasıl oynanabilir, biz onun peşindeyiz.
Gökçe: Bir de demin bahsettiğim yerel sözlü gelenekte zaten varolan bir şey. Bir fikri net olarak, metin gibi vermek daha batılı işi geliyor. Burada esas mesele en dipte, içerde bıraktığı ruh halini aktarmak. Bu çekirdek ruh haline ulaşmanın bambaşka yollarını tercih edebilir herkes, her dinleyici. Birisi sevgiliden ayrılmıştır, diğeri askere gidiyordur; ikisi de aynı ruh halini paylaşıyordur. Yapmaya çalıştığımız bu. Çekirdek bizim derdimiz, isteyen istediği yoldan ulaşır ona.
Sık konser veriyorsunuz ve canlı çalmaktan çok zevk aldığınız belli. Stüdyo nasıl, o da zevkli mi? Hangisini tercih edersiniz?
Barkın: Stüdyo çok stresli, bir yerden sonra keyifli oluyor. Ama çok gergin. İnsanlar karşında kulaklıklarla bekliyorlar, sen çalıyorsun. Ve bunun nihai bir durum olması çaldığın an kaydedilmesi gerginlik veriyor, konser gibi değil konserde yaptığın şey o an uçup gidiyor.
Gökçe: Başka bir adaya gitmek gibi stüdyo süreci. Garip. Öbür dünya ile ilgili birçok şey kopup gidiyor. Bir süre sonra orada yaşamaya başlıyorsun, dışarıyı unutuyorsun. Orada alışkanlıklar, eğlenceler geliştiriyorsun. Ama iyi bir konser dünyada birçok şeye tercih edilebilir.
Nerelerde konser verdiniz? Anılarınız var mı?
Barkın: İzmir, Ankara, Eskişehir, Bursa, Düzce… Ama Anadolu’nun ücra köşelerine daha gidemedik, çok istiyoruz.
Gökçe: Düzce’de başımıza gelenler çok acayipti. Depremden çok sonra, ‘Düzce yeniden yaşayan bir yer olsun’ tarzı bir etkinlik kapsamında gittik oraya. Bir takım törenler oldu konserden önce uzun uzun, epey bekledik çalmak için. Derken gürültülü bir şekilde başladı bizim konser. Eminim o an, oradaki birçok insana tahammül edilemez geliyordur müziğimiz fakat minik bir kitle vardı en önlerde kendinden geçerek dinleyen. Hayatımda bu kadar fanatikçe sahiplenen bir kitle görmedim. Biz oraya çalmaya gittik, bunun onlar için ne kadar önemli olduğunu hissettik. Nitekim gece geç saatlerde jandarma geldi ve elektriği kesti. Ve bu fanatik ekip kavga çıkardı, jandarmaya kafa atmak gibi tepkiler gösterdiler.
Özer: Ciddi kıyamet koptu. Biz sahnede karanlıkta kalakaldık.
En çok nerede çalmayı seviyorsunuz?
Gökçe: Ses sistemi dersen Babylon deriz. Fakat seyirci coşkusuysa, artık ev sahibi haline geldiğimiz bir ODTÜ Rock Şenlikleri var. Müthiş bir coşkuyla geçiyor hem çalanlar hem de izleyenler için.
En son gittiğiniz konser?
Barkın: Türklerden Nekropsi’ye gittik. Yabancı en son Lydia Lunch.
Gökçe: Jonathan Richman’ın, son on dakikasına gittim.
Özer: Jan Jelinek.
Orçun: Hiç hatırlamıyorum...
Neler dinliyorsunuz şu sıralar?
Barkın: Ben şu sıralar Death From Above 1979 dinliyorum, çok sevdim.
Gökçe: Animal Colective, The Kills, The Rapture sevdik en son…
Teknik ekipmanları
Gökçe Akçelik: 1994 Fender Telecaster Fender Twin Amplifikatör Bass Dual Overdrive Bass Digital Delay DD3 DOD Fuzz Jim Dunlop Jimi Hendrix Wah Bas Octave Bas Tremolo Roland SB505 sampler
Barkın Engin: Fender Jazzmaster Gitar Fender Twinreverb Amp Boss Overdrive Boss Blues Driver Boss Digital Delay-DD3 Morley Wah Pedal Ernie Ball Volume Pedal MXR Phaser