Şimdi Ara

Asar-ı Atika

Daha Fazla
Bu Konudaki Kullanıcılar: Daha Az
2 Misafir - 2 Masaüstü
5 sn
1
Cevap
1
Favori
1.877
Tıklama
Daha Fazla
İstatistik
  • Konu İstatistikleri Yükleniyor
0 oy
Öne Çıkar
Sayfa: 1
Giriş
Mesaj
  • Asar-ı Atika

    Hiç şüphesiz ki bizim kültür hayatımızda en önemli meselelerden biri Türkiye'nin Asar-ı atika yani eski eser ve harabeler konusundaki zenginliğidir. Şunun üzerinde önemle durmalıyız; Türkiye yeryüzünde yoğunluğu itibariyle eski eserler barındıran en zengin ülkelerden biridir. Bugün herhalde Çin'de yapılan kazılar inanılmayacak zenginlikleri ortaya çıkarıyor. İtalya ve Mısır için de aynı şey söz konusu... Ama Türkiye eski eserlerin yoğunluğu yanında bu zengin ülkelerin içinde bilhassa renkliliği bakımından birinci ülke gelir; yani aşağı yukarı M.Ö. 8000'lere uzanan Neolitik, Cilalı Taş devri dediğimiz medeniyet safhasında Türkiye topraklarında yerleşmeler olmuştur. Bunların en önemlisinin Çatalhöyük olduğu ve bu kazının bütün herkesiz çok ilgisini çektiği biliyoruz. Bizzat Ankara'daki Anadolu Medeniyetleri Müzesi de buradan çıkan zenginlikleri barındıran ve teşhir eden önemli bir merkezdir. Türkiye asıl Bronz devrinden itibaren ve yazının kullanılmaya başladığı M.Ö. 2000'den sonra hem tarihi malzeme, hem arkeolojik malzeme olarak büyük bir zenginliği bünyesinde barındırmaktadır. Bu zenginliklerde renk çok önemlidir. Birbirine zıtlık teşkil edecek derecede renkler barındıran medeniyetler bu topraklardadırlar. Yunan klasik çağının, Hellenizm'in ve Roma çağının getirdiği zenginlikler bellidir.

    Nihayet Türkiye, Bizans İmparatorluğu'nun merkezidir. Selçuklu medeniyeti buradadır. Doğu Anadolu'da çok enteresan Gürcü ve Ermeni kalıntıları vardır. Asıl önemlisi Beylikler devri dediğimiz dönemdir ve 21. yüzyıla kadar uzanan çok uzun bir Türkiye tarihi söz konusudur. En yoğun ve en önemli devir bu bin yıldır. Tabi ki Osmanlı İmparatorluğu'nun, bu cihanşümul sentezin en önemli parçaları yine bu topraklardadır.

    Sadece ibadethaneler, ticarethaneler, kervansaray, bedesten gibi eserlerle değil; hayatın her safhasını teşkil eden eserlerle, mezarlıklarla bile Türkiye çok zengin bir topraktır ve bu zenginlik de hiç şüphesiz ki çok büyük sorunlar yaratmaktadır.

    Tarih bilincimiz ve eski eser bilincimizde gerçeğe uygun derecede bir zenginleşme, bir olgunlaşma olmadığı takdirde bu sorunlar büyüyecektir. Eğer yurttaşlar olarak bu zenginliklere sahip çıkarsak sorunlar azalacaktır.

    Bizim asıl üzerinde durmak istediğimiz bir konu da, Osmanlı dönemi boyunca klasik çağın eserlerinden hiç kimsenin bir şey anlamadığı, bunların yok edildiği ve bu tip bir vandalizmin adeta bizim eski eser bilincimizi ve zenginliğimizi yok ettiği ve birtakım Avrupalılar'ın bu eserleri gelip yağmalayıp, söküp götürmelerinin adeta onların medeni bir hakkı ve bir medeniyet misyonu olduğu gibi bir düşüncenin sadece yurt dışında Batı Avrupa'da değil, bazen bizim aramızda da yaşamasıdır. Bu doğru değildir. Eski eserlerin korunması bir dramdır. Bir tezat teşkil eder. Çok trajik, çözülmez bir konudur. Unutmayalım ki çağdaş Avrupa medeniyetini yaratan İtalya bile eski eserlerine sahip çıkamamaktadır. Çünkü yağmacı ve koleksiyoncu zihniyet karşısında maalesef bizden daha bilgili olsa da İtalya çaresizdir. Bununla baş etmek son derece güçtür. Buna karşılık daha küçük bir memleket ama tabii tarih ve milliyet bilinci son derece yüksek olan İsrail arkeolojiyi milli bir spor haline getirdiği için kaçakçıların şerrine daha az uğramaktadır. İsrail'de eski eser kaçakçılığı asgaridir ve İsrail, topraklarındaki eski eserleri ve zenginlikleri koruyabilmektedir.

    Hiç şüphesiz ki eski eser bilinci ve gereken entelektüel yapısı çok eskiden beri var olduğu halde tıpkı Türkiye gibi Mısır da bugün maalesef kaçakçılığın, kaçak kazıların hedef tahtası olan ülkelerden biridir. Bundan sadece Mısır zarar görmüyor. Aynı zamanda eski Mısır medeniyeti hakkındaki bilgilerimiz de dağılıyor. Çünkü kaçakçılar ve kaçak koleksiyonları zenginleştirmeye hizmet edenler, bu eserleri bilim dünyasının envanterinin dışına çıkarıyorlar. Falanın veya filanın bahçesindeki, konağındaki eseri bilim dünyası bilmez ve bazen tarih yazımı için çok değerli malzemeler bu şekilde haba olup gidebilir. Intertional Herald Tribune'de Souren Melikian, Christie's Müzayedesi gibi bir merkezde dahi Şark eserlerinin ne kadar dağınık olduğu ve mesela Firdevsi'nin dizelerini içeren Nişhabur'dan bazı kaselerin nasıl parça parça gittiğini anlatır.

    Nitekim Türkiye'deki Osmanlı dönemi mezarlıkları artık bırakın çok zengin koleksiyoncuları, kendini bilmez turistlerin ve hatta yerli halkımızdan bazı görgüsüz kimselerin bile yağma hedefi haline gelmiştir. Sağa sola devşirilip götürülen bu mezar taşlarıyla tarihimiz hakkında ne kadar önemli biyografik bilgileri kaybettiğimizi tasavvur edemezsiniz.

    Türkiye aslında eski dünyaya ilgi duymak bakımından hiç de küçümsenemeyecek bir mirasa sahiptir. Burada bahsettiğim Mısır piramitlerini gezip onlardan söz eden Evliya Çelebi değildir. Evliya Çelebimizin o dahiyane görüşü, tespit ve tasvir yeteneğinden söz etmiyorum. Hiç şüphesiz ki 17. asırda Mısır medeniyeti hakkında ki bilgiler; bırakın Evliya'da bütün dünyada bile kırıntılar halindeydi. Çünkü o zaman Mısır'da önemli kazılar hiç yapılmamıştı, söz konusu değildi. Bu eserlerin bilimsel taspiti ve asıl önemlisi Mısır hiyerogrifi dediğimiz beşeriyetin ünlü edebi zenginliğinin çözümü söz konusu değildi. Hepimizin bildiği gibi Mısır'ın ilmi olarak kaydedilmesi, fotoğraf olmamasına rağmen son derece büyük gravürlerle ve gravürcü heyetlerle oraya giden General Bonaparte'a aittir.

    O zaman Mısır'ı işgal edebilen General yani sonraki İmparator Napoleon buraya ilmi heyetler götürmüştü. Mısır'ın bitkilerini, hayvan türlerini ve tabii eski eserlerini sistematik olarak çizdirip tespit ettirdi. Bu ilk büyük ekspozisyonlardan, ilmi tetkik gezilerinden, seferlerinden biridir ve bir müddet sonra da bugün Raşid dediğimiz Avrupa dilinde Rossetta denen Delta ağzında, İskenderiye'nin civarındaki bir mevkide bir subay aşağı yukarı 50 cm boyunda bir taş kitabe bulmuştur. Bu taşta Hiyerogrif. eski Yunanca ve Dimettiriki dediğimiz ahali Koptçasının yeni Yunan harfleriyle yazılmasından mütekkil üç versiyonlu bir metin vardı.

    İşte bu keşit Champollion'a hiyeroglifi çözme imkanınnı vermiştir ve Mısır bizim bilgimizi, tahayyüllerimizi gölgeleyecek ihtişamıyla beşeriyetin karşısına çıkmıştır. Şimdi bu ülkede hüküm süren, o tarihe kadar hüküm-ferman olan Osmanlı İmparatorluğu dönemi'nde böyle bir keşif olmadığı için, böyle bir merak olmadığı için bütün dünyada olduğu gibi bilgi bulamıyoruz. Gene aynı şekilde bizim hükümranlığımız devrinden sonra İstanbul'da büyükelçi olan Henry Layard'ın tetkikleri ve kazılarıyla Asur medeniyeti üzerinde bir hayli bilgi edinilmiştir. Bu dönemde yani 19. asrında sormaktadır. Yani imparatorluğumuzda coğrafya ve tarih tetkiklerinin hiç şüphesiz Avrupa devletleri ve hatta Rusya ile mukayese edilemeyecek kadar yaya olduğu açıktır; ama hiçbir şey bilinmiyor değil. İnsanların hoş bir yaklaşımı vardır.

    Mesela Evliya Çelebi Girit Adası'nda Minos-Miken medeniyetinin kalıntılarını çok iyi gözlemlemiş ve çok entresan bir tasvir yapmıştır. ''Bunlar Efrikiye'den (Afrika'dan), gelme Ecine kamidir'' diyor. Evliya o mütiş zakası ve mukayese kabiliyetiyle herhalde Girit'in sanatının üslübunu Mısır'la mukayese edip bağlantısını kurabilmiş. Nitekim hala karanlık bir mevzu olmasına rağmen Girit medeniyetini yaratanların Mısır'dan göç ettiği bugün için en kuvvetli olarak ileri sürülen ihtimallerdendir ve birtakım delililer de bunu destekler durumdadır.

    19. yüzyılda bizim Aydınlanma dönemimiz demek olan Tanzimat döneminde bu işe merak sarılmış ve 1847'de Tophane Müşiri Fethi Ahmet Paşa bugünkü St. İrene Kilisesi'ni silah müzesi, askeri müze gibi tertiplemişti.

    1869 yılında devrin aydın sadrazamı, Mehmet Emin Ali Paşa tarafından ilk Müze-i Hümayun yani emperyal müze teşkil edildi. Bundan çok önce bütün vilatetlerden yazışmalar dolayısıyla eski eser gönderilmete başlandı. Mesela 1847 Aralık ayında Kudüs mutasarrıfı, Gazze'deki Askalan mevkiinde bulunan bir somaki mermer lahidin resmini çizdirmiş ve merkeze yollamış. Çizim ilmi ölçülere uymuyor ama arşivde de eskizi var ve ''Bunu merkeze nakledebilr miyiz'' diye yazıyor sadarete. Herhalde orada muhafaza edildi, nakledilmedi; fakat bu gibi nakiller vardır. Mesela Adana mal müdürü Ahmet Ata Bey'in aynı yılın ekim ayında birtakım antik koleksiyonu toplattığı ve bunları merkeze göderdiği görülüyor ki, sayısız bir biçimde eser toplanıp merkezdeki bu müzete yollanmaktadır.

    Nitekim 1872 yılında bizim tiyatrocu sadrazamımız ve valimiz Ahmet Vefik Paşa da bu müzeye Alman arkeolog Dethier'yi bilimsel müşavir olarak tayin etmiştir ve bu koleksiyonların tek ilmi envanteri de o zman yapılmıştır.

    1880'de ise bugünkü Çinili Köşk, yani Arkeoloji Müzesi'nin bahçesindeki Fatih devrinden kalma köşkte ilk müze teşkil ediliyor. St. İrene'deki silahlar bu tarafa naklediliyor ve Suphi Paşa da 36 maddleik Asar-ı Atika Nizamnamesi'ni neşrediyor.

    Şunun üzerinde ısrarla durmamış gerekiyor. Bu dönemde çıkmaya başlayan devlet yıllıkları, salnameler ve vilayetlerde çıkan salnamelerde o bölgelerdin eski eserlerinden uzun boylu bahsedilir. Mesela dönemin Aydın vilayeti salnamelerinde, ki Aydın; İzmir, Manisa, Denizli ve bugünkü Muğla bölgelerini içeren bir vilayettir, Bergama ve Efes için sürükleyici üslubla doğru izahatlar verilir. Hiçbir şey anlamadığımızı söylediğimiz eserler için izahatlar verilir. Bazı yarım bilgili arkeologların eski nesiller hakkında böyle eksik ve yanlış bilgi nakletmeleri ayıptır. Nitekim bu salnamede hiçbir şey anlamadığımızı ve bu yüzden Almanlar'a teslim ettiğimizi söylediğimiz Bergama Sunağı da pek iyi tarif edilmektedir. Bergama Sunağı'na Almanlar göz koymuştur; fakat sonradan devletlerarası ilişkiler dolayısıyla bu sunak teslim edilmiş görünüyor. Almanya'nın Osmanlı Devleti ile kurduğu iyi ilişkilerden bu şekilde istifade ettiği açıktır; bizzat İskender lahidi istenmiş, ama yetkililer tarafından önlenmiştir. Sunak problemi yüzünden galiba o zaman ki Müze-i Hümayun Müdürümüz Osman Hamdi Bey o kadar sinirlenmiş ki hafif kalp spazmı geçirmiştir. Maalesef, Osmanlı devlet yönetimini de Avusturya elçisi Bzron Prokesch von Osten'in taleplerine de müspet cevap vermiştir. Kırım Savaşı sırasında Avusturya'nın İstanbul'daki elçisine bazı sikkelerin verildiğini ben de tespit etmiştim. Avusturya'nın tarafsızlığından dolayı Baron Prokesch von Osten'e bir rüşvet veriliyor Çünkü bu adeta devletlerarası iyi ilişkilerin bir bedeli olarak istenmiştir.

    Mesela Rusya veliahdının Çanakkale'yi gezerken hoşuna giden bir kitabenin ona verildiği eya ordakilere pek hissettirilmeden Nur-u Osmaniye Camii avlusundaki eski bir lahit kapağının önce başka yere naklettirilip sonra Britanya Büyükelçisine verildiği gibi evrak buluntularımız hep var. Demek ki arkeloji tarihi pek ciddi çalışılmamış.

    Bu nedenledir ki Osman Hamdi Bey 1880'lerde bugünkü Asar-ı Atika Nizamnamesi'nin temelini teşkil eden bu konularda taviz vermeyii ve kaçakçılığı önleyen ünlü nizamnemeyi çıkarmıştır. Osman Hamdi Bey, 1881'de Sultan Abdülhamid Han tarafından Müze-i Hümayun yani Emperyal Müze Müdür tayin edildikten sonra 1891'de Topkapı Sarayı'nın hemen altında Gülhane Parkı'nın üstündeki Müzehane-i Hümayun (İmparatorluk Müzesi) dediğimiz bugünkü muhteşem bina İstanbul Arkeoloji Müzesi yapılmıştır. Bunun mimarı İstanbullu bir italyan olan ünlü mimar Alexandere Vallaury'dir ve Osman Hamdi Bey'in Sayda'da bulduğu Ağlayan kadınlar lahitleri çok seven ve anlayan bir mimardı. İstanbul'da yapılan eski İtalyan Sefareti de (şimdi Maçka Kız Sanat Enstitüsü'dür), bir Rönesans lahiti biçiminde yapılmıştır, bu yapıda d'Aramco adeta bu ekolü izlemiştir.

    Osman Hamdi Bey bizzat bugünkü Lübnan'da, Suriye'de kazılar yapan ve bu kazılardan bulduklarıyla, neşrettiği raporlarla meşhur olan bir ressamımız ve arkeologumuzdur. Osman Hamdi Bay Viyana ve Pris'te okumuş, Vali midhat Paşa'nın maiyetinde imparatorluğun Bağdat vilayetinde çalışmıştır. Nasıl Fenike dilinin incelenmesini ve yeniden öğrenilmesini ünlü Fransız filozof ve filologu Ernest Renan'a borçlıysak, o medeniyetin maddi eserlerini tanımayı da, Sayda nekropolünü yani Krallar Mezarlığı'nı kazıp tanırtan Osman Hamdi Bey'e borçluyuz.

    Osman Hamdi Bey; Aziz Bey gibi, Efes kazılarını yapan, bir ara Topkapı Sarayı Müdürü olan Tahsin (Öz) Bey gibi uzmanlar yetiştirmiştir. Ayrıca kendinden sonra da gene bildiğimiz gibi Halil Ethem Bey müzenin müdürü olmuştur. Bu çok ünlü meskûkat ilmi sahibi bizim tarihimizde önemli bir yer edinir ve dolayısıyla 19. yüzyılın son çereğinde maarif inkılabımızın yanında Türkiye'de Asar-ı Atika kazıları yapılır. Bu kazıların bir kısmı bizim bugkü sınırlarımızın dışında yapıldı ve oralardan gelen eserleri de Arkeoloji Müzesi'nde görebilirsiniz. Artık pasif olarak yağmalanan değil, arkeoloji ilmi yapan ülkeler safına girdik. Eğer hala kaçakçılık yapılıyorsa, hala bazı şeyler tahrip ediliyorsa vu anlayışsızlık ve cehaletten değil imlansızlıktandır. İmkansızlık da halen devam etmektedir.

    Kuvvetli bir yurt sevgisinin, eski eser anlayışının ve kültüre sahip çıkma bilincinin yerleşmesinde sakıncalar görüldüğü taktirde kaçakçılık vs. kaçınılmazdır. Bunu bugünkü İtalya'da da görüyorsunuz. Bu sırf cehaletle de ilgili değildir.

    Burada halkın ve devletin yeterince işbirliği halinde örgütlernememesi söz konusudur, ki örgütlendiği takdirde kaçakçılığın önlenebileceği bazı örneklerle sabittir. Unutmayalım Asar-ı Atika'dan çok anlayan ve medeniyetine çok sahip çıkan Rusya da bile on sene evvel kriz anında müzelerden birtakım eserlerin alınıp satıldığı ve yurt dışına çıkarıldığı malumdur. Demek ki bu bilincin yaşatılması da öyle çok kolay değildir.

    Burada söylemek istediğimiz şudur: Türkiye mirasına sahip çıkıştır, çıkmaktadır; ama maalesef organizasyon ve insanlarımızın bu konulardaki işbirliği yeterli değildir. Sorunu kısa zamanda halletmemiz gerekmektedir.



    İlber Ortaylı - Osmanlı'yı Yeniden Keşfetmek



    < Bu mesaj bu kişi tarafından değiştirildi *Bozkır* -- 10 Eylül 2008; 15:27:09 >







  • 
Sayfa: 1
- x
Bildirim
mesajınız kopyalandı (ctrl+v) yapıştırmak istediğiniz yere yapıştırabilirsiniz.