Şimdi Ara

ATATURK (belgeler , hayatindan onemli anilar. Arsivlik )

Daha Fazla
Bu Konudaki Kullanıcılar: Daha Az
2 Misafir - 2 Masaüstü
5 sn
29
Cevap
0
Favori
13.978
Tıklama
Daha Fazla
İstatistik
  • Konu İstatistikleri Yükleniyor
0 oy
Öne Çıkar
Sayfa: 12
Sayfaya Git
Git
sonraki
Giriş
Mesaj
  • Yeter ya biktim artik . Coluk cocuk vatan severlik yapamaya calisiyor ama Ataturk Canakkalede savastimi diyor . Bir taraftan atama hakaret ediliyor. Bende buraya atamiza ait kose olsun istedim . Hic olmazsa kararmis veya korelmis , ayrilikci beyinler biraz dergah , dernek kitaplarini okumak yerine burada benim gibi dusunen arkadaslarin gonderdigi yazilari okusunlar. Yazik , atam bugunleri gorse ne dusunurdu ? Ataturkculugu kafirlik olarak yansitmaya calisanlar var ...
    Atamin ve askerlerinin Canakkale menusu


    *Mustafa Kemal''in Hz. Muhammed(s.a.v)''i rüyasında görmesi...
    Başbuğ Atatürk" adlı eserden


    "Memleketin her tarafında çetin bir mücadele ve mukavemet başlamıştı. Ankara bir kurtuluş burcu ve Mustafa Kemal''in adı bir bayrak olmuştu. Antep, mücadele günlerinin acı bir devresiydi. Memlekette istiklâl şuurlaşmış, topyekûn bir vuzuh kazanmıştı.

    O zaman ilkokulun ihtiyari sınıfındaydım. Bir sabah okula geldiğim zaman çocukların bahçede toplanmış olduğunu gördüm. Din dersleri muallimi Hafız Halil Efendi''nin konuşacağını söylediler. Halk da okulun bahçesinde toplanmıştı. Az sonra Hafız Halil Efendi kürsüye çıktı. Titrek fakat heyecanlı bir sesle:

    ''- Din kardeşlerim, sizi Şeyh Sunusî Hazretlerinin bir tebşiri için buraya topladım'' dedi ve şu vakayı anlattı:

    ''- Şeyh Sunusî Hazretleri bir gece Peygamberimizi rüyasında görmüş ve koşup elini öpmek istemiş. Peygamber kendisine sol elini uzatmış, buna şaşıran ve mahzun olan Şeyh, Peygambere hitaben:

    - Ya Resulâllah niçin sağ elinizi vermediniz? Diye sual edince şu cevabı almış:

    "Sağ elimi Ankara''da Mustafa Kemal''e uzattım."

    Bu rüyayı anlatan Hafız Halil Efendi''nin elleri, çenesi ve dili titriyordu. Gözleri dolu doluydu; hitabesi kalabalığı etkilemişti. Birden gür ve imânlı bir sesle:

    -Ey ahali, Mustafa Kemal muzaffer olacak, Peygamber Efendimizin sağ eli onun elindedir. Buna iman edin!.. diye haykırdı ve kürsüden indi.

    Sonradan öğrendiğime göre, Merhum Hafız Halil Efendi bu rüyayı camide va''zetmiş ve onu imanlı tefsirlerle tamamlamıştır."

    "Avni Altıner, Her Yönüyle Atatürk, s. 153-155)


    ***

    İstiklal Harbi günlerinde, Sakarya Meydan Muharebe''lerinin en kritik dönemlerinde, top seslerinin Ankara''dan duyulmaya başlandığı ve Büyük Millet Meclisi''nin Kayseri''ye nakledilmesinin bile düşünüldüğü günlerde Atatürk, günlük çalışmalarının büyük bir kısmını yürüttüğü ve bugün müze olarak değerlendirilen Ankara Tren İstasyonundaki evde, bir sabah erken kalktığı bir sırada Çavuş Ali Metin''e:

    Acele olarak Fevzi Paşa''yı telefonla ara, bul ve hemen buraya gelmesini söyle. Diyor.

    Ali Metin, Fevzi Paşa''yı telefonla arayıp bulduğunda, Fevzi Paşa da Atatürk''ün yanına gelmek üzere, hemen evden çıkmakta olduğunu söylüyor. Fevzi Paşa Atatürk''ün yanına girince, Atatürk ona bir kâğıt kalem uzatıp:

    Bugün gördüğün rüyayı yaz ve bana ver, diyor.

    Kendisi de bir kâğıt kalem alıp aynı şekilde o gün gördüğü rüyayı, Fevzi Paşa''ya vermek üzere yazmaya başlıyor. Yazma işi bittikten sonra, her iki Paşa da karşılıklı olarak yazdıklarını alıp okuyorlar ve okuma işi bittikten sonra birbirlerine bakıp sevinçle gülümsüyorlar.

    Her ikisinin de yazdıklarını kendi kâğıtlarından okuyan Ali Metin, her iki kâğıtta da şu rüyanın yazılmış olduğunu görüyor:

    Hz.Peygamber (s.a.v) Efendimiz, Hacı Bayrâm-ı Velî''ye diyor ki:

    "-Mustafa''ya söyle, korkmasın, sonunda zafer onların olacak."





    Ataturk ve din
    ATATÜRK’ÜN BELIKESİR PAŞA CAMİİ’NDE OKUDUĞU HUTBE

    Allah (c.c) birdir, şanı büyüktür.(1) Allah’ın selâmeti, âtıfeti ve hayrı üzerinize olsun.

    Peygamber Efendimiz (s.a.v), Cenab-ı Hak (c.c) tarafından insanlara hakâyık-ı dîniyeyi tebliğe memur ve resul olmuştur.

    Kanun-i Esâsi, cümlemizce malumdur ki, Kur’an-ı Azimü’şan’daki husûstur. İnsanlara feyiz ruhu vermiş olan dînimiz, son dindir, ekmel dindir.

    Çünkü bizim dînimiz akla, mantığa, hakikate tamamen tevafuk ve tetabuk ediyor. Eğer akla, mantığa ve hakikate tecafuk etmemiş olsaydı, bununla diğer kavânîn-i tabiiye-i ilâhiye beyninde tezat olması icabederdi. Çünkü bilcümle kavânîn-i kevniyyeyi yapan Cenâb-ı Hak’tır.

    Arkadaşlar! Cenab-ı Peygamber (s.a.v) mesaisinde iki dâra, yani iki haneye malik bulunuyordu. Biri kendi hanesi, diğeri Allah2ın (c.c) evi idi. Millet işlerini Allah’ın (c.c) evinde yapardı.

    Efendiler, câmiler, birbirimizin yüzüne bakmaksızın yatıp kalkmak için yapılmamıştır.

    Câmiler, ibadet ve itaatle beraber din ve dünya için neler yapmak gerektiğini düşünmek, yani meşveret için yapılmıştır. Millet işlerinde her ferdin zihni başlıbaşına faaliyette bulunmak elzemdir.

    İşte biz de burada din ve dünya için, istikbal ve istiklâlimiz için, bilhassa hâkimiyetimiz için neler düşündüğümüzü meydana koyalım. Ben yalnız kendi düşüncemi söylemek istiyorum. Millî emelleri, millî iradeyi yalnız bir şahsın düşünmesinden değil, bütün millet fertlerinin arzularının, emellerinin meyvesinden ibarettir.

    Binaenaleyh benden ne öğrenmek, ne sormak istiyorsanız serbestçe sormanızı rica ederim.(2)

    Kaynak:
    (1) Kur’an-ı Kerim: İhlas- 112- “De ki: O Allah birdir.”
    (2) “Atatürk’ün 7 Şubat 1923 tarihinde Balıkesir’in paşa Câmii’ndeki okuduğu hutbe.

    “TÜRK MİLLETİ DAHA DİNDAR OLMALIDIR.”

    Meşhur Fransız gazetecisi Maurice Perno’nun “Revue de Monde” dergisinde Cumhuriyet’in ilânından önce “Din ve Hilâfet”le ilgili olarak Atatürk’le yaptığı röportaj aşağıda verilmiştir.

    “Mustafa Kemal Paşa, bütün eşyası bir kanepe iki koltuktan ibaret olan küçük bir odada elini masaya dayamış, ayakta duruyordu. Bana elini uzattı, oturmam için yer gösterdi. Ve bir sigara ikram etti. Nazikâne bir hareketle beni dinlemeye hazır olduğunu işaret etti.”

    (…)

    - Maurice Perno: Şu hâlde yeni Türkiye’nin siyasetinde dine aykırı hiçbir temayül ve mahiyet olmayacak mı demek?
    - Atatürk: “Siyasetimiz dine aykırı olmak şöyle dursun, dîni bakımından eksik bile hissediyoruz.”
    - Maurice Perno: Zat-ı asilâneleri düşündüklerini bendenize daha iyi izah buyururlar mı?
    - Atatürk: “Türk milleti daha dindar olmalıdır, yani bütün sadeliği ile dindar olmalıdır, demek istiyorum. Dînim… bizzat hakikate nasıl inanıyorsam, buna da öyle inanıyorum. Şuura muhalif, terakkiye engel hiçbir şey ihtiva etmiyor. Halbuki Türkiye’ye istiklâlini veren bu Asya milleti içinde daha karışık, sûni, batıl inanışlardan ibaret bir din daha vardır. Fakat bu câhiller, bu âcizler sırası gelince aydınlanacaklardır.

    Eğer ışığa yaklaşmazlarsa kendilerini mahv ve mahkûm etmişler demektir. Onları kurtaracağız.”

    Kaynak: 1- Mustafa BAYDAR, Atatürkle Konuşmalar, s. 83-87
    2- Sadi BORAK, Atatürk ve Din, s. 91-92

    “TEMELİ ÇOK SAĞLAM BİR DİNİMİZ VAR.”

    “1930 yılının Temmuz ayında, Ankara Halkevinde toplanan Birinci Türk Tarih Kongresi’nin son günlerinde, Darülfünun profesörleri, liselerin, orta mekteplerin hocaları bu kongreye davet edilmişlerdi.

    Toplantı bir hafta sürmüştü. Kongreye katılan davetliler yani tezler, fikirler ve müşahedelere dayanarak ortaya çıkmışlar, birçok kitap ve kaynak meydana koymuşlardı. Bu kongrede Avram Galanti, Sami Rıfat, Raşit Galip, Zeki Velidi ve Sadri Maksudi arasında hayli tartışmalar olmuş, birçok hakikatler meydana çıkmıştı. Atatürk’ün etrafını sarmış olan hocalar gelişi güzel sorularla Atatürk’ü adete bir baskı atlına almış bulunuyorlardı.

    Muallimlerden biri Atatürk’e:

    - Paşam! Birçok Avrupalı muharrirler yazdıkları eserlerinde sizi diktatör diye vasıflandırıyorlar. Buna ne buyurursunuz?...” diye bir soru sormuştu.

    Atatürk bu suale gayet soğukkanlılıkla ve gülerek şu cevabı verdi.

    - Ben diktatör değilim ve heveslisi de olmadım. Benim diktatör olmadığıma şuradan hüküm veriniz, eğer ben diktatör olsaydım siz bana bu suali soramazdınız!” diye zarif ve çok makul bir cevap vermişlerdi.

    Başka bir muallim de şöyle bir soru sormuştu:

    - Paşam! Din lüzumlu bir şey midir? Hilâfetin kaldırılması iyi mi olmuştur?

    Atatürk bu soruya gayet sakin bir tavırla hemen şu cevabı vermişti:

    - “Evet, din lüzumlu bir müessesedir. Dinsiz milletin dev***** imkan yoktur. Yalnız şurası vardır ki, din Allah ile kul arasındaki kutsal bir bağlılıktır. Softaların din simsarlığına müsaade edilmemelidir… Dinden maddî menfaat temin edenler menfur kimselerdir. İşte biz, bu vaziyete müsaade etmiyoruz. Bu gibi din ticareti yapan kimseler, saf ve masum halkımızı aldatmışlardır. Bizim ve sizlerin asıl mücadele edeceğimiz ve ettiğimiz bu kimselerdir.”


    Hilâfete gelince:

    İşin garibi bazı arkadaşlardan bilhassa hariçten bana hilâfet teklifi vaki olmuştur. “Siz hilafet olunuz.” Demişlerdi. Ben bu teklife daima gülerek cevap verdim. Hilâfet lüzumsuz ve hatta zararlı bir müessese hâline gelmişti. Bundan beklenilen gaye tahakkuk etmemiştir. Birinci Cihan Harbi’nde gördük: Müslümanlar halife ordusuna karşı harp ettiler!.. Suriye’de arkadan vuranlar olmuştur!.. Bunlar halifeye bağlı Türk askerlerini şehit etmişlerdir. Hilâfet faydalı halini muhafaza etmiş olsaydı, Müslüman âleminin buna uygun hareket etmeleri icap ederdi.

    Dinle, hilâfeti birbirinden ayırt etmek lazımdır. Birincisi ne kadar faydalı ise, ikincisi o kadar lüzumsuz bir hâl almıştır.Hilâfeti lâğvettiğimiz günden bugün e kadar kimsenin buna sahip çıkmaması, Müslüman dünyasının halifesiz de yürüyeceğine ve yürümekte olduğuna en güzel misal değil midir?(1)

    Atatürk yine dînimizde ilgili şu mükemmel açıklamayı söylüyor:

    “Bizde ruhbanlık yoktur. Hepimiz eşitiz ve dînimizin buyruklarını eşit olarak öğrenmeye mecburuz.”

    “Her fert, dinini, diyanetini, imanını öğrenmek için bir yere muhtaçtır. Orası da okuldur…”

    Nasıl ki, her hususta yüksek meslek ve ihtisas sahiplerini yetiştirmek lâzım ise, dînimizin gerçek felsefesini tektik, bilimsel ve fenî telkin kudretine sahip olacak güzîde ve gerçek büyük alimler dahi yetiştirecek yüksek kurumlara malik olmalıyız.


    Kaynak: (1) Kılıç Ali. Atatürk’ün Hususîyetleri, s. 136-137



    ATATURK Canakkalede savastimi diyenlere

    Müttefikleri Rusya'yla birleşerek savaşın seyrini lehlerine çevirmek isteyen İngiliz ve Fransız ve savaş gemilerinin Çanakkale Boğazı'ndan geçişlerine 18 Mart 1915'te başarıyla karşı konuldu. İtilaf devletleri donanması ağır kayıplar verince, Gelibolu Yarımadası'na asker çıkarıp kara savaşlarını başlattılar. 25 Nisan 1915'te Arıburnu'na çıkan düşman kuvvetlerini 19. Tümen'e bağlı birliğiyle komuta eden Mustafa Kemal, düşmanı Conkbayırı'nda durdurdu. 28 Nisan 1915'te, 1. Kirte, 6-8 Mayıs 1915'te II. Kirte muharebesi yapılarak düşman çıkarmalarına karşı Yarımada savunuldu. Cephedeki başarıları üzerine 1 Haziran 1915'te Mustafa Kemal albaylığa yükseltildi.

    Haziran ayında da çıkarma harekatına karşı başarılı savunma muharebeleri verildi. 21 Haziran 1915 Kerevizdere muharebesi, 28 Haziran 1915'de Zığındere muharebeleri yapıldı. İngiliz birlikleri 6-7 Ağustos 1915'te tekrar taarruz etti. 8-9 Ağustos günü Anafartalar Grup Komutanlığı'na getirilen Mustafa Kemal komutasında Türk ordusu, 9-10 Ağustos 1915'te 1. Anafartalar Zaferi'ni kazandı. Bu zaferi, 17 Ağustos'ta Kireçtepe, 21 Ağustos'ta 2. Anafartalar zaferleri takip etti.

    Çanakkale savaşlarında çoğu öğrenim çağında 253 bin Türk subay, er ve erbaşı şehit oldu. Çanakkale'nin geçilemeyeceğini anlayan İngiliz ve Fransızlar arkalarında Türkler kadar kayıp bırakarak 19-20 Aralık 1915'te Anafartalar ve Arıburnu'ndan 8-9 Ocak 1916'da Seddülbahir'den çekildiler.

    ÇANAKKALE CEPHESİ

    Atam ile ilgili bazi bilgiler
    1914 yılı Ocak ayında Sofya'dan Madam Corrin'e yazdığı bir mektupta Mustafa Kemal hırslarını tümüyle şöyle tanımlıyor:
    "Benim ihtiraslarım var, hem de pek büyükleri, fakat bu ihtiraslar, yüksek mevkiler işgal etmek veya büyük paralar elde etmek gibi maddi emellerin tatminine taalluk etmiyor. Ben bu ihtiraslarımın gerçekleşmesini vatanıma büyük faydaları dokunacak, bana da liyakatle ifa edilmiş bir vazifenin canlı iç rahatlığını verecek büyük bir fikrin başarısında arıyorum. Bütün hayatımın prensibi bu olmuştur. Ona çok genç yaşımda sahip oldum ve son nefesime kadar da onu muhafaza edeceğim "

    Atatürk, her devrimim bilinçli ve plânlı yapmıştır. Operayı da, Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası'nı da, Güzel Sanatlar Mektebi'ni de O kurdurtmuştur. Tiyatro sanatçılarının hazır bulunduğu bir toplantıda : " Efendiler ! Siz hayatınızda Paşa, Mebus olabilirsiniz ! Vekil olabilirsiniz ! Hattâ Reisicumhur olabilirsiniz ! Ama hiçbir zaman sanatçı olamazsınız ! Sanat toplumun hayat damarlarından biridir!" demişti.

    Rauf Orbay 1950'lerde Refet Bele, Ali Fuat Cebesoy ve Kâzım Karabekir'in olduğu bir yerde, "Biz olmasa idik, O bunları nasıl olsa yapardı, ama O olmasaydı biz bu işleri asla başaramazdık!" demiştir.

    Atatürk'ün hizmetini basit, fakat temiz ruhlu fedakâr bir Türk genci yapıyordu. Bu delikanlının babası gizli gizli ve sık sık geliyor, oğluna; "Etme, eyleme, evine dön, bugün yarın şehir basılacak! Mustafa Kemal ve arkadaşları yakalanacak ! Onlar her şeyi göze almışlar, sen aileni düşün!" diyordu. Atatürk, bu geliş gidişin farkına vardı. Bir gün delikanlıyı yanına çağırdı ve sordu:
    - "Sık sık sana gelen kimdir?"
    - "Babam !..."
    - "Ne istiyor?"
    Delikanlı her şeyi anlattı. O zaman Atatürk, ona doğru biraz daha ilerledi, elini omuzuna koydu ve dedi ki; "Hizmetinden memnunum, fakat baba hakkı büyüktür. Mademki, razı olmuyor, git! Git, fakat babana söyle ki, vatan elden giderse evladın ne hükmü kalır?" Çaycı delikanlı hizmete devam etti.

    Mustafa Kemal'in çok onurlu olduğunu söyleyelim. Mahallesinde sokak oyunlarını seyreder, fakat katılmazdı. O zamanki arkadaşlarından birinin anlattığına göre bir gün komşu çocukları birdirbir oynuyorlarmış. Kendisini de çağırmışlar: "Gel, sen de oyuna" demişler. Mustafa " Peki!" demiş ve olduğu yerde ayakta durmuş. Arkadaşları "Ama eğil ki, atlayalım!" demişler. Mustafa başını sallayarak: "Ben eğilmem! Üstümden böyle atlayabilirseniz, atlayın!" diye cevap vermiş.

    Kendinden ne kadar emin olduğunun ifadesini Atatürk'ün ağzından bir kere daha dinleyelim: "Bir zamanlar gelir, beni unutmak veya unutturmak isteyen gayretler belirebilir. Fikirlerimi inkâr edenler ve bana taan edenler çıkabilir. Hattâ bunlar benim yakın bildiğim ve inandıklarım arasından bile olabilir. Fakat, ektiğimiz tohumlar o kadar özlü ve kuvvetlidir ki, bu fikirler, Hind'den, Mısır'dan döner, dolaşır gene gelir, feyizli neticeleri kalpleri doldurur!" 1937, Atatürk


    "Rauf Orbay 1950'lerde Refet Bele, Ali Fuat Cebesoy ve Kâzım Karabekir'in olduğu bir yerde, "Biz olmasa idik, O bunları nasıl olsa yapardı, ama O olmasaydı biz bu işleri asla başaramazdık!" demiştir. "

    NE MUTLU TURKUM DIYENE

    Mustafa Kemal 5. Ordu'da Arap ırkından olan askerlere özel muamele yapıldığını ve Türk çocuklarından üstün tutulduklarını gördükçe üzülüyordu.

    - Osmanlılığın telkin ettiği bu aşağılık duygusundan ne zaman kurtulacağız? diyordu.

    Yafa'da Mustafa Kemal'in bölüğünde alaydan yetişmiş, Makedonya Türklerinden yaşlı bir yüzbaşı vardı. Bu yüzbaşı Türk çavuşlara kötü davranıyor, yeni Arap erlere karşı ise gereğinden fazla tolerans gösteriyordu. Onların azarlanmasına, hırpalanmasına gönlü razı olmuyordu.

    Mustafa Kemal başından geçen bir olayı şöyle anlattı:

    - Bir gün Makedonyalı yüzbaşı, kıt'a çavuşlarından birini bölük komutanı odasına çağırdı. Müfit'le ben de orada idik. Çavuş sağlam yapılı ve yakışıklı bir Türk genci idi. Yüzbaşı, gencin onurunu kıracak şekilde azarlamaya başladı. Delikanlıdan çok mensup olduğu ırka hücum ediyordu:

    - Sen, diyordu, nasıl olur da yüce Arap ırkına mensup peygamber efendimizin mübarek soyundan gelen bu çocuklara sert davranır, ağır sözler söylersin? Kendini iyi bil, sen onların ayağına su bile dökemezsin...

    Gibi gittikçe manasızlaşan sözlerle hakaret ediyordu. Sesi yükseldikçe yükseliyordu. Çavuşun yüzündeki ifadeye baktım. Önce bir babaya duyulan saygının samimiyeti okunan çizgiler sertleşmeye, içten gelen bir isyanın ateşleri gözlerinden okunmaya başladı, fakat gerçek itaatin sembolü olan Türk askeri gibi iç duygularını gemlemeye çalıştı. Göz pınarlarından tanelenen yaşlar yanaklarından döküldü.

    Dayanamadım.

    - Yüzbaşı efendi susunuz! diye bağırdım.

    Birden şaşırdı, sözlerinin bizden onay görmesini beklediği anlaşılıyordu.

    - Yoksa fena bir şey mi söyledim? dedi. Ben de:

    - Evet, çok fena hakaret ettiniz, buna hakkınız yok. Bu erlerin bağlı bulunduğu Arap kavmi size göre yüce olabilir, fakat biz Türklerin en büyük ve en asil millet olduğu, asla inkar edilemez bir gerçektir.

    Yüzbaşı başını önüne eğdi, utanmıştı.

    Yıllar sonra, bir gün Ankara'da anlattığı bu gerçek olay karşısında görüşü şu idi:

    "Bu ve buna benzer olaylar, Türk aydınlarının kendi kendisini bilmemesinden ve başka milletlerde şu veya bu sebeple üstünlük olduğunu sanarak, kendini onlardan aşağı görmesinden doğmaktadır. Bu yanlış görüşe son vermek için Türklüğümüzü bütün asaleti ve tarihi ile tanımak ve tanıtmak şarttır."

    Mustafa Kemal'in, Türk Tarih Kurumu'nu kurmasının en büyük nedeni bu asil düşüncede aranmalıdır. Atatürk, Türk Milleti'nin asaletine, büyüklüğüne bütün Türklerin inanmasını ve bunu iftiharla savunmasını hayatı boyunca amaç edinmiştir, milletine:

    "Ne mutlu Türk'üm diyene"

    hitabıyla seslendiği zaman, buna tüm varlığı ve içtenliği ile inanmıştı.


    Kızkardeşi Atatürk'ü anlatıyor

    Atatürk'ün kızkardeşi Makbule Atadan'ın, gazeteci Şemsi Belli'ye anlattığı anıları Selis Kitaplar tarafından yeniden yayınlandı. Makbule Hanım kitapta, Atatürk'ün çocukluğuna ve sonraki günlerine ait pek çok anekdotu samimiyetle aktarıyor.


    Atatürk'ün kızkardeşi Makbule Atadan'ın "Ağabeyim Mustafa Kemal" isimli anıları Selis Kitaplar'dan çıktı. Merhum Makbule Atadan'ın vefatından önce gazeteci Şemsi Belli'ye anlattığı anıları ilk kez 1959'da yayınlanmıştı. 1885'te Selanik'te doğan ve 1930'da Ağabeyinin emriyle Fethi Okyar tarafından kurulan Serbest Cumhuriyet Fırkası'na giren Makbule Hanım, kısa süren siyaset hayatının ardından köşesine çekilmiş ve 1935'te Mecdi Boysan ile evlenmişti. 1956'da vefat eden Makbule Atadan, kitapta ağabeyinin farklı yönlerini anlatıyor.

    Sekiz yıl sonra eve dönüş sevinci

    Makbule Hanım ve annesi Zübeyde Hanım, Birinci Dünya Savaşı'ndan hemen sonra Selanik'ten İstanbul'a gelerek Beşiktaş Akaretler'de bir eve yerleşirler. Bu dönemde çeşitli cephelerde savaşan Atatürk, Makbule Hanım'ın anlattığına göre tam sekiz yıl evinden uzak kalmış. Makbule Hanım, Ağabeyinin dönüşünü şöyle anlatıyor: "İstanbula geleceğini haber aldığımız zaman sevincimize payan yoktu. On gün on gece hazırlık yaptık. Her tarafı sildik, süpürdük.. Sevdiği yemekleri yaptık. Sekiz senelik bir ayrılıktan ve zaferden sonra Ağabeyimin dönüşü bizi sevinçten deliye çevirmişti adeta. Ah! O gün.. O güzel ve mesut günü şu anda bile hatırladıkça içimde çok derin bir sızı hissediyorum."

    Silahla oynarken tabanca patladı

    Makbule Hanım Ağabeyi Atatürk'ün bir insan olarak çeşitli yönlerini de içtenlikle anlatır. Ağabeyinin çocukluk yıllarına dair pek çok anekdotu dile getirir. Makbule Hanım ağabeyinin çocukluk yıllarında her çeşit oyuncağa, özellikle de silaha düşkün olduğunu belirterek, daha o yıllarda askerliğe sempati duyduğunu dile getirir. Ne varki Atatürk'ün silahla oynaması az kalsın bir felakete yolaçacaktır. Atatürk, elindeki eski bir silahı temizlemesine yardım etmesi için kızkardeşini yanına çağırır. İşte o anı Makbule Hanım şöyle anlatır: "Karşısına geçtm. O elindeki lüveri temzilemeye başladı. Ne yaptı nasıl etti, bilmiyorum. Birden korkınç bir ses duydum. Annem korku ve heyecan içinde: 'Eyvah ! Kardeşini öldürdün Mustafa' dedi. Ben ise 'Ağabeyim öldü' diye ağlıyordum. Tabancanın dumanı kalkınca baktık ki ikimiz de sağız".

    Fareden çok korkardı

    Ağabeyi Mustafa Kemal'in köy türkülerini dilinden düşürmediğini, sanata ve sanatçılara karşı büyük saygı duyduğunu ifade eden Makbule Hanım'ın anlattığına göre çocuk Mustafa Kemal en çok fareden korkarmış. Anne Makbule hanım ise küçük Mustafa Kemal'i "Sen asker olacaksın! Asker korkar mı hiç?" diyerek teskin edermiş.

    'Biri beni, diğeri mevkimi sevdi'

    Makbule Hanım, Atatürk'le fırtınalı geçen bir evlilik yaşayan Uşşakızade Latife Hanım'la ilgili çok az şeyler nakleder. Atatürk'e aşık olan ve daha sonra intihar eden akrabası Fikriye de yer almaz bu anılarda. Atatürk'ün ikisi hakkında kendisine sadece şunu söylediğini nakleder: "Biri beni mevkim ve param için sevmiştir. Diğeri yalnız ben olduğum için. Yani biri mevkimi ve paramı, diğeri de hakikaten beni sevmiştir."

    Enver Paşa'ya kızdı içkiye başladı

    Ağabeyinin evde en çok irmik helvası ve yoğurdu sevdiğini söyleyen Makbule Hanım, kuru fasulyeye ise askeri mektepte alıştığını ifade eder. Atatürk'ün leblebi düşkünlüğü ise içkiye başladıktan sonradır. Makbule Hanım'ın aktardığına göre Atatürk'ün içkiye başlamasının nedeni Harbiye Nazırı Enver Paşa ile didişmesidir. Gerçekten de Atatürk, Enver Paşa ile savaş dönemi politikaları yüzünden çok kere karşı karşıya geldi. Alman subayların cephelerde komutanlık ve idarecilik yapmalarına şiddetle karşı çıktı.



    < Bu mesaj bu kişi tarafından değiştirildi dh_ebac -- 24 Mart 2006; 23:12:04 >







  • Icimizden biri ATATURK
    by heretic
    Bugünlerde birtakım insanlar bize Atatürk'ü unutturmaya çalışıyorlar... Fakat biz Türk gençliği olarak O'nu asla unutmayacağız, unutturmayacağız...

    Geçenlerde bu yazı geçti elime. Araştırmacı yazar Prof.İlknur GÜNTÜRKÜN KALIPÇI'nın konferansının yazıya geçirilmiş hali. Benim çok hoşuma gitti; zaman zaman tebessüm ettirdi, zaman zaman da gözlerimi yaşarttı.

    Bu yazıyı okurken inanın tüyleriniz diken diken olacak, ağızınız açık kalacak... en azından benim öyle oldu. Çünkü bu yazıdaki Atatürk ilkokuldan beri bize öğretilen asker, siyasi lider Atatürk değil sadece... daha çok insan olan Atatürk... insan ama, göreceksiniz, nasıl insan...

    umarım forum yönetimi hassasiyet gösterip en azından birkaç günlüğüne bu konuyu üst konu yapar

    YAZIYI İNDİRMEK İSTEYENLERhttp://r a p i d s h a r e.de/files/16016755/MustafaKemal_3_.doc.html (boşlukları silin) LİNKİNDEN WORD DOSYASI OLARAK İNDİREBİLİR (RESİMLİ). İNDİRENLERİN TANIDIKLARINA E-POSTA OLARAK GÖNDERMELERİNİ RİCA EDİYORUM

    İçimizden Biri ATATÜRK

    Araştırmacı Yazar Prof.İlknur GÜNTÜRKÜN KALIPÇI


    Hepimizin bildiği gibi Mustafa Kemal ATATÜRK dünya döneminin liderleri içerisinden 21 nci yüzyıla geçebilen tek liderdir. Üstelik diğer liderler kendi halkları tarafından yok edilmemin acısını yaşamışken, o hala halkının ve dünyanın nabzında en büyük canlılığıyla, sevgisiyle, saygısıyla hala yaşayabilen dünyadaki tek lider.
    Önemli olanda sanırım, yaşarken ölmek değil, öldükten sonra da bu kadar uzun süre canlı kalabilmeyi başarmak değil midir?
    ATATÜRK’ü biz hep tarihe mal olmuş yönleriyle tanıdık: Asker ATATÜRK ya da devlet adamı ATATÜRK olarak.
    Bu verdiğim örnek dünyada tek olan örnektir. Zaten herhalde bir başkasına da rastlamamız mümkün değil. En büyük düşmanı; hani şu ordularını denize döktüğü düşmanı, Yunan başkomutanı Trikopis. Hiçbir zorlama olmadan, hiçbir baskı olmadan her Cumhuriyet bayramı Atina’daki Türk büyükelçiliğine gidiyor Trikopis, ATATÜRK’ün resminin önüne geçiyor ve saygı duruşunda bulunuyor. Böyle bir saygıyı en büyük düşmanında uyandırabilen bir Mustafa Kemal.
    Yıl 1938, General McArthur’un en zor, en problemli, en buhranlı dönemi. Birden çok sıkılır ve yanında duran yüzyirmiden fazla kişiye döner ve aynen şöyle der:
    “Şu anda hiçbirinizi değil, büyük istidadı ile Mustafa Kemal’i görmek için neler vermezdim” dedirten o büyük özlemi ve onu oluşturabilen Mustafa Kemal’i.
    Yada, yıl 1938. Bir İran’lı şair bir Tahran gazetesine ölümü üzerine bir şiir yazar. İşte o şiirin iki mısrasını sizlerle paylaşmak istiyorum. Diyorki;
    “Allah bir ülkeye yardım etmek isterse onun elinden tutmak isterse başına Mustafa Kemal gibi lider getirir.” dizelerindeki bu kıskançlığı oluşturabilen Mustafa Kemal.
    Yıl 1976, UNESCO üyelerine bir öneriyle gelir. Öneri paketindeki bir cümleyi sizlere okumak istiyorum. Diyorki ”Bu gün UNESCO’nun üzerinde çalıştığı bütün projelerin isim babası Mustafa Kemal’dir.” Öneri nedir ? Öneri ise onun doğumunun yüzüncü yılında, 152 üyesi vardı UNESCO’nun 152 ülkenin devletleri aynı anda kutlasın önerisidir. Birden İsveç delegesi ayağa kalkar ve şöyle söyler:
    “Ne yani dünyada bu kadar devlet adamı var hepsinin doğum gününü böyle kutlayacak mıyız?” şeklindeki kinayeli sözlerine, Rus delegesi ayağa fırlar yumruğunu masaya vurur ve 152 ülkenin delegelerine aynen şöyle söyler;
    ”Genç delege arkadaşım hatırlatmak isterimki ATATÜRK öyle dünyadaki herhangi bir lider değildir, bırakın onu bir yıl anmayı her ülke her problemimizde çare olarak aramalıyız” sözlerini döktürtebilen bir Mustafa Kemal. Sonra nemi olur? UNESCO tarihinde ilk ve tekdir hiç negatif oy yok, hiç çekimser oy yok 152 ülke şu metne imza atar; hani İsveç delegesi demişti ya “ne yani” diye. O İsveç delegesi bu imzanın atıldığı gün mikrofona gelir ve aynen şunları söyler;
    ”Ben ATATÜRK’ü inceledim bütün ülkelerden özür diliyor ilk imzayı ben atıyorum” diyecektir.
    İşte o muhteşem belge diyorki;
    “ ATATÜRK KİMDİR; ATATÜRK ULULARARASI ANLAYIŞ, İŞBİRLİĞİ, BARIŞ YOLUNDA ÇABA GÖSTERMİŞ ÜSTÜN KİŞİ, OLAĞANÜSTÜ DEVRİMLER GERÇEKLEŞTİRMİŞ BİR İNKİLAPÇI, SÖMÜRGECİLİK VE YAYILMACILIĞA KARŞI SAVAŞAN İLK ÖNDER, İNSAN HAKLARINA SAYGILI, DÜNYA BARIŞININ ÖNCÜSÜ, BÜTÜN YAŞAMI BOYUNCA İNSANLAR ARASINDA RENK, DİL, DİN, IRK AYIRIMI GÖSTERMEYEN, EŞİ OLMAYAN DEVLET ADAMI, TÜRKİYE CUMHURİYETİNİN KURUCUSU”
    Var mı böyle bir metin! Bir filozof derki “bir ülke için kıstas aradığınız zaman o ülkenin en büyük liderini gözden geçirin” şu anda kıstas arayan ülkelere sanıyorum bundan daha iyi bir metin gösteremeyiz. İşte bu metin 152 ülke tarafından imzalanmıştır. Eşi olmayan devlet adamı metni. Peki daha sonra ne olmuştur; 151 ülkede hemen hemen bir yıl boyunca her yerde bu metni görebiliriz, soruyorsunuz bana o bir ülke kim? İşte o ülkenin adını vermeye benim dilim maalesef varmıyor.
    Hadi gelin Haiti’ye gidelim. Yıl 1996, Haiti Cumhurbaşkanı ölür. Bir vasiyet bırakmıştır. Haiti’ye baktım haritada bir kutup kadar uzak ülke. Haiti Cumhurbaşkanı 1996 da öldüğünde vasiyeti açılır. Vasiyetinde mezar taşına yazılması için bir metin bırakmıştır. Haiti Cumhurbaşkanının bugün mezar taşında yazan hitabeyi sizlere okumak istiyorum. Diyorki “Bütün ömrüm boyunca Türkiye’nin lideri Mustafa Kemal ATATÜRK’ü anlamış ve uygulamış olmaktan dolayı mutlu öldüm”
    Peki yıllar bir şey değiştirir mi? Hayır. 2000 yılında bizim medyanın kaçırdığı bir bilgi var, ABD Başkanı milenyum mesajını veriyor. Mesajın bir yerinde aynen şunları söyler; “Bugün milenyumun hiç şüphe yoktur ki tek devlet adamı Mustafa Kemal ATATÜRK’tür. Çünkü o yılın değil asrın lideri olabilmeyi başarmış tek liderdir.” 2000 de ABD Başkanına işte bu gerçeği de ifade ettirebilen bir Mustafa Kemal var. Asker Mustafa Kemal’in, Devlet adamı Mustafa Kemal’in çok dışında bir Mustafa Kemal.
    2003 de bir şey değişti mi?, 2004? Hayır. 2004 de bir konferans veriyorum birden bir hanımefendi ayağa fırladı. Dediki “Ben Norveçliyim ve şu anda Norveç’te çok sık kullandığımız bir deyim var, bu deyimin anlamını anladım” dedi. Hanımefendi “nedir o deyim” dedim. “Norveççe’de “ATATÜRK gibi düşünmek” deyimi var. Çok sık kullanırız bu deyimi” ”nerelerde kullanırsınız” dediğimde “Hani bir problem veririz çöz diye o da tembellik eder çözmez. Deriz ki ona bu problemin mutlaka çözümü var. Birde ATATÜRK gibi düşün”. O gün otelime geldim televizyonu açtım o kadar çok kişiye bir de ATATÜRK gibi düşün dediğimi hatırlıyorumki galiba Norveççe’den çok bizim dilimizin bu deyime fazlasıyla ihtiyacı var diye düşünmeden de edemedim.
    Bir İngiliz gazeteci ATATÜRK’le bir röportaj yapar. Röportajını Amerikan Büyük Kütüphanesinden bulup getirttim ve bir yerinde Mustafa Kemal’e şöyle sorar gazeteci; ”Birleşmiş Milletlere üye olmayı düşünüyor musunuz?” Mustafa Kemal’in cevabı aynen şöyle :
    “Şartlarımızı koyarız. Kabullerine bağlı. Biz müracaat etmeyiz üye olmak için. Eğer davet gelirse düşünürüz”. Evet, Birleşmiş Milletler sadece Türkiye’yi davet edebilmek için yasasını değiştirir ve ilk davet edilen ülke olur Mustafa Kemal’in ülkesi, Türkiyesi Birleşmiş Milletlere. Sanıyorum ondan feyz alacağımız çok şey var aslında Mustafa Kemal’den. Ama bu arada 2005’de daha yeni iki üç gün önce yabancı gazeteyi okuyorum. Sürmanşet büyük puntolarla şu başlığı atmış “Bu gün Ortadoğu’ya düzinelerle ATATÜRK lazım”. dedim yazara ATATÜRK ‘ü hiç tanımıyor herhalde. Düzineye hiç gerek yok tek bir tanesi de yeterdi aslında.
    Örnek vermeye devam edersem inanın konferans böyle biter. Filipinlerden Çin’e kadar o kadar çok örnek varki. Ama gördük 1925’de 1938’de 1996’da 2000’de 2005’de her ülkeden, her cinsten, her statüden insanın özlemle, sevgiyle, saygıyla aradığı ama bizim olan bir Mustafa Kemal’den bahsediyoruz. Bu gün Türkiye’nin en büyük sorunu nedir? dersem cevap olarak kulağıma gelenler şunlar; ekonomi diyorsunuz işsizlik diyorsunuz. Ama bence Türkiye’nin çok önemli bir problemi var o problemi çözersek Türkiye ekonomiyi de çözer Türkiye işsizliği de çözer. Evet Türkiye’de lider yetiştirme sorunu var.
    Lider deyince de nedense hep siyasi lider anlıyoruz ben ondan bahsetmiyorum, benim lider dediğim çok kapsamlı bir kavram. Yoksa içersindeki tek bir terimdir siyasi lider veya sosyal lider. Ama lider dediğim zaman ben asrın lideri dünya liderinden bahsediyorum. İşte böyle liderlere ihtiyacımız var. Ben şimdi soracağım size şu anda karşımda pek çok genç arkadaşım oturuyor. Bunlardan bir tanesinin bir kaç dönem sonrasının Cumhurbaşkanı, Genelkurmay Başkanı yada Başbakanı, Maliye Bakanı yada evinin anne babası olmadığını bana iddia edebilir misiniz? Belki sizsiniz, ama bilinizki işte bugün sizlerle paylaşacağım konu asrın lideri, dünya lideri yada lider olmanın küçük sırlarını ATATÜRK’le sizinle paylaşacağım.
    İlk sırrımız; ATATÜRK tamam arkadaşım ben topraklarınızı kurtardım askeri bir dehayım deyip yerine çekilmemiş hemen asker elbisesini çıkartıp sivil elbisesini giymiş ve inanırmısınız sınırlarını hangi sınırın lideri ise o sınırların içerisinde ne var ise ama ne var ise taşından toprağına hepsinin ama hepsinin sorumluluğunu omuzlarında hissetmiştir de onun için Mustafa Kemal bugün dünya lideridir. Nasıl mı ?
    ATATÜRK’ü ağlarken tarih çok ender tespit etmiştir. 25 yıllık araştırmacıyım, 7 tespitim oldu. İlki Çanakkale’de topçu atışımız başladığı sırada döktüğü gözyaşıdır, bir diğeri ise hepimizin bildiği bir hikaye ama ben yine de anlatacağım. O günün Ankarası kurak, çorak bir köy. Çankaya’dan meclise gelirken yol üzerinde sadece ama sadece bir tek iğde ağacı varmış. ATATÜRK o iğde ağacının önünden geçişlerinde arabasını durdururmuş, inermiş ve o iğde ağacına selam verirmiş. “Aman demişler paşam ne yapıyorsunuz böyle?”, “Eee o demiş yediğim meyvenin, sığındığım gölgenin, soluduğum havanın bir neferi. En az diğer neferler kadar bunun da selama hakkı var”. Yani “niye şaşırıyorsunuz?” der gibiymiş. Ve bir gün yanında bulunan arkadaşına “İşte bu benim...” derken bide bakıyor ağaç yok ortada hemen iniyor “Ne yaptınız bu ağaca” diyor. “Paşam” diyorlar “yolu genişletmek için mecburduk kestik o ağacı”. “Yahu diyor bitek bana soraydınız bu ağacı kurtaracak bir yolu mutlaka bulurdum” diyor. Daha fazla dayanamıyor, arabasına biniyor, şoförünün ve arkadaşının gözü önünde hüngür hüngür ağlamaya başlıyor. Bir tek iğde ağacı için mi dersiniz? Hayır. Çok zor şartlarda kurtardığı bu topraklarda yetişen bir canlıdır ve lideri olduğu için de bu toprakların da o iğde ağacının da sorumluluğu Mustafa Kemal’in omuzlarındadırda onun için.
    Galiba şimdi anlatacağım inanılmaz projeyi de o gün düşünmeye başladı. Hani “Bir daha böyle bir şeyle karşılaşabilirsem nasıl müdahale edebilirim” diye. Çok değil doğa katliamı, en kolay yaptığımız katliam.
    Yıl 1930 ATATÜRK Yalova köşküne doğru çıkmakta. Bir de bakar bir bahçıvan koca bir çınar ağacını kesmek üzeredir. “Yahu” der “sen hayatında hiç böyle bir ağaç yetişdirdinmiki? Kesmeye muktedir görüyorsun kendini ve niye ?” der. Bahçıvan derki; “Paşam çınar ağacının kökleri köşkün temelini kaldırdı, yaprakları da köşkün pencerelerine müdahale ediyor. Ya köşkü kaybedeceğiz ya ağacı keseceğiz. Onun için de kusura bakmayın ama biz ağacı kesiyoruz”. Bir an düşünür; “Hayır gerekirse köşkü ağaçtan uzaklaştırırız” der. Derlerki bu gün Mustafa Kemal bir hoş. Ne demek köşkü tutupta ağaçtan uzaklaştırmak? Ama inanırmısınız mühendis değil, mimar değil, ziraatçı değil ama ne yapar biliyormusunuz? İstanbul’daki köprü altındaki tramvay raylarını Yalova’ya taşıtır. Köşkü hiç yıkmadan olduğu gibi tutarak kendisi de kazma kürek temelini kazar ve köşkün altına tramvay raylarını döşeyerek köşkü ağaçtan 4 metre 80 santim kenara çekerek hala Cumhuriyetimiz gibi ayakta durmakta olan çınar ağacının kurtuluşunu temin eder.
    Yıl 1930. Dünya çevre lafını ne zaman etmeye başladı? 1980 den sonra. 1980 den önce, 1930 yılında dünyaya somut bir çevre dersi vermektedir Mustafa Kemal aslında. Ama, biraz acı parantezlerim olacak bu konferansımda. İlk acı parantezimi ATATÜRK kimdir belgesiyle açmıştım, ikinci acı parantezim burada olacak. Hadi gelin 5 Mart 1996 ya gidelim yani günümüze yakın bir gün. “ATATÜRK ve Türk kadını” konulu tiyatrolu konferansımı 25 gençle sunuyorum. 25 gençle birlikte prova yaptık, yorulduk, oturduk, televizyonu açtık. ikinci haber olarak 6 dakika müddetle ve 5 kere görüntü zumlanmak üzere önemli bir haber verildi televizyonda. Haberi aynen aktarıyorum, diyordi ki “Amerika da eski bir ünlü bir müzikhal hiç yıkılmadan dünyada ilk kez uygulanan bir yöntemle raylar üzerinde iki metre kenara çekilerek yerine yeni bir binanın yapıldığı” haberiydi. Dünyada ilk kez lafı da beş kere edildi. gençlerden biri kalktı bana ne dedi biliyor musunuz? “Ya öğretmenim biz tarihe pek bir daldık. Bakın el alem neler yapıyor? Teknik, medeniyet biraz da onlara baksak” diyince arşivimde 1930’da ATATÜRK’ün bu işi yaparken çekilmiş resimleri, raylar üzerindeki çekilen resimleri gösterdim kendilerine ve dedim ki ”şu anda ne söyleyeceksiniz bana?”. Bir genç kalktı ne dedi biliyor musunuz? “Ya öğretmenim suç bizde mi? Biz bu konuyu ilk defa sizden duyuyoruz, sizden görüyoruz bu resimleri”. Ama o haberi bugün milyonlarca Türk genci izledi ve oturdular 25 genç, bu haberi veren televizyona bir faks çektiler. Faksta aynen şu yazıyordu “İkinci haber olarak 6 dakika müddetle ama beş kez şu resimleri göstermek suretiyle bu arada da mutlak suretle mesajı iletin dediler “Bu gün 1996, Amerika çekiyor raylar üzerinde iki metre, yerine yeni bir bina yapıyor, 1930 ATATÜRK çekiyor 4 metre 80 santim, bir ağaç kurtarmak için” bu mesajı da çok iyi verin dediler. Yıl 1996 idi. Yıl 2005 hiçbir televizyonda izlediniz mi? İzlemediniz.
    Ya hocam siz bize bir tek çınar ağacı ve iğde ağacı anlattınız bunlar ATATÜRK’ün hayatında tek tek örnekler olabilir. Hadi gelin Söğütözü’ne gidelim, hani şu Ankara yakınlarındaki, o zaman için 80 tane söğüt ağacının olduğu yere. Söğütözüne ATATÜRK hep dinlenmek için gelirmiş. Bir geldiğinde galiba düşündüğünü sesli olarak aktarmış; “Ah ! burda bi kulübem olsaydı keşke”. “Ya paşam istediğin bir kulübe olsun hemen yaparız şuraya“ demişler. “Buradaki ağaçlara ne olacak peki”. “Paşam burdakiler söğüt ağacı; gönülsüz ağaçtır. Sökeriz başka bir yere dikeriz, mutlaka tutar” demişler. Bir an durur, “Bir tek şartla kabul ederim” der. “Burda yetecek kadar söğüt ağacını kendi ellerimle sökeceğim, kendi ellerimle dikeceğim, önce tuttuklarını göreceğim, sonra kulübe yapımına izin vereceğim”. Yani bugün betonu yeşile tercih eden zihniyete bence en güzel örnek teşkil eder bu. Ne yapar biliyor musunuz? Türkiye Cumhuriyetinin Cumhurbaşkanı Mustafa Kemal ATATÜRK makamını Çankaya’dan Söğütözü’ne taşıtır hasırlar üzerine. Kabullerini orda yapar, imzalarını orda atar, çadırda kalır ama söğüt ağacını söker, kendi elleriyle diker, tuttuklarını görür, ondan sonra bugün çok küçücük ama verdiği mesaj olağanüstü büyük olan bu Söğütözü’ndeki küçük ATATÜRK kulübesinin yapılmasına izin verir.
    25 yıllık araştırmacıyım. Benim elimde 130 belge var bizzat çevre hareketine bedenen katıldığına dair. Sade bende 130 belge, kim bilir kaç belge var. Keşke diyorum, keşke bu belgeler, bazı günler bizi okullar da bu kulübeye götürüpte burada anlatılsaydı. sanıyorum bugün betonu yeşile tercih eden hiçbir belediye başkanı yetişmezdi.
    İşte bu anlamda sahneye şimdi Tahsin ÇOŞKAN’u davet edelim. Tahsin COŞKAN o zamanın genç bir ziraat mühendisi. “Gel Tahsin seni bir yere götüreceğim fikrini almak istiyorum” diyor. Giderler, gösterdiği yere bakar Tahsin Bey. Bataklık, sivrisinek salgını, hayvan leşlerinin olduğu berbat bir arazidir. “Ya paşam hayrola” der. Atatürk, “Buraya bütün masrafı cebimden olmak üzere bir orman çiftliği yapmak istiyorum” der. “Ya paşam buranın ıslahı ya sizin paranızı tüketir ya da zamanınızı, neden bu kadar mümbit topraklar varken gelip de burayı tercih ettiniz?” der.
    ATATÜRK’ün cevabı ATATÜRK’çedir. Derki ”Ben en zor olanı yapayımda siz arkamdan kolayları nasıl olsa yaparsınız.” Ne bilsin ki en kolayları bile çabuk yıkabildiğimizi ama, bu aradaTahsin ÇOŞKAN “Paşam burda hiçbir şey yetişmez, pek uğraşmayın” der. Ama dinleyen kim. Derki “Tahsin buraya ziraatçileri getir ve incele bana resmi bir yazı getir burasıyla ilgili”. Biraz sonra Tahsin COŞKAN çok mutlu, kendi dediği çıktı, üzerinde “Burada hiçbirşey yetişmez“yazılı, altında da ziraatçilerin imzasının olduğu bir belgeyi Mustafa Kemal’in önüne koyar. ATATÜRK biraz mütebbessim okur bu yazıyı. Kaleme alır, bu kağıdın yanına aynen şunları yazar “BURASI VATAN TOPRAĞIDIR, KADERİNE TERK EDEMEYİZ”. Etmez de. Aynı Sakarya savunması gibi akasya savunmasını ele alır, çam ve köknarı oraya 30 Ağustos olarak tamamlar ve hiç unutmayacağımız bir gün, lütfen hiç unutmayın, tarihte atladık bu günü, 25 Mayıs 1933. Ne yapar biliyor musunuz? Hani 5 Haziranlarda kutladığımız bir gün var, çevre günü değil mi? Çevre günü ne zaman kutlanmaya başladı? 1980 den sonra. Peki 25 Mayıs 1933, ATATÜRK ne yaptı? İlk Çevre günü kutlamasını yaptı. Hem de bugün okullara soruyorum diyosunuz ki ne yaptınız diye “ya ağaç diktik diyorsunuz ya çöp topladık” öyle falan değil. Bütün Ankara halkını bedava trenlerle buraya getirtiyor, ağaçlar boy vermişler, altında dinlenmektedirler, havuz yapılmıştır, çocuklar yüzmektedirler. Hatta bütün masrafı cebinden ödemiştir ama karı da almamıştır, buraya bir fabrika yaptırmıştır, süt ürünleri üretilmektedir, herkes yamektedir. Herkes çok mutlu ama en mutlusu Mustafa Kemal ATATÜRK.
    Nebizade diye bir arkadaşı var, Nebizade’nin kafa çok karışık. “Yahu paşam senden başka bir tek kişi burada bir ağaç yetişeceğine inanmadı. Peki sen nasıl anladın burda orman olacağını?” der. “Gel Nebizade gel, şimdi anlatayım sana. Hani Tahsin ÇOŞKAN’ın burda birşey yetişmez dediği günün akşamı tebdili kıyafetle Çankaya’dan kaçtım, burdaki köylülere geldim. Köylüler beni tanımadılar. Köylülere, ağalar dedim burda ağaç yetişip yetişmeyeceğini bana en kolay yoldan nasıl ispat edersiniz dedim. “Al dediler”, bana bir testi su verdiler, bir de kazma kürek. “Kaz orayı iki gün sonra gel biz sana ne olacağını söyleriz” dediler. Ah o iki gün Çankaya’da nasıl geçti bir Allah bilir bir de ben. İki gün sonra gittim testiyi çıkardım, testinin içinde su bitmişti, köylülere uzattım. Dediler ki bana “ağa testide su kalmamış, toprak su emiyor, bakma bunun üstünün kurak olduğuna, biraz uğraş burda ne ekersen biçersin”. Ve hani Tahsin COŞKAN’ın o raporu bana getirdiği gün ben çoktan projeye başlamış epey de ilerlemiştim” diyecektir.
    Dünya lideri olmak öyle kolay değil biliyor musunuz. Hani ATATÜRK’e kimdi en çok karşı çıkan, evet Tahsin COŞKAN’dı. Onu da ATATÜRK buraya müdür tayin eder. Evet lider olmak hakikaten kolay iş değil. Bu arada biz bu 130 belgeye hiç çalışmamışız. Çalışmadığımızın en acı örneğini Türkiye yaşadı zaten. Neydi o örnek “17 Ağustos depremi”. Evet deprem bir kaderdir ama kader olmanın ötesinde dolgu alan çöktü, dolgu binalar çöktü. Oysa 1930’dan beri bize “lütfen tabiatla oynamayın, tek bir ağaçla bile oynamayın” diye bize örnek olan bir liderimiz varken yaşadık bu acıyı.
    Bizler iyi değerlendirmemişiz onun çevre hareketini ama bakın dünya ne güzel değerlendirmiş hareketini. Ben size bu bilgileri vermek için 1919 başladım ve bugüne kadar çıkan bütün gazete ve dergileri tarıyorum. Taramam sırasında 28 Temmuz 1933 günün Cumhuriyet gazetesinde bir haber okudum. İnanılmaz bir haberdi. Hani bir çiçek alıyoruz, kırmızı renkte, hediye götürüyoruz ve adına da “ATATÜRK Çiçeği” diyoruz. O ATATÜRK çiçeğinin adını biz koyduk zannediyorduk ama bakın gazeteyi aynen okuyorum. Gazete haberi şu “Chicago özel, geçenlerde Vanderbit Üniversitesi profesörlerinden doktor Kirk Landın laboratuarlarında muhtelif ameliyeler neticesinde kırmızı renkte yeni bir çiçek elde edilmiştir Profesör bu yeni çiçeğe isim ararken yanında duran ama Tarsus Kolejinde ATATÜRK’le tanışmış, ondaki tabiat bilgi ve ilgisine hayran olan bir diğer profesör bu çiçeğe ATATÜRK isminin verilmesini önermiştir. Ve bu öneri dünya nebatat dairesine iletilmiş ve ATATÜRK’ün yaptığı çalışmaların anlatıldığı toplantıda oy birliğiyle kabul edilmiştir”. Yani dünyadaki her ülkede bu çiçek Gazi ATATÜRK adıyla üretiliyor ve satılıyor.
    Peki başka bir lider varmı diye araştırdım bir çiçeğe adını veren, başka hiçbir lider yok. Çünkü tabiatıyla bu kadar bütünleşebilen bir lideri dünya tarihi yazmamıştır. Diyorki Mustafa Kemal ”çevre hareketi dışında eğer lider olacaksanız eğer lider olmaya kalkıştıysanız ki içinizde öğrenci arkadaşlar var mutlaka sınıf başkanları vardır eğer sınıf başkanı olacaksan bu bi liderliktir sınırın nedir? sınıftır sınıfın içerisindeki tek bir tebeşir tanesi tek bir sıra tek arkadaşının problemiyle ilgilenemeyeceksen o liderliği kabul etmeyeceksin demektedir Mustafa Kemal.
    Peki ikinci sırrımız ne? İkinci Sırrımız; dünya tarihi sadece bir sıfatı Mustafa Kemal’e vermiştir. Başka dünyada hiçbir liderin alamadığı bir sıfattır bu hangi sıfat mı? Ne dersiniz? Evet Başöğretmen diyen var aranızda, hoşgörülü evet biliyorum hepsi gönlünüzden geçen sıfatları ATATÜRK’ün ama soruyorum sizlere bir insan doğumundan ölümüne kadar ya bir askerdir, ya bir devlet adamıdır ya çevrecidir ya tiyatrocudur ya sanatçıdır ya arkeologdur bir şeydir. Ama bunların hepsi birden olabilen dünyadaki tek lider Mustafa Kemal ATATÜRK olduğu için dünyada “kültür antropoloğu” sıfatı verilebilen tek lider Mustafa Kemal’dir.
    “Kültür Antropoloğu” nedir ne değildir uzun uzun başınızı ağrıtmayacağım. Hadi gelin 5 Mayıs 1935, Ahlatlıbel’e gidelim. Ahlatlıbel Ankara yakınlarındaki kazıların başladığı yer biliyorsunuz. Bütün arkeoloji kazılarının yapılma emrini veren Mustafa Kemal, müzelerin açılma emrini veren de Mustafa Kemal. Ama bugünkülerde olduğu gibi açın, kazın, imza; öyle değil. Nasıl yetişmiş inanın, 25 yıllık araştırmacıyım hiç anlamadım. Bakıyorsunuz Efes kazıları başlıyor iki kere gidiyor, Konya‘da Asar kazıları başlıyor başında, birde bakıyorsunuz Ahlatlıbel kazıları başlamış başında, toprak alıyor, ölçüyor, biçiyor. “Ya ne yapıyor Mustafa Kemal” diyorlar. Çankaya’ya gidiyor, Çankaya’da üç gün üç gece hiç uyumadan; uyumamak için alnına ıslak bezler koydurmuş, birilerini çağırıyor, telefonlar ediyor bir heyecan bir telaş. Üç gün sonra “gelin diyor Ahlatlıbel’e gidiyoruz”. Hemen geliyor diyorki “arkeologlar toplanın”. Biliyorsunuz başlarında en büyük arkeoloğumuz Zübeyir KOŞAR var. Bu Zübeyir KOŞAR’ın bir e bir anısıdır. Toplanıyor ve diyorki Mustafa Kemal heyecanla; “kazdığınız yer yanlış, şurayı kazmanız gerekir”. Yabancı arkeologlar “el insaf paşam, anladık iyi askersin iyi devlet adamısın ama yani bu işte bizim işimiz niye karışıyorsun” der gibi aralarında birkaç şey oluyor ama emir büyük yerden. Başlıyorlar Mustafa Kemal’in gösterdiği yeri kazmaya. Sonuç mu? Bütün bulgular ordan çıkacaktır. İnat uğruna, kendi ceplerinden öder ve kendi dedikleri yeri kazarlar hiçbir bulguya rastlamıycaklardır.
    Bunun üç gün sonrası, ATATÜRK Galip ARCAN’ın yazdığı “Sırat Köprüsü” adlı piyese davetlidir. Davetiyede böyle yazar piyesin başında mutludur biraz sonra sinirlenmeye başlar bir müddet sonra bitince “bana Galip ARCAN’ı çağarın!” der. Galip ARCAN gelince “bu piyesi siz mi yazdınız? “der. “Evet paşam ben yazdım”. ”Hayır, bu bir Bolunun Flor Doranj adlı boldvilin’in aynen çevirisi neden bunu belirtmediniz hakkınızda soruşturma açtırıyorum” diyecektir. Buna benzer pek çok anıyı da okuyunca ne dedim biliyormusunuz. Samimi konuşacağım inanın sizlerle. Dedim ki “a be Atam boldvilin’e varıncaya kadar ne zaman okursun? ne zaman kafanda tutarsın”. Ve o sırada ne yaptım biliyor musunuz? Yirmi yıllık araştırmacıydım, ATATÜRK’le iddiaya girmek gibi, dedim “senin başında durmadığın ilerletmeye çalışmadığın bir alan bulmak benim boynumun borcu olsun”.
    O sırada da “Sanat ve ATATÜRK” adlı araştırmamı yapıyorum baktım resimde Türk tarihinde ilk resim sergisini o açıyor, heykelde dinin etkisini kaldırıyor ama karşıma yedinci sanat dalı geldi. Ne? Sinema. dedim “herhalde burda iddiayı kazandım”. Hey hat, baş yönetmen Cezmi AR, başrolde Mustafa Kemal, film çekiyorlar. Ve Cezmi Ar Mustafa Kemal’e tabi Cumhurbaşkanı ya diyemiyor şöyle dur böyle dur diye diğer oyunculara şiddetle bağırıyor. Atatürk “Gel Cezmi gel, burda başkomutan sensin. ben bu işi bilmem. Önemli olan işin iyi çıkması. Bana da aynı şiddet ve hiddetle bağıracaksın” der. Cezmi AR hayatının son günlerinde “ben bir daha asla öyle bir oyuncuyla çalışmadım” diyecektir.
    Yıl 1937, Münir Hayri EGELİYLE odalarına çekilirler. Çankaya’ da ne mi yaparlar? ATATÜRK bir film senaryosu yazmıştır, adını da koymuştur; “Ben bir İnkilap Çocuğuyum” dur adı. Kendi yazdığı film senaryosunu Münir Hayri EGELİ çekecektir, ATATÜRK oynayacaktır. Ama yıl 1937 dir, ömrü vefa etmemiştir. Derim ki haydi filmciler bulun bu senaryoyu filme çekin pokemondan çok daha faydalı olacağına ben kesin gözüyle bakıyorum.
    Bu arada ATATÜRK’ün her şeyi iyide ben iddiadan vazgeçtim, tamam dedim. Kesinlikle iddia falan yok artık, iddiayı Mustafa Kemal kazandı ama merak ediyorum nasıl yaptı diye. Asıl sır nerde? O sırada en büyük lider eleştirmeninin sözü geldi elime. Liderleri çok sıkı eleştiren bir eleştirmen diyorki ATATÜRK için “Liderler içerisinde eleştiri acizliği yaşadığım tek lider Mustafa Kemal’dir. Çünkü bütün Rönesans, bütün reform, bütün aydınlanma çağı etkinlikleri bir adamın kafasında toplanmış, bir çağa sıran etkinlikler on yılda başarılmış, bu büyük bir mucizedir en büyük radikal Mustafa Kemal’dir”. Bunu biz demiyoruz dünyanın en büyük lider eleştirmeni diyor.
    Peki, tamam laf iyid e diyorsunuz ki; laflar karın doyurmuyor. Esas sır nerde çok merak ediyorum. On yılda bir bakıyorsunuz kara tahtanın başında harf öğretiyor, bir bakıyorsunuz şapka giyiyor, bir bakıyorsunuz tiyatro eseri oynatıyor, yok efendim arkeolojik kazılara gidiyor, tren raylarının genleşme hesabını yapıyor, Ankara’daki caddelerin ne kadar mesafede olacağı konusunda şehirleşme planları yapıyor, E on yılda bunların hepsi peki nasıl? Ben esas sırrı nerde buldum biliyor musunuz? Onun bir sözünde. Ama bu bence, ve dedim ki bu sözü okuyunca keşke şu karga kovalamasını kafalarımıza yerleştireceklerine şu sözünü yerleştirselerdi herhalde Türkiye çok farklı biyerde olurdu şu anda. ATATÜRK diyor ki” Çocukluğumda elime geçen iki kuruştan birini eğer kitaplara vermeseydim bu gün yapabildiğim işlerin hiçbirini yapamazdım”. Esas sır bence burada. Çocukluğunda eline geçen iki kuruştan birini kitaplara verdiği için 35 yaşında general, 40 yaşında başkomutan, 42 yaşında cumhurbaşkanı, 46 yaşında dünyada pek çok reformist var ama hiç biri dile dokunabilmeyi cesaret edememiştir; dile dokunabilen tek reformist Mustafa Kemal’dir. İşte bunu yapabilen ve 53 yaşında nutku yazan genç olarak tarihimize geçecektir Mustafa Kemal.
    Okumayla, ama nasıl okuma biliyor musunuz? Bildiğimiz gibi bir okuma değil. Sizi 1914 Anafartalar’a götürüyorum. Anafartalar’da savaşın bir dinlenme yerinde çadırınıza gelirsiniz postalları çıkarır rahatça dinlenmek istersiniz. Öyle bir şey yok. Macar Türkoloğu Nemet’in, Fransız Türkoloğu Devin’in Türkoloji albümleri duruyormuş. Açıyor onları okuyor Mustafa Kemal. Diyorlar ki “niye bunları okuma gereği duyuyorsun” verdiği cevaba bakın. onlara diyor ki “Savaştan sonra bu dilin değişme ihtiyacı var onu tespite çalışıyorum”. Yıl 1914, gelelim 1916’ya. Bitlis cephesi komutanı Mustafa Kemal Bitlis cephesinde çökmekte olan bir cepheyi kurtarıyor ve çadırına geliyor, yaveri İzzettin ÇALIŞLAR’ı çağırıyor ve eline bir not veriyor. Notta ne yazıyor biliyor musunuz? “Savaştan sonra ilk işimiz Türk kadınına serbestisini vermek, onu erkeğinin yanında eşit haklara sahip kılmak”. Yıl 1916, Türk kadının değil adı, değil kimliği, hiçbir şeysi yok. Sokağa çıkma hakkı olmayan bir Türk kadını. Peki sizce tam savaşın en hararetli zamanında neden Türk kadını geldi Mustafa Kemal’in aklına. Ha, Kurtuluş Savaşında gördüğümüz kadın manzarası, değil ATATÜRK’ü, dünyayı şaşırtan bir manzaradır. Ülkelerin savaşları olmuştur ama topyekün savaş örneği ilk defa Kurtuluş Savaşında görülmektedir.
    Atatürk bu savaşta Ayşe Hatun’u tanımıştır. Ayşe Hatun’u hepimiz tanıyoruz. Bilmeyen var mı içinizde? Onun yapabildiğini acaba hangi ülkenin kadını yapabilir? Ya da zamanımızda hangi kadın yapabilir? Benim bir kızım bir oğlum var inanın bu kadar araştırmacıyım düşünüyorum. Biliyorsunuz sekiz aylık kızı kucağında omuzunda mermi ve cepheye cephane götürüyor. Sekiz aylık kız dinler mi düşmanı, ağlamaya başlıyor. Ve bu sırada ölmesi falan problem değil Hatun’un, ama düşman eğer onları fark ederse çok kısıtlı olan cephane cepheye gidemeyecek, bütün düşüncesi o Ayşe Hatun’un. Ve bu arada çocuğunu göğsüne yaslar, düşman biraz geç gider, indirdiği zaman kendi elleriyle çocuğunu şehit ettiğini görecektir Ayşe Hatun yada diğer adıyla Tayyibe Hatun. Peki ne yapar? Çocuğunu koyar üzerini bayrakla örter ve aynen şunları söylemiştir. Kafile başkanı komutanımız aktarıyor bunu. “Sen yüzlerce binlerce yıl sonra doğacak Türk çocukları için şehit oldun” (yani şurada oturan bizler için şehit olan) “bu benim içinde senin içinde bir şereftir. Yeterki vatan sağolsun” diyor, omuzuna alıyor cephanesini ve yola koyuluyor. Hanımefendiler içinizde anne olanlar var. Lütfen bir an için düşünün, çocuğunuzu göz önüne getirin. El bebek gül bebek büyütüyoruz, gözünün içine bakıyoruz, tercih yapın sizden sonraki kuşak mı? çocuğunuz mu? İşte bu Ayşe yada diğer adıyla Tayyibe Hatun’u tanıdı Mustafa Kemal.
    Kurtuluş Savaşında Kütahya sırtları, -30oC, -40 oC. Ve 75-80 yaşlarında bir nine. Gerisini gelin kafile komutanı Mustafa Necati’den dinleyelim. Mustafa Necati neyi görür? Bütün yorgan battaniye ne varsa cephanenin üstüne örtmüş kendisi pazen elbiseyle. Aynen şunları söyler “nine kar sepeliyor hava çok soğuk bari şu yorganı alsan sırtına” dediğinde aldığı cevap ”dokunma ona, o millet malıdır, nem kapmasın. Ben bir ölürüm ama onunla binler doğacak binler. hayır oğlum hayır hiç üşümüyorum, soğuğu hiç duymuyorum ki. Düşman bu topraklara girdi gireli benim içim yanıyor içim a oğul” diyen bir nineyi tanıdı Mustafa Kemal.
    Albay Hulusi ATAĞ’ın kafilesinde olan genç bir kadınımız hastadır ve cephane taşırken yere düşmüştür, ölmek üzeredir. Hulusi ATAK sorar “bacım bana adını söyle seni tarihe yazdıracağım” dediğinde aldığı cevap “adımı ne yapacaksın a oğul yaz benim adım Anadolu” cevabındaki adımın ne önemi var önemli olan ülkemin adı ve gururu düşünüşü keşke, keşke uygarlık savaşımızda aynı şiddetiyle sürebilseydi bugün. Üzerinde ATATÜRK yazılı kapsülü inanın, inanın hiç mübalağa etmiyorum ilk uzaya fırlatan ülke mutlaka ama mutlaka biz olurduk.
    Evet bu savaşta ATATÜRK dünyaya tek geçen Zekiye Hanım’ı tanıdı. Zekiye Hanım ne yaptı biliyor musunuz? Dünyaya ilk ve tek geçen kadınımızdır. 10 Aralık 1919 öğretmen okulu bahçesine 3000 kadını toplamış, dedim herhalde sıfırları fazla okuyorum. Hayır 3000 kadın, yapımcısı, dinleyicisi, konuşmacısı. Kadın olan dünyada ilk mitingdir bu, onun için dünyaya ilk geçmiştir. Peki Zekiye Hanım nasıl toplamıştır, cep telefonu yok faks yok, hiçbir araç yok. Hadi bunlar oldu farz edelim. Kadının sokağa çıkma hakkı yokken 3000 kadın nasıl organize oldu dersiniz? Evet bunu incelediğimde inanılmaz bir hem hayranlık hem de üzüntü duydum neden biliyor musunuz?
    Cep telefonunuz var, faksımız var. Pek çok kulübün, pek çok derneğin davetlisi olarak gidiyorum. Hanımlar 50 kişi geldi mi aman diyorlar bu gün çok kalabalığız. 3000 kadından bahsediyorum ama projesinin adını da söylemek istiyorum Zekiye Hanım’ın “MUTFAK PROJESİ”, inanılmaz bir proje. Daha sonra bir yerde tekrar geçecek bu proje.
    ATATÜRK Zekiye Hanım’ı, Nakiye Hanım’ı tanıdı bu savaşta. ATATÜRK Melek REŞİT’i tanıdı, Atatürtk Şuküfe Nihal’i tanıdı ve ATATÜRK ekmek pişirerek askere götüren ama bu düşmanlar tarafından tespit edilip askerimizin yerini öğrenmek için çok işkence gören ama söylemediği için ekmek pişirdiği fırına atılarak yakılan Nazife Kadın’ı tanıdı bu savaşta. Bu savaşta ATATÜRK Taccülcalala hanımı tanıdı ATATÜRK üsteğmenlerimizi, binbaşı hanımlarımızı tanıdı, bu savaşta Tuğgeneral rütbesi verilmesi öngörülen 8 yaşındaki, evet yanlış duymadınız 8 yaşındaki Nezahat kızımızı tanıdı. İşte Nezahat kızımızın yanında şehit olan bir erimizin cebinden çıkan bir mektubunda annesine şöyle yazmış “anne Nezahatle babasının arasındaki konuşmayı duyaydın benim burada niye olduğumu anlardın” demiş ve bu arada şöyle yazmış” biz Mehmetçik Nezahat’e Türklerin Jean d’Arc ’ı diyoruz” demiş. Bu bana acı geldi. Ben Jean d’Arcı ortaokuldan beri tanıyordum ama Nezahat’i ancak bu araştırmam da tanıdım. Bunun acısını da o mektupla birlikte yaşamış oldum. Bu kadınlarımızı ben ATATÜRK ve Türk Kadını konulu konferansımda anlattığım için burada sadece adlarını anmadan geçemeyeceğimi gördüm.
    Bu arada ATATÜRK okumuş da yazmaya da vakit bulabilmiş. Evet bizler için bir geometri kitabı yazmış. Üçgen, açı, dikdörtgen gibi ve 48 tane geometri teriminin isim babası bu yazdığı kitapla bizzat Mustafa Kemal’dir. İyi ki de yazmış eşkenar üçgen demek için “müselleseyi bilmemne bilmemne...” demek gerekir. İnanın bu kadar şeyi aklımda tutuyorum, bir onu tutamadım. İyi ki yazmışsın dedim. Bu arada ATATÜRK her sektöre el attı dedim ya, basın sektörüne de el atıyor ve bir gazete çıkarıyor. Adı “Mimber”, 52 sayı çıkmış gazetesi, ve bu gazeteleri okuduğum zaman bu Mustafa Kemal’in gazetesi dedim. “Sansür” kelimesi ilk defa bu gazetede yer almıştır. Bu arada keşke bütün Türk gençlerimiz bu gazeteleri okuyabilseydi diye düşünmeden de edemedim. Çok moral bulurlardı çünkü.
    Bu arada çok güzel şiirler yazmış. İlk şiiri 1908 Şanlı Ordu dergisinde yayınlanmış. Keşke vaktimiz olsa da şiirlerinden de aktarabilseydim. Bu arada nutku yazmış, tiyatro eserleri yazmış, sinema senaryoları yazmış, yazmış yazmış. Peki okumuş yazmışta sadece gününün problemlerine mi çare bulmuş Mustafa Kemal? Sadece gününü mü kurtarmış acaba? Hadi gelin esas önemli olan da bu, buna bir bakalım mı ne dersiniz?
    İşte günümüzde 25 yıllık araştırmacılığım sonunda size bir itirafta bulunmak istiyorum, diyorum ki ATATÜRK inanın, bugün sanıyorum 7 Şubat 2005, bu günü çok net görmüş, hadi görmekle kalsa iyi, birde bu gün kullanacağımız kadar güncel geçerli ve çözümsel önerileri de yazarak bırakmış bir lider. Söyleyin bana hangi ülkede var böyle bir lider. Diyeceksiniz ki lafı bırak bize somut örnek göster. İşte ilk örneğimiz; dedinizki demin Türkiye’deki sorunları sorduğumda size, dediniz ki önemli olan sorunların bir tanesi de ekonomik sorun. Peki Amerika’nın en ünlü ekonomistlerinden birisi olan Mr. Jhons bize şunu öneriyor, diyor ki “ekonomiyle savaşta bir tek ATATÜRK’ü örnek alsın yeter Türkiye”.
    ATATÜRK’ün ekonomi ile de ilgili ne görüşleri var acaba, ve bunun üzerine oturdum, Maliye arşivine indim, Maliye arşivini incelememde ATATÜRK’ün ekonomide en önem verdiği şey ne biliyor musunuz? Türk parasının değerini korumak. Peki, 1919’a baktım Türk parası Sterlin karşısında, o zaman dolar yok, Sterlin karşısında 605 kuruş. Ha bir savaş yapıldı, ülke yıkıldı tekrar yapıldı. Peki 1938’de kaç kuruş biliyor musunuz? 19 sene sonra inanılmaz bir şey, 616 kuruş. Buna gerçekten inanmaya imkan yok. Peki dedim ki herhalde yanlış okudum banknot artış hacmine baktım, banknot artış hacmi 1919’dan 1938 son dört ayına kadar, son dört ayı ilgilenemiyor sağlığından dolayı, son dört ayına kadar 19 sene sadece %8, bu çok büyük bir başarı. Peki son dört ayda ne oldu diye baktım, gülüyorsunuz tahmin ettiniz mi? %15. 19 senede %8. Bari ölümünü bekleseymişiz, ama işte problem bir takım yerlerde sanıyorum.
    Bu arada bir arşiv belgesi daha aktarmak istiyorum size. 5 Aralık 1927 tarih. 5 Aralık 1927’de bir Türk Lirası verdiğimiz zaman 2 dolar alabiliyormuşuz karşılığında. Eğer bizim nesil vazifemizi yapaydık size karşı, bugün 20 milyon liralık banknotu götürecektiniz, karşılığında 40 milyon dolar alacaktınız bizim nesil vazifesini yapaydı. Ama diyorum ki lütfen gençler lütfen, ilerde maliye bakanı olabilirsiniz, ilerde başbakan olabilirsiniz, ilerde aile kurabilirsiniz o da bir ekonomik sektördür ve ekonomiye yön vereceksiniz. Bizim yaptığımız, size çektirdiğimiz sıkıntıları çekmemeniz için lütfen ekonomik görüşleriyle ATATÜRK’ü mutlaka incelemenizi tavsiye ediyorum.
    Bu arada biliyorsunuz 1929 da çok büyük ama çok büyük bir şey var. Ekonomik kriz var. Bütün dünyayı sarsmış ekonomik kriz. Peki soruyorum size sarsılmayan bir ülke söyleyin. Türkiye tabîi ki. Peki 1929’da bütün dünya buhran yaşıyor en gelişmiş ülkeler bile. Hadi etkilenmedin de, rakamlara bakın kişi başına düşen milli gelir %51,2 artıyor. Eksilmeye alışmışız da artma kelimesi garip geliyor bize. Enflasyon ne kadar? % -1.2, bunlar resmi rakamlar.
    Peki ikinci örnek, günümüze örnek;1996 İngiltere’de bir seçim yapılır. Meclisteki kadın millet vekili sayısı seçimden önce 13, seçimden sonra birden 123 olur. Hiii derler kim yaptı bu başarıyı, Leslie Abdela diye bir hanımefendi. Leslie Abdela’yı tüm ülkeler çağırır, “ya bize de öğret metodunu da bizde kadını fazla sokalım meclise” derler. Leslie Abdela’yı Türkiye de çağırır. Şile’ye gelir, dolar alır anlatmak için. Ve işte sözlerinin özeti “İngiliz kadını bu başarıyı ATATÜRK’e danıştı”. Yani ben Türkiye ye tereciye tere satmaya geldim. Peki Leslie Abdela’nın uyguladığı projenin adını biliyor musunuz? “Mutfak Projesi” peki şöyle yazıyor şurada; “1919 dan beri biz Türk kadını ve ATATÜRK’ün peşindeyiz merak ediyorum iki kadın milletvekilinizde benim peşimde niye acaba” diye de ironi yapmış burada. Bu arada eğer biz bu metodu uygulasaymışız Türkiye’de sanıyorum Türk erkekleri şu anda meclise nasıl girebiliriz diye arayış içinde olacaktı, hiç şüphe yok buna.
    Peki bu arada dünyaya o kadar çok ilk hediye etmişiz ki bunlardan bir tanesi de üniformalı ve rütbeli kadın asker ilk defa bizim ordumuzda, bizden dünya orduları örnek alıyor. Kurtuluş Savaşında rütbe alan kadın askerlerimiz; Binbaşı Ayşe ALTUNTAÇ, Üsteğmen Emine VARDARLI, Üsteğmen Fatma ŞİMŞEK. Ama dünya tarihine tek geçen bir üsteğmenimiz var; 700 erkek 43 kadından oluşan bir müfrezenin reiseliğine bizzat ATATÜRK tarafından atanmış, Üsteğmen Kara Fatma. Evet dünyadaki ilk müfreze reisesi kadın ünvanını taşır Kara Fatma. Ben geçenlerde Erzurum’a davetliyim, Erzurum Üniversitesi rektörümüz davet etti uçakla gittim. İndim uçaktan “off ayağım belim melim” dedim, bir an aklıma geldi, biliyorsunuz Kara Fatma Erzurumlu; Erzurum’u 13 kadınla müdafaa ediyor, atına atlıyor Bursa’ya kadar geliyor, Bursa’nın Kurtuluşuna da tanık oluyor. Ben uçakla zor gittiğim yere, önümde yemeğim, arkamda suyum, sıcacık, ama bu kadının yaptığı! Ha o zaman sanıyorum şu andaki Türk kadını asla ve asla yoruldum demeye hakkı yok, eğer Kara Fatmaları eğer Şerife bacıları tanısaydı.
    Evet anlıyorum bu hanımlarımızı tanımadan önce bir şey yaptım zannediyordum. Şu anda hiçbir şey yapmadığıma kaniyim. Bu arada Kara Fatma’nın savaşta yaptıklarını, dedim ya Bursa’ya kadar gelmiş, üç oğlunu şehit vermiş, kızının parmakları İzmit muharebesinde kesilmiş, sadece savaşı anlatmak için bir konferans gerekir Kara Fatma’nın. Ama Tamim gazetesini okuyorum, Tamim gazetesini okurken Kara Fatma’yla yapılmış bir röportajı okudum, inanılmazdı. Gazeteci soruyor diyorki; “çok fakirsin çok çok ihtiyacın var paraya neden üsteğmenlik maaşı sana bağlanan maaşı kızılaya bağışladın” diyor. Verdiği cevap tarihi bir cevap aynen şöyle:
    “Ben Kurtuluş Savaşında yaptıklarımı bir menfaat ve çıkar karşılığında yapmadığıma inandığım için en son vatani vazifem olarak maşımı Kızılay’a bağışlıyorum” diyecektir. Bu bana neyi hatırlattı biliyor musunuz? ATATÜRK’e bir gazeteci sorar; “neden mal ve mülkünüzü milletinize bağışladınız” diye. ATATÜRK’ün verdiği cevabı aynen aktarıyorum:
    ”Mal ve mülk bana ağırlık yapıyor, onları asıl sahibi olan milletime bağışlamaktan ferahlık duyuyorum. Zenginlikten ne çıkar asıl zenginlik insanın manevi şahsiyetinde olmalıdır.“ diye cevaplayacaktır. Ne güzel değil mi en son kademeden en tabana kadar, kadınından erkeğine kadar hepsi aynı söylemde ama alışmadığımız gibi aynı eylemdeler ne diyelim sağ olsunlar, varolsunlar.
    Dileyelim sizin nesle, genç nesle, hortumcular soyguncular değil, Kara Fatmalar, Mustafa Kemaller örnek olsunlar. Tabi Kara Fatma’nın örnek olabilmesi içinde bir okuma kitabımızda hiç olmazsa bir okuma parçası olarak Kara Fatma’nın olması lazım ki örnek alabilesiniz. Bu arada ATATÜRK’ün şu sözü çok hoşuma gider diyorki; ”Geçmişi ne kadar çok unutursak geleceği korumak o kadar zor olur.” Biz Kara Fatmaları mutlaka hatırlamalıyız sanıyorum.
    Bu arada bir kadınımızı daha vermek istiyorum, Melek Hanım. Haçin katliamını hepiniz hatırlıyorsunuz, 535 Türk hunharca katledilmiştir. Hepsi öldüğüne göre nerden biliyorsun hunharca katledildiğini? Şair Melek hanım diye anılırmış Haçin’de. Şahadetinden sonra kolunun altından bir bohça çıkıyor, bohçayı açıyorlar, 18 kıtalık bir destan yazmış. O anda gördüklerini kaleme almış. Mektupçu Hüseyin nasıl vahşetle öldürüldü, komşu kızı Hatice nasıl vahşetle öldürüldü hepsini kaleme aldığı bir destan. Başına ne demiş biliyormusunuz “inşallah okuna”. Ben 45 yaşımda bunu okuyabildim en sonuna da “bizden sonrakiler neler çektiğimizi bileler diye yazıyorum” demiş son iki kıt’ayı sizlere okuyorum
    Meydan kazanı kurdular
    Tüm bebeklerimizi kaynattılar
    Gün görmedik anaları
    Süngü ile oynattılar
    Kundakları verdiler
    Kanlı kundak yu dediler
    Bebelerimizi kaynattılar kaynattılar
    Kuzu eti diye hepimize zorla yedirdiler
    Evet biz burada kolay bulunmuyoruz, bu koltuklarda kolay oturmuyoruz. Evet bakıyorum çok buruldunuz, çok üzüldünüz ama liderlik dedik biraz da gülümseyelim mi?
    Lider dedik, ATATÜRK’ün resimlerine bakıyorum hepsi asık suratlı hepsi ciddi. Lider olmak için böyle mi olmak gerekiyor, acaba ATATÜRK hiç mi gülmemiş, hiç mi espri yapmamış? Hadi gelin Antalya’ya gidelim. Antalya yolunda mola verir kulağına bir türkü gelir “Ya bu türküyü çok sevdim bulun getirin bu türküyü söyleyeni” der. küçücük bir çoban gelir. Derki “Sesin çok güzel bana da bir türkü okurmusun”. Başlar çoban “demirciler demir döver tunç olur” diye. bitince ATATÜRK dalmıştır “bis bis” der. Çoban böyle bakar. “Oğlum der bis” der “Çok beğendik tekrarla anlamına gelir”. Hiç nazlanmaz gene aynı türküyü okumaya başlar. ATATÜRK türkü bitince cebinden bir harçlık çıkarır uzatır. Çoban hemen alır harçlığı, kuşağına kor, elini uzatır ATATÜRK’e “bis bis” der. Bu espri ATATÜRK’ün çok hoşuna gittiği için çok ünlü bir sanatçımızın yetişmesi sağlanacaktır.
    ATATÜRK’ün hayatta en hoşlanmadığı şey dalkavukluk, ama yemek masasında hiç hoşlanmıyor. Karşısındaki adam da ATATÜRK’e “sen Türklerin şahısın şususun bususun...”, feci dalkavuk. Yoğurt kasesi adamın önündeymiş diyorki Atatürk;“Şu yoğurt kasesini bana uzatır mısınız”. Adam yoğurt kasesi uzatacak, el insaf ayağa kalkıyor, önünü ilikliyor, tam yoğurt kasesini alacak parmakları içine giriyor. “Ah...” diyorlar “...adama taktı ATATÜRK, bir de zaten sinirlenmiş durumda, bir de çok titiz bu konuda, şimdi bir fırtına kopacak”. adam perişan, ah paşam vah paşam derken “Ya niye bu kadar üzüldünüz demin yoğurt yiyecektim şimdi cacık yemiş olurum”. Evet, bu espriyle 25 yılın sonunda ATATÜRK’ün müthiş espritüel olduğunu keşfettim ve yeni hazırladığım konferansımın konusu ne biliyormusunuz? “ESPİRİLERİYLE ATATÜRK”. Bugün onu hazırlıyorum, 6-7 ay sonra bitecek inşallah sizlerle buluşacağız. O konferansta çok güleceğiz ama inanın çok da düşüneceğiz.
    Bir gazetecide Atatürk’e sorar “size de diktatör diyorlar ne dersiniz”. Atatürk şöyle bir bakar, “Eğer ben diktatör olsaydım hanımefendi bu soruyu sorduktan sonra siz asla canlı kalamazdınız “ diyecektir. Peki diktatör mü Mustafa Kemal bakalım.
    İzmir kurtuldu, çok tatlı bir yorgunluk, Ankara’ya hareket edecekler. Trene binerler kompartımana çekilirler. Ertesi gün kompartımanı çalar yaveri, açar yorgun, bitkin, kravatını yıkamaktadır Atatürk. Yaveri “ya paşam bu ne hal hiç uyumadınız herhalde niye böylesiniz” der. “Ya çocuk kompartımanıma yastıkla battaniye koymayı unutmuşunuz. Kolumu yastık yaptım ağrıdı setremi yastık yaptım üşüdüm bende uyumadım kalktım” der. Yaveri; “aman paşam! Birimize haber vereydiniz hemen size bir yastıkla battaniye getirirdik” der. Ve bir ülke kurtarmaktan dönen komutan söylüyor bunları tarihi bir cevap derki “Geç farkettim hepiniz en az benim kadar yorgundunuz. Hiçbirinize kıyamadım. Önemli olan benim uyumam değil milletimin rahat uyuması”. Var mı böyle bir şey! Bu insana diktatör demeye kimin dili varabilir. Ayaklarının altına Yunan bayrağı serildiğinde bayrak bir ulusun onurudur diye basmayıp kaldırtan bir insanın kendi milletinin inancını çiğneyebileceğini düşünmek ancak onuru ve şerefi olmayan kişilerin işi olabilir diye düşünmeden de edemiyorum.
    Bu arada içimizde çok değerli öğretim görevlilerimiz ve öğretmen arkadaşlarımız var. Onların için de çok özel bir anısını anlatacağım. İstanbul Üniversitesinin açılış töreni. Çok mütevazı bir salon, tahta iskemleler, ortaya ATATÜRK’ün oturması için kırmızı renkte süslü muhteşem bir koltuk konmuş. Profesörlerle birlikte geliyor, buyurun diyorlar. Bir koltuğa bakıyor dönüyor profesörlere, aynen şunları söylüyor; “Sizlerden öğrenecek o kadar çok şeyim olduğuna göre bu koltuk sadece sizlere layıktır” diyor. En kıdemli profesörü o koltuğa oturtuyor ve kendisi tahta iskemlede programı sonuna kadar izliyor. Evet yani kendince hak etmediği hiçbir koltuğa oturmayan bir Mustafa Kemal’i görüyoruz orada. Dünya lideri olmak sanıyorum bu evet .
    Bu arada İstanbul ve Ankara illerinden birisine ATATÜRK adının verilmesi için bir kanun önergesi veriliyor meclise. ya İstanbul’a ATATÜRK diyorduk ya Ankara’ya. Bu önergeyi vereni hemen çağırıyor ve aynen şunları söylüyor ;“Bir ismin dillerde kalması için şehrin temellerine sığınmasına gerek yoktur. Bakın bu şehrin ismi İstanbul ama Fatih Sultan Mehmet’i hemen hatırlıyoruz. Eğer ben bir şey yapabildiysem bunu binaların tepelerine, şehrin temellerine ismimi yazarak değil milletimin kalbine yazarak anılmak isterim” diyecek, hiçbir yere adının verilmesini kabul etmeyecektir. Şimdi bakıyorum da hortumcunun soyguncunun hepsinin adı bitaraflarda şey gibi yazıyor merak ediyorum nasıl oluyor bu diye. Evet, galiba beni bıraktınız, ben 25 yıl kolay değil, beni bırakırsanız sabaha kadar buradayız. En iyisi son iki anı ama onu en iyi anlatan anılarla programıma son vermek istiyorum;
    İşte ilki öğrenciler evet sizin için. Bir öğrenci anlatıyor, Mahmut SADİ. Şöyle anlatır Mahmut SADİ. “Yıl 1923. İstanbul Üniversitesinde öğrenci olduğum sıralar. Okul duvarında bir ilan görüyorum. Avrupa’ya talebe yollanacaktır. Allah Allah diyorum, ülke yıkık dökük yıl 1923 Avrupa’ya talebe! Lüks gibi gelen bir şey, ama bir şansımı denemek istedim. 150 kişi içerisinde 11 kişi seçilmişiz. Benim ismimin yanına ATATÜRK “Berlin Üniversitesine gitsin” diye yazmış. Zaman geldi. Sirkeci garındayım, ama kafam öyle karışık ki gitsem mi kalsam mı, orda beni unutur mu bunlar, para yollarlar mı, gurbet ellerde ne yaparım? Bir an gitmemeye karar verdim, döndüm. O sırada bir müvezzi ismimi çağırdı “Mahmut SADİ, Mahmut SADİ, bir telgrafın var” telgrafı açtım aynen şunlar yazıyordu ”sizleri birer kıvılcım olarak gönderiyorum alevler olarak geri dönmelisiniz”. Var mı böyle bir şey? 11 öğrencinin nerede, ne zaman, ne düşünebileceğini hesap edebilen bir lider dünya lideri olmasın da ne olsun. Yıl 1923, biz evimizde bir çocuğumuzun huyunu değiştiremiyoruz bir huyunu. Tüm ülkenin huyu değişiyor. Bunla uğraşan bir insan yolladığı 11 öğrenci nerede, ne zaman, ne düşünebileceğini hissedebiliyor. Mahmut Sadi devam ediyor “gel de şimdi gitme, git de orda çalışma, dönde bu ülke için canını verme”.diyor.
    Evet bu gün en büyük şikayeti ne Türkiye’nin? Beyin göçü. En iyi beyinlerimizi kapıp götürüyorlar ama o çocuklarımız arkalarına baka baka gidiyorlar. Peki diyeceksiniz ki engellemek o kadar mı zormuş? Ha o gün 11 öğrenciymiş, telgrafmış. Bu gün milyon öğrenci olsun, e-mail bilgisayar var. Yeterki şu iki cümleyi ifade edebilecek, onların sorumluluğunu alan bir liderleri olsun.
    İşte son anım, Nehire NEHİR hanımefendiden; şöyle anlatır “O zamanlar kadınların sanatçı kimliğini yeni yeni kazandığı dönemler. Benim tiyatroda çömezlik dönemim. Muhsin ERTUĞRUL Darül Bedai’ye baş yönetmen olarak atanmış. Çok titiz bir insan. Provadan oyuna her şey saat titizliği ile işliyor, perde bir saniye bile geç açılmıyordu. Provaya geç kalan oyuncu derhal oyundan uzaklaştırılıyordu. Eee tahmin edersiniz ki bu durumda Muhsin Ertuğrul’unda düşmanı çoktu. Bir gece Dolmabahçe’den ATATÜRK’ün Şehir Tiyatrolarına geleceği haber verildi. Ben de karşılamak için hazırdım. Fakat Paşa gecikti. Muhsin Ertuğrul kendisini beklemeden perdeyi saniyesi saniyesine açıp oyunu başlattı. ATATÜRK 4 dakika geç kalmıştı. Etraftaki dalkavuklar ATATÜRK geldiğinde Muhsin ERTUĞRUL’un onu beklemeden perdeyi açtığını ellerini ovuştura ovuştura anlattılar ATATÜRK “Yaaa öyle mi Muhsin Ertuğrul’la Görüşürüz” dedi. Herkes Muhsin ERTUĞRUL’un işinin bittiğine inanıyor, ben müdür olacağım sen müdür olacaksın kavgaları bile başlamıştı. ATATÜRK piyesin bitiminde Muhsin ERTUĞRUL’u ayakta karşıladı. Deminkileri de yanına çağırarak aynen şunları söyledi. “Sizi tebrik ederim işinizle ilgili ciddiyetiniz ülkenin gelişimini cidiye aldığınızı gösterir biz geç kaldık siz vazifenizi yaptınız eğer bir tek benim için perdeyi açmayıp oyunu başlatmasaydınız bu dalkavukluktan ileri gitmez ve beni çok üzerdi ben herkesin her sahada işini bu kadar ciddiye almasını istiyorum ülke ancak böyle ilerler efendiler “ demez mi. Etraftakilerin suratları görülmeye değerdi o sırada”. Ama işte liderlik diyorum. Şimdi bir an günümüze geliyorum, hadi bakalım baba iseniz başlatın programı gelmeden. Mümkün mü! Ondan sonra artık beğenin haritadan bir yer, evet ki bu insan bir ülkenin en büyük lideri değil asrın lideri olan bir insan bunu yapıyor.
    Evet ATATÜRK ve onunla el ele verenler sayesinde üç tarafı deniz yerin üstünü anlatayım mı? Lütfen pazara gidelim. Yabancı ülkelere gittim. Portakalı taneyle jelatinlere sarıyorlar, kıymetli madde, karpuzu dilimle yiyorlar, biz kelek çıktı mı atıyoruz, bir tane daha açıyoruz var mı böyle bir nimet. Lütfen pazara gidelim, yeşilin her tonu; geçen bir yabancı konuğum var; pazardan geçmek zorunda kaldık dedi ki bana “Türklerin özel bir günü herhalde bu gün”. “Neden” dedim? Eee baktı kadın naylon torba naylon torba yok öyle bir dava, böyle bir nimet nerde, hangi ülkede. Bir tane salatalık, bir tane domates, biz kilolarla. Ve bana ne dedi biliyor musunuz? “Yahu ülkeme dönünce ne isteyeceğim biliyor musun”. “Ne” dedim. “Türkiye’yi isterim de isterim diye tutturacağım” dedi. Bir espriydi ama bir gerçek payı da olduğu su götürmez.
    Peki yerin altına geçelim. Krom, brom , toryum, bor. Tamam güzel ama petrolün zekasına hayranım. Neden mi? Burda çıkıyor, burda çıkıyor, burda çıkıyor ama Türkiye’nin sınırını ezberletmişler petrole, bir kilometre girmiyor içeri. Var mı böyle bir petrol, yani altımız petrol dolu aslında. Hadi petrolü de geçelim, uzaydan çekilen fotoğraflara göre bugün petrolden bir derece zengin maden var, uranyum. Bu gün dünyadaki, Türkiye’de değil dünyadaki eni iyi uranyum rezervi bizim Karadeniz dağlarında arzı endam ediyormuş. Hoş o bize bakıyor biz ona bakıyoruz ama Türkiye’nin dış borcunun 19 katı değeri olduğu tespit edilmiş uzaydan çekilen fotoğraflara göre.
    Yabancı ülkelere gittiğimde ufacık bir tarihi vesika buluyorlar, üç kere etrafını çeviriyorlar, birde bol para ödüyorsunuz, böööyle bakıyorsunuz. 15 ayrı medeniyeti barındıran 10000 yıllık bir tarih var altımızda.
    Romanya devlet bütçesinin üçte birini nasıl kalkındırıyor? Suni termal tesis yapmış adamlar düşünebiliyor musunuz suni. Erzurum’a gittim kaynıyor, Kozaklıya gittim kaynıyor, Bursa’ya gittim kaynıyor, İzmir kaynıyor. Sadece bizim sıcak su kaplıcamız. Hakikisi var çünkü elimizde.
    Geçen gün Isparta Süleyman Demirel üniversitesi beni davet etti rektörlük, oraya gittim. Beni Davraz diye bir kayak merkezine götürdüler. Kayak merkezinde kayakla kayıyordu herkes Davraz’ta. Birbuçuk saat sonra, Antalya Akdeniz üniversitesinde vereceğim konferans için Antalya’ya indim. Millet denizde yüzüyordu. Var mı böyle bir ülke söyleyin bana. Birbuçuk saatlik mesafede. Bursa, Uludağ’a gidiyorsunuz kayak kayıyorlar, 20 dakikada Mudanya’ya gidiyorsunuz denize giriyorlar. Hakikaten yok böyle bir ülke. Dünya yuvarlağını çevirin hepsinin bir araya geldiği bir ülke söyleyin bana, ben bulamadım. Ya güneşi var ya karı var ya denizi var ya dağı var birinden biri mutlaka.
    Peki bu kadar özel ve güzel bir ülke bizim elimizdeyken başımız dertten kurtulur mu? Asla. Düşmanımız dünden daha az değil, dünden daha çok. Bütün ülkelerin gözü bizim ülkemizde. Nasıl olmasın ki! Galiba bir tek bizim gözümüz yok şu ülkede.
    Bu gün bunun için parçalama ve bölme girişimlerini yüz yıllardır uyguluyorlar. Bir ara siyasi girdiler, sağ-sol diye böldüler, kapışın dediler, yutmadık. Daha sonra etnik böldüler, kürt-Türk dediler, kapışın dediler, yutmadık. Dinimizi kullandılar, kapanan-kapanmayan, laik olan–olmayan, ATATÜRK’çü olan–olmayan diye dörde beşe, tarikatlara bölünün dediler ki kolay alalım, yutmadık. Ekonomiyi kullandılar, zengin-fakir alan-alamayan dediler, gene olmadı. Yani tazı eski tazıydı, habire çulunu değiştirdiler. Oyunun kuralı buydu ama biz bu oyuna hiç gelmedik gelmeye de asla niyetimiz yok.
    Yeni ATATÜRK’ler yetişiyor ve gelmekte. İşte bugün bizi kuvvetlendikçe budanan, diğer türlü olduğu sürece de sulanan bir ağaç misali görmek gafletinde olan yada başka bir deyişle ayağa kalkmayacak kadar destekle ama yere düşmeyecek kadar köstekle politikası uygulamaya çalışan tüm ülkelere, iç ve dış düşmanlarımıza karşı en güzel cevabı ne zaman vereceğiz biliyor musunuz? Onu anmayı bırakıp anlamaya başladığımız zaman. Onu yakamızda taşıdığımız kadar fikir ve eylemlerimizde de taşıyabildiğimiz zaman. Onu özlediğimiz kadar özümsediğimiz zaman. Onunla yarışan ama onu aşmış yeni Mustafa Kemalleri yetiştirebildiğimiz zaman vereceğimiz inancıyla. sizlerden Nakiye Hanım, Kara Fatma, Mustafa Kemal gösterdiğin hedefe henüz ulaşamamış olmaktan dolayı özür diliyor ve bu hedefe ulaşana dek sakın bizi affetmeyin diyor ve bir şiirle programıma son veriyorum.

    ATATÜRK de et artı kemik artı kandı,
    İnsanüstü değildi yani ATATÜRK,
    ATATÜRK de herkes gibi kusurları olan,
    Küçük büyük ve çirkinde olabilirdi,
    Ama güzeldi
    ATATÜRK yorgunluk kahvesini bir su başında yudumlamayı,
    Serhat türkülerini, Alaturkayı, mesela Safiye Aylayı,
    Yemeklerden fasulye pilakisini seven,
    Miri kelam bir İstanbul efendisi.
    Aşık ve şair, mahcup ve ürkek,
    Ama Karadenizli değil Karadeniz kadar canlı,
    Adanalı değil ama Adanalı kadar sıcak kanlı,
    Ve bir Aydınlı kadar oturaklı ve zeybek.
    Velhasıl bizim mayamızdan bizim kumaşımızdandı Mustafa Kemal.
    İnsan üstü değildi ATATÜRK,
    Tam insandı.


    Mustafa Kemal Atatürk'ten Türk'ün Tanimi

    ''Bu beşik; tabiatın rüzgarları ile sallandı, beşiğin içindeki çocuk tabiatın yağmurları ile yıkandı. O çocuk; tabiatın şimşeklerinden, yıldırımlarından, kasırgalarından evvela korkar gibi oldu. Sonra onlara alıştı. Onları tabiatın babası tanıdı. Onların oğlu oldu. Bir gün o tabiat çocuğu; tabiat oldu. Şimşek, yıldırım, güneş oldu. Türk oldu. Türk budur. Yıldırımdır, kasırgadır, dünyayı aydınlatan güneştir.''


    ''M. K. ATATÜRK ''


    Mustafa Kemal ATATÜRK 'ün son askerleri

    sıkılmadan OKUYUNN

    İSTİKLÂL Savaşı’nın gazilerinden bugün hayatta kalan son üç kahramanımız:
    111 yaşında GAZİ YAKUP SATAR Eskişehir’de,
    110 yaşında GAZİ ÖMER KÜYÜK Çorum’da,
    106 yaşında GAZİ VEYSEL TURAN Konya’da yaşıyorlar.
    Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin kurucusu olan Türk ordusunda İstiklâl Savaşı’nda askerlik yapan ve şu anda hâlâ hayatta olan üç gazimize , İSTİKLÂL SAVAŞI’NIN BU SON GAZİLERİNE, O BÜYÜK SAVAŞIN YAŞAYAN SON ERLERİNE, GAZİ MUSTAFA KEMAL’İN SON ASKERLERİNE milletçe şükranlarımızı sunuyor ve uzun ömürler diliyoruz.
    Türkiye’yi kuran Türk ordusunda görev alan bu gaziler hayatta iken sakın ola Türkiye’nin AB karşısında resmî tasfiyesi demek olan AB ile tam üyelik görüşmelerine başlanılmasın. Neden denirse, 15 Aralık 2004’te Avrupa Birliği Parlâmentosu’nda kabul edilen Türkiye raporunun bazı maddeleri şunlardır:
    • Komisyon, katılım görüşmelerinde tarih verilmesini önermez ve görüşmelerin açık uçlu bir süreç olduğunu, hiçbir şekilde garanti edilmemesi gerektiğini dikte eder.
    • 2001 ve 2004 yılında iki büyük paketle anayasal reformlar yapılmış olmasına rağmen Türkiye’de hâlen 1982 anayasası yürürlüktedir.
    • Kürt halkı Türk cemiyetinin önemli bir kompanentini (bölümünü) teşkil ettiğinden Kürtlerin hakları genişletilerek tanınmalıdır.
    • AB parlamentosunca Türk yetkililerine daha önce bildirilmiş olmasına rağmen Rum Ortodoks HALKİ (Heybeliada) ruhban okulu hâlâ açılmamıştır .
    • Leyla Zana ve arkadaşları, âdil olmayan şekilde hapis edilmeleri sonucu serbest bırakılmışlardır. Şu anda Kürtleri siyasî yapıya entegre etmeye çalışmaktadırlar.
    • Avrupa Birliği’nin 17.07.1987 tarihli kararında belirtilen Ermeni meselesi ile ilgili konularda gelişme sağlanamamıştır.
    • Doğu Anadolu’da Kars yakınlarında bulunan ANİ’de Ermenilerin hacı oldukları yıkılmış Er meni kilisesi yeniden açılmalıdır. Türk tarihçi Halil BERKTAY’ın soykırım ve ulusların yeniden ilişkilerinin tesis edilmesi ile ilgili dikkate değer çalışması, atılması gereken hayatî adımlardır; fakat bu gelişme için Ermeni sınır kapısının öncelikle açılması gerekir.
    • Kıbrıs meselesi konusunda, AB ülkeleri Türkiye’nin Kıbrıs’ı tanımamasından ve 30 000 Türk askerinin Kuzey Kıbrıs’ta bulunmasından rahatsızdır.
    • Yeniden değiştirilen Türk Ceza Kanununun 305. maddesindeki “Millî menfaatleri tehdit” maddesi fikir özgürlüğü, özellikle Kıbrıs ve Ermeni meselelerinde kullanılabileceğinden, 1950 İnsan Hakları ve Temel Özgürlükler Anlaşmasına aykırı olduğundan yürürlükten kaldırılmalıdır.
    • Türkçe dışında ana dillerde ( Kürtçe, Cırcassion (Çerkezce), Ermenice, vb.) özel dil kurslarının açılması konusunda Türk devletinin kanunî değişiklikler yapması memnuniyet vericidir, Türkiye devleti bu alanda kısıtlamaları kaldırmalı ve azınlık dillerinde eğitim hakkı da tanımaya çağrılmaktadır.
    • Türkiye gayrimüslim azınlıkların da haklarını genişletmeli ve azınlık dillerinde eğitim hakları vermeye zorlanmalıdır.
    • Türkiye etnik ve dinsel azınlıkların kültürel mirasını korumaya devam etmelidir. Bu meyanda UNESCO’nun kültürel miras kabul ettiği ANİ, Hasankeyf, Zeugma veya Aghtamar bölgelerini korumalıdır.
    • Tarihî çevresel değerleri risk altına sokacak Munzur vadisine ve Ilısu’ya yapılacak barajlar ve Bergama’da altın arama gibi AB çevre İnsan Hakları standartlarına uymayan projelerden vazgeçilmelidir.
    • Yüzde 10’luk ülke barajı seçim sisteminde düşürülmelidir, böylece Büyük Millet Meclisi’nde geniş yelpazede politik güçler temsil edilmelidir. Özellikle Kürt partiler.
    • DEHAP gibi demokratik partilerin fikir özgürlükleri sağlanmalıdır. DEHAP’ın yargılanmasından ve kapatılma tehlikesinden Avrupa Birliği üzüntü duymaktadır.
    • Yeni hazırlanacak olan Anayasa AB üyeliğinin içerdiği değişiklikleri kapsamalıdır ve modern anayasa Türk devletinin modernizasyonunu sağlamalıdır.
    • 1999 tarihinden bu yana Güneydoğudaki gelişmelere dikkat çekilerek evlerinden edilenlerin köylerine yerleştirilmesi, Birleşmiş Milletler, Avrupa Birliği, Avrupa Konseyi gibi uluslar arası kurumlarla iş birliği yapılarak sağlanmalıdır, bunu önleyen köy koruyucu sistemi kaldırılmalı, bu konudaki engeller kaldırılmalıdır.
    • 1987’de Avrupa Birliği’nce kabul edilen karara göre 1915’te Ermenilere yapılan soykırımı Türkiye kabul etmelidir ve AB, sınır kapısını en kısa sürede açmasını Türkiye’den ister.
    • Türkiye dinî azınlıklara ve topluluklara çıkartılan zorlukları kaldırmalıdır. İbadethane kanuni statü, okul ve iç yönetim konularında kısıtlamalar kaldırılmalı, kısa sürede Yunan, Ortodoks, HALKİ(Heybeliada) Ruhban Okulu açılmalı, Hıristiyan kilisesine resmî ekümenlik tanınmalı, hükûmete çağrı yapılarak Alevîlerin tanınması ve korunması, Cem evlerinin ibadethane olarak tanınması ve bütün dinî eğitimlerin gönüllülere verilmesi ve sadece Sünnîleri kapsamaması aynı zamanda Hıristiyan azınlıklar ve gruplar da buna dahil edilmelidir. (Greek of İstanbul, İmbros ve Tenedos)
    • Komisyonun tavsiyesi görüşmelerin uzun süre alacağıdır. Tarım, yapısal politikalar, Türk işçilerinin serbest dolaşımı gibi Türkiye’nin isteklerinin yerine getirilmemesi Türkiye’nin AB müktesebatını uygulamamasına mazeret teşkil etmemelidir.
    • Görüşmelerin başlaması uzun sürecek bir sürecin başlangıcıdır, bu kesin alma sözü değildir. Garanti verilmediğine (otomatik girişin olamayacağına) konsey dikkati çeker. Bu iki tarafın gayretine bağlıdır. Görüşmelerin başlaması otomatik girişin olacağı göstergesi değildir.
    Amacı Türkiye’yi parçalamak olan bu kararları yorumlamayı siz sayın okuyuculara bırakıyorum. AVRUPA YOKKEN DE TÜRKLER OLARAK BU TOPRAKLARDA VARDIK. AVRUPA YARIN OLMASA DA TÜRKİYE YİNE BU TOPRAKLARDA VAROLACAKTIR.
    “Avrupa Birliği Muhiplerine” gelince:
    Avrupalı (!) olma uğruna her millî kazanımımızı AB’ye bir an önce devretme gayretinde olanlar, siz “AB muhipleri”, 1963 Ankara Anlaşması’ndan beri 41 yıldır Avrupalı olmayı beklemekte ve yıllar geçtikçe de sabırsızlanmaktasınız, bunu çok iyi biliyoruz.
    “AB muhipleri” kendileri açısından gazi, şehit, vatan, millet, bağımsızlık, egemenlik, bayrak, millî marş, başkent, millî sermaye, millî devlet.... gibi kavramların “AB kitabında” yeri olmadığından bunların hızla ortadan kaldırılma çalışmalarını bizlere gece gündüz anlatıyorlar dinliyoruz. Numaracı cumhuriyetçiler, bölücüler ve diğer işbirlikçiler kaç kişidir, onları tetikleyen hangi etnik ve Euro’tik-parasal sebeplerdir bilemeyiz. Ama şunu çok iyi biliyoruz ki İstiklâl Savaşı’nın kahramanlarının kanla irfanla kurdukları millî devletimizi AB yollarında perişan edip yıkmak istiyorlar.
    Millî devletimizin kurucusu Kemal’in askerlerinin son üç gazisi sizler Allah gecinden versin ama Gazi Kemal’in yanına gittiğinizde İstiklâl Savaşı’nın tüm şehitlerine ve gazilerine söyleyiniz ki Türk vatanında daha her şey bitmedi.
    O İstiklâl Savaşı ordusunun son üç gazisini de kaybedersek o ordumuzdan bu dünyada yaşayan kimse kalmayacak ama Türk vatanında bugün yaşayan millî devletimiz için sonuna kadar mücadele edecek daha çok evlâtlarınız var.
    O vatan evlâtlarından birisi de Necip Hablemitoğlu kardeşim idi. 17 Aralık 2002’de Ankara’da şehit edildi. Kanije ve Uyvar adlı iki kız evlâdını Türk milletine emanet etti ve atalarının yanına gitti.
    Necip, Kemal’in fikir askerlerindendi, sıradaki, nöbetteki, görevdeki milyonlarca diğer Türk gibi



    < Bu mesaj bu kişi tarafından değiştirildi dh_ebac -- 24 Mart 2006; 23:31:15 >




  • quote:

    Orijinalden alıntı: dh_ebac

    Icimizden biri ATATURK
    by heretic
    Bugünlerde birtakım insanlar bize Atatürk'ü unutturmaya çalışıyorlar... Fakat biz Türk gençliği olarak O'nu asla unutmayacağız, unutturmayacağız...

    Geçenlerde bu yazı geçti elime. Araştırmacı yazar Prof.İlknur GÜNTÜRKÜN KALIPÇI'nın konferansının yazıya geçirilmiş hali. Benim çok hoşuma gitti; zaman zaman tebessüm ettirdi, zaman zaman da gözlerimi yaşarttı.

    Bu yazıyı okurken inanın tüyleriniz diken diken olacak, ağızınız açık kalacak... en azından benim öyle oldu. Çünkü bu yazıdaki Atatürk ilkokuldan beri bize öğretilen asker, siyasi lider Atatürk değil sadece... daha çok insan olan Atatürk... insan ama, göreceksiniz, nasıl insan...

    umarım forum yönetimi hassasiyet gösterip en azından birkaç günlüğüne bu konuyu üst konu yapar

    YAZIYI İNDİRMEK İSTEYENLERhttp://r a p i d s h a r e.de/files/16016755/MustafaKemal_3_.doc.html (boşlukları silin) LİNKİNDEN WORD DOSYASI OLARAK İNDİREBİLİR (RESİMLİ). İNDİRENLERİN TANIDIKLARINA E-POSTA OLARAK GÖNDERMELERİNİ RİCA EDİYORUM

    İçimizden Biri ATATÜRK

    Araştırmacı Yazar Prof.İlknur GÜNTÜRKÜN KALIPÇI


    Hepimizin bildiği gibi Mustafa Kemal ATATÜRK dünya döneminin liderleri içerisinden 21 nci yüzyıla geçebilen tek liderdir. Üstelik diğer liderler kendi halkları tarafından yok edilmemin acısını yaşamışken, o hala halkının ve dünyanın nabzında en büyük canlılığıyla, sevgisiyle, saygısıyla hala yaşayabilen dünyadaki tek lider.
    Önemli olanda sanırım, yaşarken ölmek değil, öldükten sonra da bu kadar uzun süre canlı kalabilmeyi başarmak değil midir?
    ATATÜRK’ü biz hep tarihe mal olmuş yönleriyle tanıdık: Asker ATATÜRK ya da devlet adamı ATATÜRK olarak.
    Bu verdiğim örnek dünyada tek olan örnektir. Zaten herhalde bir başkasına da rastlamamız mümkün değil. En büyük düşmanı; hani şu ordularını denize döktüğü düşmanı, Yunan başkomutanı Trikopis. Hiçbir zorlama olmadan, hiçbir baskı olmadan her Cumhuriyet bayramı Atina’daki Türk büyükelçiliğine gidiyor Trikopis, ATATÜRK’ün resminin önüne geçiyor ve saygı duruşunda bulunuyor. Böyle bir saygıyı en büyük düşmanında uyandırabilen bir Mustafa Kemal.
    Yıl 1938, General McArthur’un en zor, en problemli, en buhranlı dönemi. Birden çok sıkılır ve yanında duran yüzyirmiden fazla kişiye döner ve aynen şöyle der:
    “Şu anda hiçbirinizi değil, büyük istidadı ile Mustafa Kemal’i görmek için neler vermezdim” dedirten o büyük özlemi ve onu oluşturabilen Mustafa Kemal’i.
    Yada, yıl 1938. Bir İran’lı şair bir Tahran gazetesine ölümü üzerine bir şiir yazar. İşte o şiirin iki mısrasını sizlerle paylaşmak istiyorum. Diyorki;
    “Allah bir ülkeye yardım etmek isterse onun elinden tutmak isterse başına Mustafa Kemal gibi lider getirir.” dizelerindeki bu kıskançlığı oluşturabilen Mustafa Kemal.
    Yıl 1976, UNESCO üyelerine bir öneriyle gelir. Öneri paketindeki bir cümleyi sizlere okumak istiyorum. Diyorki ”Bu gün UNESCO’nun üzerinde çalıştığı bütün projelerin isim babası Mustafa Kemal’dir.” Öneri nedir ? Öneri ise onun doğumunun yüzüncü yılında, 152 üyesi vardı UNESCO’nun 152 ülkenin devletleri aynı anda kutlasın önerisidir. Birden İsveç delegesi ayağa kalkar ve şöyle söyler:
    “Ne yani dünyada bu kadar devlet adamı var hepsinin doğum gününü böyle kutlayacak mıyız?” şeklindeki kinayeli sözlerine, Rus delegesi ayağa fırlar yumruğunu masaya vurur ve 152 ülkenin delegelerine aynen şöyle söyler;
    ”Genç delege arkadaşım hatırlatmak isterimki ATATÜRK öyle dünyadaki herhangi bir lider değildir, bırakın onu bir yıl anmayı her ülke her problemimizde çare olarak aramalıyız” sözlerini döktürtebilen bir Mustafa Kemal. Sonra nemi olur? UNESCO tarihinde ilk ve tekdir hiç negatif oy yok, hiç çekimser oy yok 152 ülke şu metne imza atar; hani İsveç delegesi demişti ya “ne yani” diye. O İsveç delegesi bu imzanın atıldığı gün mikrofona gelir ve aynen şunları söyler;
    ”Ben ATATÜRK’ü inceledim bütün ülkelerden özür diliyor ilk imzayı ben atıyorum” diyecektir.
    İşte o muhteşem belge diyorki;
    “ ATATÜRK KİMDİR; ATATÜRK ULULARARASI ANLAYIŞ, İŞBİRLİĞİ, BARIŞ YOLUNDA ÇABA GÖSTERMİŞ ÜSTÜN KİŞİ, OLAĞANÜSTÜ DEVRİMLER GERÇEKLEŞTİRMİŞ BİR İNKİLAPÇI, SÖMÜRGECİLİK VE YAYILMACILIĞA KARŞI SAVAŞAN İLK ÖNDER, İNSAN HAKLARINA SAYGILI, DÜNYA BARIŞININ ÖNCÜSÜ, BÜTÜN YAŞAMI BOYUNCA İNSANLAR ARASINDA RENK, DİL, DİN, IRK AYIRIMI GÖSTERMEYEN, EŞİ OLMAYAN DEVLET ADAMI, TÜRKİYE CUMHURİYETİNİN KURUCUSU”
    Var mı böyle bir metin! Bir filozof derki “bir ülke için kıstas aradığınız zaman o ülkenin en büyük liderini gözden geçirin” şu anda kıstas arayan ülkelere sanıyorum bundan daha iyi bir metin gösteremeyiz. İşte bu metin 152 ülke tarafından imzalanmıştır. Eşi olmayan devlet adamı metni. Peki daha sonra ne olmuştur; 151 ülkede hemen hemen bir yıl boyunca her yerde bu metni görebiliriz, soruyorsunuz bana o bir ülke kim? İşte o ülkenin adını vermeye benim dilim maalesef varmıyor.
    Hadi gelin Haiti’ye gidelim. Yıl 1996, Haiti Cumhurbaşkanı ölür. Bir vasiyet bırakmıştır. Haiti’ye baktım haritada bir kutup kadar uzak ülke. Haiti Cumhurbaşkanı 1996 da öldüğünde vasiyeti açılır. Vasiyetinde mezar taşına yazılması için bir metin bırakmıştır. Haiti Cumhurbaşkanının bugün mezar taşında yazan hitabeyi sizlere okumak istiyorum. Diyorki “Bütün ömrüm boyunca Türkiye’nin lideri Mustafa Kemal ATATÜRK’ü anlamış ve uygulamış olmaktan dolayı mutlu öldüm”
    Peki yıllar bir şey değiştirir mi? Hayır. 2000 yılında bizim medyanın kaçırdığı bir bilgi var, ABD Başkanı milenyum mesajını veriyor. Mesajın bir yerinde aynen şunları söyler; “Bugün milenyumun hiç şüphe yoktur ki tek devlet adamı Mustafa Kemal ATATÜRK’tür. Çünkü o yılın değil asrın lideri olabilmeyi başarmış tek liderdir.” 2000 de ABD Başkanına işte bu gerçeği de ifade ettirebilen bir Mustafa Kemal var. Asker Mustafa Kemal’in, Devlet adamı Mustafa Kemal’in çok dışında bir Mustafa Kemal.
    2003 de bir şey değişti mi?, 2004? Hayır. 2004 de bir konferans veriyorum birden bir hanımefendi ayağa fırladı. Dediki “Ben Norveçliyim ve şu anda Norveç’te çok sık kullandığımız bir deyim var, bu deyimin anlamını anladım” dedi. Hanımefendi “nedir o deyim” dedim. “Norveççe’de “ATATÜRK gibi düşünmek” deyimi var. Çok sık kullanırız bu deyimi” ”nerelerde kullanırsınız” dediğimde “Hani bir problem veririz çöz diye o da tembellik eder çözmez. Deriz ki ona bu problemin mutlaka çözümü var. Birde ATATÜRK gibi düşün”. O gün otelime geldim televizyonu açtım o kadar çok kişiye bir de ATATÜRK gibi düşün dediğimi hatırlıyorumki galiba Norveççe’den çok bizim dilimizin bu deyime fazlasıyla ihtiyacı var diye düşünmeden de edemedim.
    Bir İngiliz gazeteci ATATÜRK’le bir röportaj yapar. Röportajını Amerikan Büyük Kütüphanesinden bulup getirttim ve bir yerinde Mustafa Kemal’e şöyle sorar gazeteci; ”Birleşmiş Milletlere üye olmayı düşünüyor musunuz?” Mustafa Kemal’in cevabı aynen şöyle :
    “Şartlarımızı koyarız. Kabullerine bağlı. Biz müracaat etmeyiz üye olmak için. Eğer davet gelirse düşünürüz”. Evet, Birleşmiş Milletler sadece Türkiye’yi davet edebilmek için yasasını değiştirir ve ilk davet edilen ülke olur Mustafa Kemal’in ülkesi, Türkiyesi Birleşmiş Milletlere. Sanıyorum ondan feyz alacağımız çok şey var aslında Mustafa Kemal’den. Ama bu arada 2005’de daha yeni iki üç gün önce yabancı gazeteyi okuyorum. Sürmanşet büyük puntolarla şu başlığı atmış “Bu gün Ortadoğu’ya düzinelerle ATATÜRK lazım”. dedim yazara ATATÜRK ‘ü hiç tanımıyor herhalde. Düzineye hiç gerek yok tek bir tanesi de yeterdi aslında.
    Örnek vermeye devam edersem inanın konferans böyle biter. Filipinlerden Çin’e kadar o kadar çok örnek varki. Ama gördük 1925’de 1938’de 1996’da 2000’de 2005’de her ülkeden, her cinsten, her statüden insanın özlemle, sevgiyle, saygıyla aradığı ama bizim olan bir Mustafa Kemal’den bahsediyoruz. Bu gün Türkiye’nin en büyük sorunu nedir? dersem cevap olarak kulağıma gelenler şunlar; ekonomi diyorsunuz işsizlik diyorsunuz. Ama bence Türkiye’nin çok önemli bir problemi var o problemi çözersek Türkiye ekonomiyi de çözer Türkiye işsizliği de çözer. Evet Türkiye’de lider yetiştirme sorunu var.
    Lider deyince de nedense hep siyasi lider anlıyoruz ben ondan bahsetmiyorum, benim lider dediğim çok kapsamlı bir kavram. Yoksa içersindeki tek bir terimdir siyasi lider veya sosyal lider. Ama lider dediğim zaman ben asrın lideri dünya liderinden bahsediyorum. İşte böyle liderlere ihtiyacımız var. Ben şimdi soracağım size şu anda karşımda pek çok genç arkadaşım oturuyor. Bunlardan bir tanesinin bir kaç dönem sonrasının Cumhurbaşkanı, Genelkurmay Başkanı yada Başbakanı, Maliye Bakanı yada evinin anne babası olmadığını bana iddia edebilir misiniz? Belki sizsiniz, ama bilinizki işte bugün sizlerle paylaşacağım konu asrın lideri, dünya lideri yada lider olmanın küçük sırlarını ATATÜRK’le sizinle paylaşacağım.
    İlk sırrımız; ATATÜRK tamam arkadaşım ben topraklarınızı kurtardım askeri bir dehayım deyip yerine çekilmemiş hemen asker elbisesini çıkartıp sivil elbisesini giymiş ve inanırmısınız sınırlarını hangi sınırın lideri ise o sınırların içerisinde ne var ise ama ne var ise taşından toprağına hepsinin ama hepsinin sorumluluğunu omuzlarında hissetmiştir de onun için Mustafa Kemal bugün dünya lideridir. Nasıl mı ?
    ATATÜRK’ü ağlarken tarih çok ender tespit etmiştir. 25 yıllık araştırmacıyım, 7 tespitim oldu. İlki Çanakkale’de topçu atışımız başladığı sırada döktüğü gözyaşıdır, bir diğeri ise hepimizin bildiği bir hikaye ama ben yine de anlatacağım. O günün Ankarası kurak, çorak bir köy. Çankaya’dan meclise gelirken yol üzerinde sadece ama sadece bir tek iğde ağacı varmış. ATATÜRK o iğde ağacının önünden geçişlerinde arabasını durdururmuş, inermiş ve o iğde ağacına selam verirmiş. “Aman demişler paşam ne yapıyorsunuz böyle?”, “Eee o demiş yediğim meyvenin, sığındığım gölgenin, soluduğum havanın bir neferi. En az diğer neferler kadar bunun da selama hakkı var”. Yani “niye şaşırıyorsunuz?” der gibiymiş. Ve bir gün yanında bulunan arkadaşına “İşte bu benim...” derken bide bakıyor ağaç yok ortada hemen iniyor “Ne yaptınız bu ağaca” diyor. “Paşam” diyorlar “yolu genişletmek için mecburduk kestik o ağacı”. “Yahu diyor bitek bana soraydınız bu ağacı kurtaracak bir yolu mutlaka bulurdum” diyor. Daha fazla dayanamıyor, arabasına biniyor, şoförünün ve arkadaşının gözü önünde hüngür hüngür ağlamaya başlıyor. Bir tek iğde ağacı için mi dersiniz? Hayır. Çok zor şartlarda kurtardığı bu topraklarda yetişen bir canlıdır ve lideri olduğu için de bu toprakların da o iğde ağacının da sorumluluğu Mustafa Kemal’in omuzlarındadırda onun için.
    Galiba şimdi anlatacağım inanılmaz projeyi de o gün düşünmeye başladı. Hani “Bir daha böyle bir şeyle karşılaşabilirsem nasıl müdahale edebilirim” diye. Çok değil doğa katliamı, en kolay yaptığımız katliam.
    Yıl 1930 ATATÜRK Yalova köşküne doğru çıkmakta. Bir de bakar bir bahçıvan koca bir çınar ağacını kesmek üzeredir. “Yahu” der “sen hayatında hiç böyle bir ağaç yetişdirdinmiki? Kesmeye muktedir görüyorsun kendini ve niye ?” der. Bahçıvan derki; “Paşam çınar ağacının kökleri köşkün temelini kaldırdı, yaprakları da köşkün pencerelerine müdahale ediyor. Ya köşkü kaybedeceğiz ya ağacı keseceğiz. Onun için de kusura bakmayın ama biz ağacı kesiyoruz”. Bir an düşünür; “Hayır gerekirse köşkü ağaçtan uzaklaştırırız” der. Derlerki bu gün Mustafa Kemal bir hoş. Ne demek köşkü tutupta ağaçtan uzaklaştırmak? Ama inanırmısınız mühendis değil, mimar değil, ziraatçı değil ama ne yapar biliyormusunuz? İstanbul’daki köprü altındaki tramvay raylarını Yalova’ya taşıtır. Köşkü hiç yıkmadan olduğu gibi tutarak kendisi de kazma kürek temelini kazar ve köşkün altına tramvay raylarını döşeyerek köşkü ağaçtan 4 metre 80 santim kenara çekerek hala Cumhuriyetimiz gibi ayakta durmakta olan çınar ağacının kurtuluşunu temin eder.
    Yıl 1930. Dünya çevre lafını ne zaman etmeye başladı? 1980 den sonra. 1980 den önce, 1930 yılında dünyaya somut bir çevre dersi vermektedir Mustafa Kemal aslında. Ama, biraz acı parantezlerim olacak bu konferansımda. İlk acı parantezimi ATATÜRK kimdir belgesiyle açmıştım, ikinci acı parantezim burada olacak. Hadi gelin 5 Mart 1996 ya gidelim yani günümüze yakın bir gün. “ATATÜRK ve Türk kadını” konulu tiyatrolu konferansımı 25 gençle sunuyorum. 25 gençle birlikte prova yaptık, yorulduk, oturduk, televizyonu açtık. ikinci haber olarak 6 dakika müddetle ve 5 kere görüntü zumlanmak üzere önemli bir haber verildi televizyonda. Haberi aynen aktarıyorum, diyordi ki “Amerika da eski bir ünlü bir müzikhal hiç yıkılmadan dünyada ilk kez uygulanan bir yöntemle raylar üzerinde iki metre kenara çekilerek yerine yeni bir binanın yapıldığı” haberiydi. Dünyada ilk kez lafı da beş kere edildi. gençlerden biri kalktı bana ne dedi biliyor musunuz? “Ya öğretmenim biz tarihe pek bir daldık. Bakın el alem neler yapıyor? Teknik, medeniyet biraz da onlara baksak” diyince arşivimde 1930’da ATATÜRK’ün bu işi yaparken çekilmiş resimleri, raylar üzerindeki çekilen resimleri gösterdim kendilerine ve dedim ki ”şu anda ne söyleyeceksiniz bana?”. Bir genç kalktı ne dedi biliyor musunuz? “Ya öğretmenim suç bizde mi? Biz bu konuyu ilk defa sizden duyuyoruz, sizden görüyoruz bu resimleri”. Ama o haberi bugün milyonlarca Türk genci izledi ve oturdular 25 genç, bu haberi veren televizyona bir faks çektiler. Faksta aynen şu yazıyordu “İkinci haber olarak 6 dakika müddetle ama beş kez şu resimleri göstermek suretiyle bu arada da mutlak suretle mesajı iletin dediler “Bu gün 1996, Amerika çekiyor raylar üzerinde iki metre, yerine yeni bir bina yapıyor, 1930 ATATÜRK çekiyor 4 metre 80 santim, bir ağaç kurtarmak için” bu mesajı da çok iyi verin dediler. Yıl 1996 idi. Yıl 2005 hiçbir televizyonda izlediniz mi? İzlemediniz.
    Ya hocam siz bize bir tek çınar ağacı ve iğde ağacı anlattınız bunlar ATATÜRK’ün hayatında tek tek örnekler olabilir. Hadi gelin Söğütözü’ne gidelim, hani şu Ankara yakınlarındaki, o zaman için 80 tane söğüt ağacının olduğu yere. Söğütözüne ATATÜRK hep dinlenmek için gelirmiş. Bir geldiğinde galiba düşündüğünü sesli olarak aktarmış; “Ah ! burda bi kulübem olsaydı keşke”. “Ya paşam istediğin bir kulübe olsun hemen yaparız şuraya“ demişler. “Buradaki ağaçlara ne olacak peki”. “Paşam burdakiler söğüt ağacı; gönülsüz ağaçtır. Sökeriz başka bir yere dikeriz, mutlaka tutar” demişler. Bir an durur, “Bir tek şartla kabul ederim” der. “Burda yetecek kadar söğüt ağacını kendi ellerimle sökeceğim, kendi ellerimle dikeceğim, önce tuttuklarını göreceğim, sonra kulübe yapımına izin vereceğim”. Yani bugün betonu yeşile tercih eden zihniyete bence en güzel örnek teşkil eder bu. Ne yapar biliyor musunuz? Türkiye Cumhuriyetinin Cumhurbaşkanı Mustafa Kemal ATATÜRK makamını Çankaya’dan Söğütözü’ne taşıtır hasırlar üzerine. Kabullerini orda yapar, imzalarını orda atar, çadırda kalır ama söğüt ağacını söker, kendi elleriyle diker, tuttuklarını görür, ondan sonra bugün çok küçücük ama verdiği mesaj olağanüstü büyük olan bu Söğütözü’ndeki küçük ATATÜRK kulübesinin yapılmasına izin verir.
    25 yıllık araştırmacıyım. Benim elimde 130 belge var bizzat çevre hareketine bedenen katıldığına dair. Sade bende 130 belge, kim bilir kaç belge var. Keşke diyorum, keşke bu belgeler, bazı günler bizi okullar da bu kulübeye götürüpte burada anlatılsaydı. sanıyorum bugün betonu yeşile tercih eden hiçbir belediye başkanı yetişmezdi.
    İşte bu anlamda sahneye şimdi Tahsin ÇOŞKAN’u davet edelim. Tahsin COŞKAN o zamanın genç bir ziraat mühendisi. “Gel Tahsin seni bir yere götüreceğim fikrini almak istiyorum” diyor. Giderler, gösterdiği yere bakar Tahsin Bey. Bataklık, sivrisinek salgını, hayvan leşlerinin olduğu berbat bir arazidir. “Ya paşam hayrola” der. Atatürk, “Buraya bütün masrafı cebimden olmak üzere bir orman çiftliği yapmak istiyorum” der. “Ya paşam buranın ıslahı ya sizin paranızı tüketir ya da zamanınızı, neden bu kadar mümbit topraklar varken gelip de burayı tercih ettiniz?” der.
    ATATÜRK’ün cevabı ATATÜRK’çedir. Derki ”Ben en zor olanı yapayımda siz arkamdan kolayları nasıl olsa yaparsınız.” Ne bilsin ki en kolayları bile çabuk yıkabildiğimizi ama, bu aradaTahsin ÇOŞKAN “Paşam burda hiçbir şey yetişmez, pek uğraşmayın” der. Ama dinleyen kim. Derki “Tahsin buraya ziraatçileri getir ve incele bana resmi bir yazı getir burasıyla ilgili”. Biraz sonra Tahsin COŞKAN çok mutlu, kendi dediği çıktı, üzerinde “Burada hiçbirşey yetişmez“yazılı, altında da ziraatçilerin imzasının olduğu bir belgeyi Mustafa Kemal’in önüne koyar. ATATÜRK biraz mütebbessim okur bu yazıyı. Kaleme alır, bu kağıdın yanına aynen şunları yazar “BURASI VATAN TOPRAĞIDIR, KADERİNE TERK EDEMEYİZ”. Etmez de. Aynı Sakarya savunması gibi akasya savunmasını ele alır, çam ve köknarı oraya 30 Ağustos olarak tamamlar ve hiç unutmayacağımız bir gün, lütfen hiç unutmayın, tarihte atladık bu günü, 25 Mayıs 1933. Ne yapar biliyor musunuz? Hani 5 Haziranlarda kutladığımız bir gün var, çevre günü değil mi? Çevre günü ne zaman kutlanmaya başladı? 1980 den sonra. Peki 25 Mayıs 1933, ATATÜRK ne yaptı? İlk Çevre günü kutlamasını yaptı. Hem de bugün okullara soruyorum diyosunuz ki ne yaptınız diye “ya ağaç diktik diyorsunuz ya çöp topladık” öyle falan değil. Bütün Ankara halkını bedava trenlerle buraya getirtiyor, ağaçlar boy vermişler, altında dinlenmektedirler, havuz yapılmıştır, çocuklar yüzmektedirler. Hatta bütün masrafı cebinden ödemiştir ama karı da almamıştır, buraya bir fabrika yaptırmıştır, süt ürünleri üretilmektedir, herkes yamektedir. Herkes çok mutlu ama en mutlusu Mustafa Kemal ATATÜRK.
    Nebizade diye bir arkadaşı var, Nebizade’nin kafa çok karışık. “Yahu paşam senden başka bir tek kişi burada bir ağaç yetişeceğine inanmadı. Peki sen nasıl anladın burda orman olacağını?” der. “Gel Nebizade gel, şimdi anlatayım sana. Hani Tahsin ÇOŞKAN’ın burda birşey yetişmez dediği günün akşamı tebdili kıyafetle Çankaya’dan kaçtım, burdaki köylülere geldim. Köylüler beni tanımadılar. Köylülere, ağalar dedim burda ağaç yetişip yetişmeyeceğini bana en kolay yoldan nasıl ispat edersiniz dedim. “Al dediler”, bana bir testi su verdiler, bir de kazma kürek. “Kaz orayı iki gün sonra gel biz sana ne olacağını söyleriz” dediler. Ah o iki gün Çankaya’da nasıl geçti bir Allah bilir bir de ben. İki gün sonra gittim testiyi çıkardım, testinin içinde su bitmişti, köylülere uzattım. Dediler ki bana “ağa testide su kalmamış, toprak su emiyor, bakma bunun üstünün kurak olduğuna, biraz uğraş burda ne ekersen biçersin”. Ve hani Tahsin COŞKAN’ın o raporu bana getirdiği gün ben çoktan projeye başlamış epey de ilerlemiştim” diyecektir.
    Dünya lideri olmak öyle kolay değil biliyor musunuz. Hani ATATÜRK’e kimdi en çok karşı çıkan, evet Tahsin COŞKAN’dı. Onu da ATATÜRK buraya müdür tayin eder. Evet lider olmak hakikaten kolay iş değil. Bu arada biz bu 130 belgeye hiç çalışmamışız. Çalışmadığımızın en acı örneğini Türkiye yaşadı zaten. Neydi o örnek “17 Ağustos depremi”. Evet deprem bir kaderdir ama kader olmanın ötesinde dolgu alan çöktü, dolgu binalar çöktü. Oysa 1930’dan beri bize “lütfen tabiatla oynamayın, tek bir ağaçla bile oynamayın” diye bize örnek olan bir liderimiz varken yaşadık bu acıyı.
    Bizler iyi değerlendirmemişiz onun çevre hareketini ama bakın dünya ne güzel değerlendirmiş hareketini. Ben size bu bilgileri vermek için 1919 başladım ve bugüne kadar çıkan bütün gazete ve dergileri tarıyorum. Taramam sırasında 28 Temmuz 1933 günün Cumhuriyet gazetesinde bir haber okudum. İnanılmaz bir haberdi. Hani bir çiçek alıyoruz, kırmızı renkte, hediye götürüyoruz ve adına da “ATATÜRK Çiçeği” diyoruz. O ATATÜRK çiçeğinin adını biz koyduk zannediyorduk ama bakın gazeteyi aynen okuyorum. Gazete haberi şu “Chicago özel, geçenlerde Vanderbit Üniversitesi profesörlerinden doktor Kirk Landın laboratuarlarında muhtelif ameliyeler neticesinde kırmızı renkte yeni bir çiçek elde edilmiştir Profesör bu yeni çiçeğe isim ararken yanında duran ama Tarsus Kolejinde ATATÜRK’le tanışmış, ondaki tabiat bilgi ve ilgisine hayran olan bir diğer profesör bu çiçeğe ATATÜRK isminin verilmesini önermiştir. Ve bu öneri dünya nebatat dairesine iletilmiş ve ATATÜRK’ün yaptığı çalışmaların anlatıldığı toplantıda oy birliğiyle kabul edilmiştir”. Yani dünyadaki her ülkede bu çiçek Gazi ATATÜRK adıyla üretiliyor ve satılıyor.
    Peki başka bir lider varmı diye araştırdım bir çiçeğe adını veren, başka hiçbir lider yok. Çünkü tabiatıyla bu kadar bütünleşebilen bir lideri dünya tarihi yazmamıştır. Diyorki Mustafa Kemal ”çevre hareketi dışında eğer lider olacaksanız eğer lider olmaya kalkıştıysanız ki içinizde öğrenci arkadaşlar var mutlaka sınıf başkanları vardır eğer sınıf başkanı olacaksan bu bi liderliktir sınırın nedir? sınıftır sınıfın içerisindeki tek bir tebeşir tanesi tek bir sıra tek arkadaşının problemiyle ilgilenemeyeceksen o liderliği kabul etmeyeceksin demektedir Mustafa Kemal.
    Peki ikinci sırrımız ne? İkinci Sırrımız; dünya tarihi sadece bir sıfatı Mustafa Kemal’e vermiştir. Başka dünyada hiçbir liderin alamadığı bir sıfattır bu hangi sıfat mı? Ne dersiniz? Evet Başöğretmen diyen var aranızda, hoşgörülü evet biliyorum hepsi gönlünüzden geçen sıfatları ATATÜRK’ün ama soruyorum sizlere bir insan doğumundan ölümüne kadar ya bir askerdir, ya bir devlet adamıdır ya çevrecidir ya tiyatrocudur ya sanatçıdır ya arkeologdur bir şeydir. Ama bunların hepsi birden olabilen dünyadaki tek lider Mustafa Kemal ATATÜRK olduğu için dünyada “kültür antropoloğu” sıfatı verilebilen tek lider Mustafa Kemal’dir.
    “Kültür Antropoloğu” nedir ne değildir uzun uzun başınızı ağrıtmayacağım. Hadi gelin 5 Mayıs 1935, Ahlatlıbel’e gidelim. Ahlatlıbel Ankara yakınlarındaki kazıların başladığı yer biliyorsunuz. Bütün arkeoloji kazılarının yapılma emrini veren Mustafa Kemal, müzelerin açılma emrini veren de Mustafa Kemal. Ama bugünkülerde olduğu gibi açın, kazın, imza; öyle değil. Nasıl yetişmiş inanın, 25 yıllık araştırmacıyım hiç anlamadım. Bakıyorsunuz Efes kazıları başlıyor iki kere gidiyor, Konya‘da Asar kazıları başlıyor başında, birde bakıyorsunuz Ahlatlıbel kazıları başlamış başında, toprak alıyor, ölçüyor, biçiyor. “Ya ne yapıyor Mustafa Kemal” diyorlar. Çankaya’ya gidiyor, Çankaya’da üç gün üç gece hiç uyumadan; uyumamak için alnına ıslak bezler koydurmuş, birilerini çağırıyor, telefonlar ediyor bir heyecan bir telaş. Üç gün sonra “gelin diyor Ahlatlıbel’e gidiyoruz”. Hemen geliyor diyorki “arkeologlar toplanın”. Biliyorsunuz başlarında en büyük arkeoloğumuz Zübeyir KOŞAR var. Bu Zübeyir KOŞAR’ın bir e bir anısıdır. Toplanıyor ve diyorki Mustafa Kemal heyecanla; “kazdığınız yer yanlış, şurayı kazmanız gerekir”. Yabancı arkeologlar “el insaf paşam, anladık iyi askersin iyi devlet adamısın ama yani bu işte bizim işimiz niye karışıyorsun” der gibi aralarında birkaç şey oluyor ama emir büyük yerden. Başlıyorlar Mustafa Kemal’in gösterdiği yeri kazmaya. Sonuç mu? Bütün bulgular ordan çıkacaktır. İnat uğruna, kendi ceplerinden öder ve kendi dedikleri yeri kazarlar hiçbir bulguya rastlamıycaklardır.
    Bunun üç gün sonrası, ATATÜRK Galip ARCAN’ın yazdığı “Sırat Köprüsü” adlı piyese davetlidir. Davetiyede böyle yazar piyesin başında mutludur biraz sonra sinirlenmeye başlar bir müddet sonra bitince “bana Galip ARCAN’ı çağarın!” der. Galip ARCAN gelince “bu piyesi siz mi yazdınız? “der. “Evet paşam ben yazdım”. ”Hayır, bu bir Bolunun Flor Doranj adlı boldvilin’in aynen çevirisi neden bunu belirtmediniz hakkınızda soruşturma açtırıyorum” diyecektir. Buna benzer pek çok anıyı da okuyunca ne dedim biliyormusunuz. Samimi konuşacağım inanın sizlerle. Dedim ki “a be Atam boldvilin’e varıncaya kadar ne zaman okursun? ne zaman kafanda tutarsın”. Ve o sırada ne yaptım biliyor musunuz? Yirmi yıllık araştırmacıydım, ATATÜRK’le iddiaya girmek gibi, dedim “senin başında durmadığın ilerletmeye çalışmadığın bir alan bulmak benim boynumun borcu olsun”.
    O sırada da “Sanat ve ATATÜRK” adlı araştırmamı yapıyorum baktım resimde Türk tarihinde ilk resim sergisini o açıyor, heykelde dinin etkisini kaldırıyor ama karşıma yedinci sanat dalı geldi. Ne? Sinema. dedim “herhalde burda iddiayı kazandım”. Hey hat, baş yönetmen Cezmi AR, başrolde Mustafa Kemal, film çekiyorlar. Ve Cezmi Ar Mustafa Kemal’e tabi Cumhurbaşkanı ya diyemiyor şöyle dur böyle dur diye diğer oyunculara şiddetle bağırıyor. Atatürk “Gel Cezmi gel, burda başkomutan sensin. ben bu işi bilmem. Önemli olan işin iyi çıkması. Bana da aynı şiddet ve hiddetle bağıracaksın” der. Cezmi AR hayatının son günlerinde “ben bir daha asla öyle bir oyuncuyla çalışmadım” diyecektir.
    Yıl 1937, Münir Hayri EGELİYLE odalarına çekilirler. Çankaya’ da ne mi yaparlar? ATATÜRK bir film senaryosu yazmıştır, adını da koymuştur; “Ben bir İnkilap Çocuğuyum” dur adı. Kendi yazdığı film senaryosunu Münir Hayri EGELİ çekecektir, ATATÜRK oynayacaktır. Ama yıl 1937 dir, ömrü vefa etmemiştir. Derim ki haydi filmciler bulun bu senaryoyu filme çekin pokemondan çok daha faydalı olacağına ben kesin gözüyle bakıyorum.
    Bu arada ATATÜRK’ün her şeyi iyide ben iddiadan vazgeçtim, tamam dedim. Kesinlikle iddia falan yok artık, iddiayı Mustafa Kemal kazandı ama merak ediyorum nasıl yaptı diye. Asıl sır nerde? O sırada en büyük lider eleştirmeninin sözü geldi elime. Liderleri çok sıkı eleştiren bir eleştirmen diyorki ATATÜRK için “Liderler içerisinde eleştiri acizliği yaşadığım tek lider Mustafa Kemal’dir. Çünkü bütün Rönesans, bütün reform, bütün aydınlanma çağı etkinlikleri bir adamın kafasında toplanmış, bir çağa sıran etkinlikler on yılda başarılmış, bu büyük bir mucizedir en büyük radikal Mustafa Kemal’dir”. Bunu biz demiyoruz dünyanın en büyük lider eleştirmeni diyor.
    Peki, tamam laf iyid e diyorsunuz ki; laflar karın doyurmuyor. Esas sır nerde çok merak ediyorum. On yılda bir bakıyorsunuz kara tahtanın başında harf öğretiyor, bir bakıyorsunuz şapka giyiyor, bir bakıyorsunuz tiyatro eseri oynatıyor, yok efendim arkeolojik kazılara gidiyor, tren raylarının genleşme hesabını yapıyor, Ankara’daki caddelerin ne kadar mesafede olacağı konusunda şehirleşme planları yapıyor, E on yılda bunların hepsi peki nasıl? Ben esas sırrı nerde buldum biliyor musunuz? Onun bir sözünde. Ama bu bence, ve dedim ki bu sözü okuyunca keşke şu karga kovalamasını kafalarımıza yerleştireceklerine şu sözünü yerleştirselerdi herhalde Türkiye çok farklı biyerde olurdu şu anda. ATATÜRK diyor ki” Çocukluğumda elime geçen iki kuruştan birini eğer kitaplara vermeseydim bu gün yapabildiğim işlerin hiçbirini yapamazdım”. Esas sır bence burada. Çocukluğunda eline geçen iki kuruştan birini kitaplara verdiği için 35 yaşında general, 40 yaşında başkomutan, 42 yaşında cumhurbaşkanı, 46 yaşında dünyada pek çok reformist var ama hiç biri dile dokunabilmeyi cesaret edememiştir; dile dokunabilen tek reformist Mustafa Kemal’dir. İşte bunu yapabilen ve 53 yaşında nutku yazan genç olarak tarihimize geçecektir Mustafa Kemal.
    Okumayla, ama nasıl okuma biliyor musunuz? Bildiğimiz gibi bir okuma değil. Sizi 1914 Anafartalar’a götürüyorum. Anafartalar’da savaşın bir dinlenme yerinde çadırınıza gelirsiniz postalları çıkarır rahatça dinlenmek istersiniz. Öyle bir şey yok. Macar Türkoloğu Nemet’in, Fransız Türkoloğu Devin’in Türkoloji albümleri duruyormuş. Açıyor onları okuyor Mustafa Kemal. Diyorlar ki “niye bunları okuma gereği duyuyorsun” verdiği cevaba bakın. onlara diyor ki “Savaştan sonra bu dilin değişme ihtiyacı var onu tespite çalışıyorum”. Yıl 1914, gelelim 1916’ya. Bitlis cephesi komutanı Mustafa Kemal Bitlis cephesinde çökmekte olan bir cepheyi kurtarıyor ve çadırına geliyor, yaveri İzzettin ÇALIŞLAR’ı çağırıyor ve eline bir not veriyor. Notta ne yazıyor biliyor musunuz? “Savaştan sonra ilk işimiz Türk kadınına serbestisini vermek, onu erkeğinin yanında eşit haklara sahip kılmak”. Yıl 1916, Türk kadının değil adı, değil kimliği, hiçbir şeysi yok. Sokağa çıkma hakkı olmayan bir Türk kadını. Peki sizce tam savaşın en hararetli zamanında neden Türk kadını geldi Mustafa Kemal’in aklına. Ha, Kurtuluş Savaşında gördüğümüz kadın manzarası, değil ATATÜRK’ü, dünyayı şaşırtan bir manzaradır. Ülkelerin savaşları olmuştur ama topyekün savaş örneği ilk defa Kurtuluş Savaşında görülmektedir.
    Atatürk bu savaşta Ayşe Hatun’u tanımıştır. Ayşe Hatun’u hepimiz tanıyoruz. Bilmeyen var mı içinizde? Onun yapabildiğini acaba hangi ülkenin kadını yapabilir? Ya da zamanımızda hangi kadın yapabilir? Benim bir kızım bir oğlum var inanın bu kadar araştırmacıyım düşünüyorum. Biliyorsunuz sekiz aylık kızı kucağında omuzunda mermi ve cepheye cephane götürüyor. Sekiz aylık kız dinler mi düşmanı, ağlamaya başlıyor. Ve bu sırada ölmesi falan problem değil Hatun’un, ama düşman eğer onları fark ederse çok kısıtlı olan cephane cepheye gidemeyecek, bütün düşüncesi o Ayşe Hatun’un. Ve bu arada çocuğunu göğsüne yaslar, düşman biraz geç gider, indirdiği zaman kendi elleriyle çocuğunu şehit ettiğini görecektir Ayşe Hatun yada diğer adıyla Tayyibe Hatun. Peki ne yapar? Çocuğunu koyar üzerini bayrakla örter ve aynen şunları söylemiştir. Kafile başkanı komutanımız aktarıyor bunu. “Sen yüzlerce binlerce yıl sonra doğacak Türk çocukları için şehit oldun” (yani şurada oturan bizler için şehit olan) “bu benim içinde senin içinde bir şereftir. Yeterki vatan sağolsun” diyor, omuzuna alıyor cephanesini ve yola koyuluyor. Hanımefendiler içinizde anne olanlar var. Lütfen bir an için düşünün, çocuğunuzu göz önüne getirin. El bebek gül bebek büyütüyoruz, gözünün içine bakıyoruz, tercih yapın sizden sonraki kuşak mı? çocuğunuz mu? İşte bu Ayşe yada diğer adıyla Tayyibe Hatun’u tanıdı Mustafa Kemal.
    Kurtuluş Savaşında Kütahya sırtları, -30oC, -40 oC. Ve 75-80 yaşlarında bir nine. Gerisini gelin kafile komutanı Mustafa Necati’den dinleyelim. Mustafa Necati neyi görür? Bütün yorgan battaniye ne varsa cephanenin üstüne örtmüş kendisi pazen elbiseyle. Aynen şunları söyler “nine kar sepeliyor hava çok soğuk bari şu yorganı alsan sırtına” dediğinde aldığı cevap ”dokunma ona, o millet malıdır, nem kapmasın. Ben bir ölürüm ama onunla binler doğacak binler. hayır oğlum hayır hiç üşümüyorum, soğuğu hiç duymuyorum ki. Düşman bu topraklara girdi gireli benim içim yanıyor içim a oğul” diyen bir nineyi tanıdı Mustafa Kemal.
    Albay Hulusi ATAĞ’ın kafilesinde olan genç bir kadınımız hastadır ve cephane taşırken yere düşmüştür, ölmek üzeredir. Hulusi ATAK sorar “bacım bana adını söyle seni tarihe yazdıracağım” dediğinde aldığı cevap “adımı ne yapacaksın a oğul yaz benim adım Anadolu” cevabındaki adımın ne önemi var önemli olan ülkemin adı ve gururu düşünüşü keşke, keşke uygarlık savaşımızda aynı şiddetiyle sürebilseydi bugün. Üzerinde ATATÜRK yazılı kapsülü inanın, inanın hiç mübalağa etmiyorum ilk uzaya fırlatan ülke mutlaka ama mutlaka biz olurduk.
    Evet bu savaşta ATATÜRK dünyaya tek geçen Zekiye Hanım’ı tanıdı. Zekiye Hanım ne yaptı biliyor musunuz? Dünyaya ilk ve tek geçen kadınımızdır. 10 Aralık 1919 öğretmen okulu bahçesine 3000 kadını toplamış, dedim herhalde sıfırları fazla okuyorum. Hayır 3000 kadın, yapımcısı, dinleyicisi, konuşmacısı. Kadın olan dünyada ilk mitingdir bu, onun için dünyaya ilk geçmiştir. Peki Zekiye Hanım nasıl toplamıştır, cep telefonu yok faks yok, hiçbir araç yok. Hadi bunlar oldu farz edelim. Kadının sokağa çıkma hakkı yokken 3000 kadın nasıl organize oldu dersiniz? Evet bunu incelediğimde inanılmaz bir hem hayranlık hem de üzüntü duydum neden biliyor musunuz?
    Cep telefonunuz var, faksımız var. Pek çok kulübün, pek çok derneğin davetlisi olarak gidiyorum. Hanımlar 50 kişi geldi mi aman diyorlar bu gün çok kalabalığız. 3000 kadından bahsediyorum ama projesinin adını da söylemek istiyorum Zekiye Hanım’ın “MUTFAK PROJESİ”, inanılmaz bir proje. Daha sonra bir yerde tekrar geçecek bu proje.
    ATATÜRK Zekiye Hanım’ı, Nakiye Hanım’ı tanıdı bu savaşta. ATATÜRK Melek REŞİT’i tanıdı, Atatürtk Şuküfe Nihal’i tanıdı ve ATATÜRK ekmek pişirerek askere götüren ama bu düşmanlar tarafından tespit edilip askerimizin yerini öğrenmek için çok işkence gören ama söylemediği için ekmek pişirdiği fırına atılarak yakılan Nazife Kadın’ı tanıdı bu savaşta. Bu savaşta ATATÜRK Taccülcalala hanımı tanıdı ATATÜRK üsteğmenlerimizi, binbaşı hanımlarımızı tanıdı, bu savaşta Tuğgeneral rütbesi verilmesi öngörülen 8 yaşındaki, evet yanlış duymadınız 8 yaşındaki Nezahat kızımızı tanıdı. İşte Nezahat kızımızın yanında şehit olan bir erimizin cebinden çıkan bir mektubunda annesine şöyle yazmış “anne Nezahatle babasının arasındaki konuşmayı duyaydın benim burada niye olduğumu anlardın” demiş ve bu arada şöyle yazmış” biz Mehmetçik Nezahat’e Türklerin Jean d’Arc ’ı diyoruz” demiş. Bu bana acı geldi. Ben Jean d’Arcı ortaokuldan beri tanıyordum ama Nezahat’i ancak bu araştırmam da tanıdım. Bunun acısını da o mektupla birlikte yaşamış oldum. Bu kadınlarımızı ben ATATÜRK ve Türk Kadını konulu konferansımda anlattığım için burada sadece adlarını anmadan geçemeyeceğimi gördüm.
    Bu arada ATATÜRK okumuş da yazmaya da vakit bulabilmiş. Evet bizler için bir geometri kitabı yazmış. Üçgen, açı, dikdörtgen gibi ve 48 tane geometri teriminin isim babası bu yazdığı kitapla bizzat Mustafa Kemal’dir. İyi ki de yazmış eşkenar üçgen demek için “müselleseyi bilmemne bilmemne...” demek gerekir. İnanın bu kadar şeyi aklımda tutuyorum, bir onu tutamadım. İyi ki yazmışsın dedim. Bu arada ATATÜRK her sektöre el attı dedim ya, basın sektörüne de el atıyor ve bir gazete çıkarıyor. Adı “Mimber”, 52 sayı çıkmış gazetesi, ve bu gazeteleri okuduğum zaman bu Mustafa Kemal’in gazetesi dedim. “Sansür” kelimesi ilk defa bu gazetede yer almıştır. Bu arada keşke bütün Türk gençlerimiz bu gazeteleri okuyabilseydi diye düşünmeden de edemedim. Çok moral bulurlardı çünkü.
    Bu arada çok güzel şiirler yazmış. İlk şiiri 1908 Şanlı Ordu dergisinde yayınlanmış. Keşke vaktimiz olsa da şiirlerinden de aktarabilseydim. Bu arada nutku yazmış, tiyatro eserleri yazmış, sinema senaryoları yazmış, yazmış yazmış. Peki okumuş yazmışta sadece gününün problemlerine mi çare bulmuş Mustafa Kemal? Sadece gününü mü kurtarmış acaba? Hadi gelin esas önemli olan da bu, buna bir bakalım mı ne dersiniz?
    İşte günümüzde 25 yıllık araştırmacılığım sonunda size bir itirafta bulunmak istiyorum, diyorum ki ATATÜRK inanın, bugün sanıyorum 7 Şubat 2005, bu günü çok net görmüş, hadi görmekle kalsa iyi, birde bu gün kullanacağımız kadar güncel geçerli ve çözümsel önerileri de yazarak bırakmış bir lider. Söyleyin bana hangi ülkede var böyle bir lider. Diyeceksiniz ki lafı bırak bize somut örnek göster. İşte ilk örneğimiz; dedinizki demin Türkiye’deki sorunları sorduğumda size, dediniz ki önemli olan sorunların bir tanesi de ekonomik sorun. Peki Amerika’nın en ünlü ekonomistlerinden birisi olan Mr. Jhons bize şunu öneriyor, diyor ki “ekonomiyle savaşta bir tek ATATÜRK’ü örnek alsın yeter Türkiye”.
    ATATÜRK’ün ekonomi ile de ilgili ne görüşleri var acaba, ve bunun üzerine oturdum, Maliye arşivine indim, Maliye arşivini incelememde ATATÜRK’ün ekonomide en önem verdiği şey ne biliyor musunuz? Türk parasının değerini korumak. Peki, 1919’a baktım Türk parası Sterlin karşısında, o zaman dolar yok, Sterlin karşısında 605 kuruş. Ha bir savaş yapıldı, ülke yıkıldı tekrar yapıldı. Peki 1938’de kaç kuruş biliyor musunuz? 19 sene sonra inanılmaz bir şey, 616 kuruş. Buna gerçekten inanmaya imkan yok. Peki dedim ki herhalde yanlış okudum banknot artış hacmine baktım, banknot artış hacmi 1919’dan 1938 son dört ayına kadar, son dört ayı ilgilenemiyor sağlığından dolayı, son dört ayına kadar 19 sene sadece %8, bu çok büyük bir başarı. Peki son dört ayda ne oldu diye baktım, gülüyorsunuz tahmin ettiniz mi? %15. 19 senede %8. Bari ölümünü bekleseymişiz, ama işte problem bir takım yerlerde sanıyorum.
    Bu arada bir arşiv belgesi daha aktarmak istiyorum size. 5 Aralık 1927 tarih. 5 Aralık 1927’de bir Türk Lirası verdiğimiz zaman 2 dolar alabiliyormuşuz karşılığında. Eğer bizim nesil vazifemizi yapaydık size karşı, bugün 20 milyon liralık banknotu götürecektiniz, karşılığında 40 milyon dolar alacaktınız bizim nesil vazifesini yapaydı. Ama diyorum ki lütfen gençler lütfen, ilerde maliye bakanı olabilirsiniz, ilerde başbakan olabilirsiniz, ilerde aile kurabilirsiniz o da bir ekonomik sektördür ve ekonomiye yön vereceksiniz. Bizim yaptığımız, size çektirdiğimiz sıkıntıları çekmemeniz için lütfen ekonomik görüşleriyle ATATÜRK’ü mutlaka incelemenizi tavsiye ediyorum.
    Bu arada biliyorsunuz 1929 da çok büyük ama çok büyük bir şey var. Ekonomik kriz var. Bütün dünyayı sarsmış ekonomik kriz. Peki soruyorum size sarsılmayan bir ülke söyleyin. Türkiye tabîi ki. Peki 1929’da bütün dünya buhran yaşıyor en gelişmiş ülkeler bile. Hadi etkilenmedin de, rakamlara bakın kişi başına düşen milli gelir %51,2 artıyor. Eksilmeye alışmışız da artma kelimesi garip geliyor bize. Enflasyon ne kadar? % -1.2, bunlar resmi rakamlar.
    Peki ikinci örnek, günümüze örnek;1996 İngiltere’de bir seçim yapılır. Meclisteki kadın millet vekili sayısı seçimden önce 13, seçimden sonra birden 123 olur. Hiii derler kim yaptı bu başarıyı, Leslie Abdela diye bir hanımefendi. Leslie Abdela’yı tüm ülkeler çağırır, “ya bize de öğret metodunu da bizde kadını fazla sokalım meclise” derler. Leslie Abdela’yı Türkiye de çağırır. Şile’ye gelir, dolar alır anlatmak için. Ve işte sözlerinin özeti “İngiliz kadını bu başarıyı ATATÜRK’e danıştı”. Yani ben Türkiye ye tereciye tere satmaya geldim. Peki Leslie Abdela’nın uyguladığı projenin adını biliyor musunuz? “Mutfak Projesi” peki şöyle yazıyor şurada; “1919 dan beri biz Türk kadını ve ATATÜRK’ün peşindeyiz merak ediyorum iki kadın milletvekilinizde benim peşimde niye acaba” diye de ironi yapmış burada. Bu arada eğer biz bu metodu uygulasaymışız Türkiye’de sanıyorum Türk erkekleri şu anda meclise nasıl girebiliriz diye arayış içinde olacaktı, hiç şüphe yok buna.
    Peki bu arada dünyaya o kadar çok ilk hediye etmişiz ki bunlardan bir tanesi de üniformalı ve rütbeli kadın asker ilk defa bizim ordumuzda, bizden dünya orduları örnek alıyor. Kurtuluş Savaşında rütbe alan kadın askerlerimiz; Binbaşı Ayşe ALTUNTAÇ, Üsteğmen Emine VARDARLI, Üsteğmen Fatma ŞİMŞEK. Ama dünya tarihine tek geçen bir üsteğmenimiz var; 700 erkek 43 kadından oluşan bir müfrezenin reiseliğine bizzat ATATÜRK tarafından atanmış, Üsteğmen Kara Fatma. Evet dünyadaki ilk müfreze reisesi kadın ünvanını taşır Kara Fatma. Ben geçenlerde Erzurum’a davetliyim, Erzurum Üniversitesi rektörümüz davet etti uçakla gittim. İndim uçaktan “off ayağım belim melim” dedim, bir an aklıma geldi, biliyorsunuz Kara Fatma Erzurumlu; Erzurum’u 13 kadınla müdafaa ediyor, atına atlıyor Bursa’ya kadar geliyor, Bursa’nın Kurtuluşuna da tanık oluyor. Ben uçakla zor gittiğim yere, önümde yemeğim, arkamda suyum, sıcacık, ama bu kadının yaptığı! Ha o zaman sanıyorum şu andaki Türk kadını asla ve asla yoruldum demeye hakkı yok, eğer Kara Fatmaları eğer Şerife bacıları tanısaydı.
    Evet anlıyorum bu hanımlarımızı tanımadan önce bir şey yaptım zannediyordum. Şu anda hiçbir şey yapmadığıma kaniyim. Bu arada Kara Fatma’nın savaşta yaptıklarını, dedim ya Bursa’ya kadar gelmiş, üç oğlunu şehit vermiş, kızının parmakları İzmit muharebesinde kesilmiş, sadece savaşı anlatmak için bir konferans gerekir Kara Fatma’nın. Ama Tamim gazetesini okuyorum, Tamim gazetesini okurken Kara Fatma’yla yapılmış bir röportajı okudum, inanılmazdı. Gazeteci soruyor diyorki; “çok fakirsin çok çok ihtiyacın var paraya neden üsteğmenlik maaşı sana bağlanan maaşı kızılaya bağışladın” diyor. Verdiği cevap tarihi bir cevap aynen şöyle:
    “Ben Kurtuluş Savaşında yaptıklarımı bir menfaat ve çıkar karşılığında yapmadığıma inandığım için en son vatani vazifem olarak maşımı Kızılay’a bağışlıyorum” diyecektir. Bu bana neyi hatırlattı biliyor musunuz? ATATÜRK’e bir gazeteci sorar; “neden mal ve mülkünüzü milletinize bağışladınız” diye. ATATÜRK’ün verdiği cevabı aynen aktarıyorum:
    ”Mal ve mülk bana ağırlık yapıyor, onları asıl sahibi olan milletime bağışlamaktan ferahlık duyuyorum. Zenginlikten ne çıkar asıl zenginlik insanın manevi şahsiyetinde olmalıdır.“ diye cevaplayacaktır. Ne güzel değil mi en son kademeden en tabana kadar, kadınından erkeğine kadar hepsi aynı söylemde ama alışmadığımız gibi aynı eylemdeler ne diyelim sağ olsunlar, varolsunlar.
    Dileyelim sizin nesle, genç nesle, hortumcular soyguncular değil, Kara Fatmalar, Mustafa Kemaller örnek olsunlar. Tabi Kara Fatma’nın örnek olabilmesi içinde bir okuma kitabımızda hiç olmazsa bir okuma parçası olarak Kara Fatma’nın olması lazım ki örnek alabilesiniz. Bu arada ATATÜRK’ün şu sözü çok hoşuma gider diyorki; ”Geçmişi ne kadar çok unutursak geleceği korumak o kadar zor olur.” Biz Kara Fatmaları mutlaka hatırlamalıyız sanıyorum.
    Bu arada bir kadınımızı daha vermek istiyorum, Melek Hanım. Haçin katliamını hepiniz hatırlıyorsunuz, 535 Türk hunharca katledilmiştir. Hepsi öldüğüne göre nerden biliyorsun hunharca katledildiğini? Şair Melek hanım diye anılırmış Haçin’de. Şahadetinden sonra kolunun altından bir bohça çıkıyor, bohçayı açıyorlar, 18 kıtalık bir destan yazmış. O anda gördüklerini kaleme almış. Mektupçu Hüseyin nasıl vahşetle öldürüldü, komşu kızı Hatice nasıl vahşetle öldürüldü hepsini kaleme aldığı bir destan. Başına ne demiş biliyormusunuz “inşallah okuna”. Ben 45 yaşımda bunu okuyabildim en sonuna da “bizden sonrakiler neler çektiğimizi bileler diye yazıyorum” demiş son iki kıt’ayı sizlere okuyorum
    Meydan kazanı kurdular
    Tüm bebeklerimizi kaynattılar
    Gün görmedik anaları
    Süngü ile oynattılar
    Kundakları verdiler
    Kanlı kundak yu dediler
    Bebelerimizi kaynattılar kaynattılar
    Kuzu eti diye hepimize zorla yedirdiler
    Evet biz burada kolay bulunmuyoruz, bu koltuklarda kolay oturmuyoruz. Evet bakıyorum çok buruldunuz, çok üzüldünüz ama liderlik dedik biraz da gülümseyelim mi?
    Lider dedik, ATATÜRK’ün resimlerine bakıyorum hepsi asık suratlı hepsi ciddi. Lider olmak için böyle mi olmak gerekiyor, acaba ATATÜRK hiç mi gülmemiş, hiç mi espri yapmamış? Hadi gelin Antalya’ya gidelim. Antalya yolunda mola verir kulağına bir türkü gelir “Ya bu türküyü çok sevdim bulun getirin bu türküyü söyleyeni” der. küçücük bir çoban gelir. Derki “Sesin çok güzel bana da bir türkü okurmusun”. Başlar çoban “demirciler demir döver tunç olur” diye. bitince ATATÜRK dalmıştır “bis bis” der. Çoban böyle bakar. “Oğlum der bis” der “Çok beğendik tekrarla anlamına gelir”. Hiç nazlanmaz gene aynı türküyü okumaya başlar. ATATÜRK türkü bitince cebinden bir harçlık çıkarır uzatır. Çoban hemen alır harçlığı, kuşağına kor, elini uzatır ATATÜRK’e “bis bis” der. Bu espri ATATÜRK’ün çok hoşuna gittiği için çok ünlü bir sanatçımızın yetişmesi sağlanacaktır.
    ATATÜRK’ün hayatta en hoşlanmadığı şey dalkavukluk, ama yemek masasında hiç hoşlanmıyor. Karşısındaki adam da ATATÜRK’e “sen Türklerin şahısın şususun bususun...”, feci dalkavuk. Yoğurt kasesi adamın önündeymiş diyorki Atatürk;“Şu yoğurt kasesini bana uzatır mısınız”. Adam yoğurt kasesi uzatacak, el insaf ayağa kalkıyor, önünü ilikliyor, tam yoğurt kasesini alacak parmakları içine giriyor. “Ah...” diyorlar “...adama taktı ATATÜRK, bir de zaten sinirlenmiş durumda, bir de çok titiz bu konuda, şimdi bir fırtına kopacak”. adam perişan, ah paşam vah paşam derken “Ya niye bu kadar üzüldünüz demin yoğurt yiyecektim şimdi cacık yemiş olurum”. Evet, bu espriyle 25 yılın sonunda ATATÜRK’ün müthiş espritüel olduğunu keşfettim ve yeni hazırladığım konferansımın konusu ne biliyormusunuz? “ESPİRİLERİYLE ATATÜRK”. Bugün onu hazırlıyorum, 6-7 ay sonra bitecek inşallah sizlerle buluşacağız. O konferansta çok güleceğiz ama inanın çok da düşüneceğiz.
    Bir gazetecide Atatürk’e sorar “size de diktatör diyorlar ne dersiniz”. Atatürk şöyle bir bakar, “Eğer ben diktatör olsaydım hanımefendi bu soruyu sorduktan sonra siz asla canlı kalamazdınız “ diyecektir. Peki diktatör mü Mustafa Kemal bakalım.
    İzmir kurtuldu, çok tatlı bir yorgunluk, Ankara’ya hareket edecekler. Trene binerler kompartımana çekilirler. Ertesi gün kompartımanı çalar yaveri, açar yorgun, bitkin, kravatını yıkamaktadır Atatürk. Yaveri “ya paşam bu ne hal hiç uyumadınız herhalde niye böylesiniz” der. “Ya çocuk kompartımanıma yastıkla battaniye koymayı unutmuşunuz. Kolumu yastık yaptım ağrıdı setremi yastık yaptım üşüdüm bende uyumadım kalktım” der. Yaveri; “aman paşam! Birimize haber vereydiniz hemen size bir yastıkla battaniye getirirdik” der. Ve bir ülke kurtarmaktan dönen komutan söylüyor bunları tarihi bir cevap derki “Geç farkettim hepiniz en az benim kadar yorgundunuz. Hiçbirinize kıyamadım. Önemli olan benim uyumam değil milletimin rahat uyuması”. Var mı böyle bir şey! Bu insana diktatör demeye kimin dili varabilir. Ayaklarının altına Yunan bayrağı serildiğinde bayrak bir ulusun onurudur diye basmayıp kaldırtan bir insanın kendi milletinin inancını çiğneyebileceğini düşünmek ancak onuru ve şerefi olmayan kişilerin işi olabilir diye düşünmeden de edemiyorum.
    Bu arada içimizde çok değerli öğretim görevlilerimiz ve öğretmen arkadaşlarımız var. Onların için de çok özel bir anısını anlatacağım. İstanbul Üniversitesinin açılış töreni. Çok mütevazı bir salon, tahta iskemleler, ortaya ATATÜRK’ün oturması için kırmızı renkte süslü muhteşem bir koltuk konmuş. Profesörlerle birlikte geliyor, buyurun diyorlar. Bir koltuğa bakıyor dönüyor profesörlere, aynen şunları söylüyor; “Sizlerden öğrenecek o kadar çok şeyim olduğuna göre bu koltuk sadece sizlere layıktır” diyor. En kıdemli profesörü o koltuğa oturtuyor ve kendisi tahta iskemlede programı sonuna kadar izliyor. Evet yani kendince hak etmediği hiçbir koltuğa oturmayan bir Mustafa Kemal’i görüyoruz orada. Dünya lideri olmak sanıyorum bu evet .
    Bu arada İstanbul ve Ankara illerinden birisine ATATÜRK adının verilmesi için bir kanun önergesi veriliyor meclise. ya İstanbul’a ATATÜRK diyorduk ya Ankara’ya. Bu önergeyi vereni hemen çağırıyor ve aynen şunları söylüyor ;“Bir ismin dillerde kalması için şehrin temellerine sığınmasına gerek yoktur. Bakın bu şehrin ismi İstanbul ama Fatih Sultan Mehmet’i hemen hatırlıyoruz. Eğer ben bir şey yapabildiysem bunu binaların tepelerine, şehrin temellerine ismimi yazarak değil milletimin kalbine yazarak anılmak isterim” diyecek, hiçbir yere adının verilmesini kabul etmeyecektir. Şimdi bakıyorum da hortumcunun soyguncunun hepsinin adı bitaraflarda şey gibi yazıyor merak ediyorum nasıl oluyor bu diye. Evet, galiba beni bıraktınız, ben 25 yıl kolay değil, beni bırakırsanız sabaha kadar buradayız. En iyisi son iki anı ama onu en iyi anlatan anılarla programıma son vermek istiyorum;
    İşte ilki öğrenciler evet sizin için. Bir öğrenci anlatıyor, Mahmut SADİ. Şöyle anlatır Mahmut SADİ. “Yıl 1923. İstanbul Üniversitesinde öğrenci olduğum sıralar. Okul duvarında bir ilan görüyorum. Avrupa’ya talebe yollanacaktır. Allah Allah diyorum, ülke yıkık dökük yıl 1923 Avrupa’ya talebe! Lüks gibi gelen bir şey, ama bir şansımı denemek istedim. 150 kişi içerisinde 11 kişi seçilmişiz. Benim ismimin yanına ATATÜRK “Berlin Üniversitesine gitsin” diye yazmış. Zaman geldi. Sirkeci garındayım, ama kafam öyle karışık ki gitsem mi kalsam mı, orda beni unutur mu bunlar, para yollarlar mı, gurbet ellerde ne yaparım? Bir an gitmemeye karar verdim, döndüm. O sırada bir müvezzi ismimi çağırdı “Mahmut SADİ, Mahmut SADİ, bir telgrafın var” telgrafı açtım aynen şunlar yazıyordu ”sizleri birer kıvılcım olarak gönderiyorum alevler olarak geri dönmelisiniz”. Var mı böyle bir şey? 11 öğrencinin nerede, ne zaman, ne düşünebileceğini hesap edebilen bir lider dünya lideri olmasın da ne olsun. Yıl 1923, biz evimizde bir çocuğumuzun huyunu değiştiremiyoruz bir huyunu. Tüm ülkenin huyu değişiyor. Bunla uğraşan bir insan yolladığı 11 öğrenci nerede, ne zaman, ne düşünebileceğini hissedebiliyor. Mahmut Sadi devam ediyor “gel de şimdi gitme, git de orda çalışma, dönde bu ülke için canını verme”.diyor.
    Evet bu gün en büyük şikayeti ne Türkiye’nin? Beyin göçü. En iyi beyinlerimizi kapıp götürüyorlar ama o çocuklarımız arkalarına baka baka gidiyorlar. Peki diyeceksiniz ki engellemek o kadar mı zormuş? Ha o gün 11 öğrenciymiş, telgrafmış. Bu gün milyon öğrenci olsun, e-mail bilgisayar var. Yeterki şu iki cümleyi ifade edebilecek, onların sorumluluğunu alan bir liderleri olsun.
    İşte son anım, Nehire NEHİR hanımefendiden; şöyle anlatır “O zamanlar kadınların sanatçı kimliğini yeni yeni kazandığı dönemler. Benim tiyatroda çömezlik dönemim. Muhsin ERTUĞRUL Darül Bedai’ye baş yönetmen olarak atanmış. Çok titiz bir insan. Provadan oyuna her şey saat titizliği ile işliyor, perde bir saniye bile geç açılmıyordu. Provaya geç kalan oyuncu derhal oyundan uzaklaştırılıyordu. Eee tahmin edersiniz ki bu durumda Muhsin Ertuğrul’unda düşmanı çoktu. Bir gece Dolmabahçe’den ATATÜRK’ün Şehir Tiyatrolarına geleceği haber verildi. Ben de karşılamak için hazırdım. Fakat Paşa gecikti. Muhsin Ertuğrul kendisini beklemeden perdeyi saniyesi saniyesine açıp oyunu başlattı. ATATÜRK 4 dakika geç kalmıştı. Etraftaki dalkavuklar ATATÜRK geldiğinde Muhsin ERTUĞRUL’un onu beklemeden perdeyi açtığını ellerini ovuştura ovuştura anlattılar ATATÜRK “Yaaa öyle mi Muhsin Ertuğrul’la Görüşürüz” dedi. Herkes Muhsin ERTUĞRUL’un işinin bittiğine inanıyor, ben müdür olacağım sen müdür olacaksın kavgaları bile başlamıştı. ATATÜRK piyesin bitiminde Muhsin ERTUĞRUL’u ayakta karşıladı. Deminkileri de yanına çağırarak aynen şunları söyledi. “Sizi tebrik ederim işinizle ilgili ciddiyetiniz ülkenin gelişimini cidiye aldığınızı gösterir biz geç kaldık siz vazifenizi yaptınız eğer bir tek benim için perdeyi açmayıp oyunu başlatmasaydınız bu dalkavukluktan ileri gitmez ve beni çok üzerdi ben herkesin her sahada işini bu kadar ciddiye almasını istiyorum ülke ancak böyle ilerler efendiler “ demez mi. Etraftakilerin suratları görülmeye değerdi o sırada”. Ama işte liderlik diyorum. Şimdi bir an günümüze geliyorum, hadi bakalım baba iseniz başlatın programı gelmeden. Mümkün mü! Ondan sonra artık beğenin haritadan bir yer, evet ki bu insan bir ülkenin en büyük lideri değil asrın lideri olan bir insan bunu yapıyor.
    Evet ATATÜRK ve onunla el ele verenler sayesinde üç tarafı deniz yerin üstünü anlatayım mı? Lütfen pazara gidelim. Yabancı ülkelere gittim. Portakalı taneyle jelatinlere sarıyorlar, kıymetli madde, karpuzu dilimle yiyorlar, biz kelek çıktı mı atıyoruz, bir tane daha açıyoruz var mı böyle bir nimet. Lütfen pazara gidelim, yeşilin her tonu; geçen bir yabancı konuğum var; pazardan geçmek zorunda kaldık dedi ki bana “Türklerin özel bir günü herhalde bu gün”. “Neden” dedim? Eee baktı kadın naylon torba naylon torba yok öyle bir dava, böyle bir nimet nerde, hangi ülkede. Bir tane salatalık, bir tane domates, biz kilolarla. Ve bana ne dedi biliyor musunuz? “Yahu ülkeme dönünce ne isteyeceğim biliyor musun”. “Ne” dedim. “Türkiye’yi isterim de isterim diye tutturacağım” dedi. Bir espriydi ama bir gerçek payı da olduğu su götürmez.
    Peki yerin altına geçelim. Krom, brom , toryum, bor. Tamam güzel ama petrolün zekasına hayranım. Neden mi? Burda çıkıyor, burda çıkıyor, burda çıkıyor ama Türkiye’nin sınırını ezberletmişler petrole, bir kilometre girmiyor içeri. Var mı böyle bir petrol, yani altımız petrol dolu aslında. Hadi petrolü de geçelim, uzaydan çekilen fotoğraflara göre bugün petrolden bir derece zengin maden var, uranyum. Bu gün dünyadaki, Türkiye’de değil dünyadaki eni iyi uranyum rezervi bizim Karadeniz dağlarında arzı endam ediyormuş. Hoş o bize bakıyor biz ona bakıyoruz ama Türkiye’nin dış borcunun 19 katı değeri olduğu tespit edilmiş uzaydan çekilen fotoğraflara göre.
    Yabancı ülkelere gittiğimde ufacık bir tarihi vesika buluyorlar, üç kere etrafını çeviriyorlar, birde bol para ödüyorsunuz, böööyle bakıyorsunuz. 15 ayrı medeniyeti barındıran 10000 yıllık bir tarih var altımızda.
    Romanya devlet bütçesinin üçte birini nasıl kalkındırıyor? Suni termal tesis yapmış adamlar düşünebiliyor musunuz suni. Erzurum’a gittim kaynıyor, Kozaklıya gittim kaynıyor, Bursa’ya gittim kaynıyor, İzmir kaynıyor. Sadece bizim sıcak su kaplıcamız. Hakikisi var çünkü elimizde.
    Geçen gün Isparta Süleyman Demirel üniversitesi beni davet etti rektörlük, oraya gittim. Beni Davraz diye bir kayak merkezine götürdüler. Kayak merkezinde kayakla kayıyordu herkes Davraz’ta. Birbuçuk saat sonra, Antalya Akdeniz üniversitesinde vereceğim konferans için Antalya’ya indim. Millet denizde yüzüyordu. Var mı böyle bir ülke söyleyin bana. Birbuçuk saatlik mesafede. Bursa, Uludağ’a gidiyorsunuz kayak kayıyorlar, 20 dakikada Mudanya’ya gidiyorsunuz denize giriyorlar. Hakikaten yok böyle bir ülke. Dünya yuvarlağını çevirin hepsinin bir araya geldiği bir ülke söyleyin bana, ben bulamadım. Ya güneşi var ya karı var ya denizi var ya dağı var birinden biri mutlaka.
    Peki bu kadar özel ve güzel bir ülke bizim elimizdeyken başımız dertten kurtulur mu? Asla. Düşmanımız dünden daha az değil, dünden daha çok. Bütün ülkelerin gözü bizim ülkemizde. Nasıl olmasın ki! Galiba bir tek bizim gözümüz yok şu ülkede.
    Bu gün bunun için parçalama ve bölme girişimlerini yüz yıllardır uyguluyorlar. Bir ara siyasi girdiler, sağ-sol diye böldüler, kapışın dediler, yutmadık. Daha sonra etnik böldüler, kürt-Türk dediler, kapışın dediler, yutmadık. Dinimizi kullandılar, kapanan-kapanmayan, laik olan–olmayan, ATATÜRK’çü olan–olmayan diye dörde beşe, tarikatlara bölünün dediler ki kolay alalım, yutmadık. Ekonomiyi kullandılar, zengin-fakir alan-alamayan dediler, gene olmadı. Yani tazı eski tazıydı, habire çulunu değiştirdiler. Oyunun kuralı buydu ama biz bu oyuna hiç gelmedik gelmeye de asla niyetimiz yok.
    Yeni ATATÜRK’ler yetişiyor ve gelmekte. İşte bugün bizi kuvvetlendikçe budanan, diğer türlü olduğu sürece de sulanan bir ağaç misali görmek gafletinde olan yada başka bir deyişle ayağa kalkmayacak kadar destekle ama yere düşmeyecek kadar köstekle politikası uygulamaya çalışan tüm ülkelere, iç ve dış düşmanlarımıza karşı en güzel cevabı ne zaman vereceğiz biliyor musunuz? Onu anmayı bırakıp anlamaya başladığımız zaman. Onu yakamızda taşıdığımız kadar fikir ve eylemlerimizde de taşıyabildiğimiz zaman. Onu özlediğimiz kadar özümsediğimiz zaman. Onunla yarışan ama onu aşmış yeni Mustafa Kemalleri yetiştirebildiğimiz zaman vereceğimiz inancıyla. sizlerden Nakiye Hanım, Kara Fatma, Mustafa Kemal gösterdiğin hedefe henüz ulaşamamış olmaktan dolayı özür diliyor ve bu hedefe ulaşana dek sakın bizi affetmeyin diyor ve bir şiirle programıma son veriyorum.

    ATATÜRK de et artı kemik artı kandı,
    İnsanüstü değildi yani ATATÜRK,
    ATATÜRK de herkes gibi kusurları olan,
    Küçük büyük ve çirkinde olabilirdi,
    Ama güzeldi
    ATATÜRK yorgunluk kahvesini bir su başında yudumlamayı,
    Serhat türkülerini, Alaturkayı, mesela Safiye Aylayı,
    Yemeklerden fasulye pilakisini seven,
    Miri kelam bir İstanbul efendisi.
    Aşık ve şair, mahcup ve ürkek,
    Ama Karadenizli değil Karadeniz kadar canlı,
    Adanalı değil ama Adanalı kadar sıcak kanlı,
    Ve bir Aydınlı kadar oturaklı ve zeybek.
    Velhasıl bizim mayamızdan bizim kumaşımızdandı Mustafa Kemal.
    İnsan üstü değildi ATATÜRK,
    Tam insandı.


    Mustafa Kemal Atatürk'ten Türk'ün Tanimi

    ''Bu beşik; tabiatın rüzgarları ile sallandı, beşiğin içindeki çocuk tabiatın yağmurları ile yıkandı. O çocuk; tabiatın şimşeklerinden, yıldırımlarından, kasırgalarından evvela korkar gibi oldu. Sonra onlara alıştı. Onları tabiatın babası tanıdı. Onların oğlu oldu. Bir gün o tabiat çocuğu; tabiat oldu. Şimşek, yıldırım, güneş oldu. Türk oldu. Türk budur. Yıldırımdır, kasırgadır, dünyayı aydınlatan güneştir.''


    ''M. K. ATATÜRK ''


    Mustafa Kemal ATATÜRK 'ün son askerleri

    sıkılmadan OKUYUNN

    İSTİKLÂL Savaşı’nın gazilerinden bugün hayatta kalan son üç kahramanımız:
    111 yaşında GAZİ YAKUP SATAR Eskişehir’de,
    110 yaşında GAZİ ÖMER KÜYÜK Çorum’da,
    106 yaşında GAZİ VEYSEL TURAN Konya’da yaşıyorlar.
    Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin kurucusu olan Türk ordusunda İstiklâl Savaşı’nda askerlik yapan ve şu anda hâlâ hayatta olan üç gazimize , İSTİKLÂL SAVAŞI’NIN BU SON GAZİLERİNE, O BÜYÜK SAVAŞIN YAŞAYAN SON ERLERİNE, GAZİ MUSTAFA KEMAL’İN SON ASKERLERİNE milletçe şükranlarımızı sunuyor ve uzun ömürler diliyoruz.
    Türkiye’yi kuran Türk ordusunda görev alan bu gaziler hayatta iken sakın ola Türkiye’nin AB karşısında resmî tasfiyesi demek olan AB ile tam üyelik görüşmelerine başlanılmasın. Neden denirse, 15 Aralık 2004’te Avrupa Birliği Parlâmentosu’nda kabul edilen Türkiye raporunun bazı maddeleri şunlardır:
    • Komisyon, katılım görüşmelerinde tarih verilmesini önermez ve görüşmelerin açık uçlu bir süreç olduğunu, hiçbir şekilde garanti edilmemesi gerektiğini dikte eder.
    • 2001 ve 2004 yılında iki büyük paketle anayasal reformlar yapılmış olmasına rağmen Türkiye’de hâlen 1982 anayasası yürürlüktedir.
    • Kürt halkı Türk cemiyetinin önemli bir kompanentini (bölümünü) teşkil ettiğinden Kürtlerin hakları genişletilerek tanınmalıdır.
    • AB parlamentosunca Türk yetkililerine daha önce bildirilmiş olmasına rağmen Rum Ortodoks HALKİ (Heybeliada) ruhban okulu hâlâ açılmamıştır .
    • Leyla Zana ve arkadaşları, âdil olmayan şekilde hapis edilmeleri sonucu serbest bırakılmışlardır. Şu anda Kürtleri siyasî yapıya entegre etmeye çalışmaktadırlar.
    • Avrupa Birliği’nin 17.07.1987 tarihli kararında belirtilen Ermeni meselesi ile ilgili konularda gelişme sağlanamamıştır.
    • Doğu Anadolu’da Kars yakınlarında bulunan ANİ’de Ermenilerin hacı oldukları yıkılmış Er meni kilisesi yeniden açılmalıdır. Türk tarihçi Halil BERKTAY’ın soykırım ve ulusların yeniden ilişkilerinin tesis edilmesi ile ilgili dikkate değer çalışması, atılması gereken hayatî adımlardır; fakat bu gelişme için Ermeni sınır kapısının öncelikle açılması gerekir.
    • Kıbrıs meselesi konusunda, AB ülkeleri Türkiye’nin Kıbrıs’ı tanımamasından ve 30 000 Türk askerinin Kuzey Kıbrıs’ta bulunmasından rahatsızdır.
    • Yeniden değiştirilen Türk Ceza Kanununun 305. maddesindeki “Millî menfaatleri tehdit” maddesi fikir özgürlüğü, özellikle Kıbrıs ve Ermeni meselelerinde kullanılabileceğinden, 1950 İnsan Hakları ve Temel Özgürlükler Anlaşmasına aykırı olduğundan yürürlükten kaldırılmalıdır.
    • Türkçe dışında ana dillerde ( Kürtçe, Cırcassion (Çerkezce), Ermenice, vb.) özel dil kurslarının açılması konusunda Türk devletinin kanunî değişiklikler yapması memnuniyet vericidir, Türkiye devleti bu alanda kısıtlamaları kaldırmalı ve azınlık dillerinde eğitim hakkı da tanımaya çağrılmaktadır.
    • Türkiye gayrimüslim azınlıkların da haklarını genişletmeli ve azınlık dillerinde eğitim hakları vermeye zorlanmalıdır.
    • Türkiye etnik ve dinsel azınlıkların kültürel mirasını korumaya devam etmelidir. Bu meyanda UNESCO’nun kültürel miras kabul ettiği ANİ, Hasankeyf, Zeugma veya Aghtamar bölgelerini korumalıdır.
    • Tarihî çevresel değerleri risk altına sokacak Munzur vadisine ve Ilısu’ya yapılacak barajlar ve Bergama’da altın arama gibi AB çevre İnsan Hakları standartlarına uymayan projelerden vazgeçilmelidir.
    • Yüzde 10’luk ülke barajı seçim sisteminde düşürülmelidir, böylece Büyük Millet Meclisi’nde geniş yelpazede politik güçler temsil edilmelidir. Özellikle Kürt partiler.
    • DEHAP gibi demokratik partilerin fikir özgürlükleri sağlanmalıdır. DEHAP’ın yargılanmasından ve kapatılma tehlikesinden Avrupa Birliği üzüntü duymaktadır.
    • Yeni hazırlanacak olan Anayasa AB üyeliğinin içerdiği değişiklikleri kapsamalıdır ve modern anayasa Türk devletinin modernizasyonunu sağlamalıdır.
    • 1999 tarihinden bu yana Güneydoğudaki gelişmelere dikkat çekilerek evlerinden edilenlerin köylerine yerleştirilmesi, Birleşmiş Milletler, Avrupa Birliği, Avrupa Konseyi gibi uluslar arası kurumlarla iş birliği yapılarak sağlanmalıdır, bunu önleyen köy koruyucu sistemi kaldırılmalı, bu konudaki engeller kaldırılmalıdır.
    • 1987’de Avrupa Birliği’nce kabul edilen karara göre 1915’te Ermenilere yapılan soykırımı Türkiye kabul etmelidir ve AB, sınır kapısını en kısa sürede açmasını Türkiye’den ister.
    • Türkiye dinî azınlıklara ve topluluklara çıkartılan zorlukları kaldırmalıdır. İbadethane kanuni statü, okul ve iç yönetim konularında kısıtlamalar kaldırılmalı, kısa sürede Yunan, Ortodoks, HALKİ(Heybeliada) Ruhban Okulu açılmalı, Hıristiyan kilisesine resmî ekümenlik tanınmalı, hükûmete çağrı yapılarak Alevîlerin tanınması ve korunması, Cem evlerinin ibadethane olarak tanınması ve bütün dinî eğitimlerin gönüllülere verilmesi ve sadece Sünnîleri kapsamaması aynı zamanda Hıristiyan azınlıklar ve gruplar da buna dahil edilmelidir. (Greek of İstanbul, İmbros ve Tenedos)
    • Komisyonun tavsiyesi görüşmelerin uzun süre alacağıdır. Tarım, yapısal politikalar, Türk işçilerinin serbest dolaşımı gibi Türkiye’nin isteklerinin yerine getirilmemesi Türkiye’nin AB müktesebatını uygulamamasına mazeret teşkil etmemelidir.
    • Görüşmelerin başlaması uzun sürecek bir sürecin başlangıcıdır, bu kesin alma sözü değildir. Garanti verilmediğine (otomatik girişin olamayacağına) konsey dikkati çeker. Bu iki tarafın gayretine bağlıdır. Görüşmelerin başlaması otomatik girişin olacağı göstergesi değildir.
    Amacı Türkiye’yi parçalamak olan bu kararları yorumlamayı siz sayın okuyuculara bırakıyorum. AVRUPA YOKKEN DE TÜRKLER OLARAK BU TOPRAKLARDA VARDIK. AVRUPA YARIN OLMASA DA TÜRKİYE YİNE BU TOPRAKLARDA VAROLACAKTIR.
    “Avrupa Birliği Muhiplerine” gelince:
    Avrupalı (!) olma uğruna her millî kazanımımızı AB’ye bir an önce devretme gayretinde olanlar, siz “AB muhipleri”, 1963 Ankara Anlaşması’ndan beri 41 yıldır Avrupalı olmayı beklemekte ve yıllar geçtikçe de sabırsızlanmaktasınız, bunu çok iyi biliyoruz.
    “AB muhipleri” kendileri açısından gazi, şehit, vatan, millet, bağımsızlık, egemenlik, bayrak, millî marş, başkent, millî sermaye, millî devlet.... gibi kavramların “AB kitabında” yeri olmadığından bunların hızla ortadan kaldırılma çalışmalarını bizlere gece gündüz anlatıyorlar dinliyoruz. Numaracı cumhuriyetçiler, bölücüler ve diğer işbirlikçiler kaç kişidir, onları tetikleyen hangi etnik ve Euro’tik-parasal sebeplerdir bilemeyiz. Ama şunu çok iyi biliyoruz ki İstiklâl Savaşı’nın kahramanlarının kanla irfanla kurdukları millî devletimizi AB yollarında perişan edip yıkmak istiyorlar.
    Millî devletimizin kurucusu Kemal’in askerlerinin son üç gazisi sizler Allah gecinden versin ama Gazi Kemal’in yanına gittiğinizde İstiklâl Savaşı’nın tüm şehitlerine ve gazilerine söyleyiniz ki Türk vatanında daha her şey bitmedi.
    O İstiklâl Savaşı ordusunun son üç gazisini de kaybedersek o ordumuzdan bu dünyada yaşayan kimse kalmayacak ama Türk vatanında bugün yaşayan millî devletimiz için sonuna kadar mücadele edecek daha çok evlâtlarınız var.
    O vatan evlâtlarından birisi de Necip Hablemitoğlu kardeşim idi. 17 Aralık 2002’de Ankara’da şehit edildi. Kanije ve Uyvar adlı iki kız evlâdını Türk milletine emanet etti ve atalarının yanına gitti.
    Necip, Kemal’in fikir askerlerindendi, sıradaki, nöbetteki, görevdeki milyonlarca diğer Türk gibi
    en yukarı




  • quote:

    Orijinalden alıntı: -kemalist-

    en yukarı

    Alıntıları Göster
    AtatÜrk'Ün ZÜbeyde Hanima Mektubu


    ZÜBEYDE HANIMA MEKTUBU
    1 Ağustos 1920

    Muhterem valideciğim,

    İstanbul'dan ayrılışımdan beri sizlere ancak birkaç telgraftan başka bir şey yazamadım. Bu sebeple büyük merak içinde kaldığınızı tahmin ediyorum. Bilhassa, hakkımda ötekinden berikinden ve gerek gazetelerden işittiğiniz tamam olmayan haberler şüphesiz merakınızı artırmıştır. Şimdi vereceğim bilgilerle tahmin olacağınız için endişe duyacak hiçbir şey yoktur.

    Biliyorsunuz ki İstanbul'da iken yabancı devletler, devleti ve ulusu fevkalade sıkıştırmakta ve millete hizmet edebilecek ne kadar adamımız varsa hepsini hapis ve tevkifle, bir kısmını da Malta'ya sürerek herkesi sıkıntıya sokmakta pek ileri gidiyorlardı. Bana nasılsa ilişmemişlerdi. Fakat 3. Ordu Müfettişi olarak Samsun'a ayak basar basmaz İngilizler benden şüphelendiler, Hükümete benim gidiş nedenimi sordular.

    Nihayet İstanbul'a çağırılmamı istediler, bunda ısrar ettiler. Hükümette beni kandırarak İstanbul'a gelmemi ve İngilizlere teslim olmamı sağlamak istedi. Bunun derhal farkına vardım. Tabiatıyla kendi ayağımla gidip esir olmam doğru değildi. Padişahımıza gerçek durumu yazdım ve gelemeyeceğimi bildirdim. Zatı şahanede önce uygun buldu. Fakat daha sonra İngilizlerin baskısı artmıştı. Sonunda O'da İstanbul'a dönmemi emretti.

    Bu suretle artık resmi görevimde kalmaya imkan görmediğim gibi askerliğimi sürdürdükçe de İngilizlerin ve hükümetin hakkımdaki ısrarına karşı duyulamayacaktı. Bir taraftan da bütün Anadolu halkı, tüm ulus, hakkımda büyük bir sevgi ve güven gösterdi, "seni bırakmayız" dediler. Gerçekte vatan ve milletimizi kurtarabilmek için tek çare, askerliği bırakıp serbest olarak milletin başına geçmek ve milleti tek vücut bir hale getirmekle doğacak kudret ve ulusal gücü kullanmaktan başka çare yoktu. Bende öyle yaptım. Elhamdülillah başarılı oluyorum. Pek yakında elle tutulur sonucu bütün dünya görecektir. Ben bu suretle hareket edince İngilizler derhal yalvarmaya başladı. Ve beni kazanmaya çalıştı. Ve bütün suçu bizim hükümete attılar. Gerçekten hükümette benimle uğraşmak istedi. Fakat gücü buna yetmedi ve yetemez.

    1-Daha bir zaman bu şekilde Anadolu içinde çalışmakla her şey hallolacaktır. Yakında Millet Meclisi toplanacak ve meşru bir hükümet iktidara gelecektir. Bende ihtimal o zaman İstanbul'a geleceğim. Sıhhat ve afiyetteyim, katiyen hiç merak etmeyiniz.

    2-Salih Bey (Salih Fansa) Fuat Beyden alacağını aldı mı? Bunu bilgi almak bakımından soruyorum. Yoksa her ne olursa olsun, elhamdülillah hiç önemi yoktur. Siz müsterih olunuz ve bir sıkıntınız olursa derhal bana bildiriniz.

    3-Bu mektubu getirecek olan "...." size benim hakkımda istediğiniz kadar bilgi verecektir. Kendisiyle bana bazı elbiselerimi gönderiniz.

    4-Hemşiremin sıhhati nasıldır. Eve herhangi bir taraftan saldırıda bulunuldu mu? Hala orada mısınız? Çocuklar ne yapıyor, büyüdüler mi?

    5- Salih(Fansa) Beyle Madam Salih Bey inşallah sıhhat ve afiyettedirler. Ben kendilerini daima yad ediyorum. Madamın benim hakkımda bir rüyası vardı. Galiba o çıkacaktır. İnşallah yakında sevinç içinde görüşeceğiz.

    6-Ben, birkaç güne kadar bir kongre için Sivas'a gideceğim. Tekrar Erzurum'a döneceğim. Tekrar ediyorum: Her işittiğinize önem vermeyiniz. Pekala bilirsiniz ki ben, yaptığımı bilirim. Netice görmeseydim başlamazdım.

    Saygı ile ellerinizden, hemşiremin gözlerinden öperim.

    M. Kemal



    Mutlaka Okuyun Çaresİzsen Çare Sensİn

    • 7 yaşındayken babasını kaybetti ve yetim kaldı. Yalnız ve içine kapanık biri olarak yaşamaya , oradan oraya sürüklenmeye başladı.

    • 8 yaşında okuldan alındı ve köyde yaşadı. Zamanını tarlalarda kargaları kovalamakla geçirdi.

    • 10 yaşında yüzü kanlar içinde kalacak şekilde, yeni okulundaki hocasından dayak yedi. Ailesi onu okuldan aldı. Sinirden ve korkudan üç gün evinden çıkamadı.

    • 17 yaşında hayalindeki okulun istediği bölümü için gerekli not ortalamasını tutturamadı.

    • 24 yaşında tutuklandı,günlerce sorguya çekildi ve 2 ay tek başına bir hücrede hapis yattı.

    • 25 yaşında sürgüne gönderildi.

    • 27 yaşında kendisinden bir yaş büyük meslektaşı kendisinin de üyesi bulunduğu derneğin çalışmaları ile kahraman ilan edilirken , kendisi hiç önemsenmiyordu. Doğduğu şehrin merkezinde rakibi törenlerle karşılanırken, o kalabalık arasında yalnız başına olanları izliyordu.

    • 30 yaşında amiri,onu kendisinden uzaklaştırmak için başka göreve atanmasını sağladı. Yeni görevinde fiilen işsiz bırakıldı. Aylarca boş kaldı.

    • 37 yaşında böbrek hastalığından Viyana’da 2 ay hasta ve yalnız halde yattı.

    • 37 yaşında komutan olarak yeni atandığı ordu,dağıtıldı.

    • 38 yaşında Savunma Bakanı tarafından görevinden atıldı.

    • 38 yaşında bir toplantıda giyebileceği bir tek sivil elbisesi bile yoktu ve başkasından bir redingot ödünç aldı. Ayrıca cebinde sadece 80 lirası vardı.

    • 38 yaşında kendisi için tutuklama kararı çıkarıldı.

    • 38 yaşında en yakın beş arkadaşından üçü, onun Kongre temsil heyetine üye olmaması için oy kullandı.

    • 39 yaşında idam cezasına çarptırıldı.

    Sonra ne mi oldu?

    42 yaşında Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı oldu.
    Okuduğunuz öykü efsanevi lider Mustafa Kemal Atatürk’e aittir.
    Şimdi düşünün,sizin başarılı olmanızı engelleyen ama Atatürk’ün karşısına çıkmamış bir engel var mı?

    Başarınızın önündeki engel ne? Paranız mı yok? Atatürk’ün de yoktu! Sağlığınız mı bozuk? Atatürk’ün de bozuktu! Çevrenizde sizi çekemeyenler mi var? Atatürk’ün de vardı! Bazı yakın arkadaşlarınız sizi arkadan mı vurdu? Atatürk’ü de vurdular! Aileniz çok zengin değilmiydi? Atatürk’ünki de değildi! Amirleriniz hakkınızı mı yiyor? Atatürk’ünkini de yemişlerdi! Sizden daha beceriksiz ama hırslı insanlar, sizden daha hızlı yükselip size amirlik mi yapıyor? Atatürk’ün de başına gelmişti! Geçmişte Bazı denemelerinizde başarısız mı oldunuz? Atatürk de olmuştu! Hakkınızda idam fermanı çıktığı için mi başarılı olamıyorsunuz? Atatürk’ün de başına gelmişti!


    Aşık Veysel den Ata ya Ağıt...

    AĞIT

    Ağlayalım Atatürk’e,
    Bütün dünya kan ağladı.
    Süleyman olmuştu mülke,
    Geldi ecel, can ağladı.

    Doğu, batı, cenup, şimal
    Aman Tanrı bu nasıl hal?
    Atatürk’e erdi zeval,
    Memur, mebusan ağladı.

    Atatürk’ün eserleri,
    Söylenecek bundan geri,
    Bütün dünyanın her yeri,
    Ah çekti, vatan ağladı.

    Fabrikalar icat etti,
    Atalığın ispat etti,
    Varlığın Türk’e terketti,
    Döndü çarh, devran ağladı.

    Bu ne kuvvet, bu ne kudret,
    Varıdı bunda bir hikmet,
    Bütün Türkler, İnönü İsmet,
    Gözlerinden kan ağladı.

    Tiren hattı, tayyareler.
    Türkler giydi hep karalar,
    Semerkant’la Buharalar,
    İşitti her yan ağladı.

    Siz sağ olun Türk gençleri,
    Çalışanlar kalmaz geri,
    Mareşal’in askerleri,
    Ordular, teğmen ağladı.

    Zannetme ağlayan gülmez,
    Aslan yatağı boş kalmaz.
    Yalınız gidenler gelmez;
    Her gelen insan ağladı.

    Uzatma Veysel bu sözü,
    Dayanmaz herkesin özü,
    Koruyalım yurdumuzu,
    Dost değil, düşman ağladı.

    Aşık Veysel ŞATIROĞLU

    Mustafa Kemal Filistine El Sürülemez
    Attila İlhan

    Mustafa Kemal Paşa'nın Filistin için o zamanlar söylediği o tarihi sözleri sizlere aktarmak istiyorum.

    “…’Arapların arasında mevcut olan karışıklığı ve hoşnutsuzluğu, kimse bizim kadar bilemez; biz, vakıa birkaç sene Araplar’dan uzak kaldık, fakat şimdi kendimize kâfi derecede güvenip ve kudretimizi bildiğimiz içini İslamiyet’in Mukaddes Yerleri’nin, Museviler’in ve Hıristiyanlar’ın nüfuzu altına girmesine mani olacağız. Binaenaleyh şunu söylemek istiyoruz ki buraların Avrupa Emperyalizmi’nin oyun sahası olmasına müsaade etmeyeceğiz’…”

    “…biz şimdiye kadar dinsiz ve İslamiyete lakayt olmakla ittiham edildik; fakat bu ittihamlara rağmen, Peygamber’in son arzusu, yani ‘Mukaddes Topraklar’ın, daima İslamiyet hâkimiyetinde kalmasını temin için, hemen bugün kanlarımızı dökmeye hazırız. Cedlerimizin Selahaddin-i Eyyubi idaresi altında, uğrunda Hıristiyanlarla mücadele ettikleri toprakların, yabancı hâkimiyeti ve nufüzu altında bulunmasına müsaade etmeyeceğimizi beyan edecek kadar, bugün, -Allah’ın inayetiyle- kuvvetliyiz’…”

    “…’Avrupa’nın, bu mukaddes yerlerine temellük etmek için, atacağı ilk adımda; bütün İslam âleminin ayaklanıp, icraata geçeceğinden şüphe yoktur’…”

    "Gazi Mustafa Kemal Paşa hakkında, türlü ‘tertibat, tezvirat ve tahrifat’ ile, onun Batı’dan başka bir şey düşünmediğini, Batılı olmak ya da görünmek için, bin yıllık Türk Medeniyeti’ni inkâr ettiğini ileri sürenlerin, bu satırları okudukları takdirde, biraz yüzleri kızarır mı?

    Pek sanmıyorum…)"

    Müslüman olsun, laik olsun, Musevi ya da Hıristiyan olsun; her Türk , Gazi’nin, Lausanne’dan yıllar sonra, Hayat Meselesi ortalığı kızıştırmışken; bunları beyan edip, Avrupa Emperyalizmi’ne karşı, böyle açık, bu kadar net bir tavır takınmasının üzerinde düşünülmelidir.

    Tabii, onun vefatını müteakip, bu tavrından ne kaldığını; hele yıllar sonra, Ankara’nın Filistin konusunda, kimlerle ‘ittifak’ içinde olduğunuda!..)

    (…bu evrak, o zamanki Dâhiliye Vekili Şükrü Kaya Bey’in imzasıyla; ‘TC Dâhiliye Vekâleti, Matbuat Umum Müdürlüğü’ antetli bir evrak ile Başvekâlet Yüksek Makamı’na sevk metni ise şöyle:

    “Başvekâlet Yüksek Makamına! Bombay Chronicle gazetesinin 27/VII/937 tarihli nüshasında, ‘Filistin’e El Sürülemez.. Kemal Paşa Avrupa’ya İhtar Ediyor’ başlığı altında bir yazı intişar etmiştir. Bu yazının bir örneği ilişik olarak sunulmuştur. Bu vesile ile saygılarımı tekrarlarım. / Dâhiliye vekili, Şükrü Kaya!”


    Atatürk'ün İslam'a Bakışı

    "Atatürk'ün İslam'a bakışı"...


    Atatürk Araştırma Merkezi’nce hazırlanan "Atatürk’ün İslam’a Bakışı" adlı kitapta, Atatürk’ün İslam dini hakkındaki düşünce ve söylemleri belgelerle ortaya konuluyor.
    Kitapta, Atatürk’ün halka hitabelerinde sıkça, "Bizim dinimiz en makul ve en tabii bir dindir. Ve ancak bundan dolayıdır ki son din olmuştur. Bir dinin tabii olması için akla, fenne, ilme ve mantığa tahakkuk etmesi lazımdır. Bizim dinimiz bunlara tamamen mutabıktır" dediği bildiriliyor.
    İslam dini konusunda geniş bir bilgiye sahip olan Atatürk’ün, İslam dininin layıkıyla halka öğretilememesinden son derece üzüntü duyduğu belirtilen kitapta, "İnsanlara ilk emri okumak ve ilim yapmak olan İslam dini ile, Türk milletine ilmi ve fenni rehber olarak bırakan Atatürk’ün ters düşmesi mümkün değildir" deniliyor.
    Atatürk için dinin, "kendi hayatında hem toplumsal bir realite ve hem de iç dünyasında alışılmışın dışında gizli ve özel bir duygu" olarak yerini aldığı vurgulanan kitapta, Atatürk’ün saf, temiz ve sade bir din anlayışına sahip olduğu kaydediliyor.
    Atatürk’ün, İslam dinine sonradan girmiş olan her türlü safsata, hurafe ve boş inanışlara karşı durduğu ve rasyonel bir din anlayışını benimsediği ifade edilen kitapta, şunlar kaydediliyor:
    "Atatürk, İslam dininin özüyle uyuşmayan hurafeleri dine sokanlarla, İslam’ın sadeliğinde ve temelinde var olan canlı, yapıcı ve hamleci ruhunu birtakım laf kalabalığına boğanlarla ve her şeyden önemlisi dini özellikle siyasi ve dünyevi bir çıkar aracı olarak kullanmak isteyen zihniyetin temsilcileri ile amansız bir mücadele etmiştir."

    "ATATÜRK: TEMELİ ÇOK SAĞLAM BİR DİNİMİZ VAR"
    Kitapta, Atatürk’ün halka hitap ve demeçlerinde İslam dini hakkında söylediklerine de yer veriliyor.
    Kitapta, Atatürk’ün 31 Ocak 1923 yılında İzmir’de halka yönelik yaptığı bir konuşmada, İslam dininin tarihsel süreçte birçok batıl fikirlerin saldırısına uğradığını dile getirdiği ve İslam dini hakkındaki düşüncelerini soranlara da, İslam dinine sokulan ve onu çepeçevre kuşatmaya çalışan hurafe ve batıl fikirlerden yakındığı bildiriliyor.
    Atatürk, Ankara Orman Çiftliği’nde Asaf İlbay’ın "Paşam din hakkındaki düşüncelerinizi öğrenmek istiyorum" sözleri üzerine şunları söylüyor:
    "Din vardır ve lazımdır. Temeli çok sağlam bir dinimiz var.
    Malzemesi iyi. Fakat bina uzun asırlardır ihmale uğramış. Harçlar döküldükçe yeni harç yapıp binayı takviye etmek lüzumu hissedilmemiş.
    Aksine olarak birçok yabancı yorum, unsurlar, boş inançlar binayı daha fazla hırpalamış." Kitapta, Atatürk’e "dine karşıymış" gibi bakılması veya gösterilmeye çalışılmasının bu din anlayışından kaynaklandığı vurgulanarak, oysa Atatürk’ün gerçek dine ters düşen hurafe ve eklemelere itibar etmenin yanlışlığına işaret ettiği belirtiliyor.

    ATATÜRK’ÜN BALIKESİR KONUŞMASI
    Kitapta, Atatürk, 7 Şubat 1923 yılında Balıkesir Zagnos Paşa Camii’nde ise dine ilişkin şunları söylüyor:
    "Allah birdir. Şanı büyüktür... Peygamber efendimiz hazretleri, Allah tarafından insanlara dini gerçekleri duyurmaya memur ve elçi seçilmiştir. Bunun temel esası hepimizce bilinmektedir ki, yüce Kuran’daki anlamı açık olan ayetlerdir. İnsanlara feyz ruhu vermiş olan dinimiz son dindir. Çünkü dinimiz akla, mantığa, gerçeğe tamamen uyuyor ve uygun düşüyor. Eğer akla, mantığa, gerçeğe uymamış olsaydı, bununla ilahi tabiat kanunları arasında çelişki olması gerekirdi.
    Çünkü alem kanunlarını yapan Tanrı’dır."

    ATATÜRK ARAŞTIRMA MERKEZİ BAŞKANI SARAY
    Atatürk Araştırma Merkezi Başkanı Mehmet Saray, A.A muhabirine yaptığı açıklamada, Atatürk’ün, Türk milletinin dinine bağlılığının devam etmesini istediğini, ancak laik Cumhuriyeti kurarken, dinin devlet iş ve güçlerine karıştırılarak yaşanmasına izin vermediğini hatırlattı.
    Atatürk’ün, "laik sistemi dinsizlik manasında anlamayın. Herkes dininde inancında hürdür" dediğini bildiren Saray, Atatürk’ün, İslam dini hakkında asla menfi bir sözü olmadığını vurguladı.
    Saray, kitabı, birçok insanın "Atatürk İslam’a şöyle bakmış, böyle bakmış" şeklinde kitap yazması üzerine, konuyu netleştirmek için hazırladıklarını söyledi.
    Bu çerçevede, Atatürk’ün gençlik yıllarından vefatına kadar İslam ile ilgili söylediği bütün sözlerin belgeleri ile ortaya konulduğunu, bilim adamlarınca tartışıldığını ifade eden Saray, şunları kaydetti:
    "Belgeler ve yorumlarda Atatürk’ün, ateistlikle, dinsizlikle, İslam’ı yermeyle hiçbir alakası olmadığı ortaya çıkıyor. Atatürk İslam dininin siyasete sokulmasını asla istememiş, tahammül edememiş ve bu laik rejimi kurarak, İslam’a değişik bir ivme kazandırarak, dinimizin güzellikler içerisinde yaşanmasını sağlamıştır. Bu İslam’a en büyük hizmet olmuştur." Saray, Atatürk’ün bu yaptıklarının İslam dünyasına örnek olduğunu ve İslam alimlerince rehber olarak görüldüğünü kaydetti.
    Saray, ayrıca laik sistemde İslam’ı en güzel ve en nezih yaşayan yegane Müslüman ülkenin Türkiye olduğunu ifade ederek, "Ben bunu herkesle tartışırım. Gitsin Müslüman’ım diyen ülkelerde İslam nasıl yaşanır görsünler ve bir de Türkiye’ye baksınlar. Aradaki farkı tespit edeceklerdir" dedi.



    < Bu mesaj bu kişi tarafından değiştirildi dh_ebac -- 24 Mart 2006; 23:44:31 >




  • quote:

    Orijinalden alıntı: dh_ebac

    AtatÜrk'Ün ZÜbeyde Hanima Mektubu


    ZÜBEYDE HANIMA MEKTUBU
    1 Ağustos 1920

    Muhterem valideciğim,

    İstanbul'dan ayrılışımdan beri sizlere ancak birkaç telgraftan başka bir şey yazamadım. Bu sebeple büyük merak içinde kaldığınızı tahmin ediyorum. Bilhassa, hakkımda ötekinden berikinden ve gerek gazetelerden işittiğiniz tamam olmayan haberler şüphesiz merakınızı artırmıştır. Şimdi vereceğim bilgilerle tahmin olacağınız için endişe duyacak hiçbir şey yoktur.

    Biliyorsunuz ki İstanbul'da iken yabancı devletler, devleti ve ulusu fevkalade sıkıştırmakta ve millete hizmet edebilecek ne kadar adamımız varsa hepsini hapis ve tevkifle, bir kısmını da Malta'ya sürerek herkesi sıkıntıya sokmakta pek ileri gidiyorlardı. Bana nasılsa ilişmemişlerdi. Fakat 3. Ordu Müfettişi olarak Samsun'a ayak basar basmaz İngilizler benden şüphelendiler, Hükümete benim gidiş nedenimi sordular.

    Nihayet İstanbul'a çağırılmamı istediler, bunda ısrar ettiler. Hükümette beni kandırarak İstanbul'a gelmemi ve İngilizlere teslim olmamı sağlamak istedi. Bunun derhal farkına vardım. Tabiatıyla kendi ayağımla gidip esir olmam doğru değildi. Padişahımıza gerçek durumu yazdım ve gelemeyeceğimi bildirdim. Zatı şahanede önce uygun buldu. Fakat daha sonra İngilizlerin baskısı artmıştı. Sonunda O'da İstanbul'a dönmemi emretti.

    Bu suretle artık resmi görevimde kalmaya imkan görmediğim gibi askerliğimi sürdürdükçe de İngilizlerin ve hükümetin hakkımdaki ısrarına karşı duyulamayacaktı. Bir taraftan da bütün Anadolu halkı, tüm ulus, hakkımda büyük bir sevgi ve güven gösterdi, "seni bırakmayız" dediler. Gerçekte vatan ve milletimizi kurtarabilmek için tek çare, askerliği bırakıp serbest olarak milletin başına geçmek ve milleti tek vücut bir hale getirmekle doğacak kudret ve ulusal gücü kullanmaktan başka çare yoktu. Bende öyle yaptım. Elhamdülillah başarılı oluyorum. Pek yakında elle tutulur sonucu bütün dünya görecektir. Ben bu suretle hareket edince İngilizler derhal yalvarmaya başladı. Ve beni kazanmaya çalıştı. Ve bütün suçu bizim hükümete attılar. Gerçekten hükümette benimle uğraşmak istedi. Fakat gücü buna yetmedi ve yetemez.

    1-Daha bir zaman bu şekilde Anadolu içinde çalışmakla her şey hallolacaktır. Yakında Millet Meclisi toplanacak ve meşru bir hükümet iktidara gelecektir. Bende ihtimal o zaman İstanbul'a geleceğim. Sıhhat ve afiyetteyim, katiyen hiç merak etmeyiniz.

    2-Salih Bey (Salih Fansa) Fuat Beyden alacağını aldı mı? Bunu bilgi almak bakımından soruyorum. Yoksa her ne olursa olsun, elhamdülillah hiç önemi yoktur. Siz müsterih olunuz ve bir sıkıntınız olursa derhal bana bildiriniz.

    3-Bu mektubu getirecek olan "...." size benim hakkımda istediğiniz kadar bilgi verecektir. Kendisiyle bana bazı elbiselerimi gönderiniz.

    4-Hemşiremin sıhhati nasıldır. Eve herhangi bir taraftan saldırıda bulunuldu mu? Hala orada mısınız? Çocuklar ne yapıyor, büyüdüler mi?

    5- Salih(Fansa) Beyle Madam Salih Bey inşallah sıhhat ve afiyettedirler. Ben kendilerini daima yad ediyorum. Madamın benim hakkımda bir rüyası vardı. Galiba o çıkacaktır. İnşallah yakında sevinç içinde görüşeceğiz.

    6-Ben, birkaç güne kadar bir kongre için Sivas'a gideceğim. Tekrar Erzurum'a döneceğim. Tekrar ediyorum: Her işittiğinize önem vermeyiniz. Pekala bilirsiniz ki ben, yaptığımı bilirim. Netice görmeseydim başlamazdım.

    Saygı ile ellerinizden, hemşiremin gözlerinden öperim.

    M. Kemal



    Mutlaka Okuyun Çaresİzsen Çare Sensİn

    • 7 yaşındayken babasını kaybetti ve yetim kaldı. Yalnız ve içine kapanık biri olarak yaşamaya , oradan oraya sürüklenmeye başladı.

    • 8 yaşında okuldan alındı ve köyde yaşadı. Zamanını tarlalarda kargaları kovalamakla geçirdi.

    • 10 yaşında yüzü kanlar içinde kalacak şekilde, yeni okulundaki hocasından dayak yedi. Ailesi onu okuldan aldı. Sinirden ve korkudan üç gün evinden çıkamadı.

    • 17 yaşında hayalindeki okulun istediği bölümü için gerekli not ortalamasını tutturamadı.

    • 24 yaşında tutuklandı,günlerce sorguya çekildi ve 2 ay tek başına bir hücrede hapis yattı.

    • 25 yaşında sürgüne gönderildi.

    • 27 yaşında kendisinden bir yaş büyük meslektaşı kendisinin de üyesi bulunduğu derneğin çalışmaları ile kahraman ilan edilirken , kendisi hiç önemsenmiyordu. Doğduğu şehrin merkezinde rakibi törenlerle karşılanırken, o kalabalık arasında yalnız başına olanları izliyordu.

    • 30 yaşında amiri,onu kendisinden uzaklaştırmak için başka göreve atanmasını sağladı. Yeni görevinde fiilen işsiz bırakıldı. Aylarca boş kaldı.

    • 37 yaşında böbrek hastalığından Viyana’da 2 ay hasta ve yalnız halde yattı.

    • 37 yaşında komutan olarak yeni atandığı ordu,dağıtıldı.

    • 38 yaşında Savunma Bakanı tarafından görevinden atıldı.

    • 38 yaşında bir toplantıda giyebileceği bir tek sivil elbisesi bile yoktu ve başkasından bir redingot ödünç aldı. Ayrıca cebinde sadece 80 lirası vardı.

    • 38 yaşında kendisi için tutuklama kararı çıkarıldı.

    • 38 yaşında en yakın beş arkadaşından üçü, onun Kongre temsil heyetine üye olmaması için oy kullandı.

    • 39 yaşında idam cezasına çarptırıldı.

    Sonra ne mi oldu?

    42 yaşında Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı oldu.
    Okuduğunuz öykü efsanevi lider Mustafa Kemal Atatürk’e aittir.
    Şimdi düşünün,sizin başarılı olmanızı engelleyen ama Atatürk’ün karşısına çıkmamış bir engel var mı?

    Başarınızın önündeki engel ne? Paranız mı yok? Atatürk’ün de yoktu! Sağlığınız mı bozuk? Atatürk’ün de bozuktu! Çevrenizde sizi çekemeyenler mi var? Atatürk’ün de vardı! Bazı yakın arkadaşlarınız sizi arkadan mı vurdu? Atatürk’ü de vurdular! Aileniz çok zengin değilmiydi? Atatürk’ünki de değildi! Amirleriniz hakkınızı mı yiyor? Atatürk’ünkini de yemişlerdi! Sizden daha beceriksiz ama hırslı insanlar, sizden daha hızlı yükselip size amirlik mi yapıyor? Atatürk’ün de başına gelmişti! Geçmişte Bazı denemelerinizde başarısız mı oldunuz? Atatürk de olmuştu! Hakkınızda idam fermanı çıktığı için mi başarılı olamıyorsunuz? Atatürk’ün de başına gelmişti!


    Aşık Veysel den Ata ya Ağıt...

    AĞIT

    Ağlayalım Atatürk’e,
    Bütün dünya kan ağladı.
    Süleyman olmuştu mülke,
    Geldi ecel, can ağladı.

    Doğu, batı, cenup, şimal
    Aman Tanrı bu nasıl hal?
    Atatürk’e erdi zeval,
    Memur, mebusan ağladı.

    Atatürk’ün eserleri,
    Söylenecek bundan geri,
    Bütün dünyanın her yeri,
    Ah çekti, vatan ağladı.

    Fabrikalar icat etti,
    Atalığın ispat etti,
    Varlığın Türk’e terketti,
    Döndü çarh, devran ağladı.

    Bu ne kuvvet, bu ne kudret,
    Varıdı bunda bir hikmet,
    Bütün Türkler, İnönü İsmet,
    Gözlerinden kan ağladı.

    Tiren hattı, tayyareler.
    Türkler giydi hep karalar,
    Semerkant’la Buharalar,
    İşitti her yan ağladı.

    Siz sağ olun Türk gençleri,
    Çalışanlar kalmaz geri,
    Mareşal’in askerleri,
    Ordular, teğmen ağladı.

    Zannetme ağlayan gülmez,
    Aslan yatağı boş kalmaz.
    Yalınız gidenler gelmez;
    Her gelen insan ağladı.

    Uzatma Veysel bu sözü,
    Dayanmaz herkesin özü,
    Koruyalım yurdumuzu,
    Dost değil, düşman ağladı.

    Aşık Veysel ŞATIROĞLU

    Mustafa Kemal Filistine El Sürülemez
    Attila İlhan

    Mustafa Kemal Paşa'nın Filistin için o zamanlar söylediği o tarihi sözleri sizlere aktarmak istiyorum.

    “…’Arapların arasında mevcut olan karışıklığı ve hoşnutsuzluğu, kimse bizim kadar bilemez; biz, vakıa birkaç sene Araplar’dan uzak kaldık, fakat şimdi kendimize kâfi derecede güvenip ve kudretimizi bildiğimiz içini İslamiyet’in Mukaddes Yerleri’nin, Museviler’in ve Hıristiyanlar’ın nüfuzu altına girmesine mani olacağız. Binaenaleyh şunu söylemek istiyoruz ki buraların Avrupa Emperyalizmi’nin oyun sahası olmasına müsaade etmeyeceğiz’…”

    “…biz şimdiye kadar dinsiz ve İslamiyete lakayt olmakla ittiham edildik; fakat bu ittihamlara rağmen, Peygamber’in son arzusu, yani ‘Mukaddes Topraklar’ın, daima İslamiyet hâkimiyetinde kalmasını temin için, hemen bugün kanlarımızı dökmeye hazırız. Cedlerimizin Selahaddin-i Eyyubi idaresi altında, uğrunda Hıristiyanlarla mücadele ettikleri toprakların, yabancı hâkimiyeti ve nufüzu altında bulunmasına müsaade etmeyeceğimizi beyan edecek kadar, bugün, -Allah’ın inayetiyle- kuvvetliyiz’…”

    “…’Avrupa’nın, bu mukaddes yerlerine temellük etmek için, atacağı ilk adımda; bütün İslam âleminin ayaklanıp, icraata geçeceğinden şüphe yoktur’…”

    "Gazi Mustafa Kemal Paşa hakkında, türlü ‘tertibat, tezvirat ve tahrifat’ ile, onun Batı’dan başka bir şey düşünmediğini, Batılı olmak ya da görünmek için, bin yıllık Türk Medeniyeti’ni inkâr ettiğini ileri sürenlerin, bu satırları okudukları takdirde, biraz yüzleri kızarır mı?

    Pek sanmıyorum…)"

    Müslüman olsun, laik olsun, Musevi ya da Hıristiyan olsun; her Türk , Gazi’nin, Lausanne’dan yıllar sonra, Hayat Meselesi ortalığı kızıştırmışken; bunları beyan edip, Avrupa Emperyalizmi’ne karşı, böyle açık, bu kadar net bir tavır takınmasının üzerinde düşünülmelidir.

    Tabii, onun vefatını müteakip, bu tavrından ne kaldığını; hele yıllar sonra, Ankara’nın Filistin konusunda, kimlerle ‘ittifak’ içinde olduğunuda!..)

    (…bu evrak, o zamanki Dâhiliye Vekili Şükrü Kaya Bey’in imzasıyla; ‘TC Dâhiliye Vekâleti, Matbuat Umum Müdürlüğü’ antetli bir evrak ile Başvekâlet Yüksek Makamı’na sevk metni ise şöyle:

    “Başvekâlet Yüksek Makamına! Bombay Chronicle gazetesinin 27/VII/937 tarihli nüshasında, ‘Filistin’e El Sürülemez.. Kemal Paşa Avrupa’ya İhtar Ediyor’ başlığı altında bir yazı intişar etmiştir. Bu yazının bir örneği ilişik olarak sunulmuştur. Bu vesile ile saygılarımı tekrarlarım. / Dâhiliye vekili, Şükrü Kaya!”


    Atatürk'ün İslam'a Bakışı

    "Atatürk'ün İslam'a bakışı"...


    Atatürk Araştırma Merkezi’nce hazırlanan "Atatürk’ün İslam’a Bakışı" adlı kitapta, Atatürk’ün İslam dini hakkındaki düşünce ve söylemleri belgelerle ortaya konuluyor.
    Kitapta, Atatürk’ün halka hitabelerinde sıkça, "Bizim dinimiz en makul ve en tabii bir dindir. Ve ancak bundan dolayıdır ki son din olmuştur. Bir dinin tabii olması için akla, fenne, ilme ve mantığa tahakkuk etmesi lazımdır. Bizim dinimiz bunlara tamamen mutabıktır" dediği bildiriliyor.
    İslam dini konusunda geniş bir bilgiye sahip olan Atatürk’ün, İslam dininin layıkıyla halka öğretilememesinden son derece üzüntü duyduğu belirtilen kitapta, "İnsanlara ilk emri okumak ve ilim yapmak olan İslam dini ile, Türk milletine ilmi ve fenni rehber olarak bırakan Atatürk’ün ters düşmesi mümkün değildir" deniliyor.
    Atatürk için dinin, "kendi hayatında hem toplumsal bir realite ve hem de iç dünyasında alışılmışın dışında gizli ve özel bir duygu" olarak yerini aldığı vurgulanan kitapta, Atatürk’ün saf, temiz ve sade bir din anlayışına sahip olduğu kaydediliyor.
    Atatürk’ün, İslam dinine sonradan girmiş olan her türlü safsata, hurafe ve boş inanışlara karşı durduğu ve rasyonel bir din anlayışını benimsediği ifade edilen kitapta, şunlar kaydediliyor:
    "Atatürk, İslam dininin özüyle uyuşmayan hurafeleri dine sokanlarla, İslam’ın sadeliğinde ve temelinde var olan canlı, yapıcı ve hamleci ruhunu birtakım laf kalabalığına boğanlarla ve her şeyden önemlisi dini özellikle siyasi ve dünyevi bir çıkar aracı olarak kullanmak isteyen zihniyetin temsilcileri ile amansız bir mücadele etmiştir."

    "ATATÜRK: TEMELİ ÇOK SAĞLAM BİR DİNİMİZ VAR"
    Kitapta, Atatürk’ün halka hitap ve demeçlerinde İslam dini hakkında söylediklerine de yer veriliyor.
    Kitapta, Atatürk’ün 31 Ocak 1923 yılında İzmir’de halka yönelik yaptığı bir konuşmada, İslam dininin tarihsel süreçte birçok batıl fikirlerin saldırısına uğradığını dile getirdiği ve İslam dini hakkındaki düşüncelerini soranlara da, İslam dinine sokulan ve onu çepeçevre kuşatmaya çalışan hurafe ve batıl fikirlerden yakındığı bildiriliyor.
    Atatürk, Ankara Orman Çiftliği’nde Asaf İlbay’ın "Paşam din hakkındaki düşüncelerinizi öğrenmek istiyorum" sözleri üzerine şunları söylüyor:
    "Din vardır ve lazımdır. Temeli çok sağlam bir dinimiz var.
    Malzemesi iyi. Fakat bina uzun asırlardır ihmale uğramış. Harçlar döküldükçe yeni harç yapıp binayı takviye etmek lüzumu hissedilmemiş.
    Aksine olarak birçok yabancı yorum, unsurlar, boş inançlar binayı daha fazla hırpalamış." Kitapta, Atatürk’e "dine karşıymış" gibi bakılması veya gösterilmeye çalışılmasının bu din anlayışından kaynaklandığı vurgulanarak, oysa Atatürk’ün gerçek dine ters düşen hurafe ve eklemelere itibar etmenin yanlışlığına işaret ettiği belirtiliyor.

    ATATÜRK’ÜN BALIKESİR KONUŞMASI
    Kitapta, Atatürk, 7 Şubat 1923 yılında Balıkesir Zagnos Paşa Camii’nde ise dine ilişkin şunları söylüyor:
    "Allah birdir. Şanı büyüktür... Peygamber efendimiz hazretleri, Allah tarafından insanlara dini gerçekleri duyurmaya memur ve elçi seçilmiştir. Bunun temel esası hepimizce bilinmektedir ki, yüce Kuran’daki anlamı açık olan ayetlerdir. İnsanlara feyz ruhu vermiş olan dinimiz son dindir. Çünkü dinimiz akla, mantığa, gerçeğe tamamen uyuyor ve uygun düşüyor. Eğer akla, mantığa, gerçeğe uymamış olsaydı, bununla ilahi tabiat kanunları arasında çelişki olması gerekirdi.
    Çünkü alem kanunlarını yapan Tanrı’dır."

    ATATÜRK ARAŞTIRMA MERKEZİ BAŞKANI SARAY
    Atatürk Araştırma Merkezi Başkanı Mehmet Saray, A.A muhabirine yaptığı açıklamada, Atatürk’ün, Türk milletinin dinine bağlılığının devam etmesini istediğini, ancak laik Cumhuriyeti kurarken, dinin devlet iş ve güçlerine karıştırılarak yaşanmasına izin vermediğini hatırlattı.
    Atatürk’ün, "laik sistemi dinsizlik manasında anlamayın. Herkes dininde inancında hürdür" dediğini bildiren Saray, Atatürk’ün, İslam dini hakkında asla menfi bir sözü olmadığını vurguladı.
    Saray, kitabı, birçok insanın "Atatürk İslam’a şöyle bakmış, böyle bakmış" şeklinde kitap yazması üzerine, konuyu netleştirmek için hazırladıklarını söyledi.
    Bu çerçevede, Atatürk’ün gençlik yıllarından vefatına kadar İslam ile ilgili söylediği bütün sözlerin belgeleri ile ortaya konulduğunu, bilim adamlarınca tartışıldığını ifade eden Saray, şunları kaydetti:
    "Belgeler ve yorumlarda Atatürk’ün, ateistlikle, dinsizlikle, İslam’ı yermeyle hiçbir alakası olmadığı ortaya çıkıyor. Atatürk İslam dininin siyasete sokulmasını asla istememiş, tahammül edememiş ve bu laik rejimi kurarak, İslam’a değişik bir ivme kazandırarak, dinimizin güzellikler içerisinde yaşanmasını sağlamıştır. Bu İslam’a en büyük hizmet olmuştur." Saray, Atatürk’ün bu yaptıklarının İslam dünyasına örnek olduğunu ve İslam alimlerince rehber olarak görüldüğünü kaydetti.
    Saray, ayrıca laik sistemde İslam’ı en güzel ve en nezih yaşayan yegane Müslüman ülkenin Türkiye olduğunu ifade ederek, "Ben bunu herkesle tartışırım. Gitsin Müslüman’ım diyen ülkelerde İslam nasıl yaşanır görsünler ve bir de Türkiye’ye baksınlar. Aradaki farkı tespit edeceklerdir" dedi.

    Alıntıları Göster
    eline sağlık



    < Bu mesaj bu kişi tarafından değiştirildi zargana -- 24 Mart 2006; 20:18:47 >




  • quote:

    Orijinalden alıntı: zargana

    eline sağlık

    Alıntıları Göster
    iste boyle adamlar burada muslumanlik yapiyorlarya uyuz oluyrum . kim bu adam bunu nasil der .

  • quote:

    Orijinalden alıntı: zargana

    eline sağlık

    Alıntıları Göster
    Allah razı olsun..
    Atatürkün dine bakışı ancak bu kadar güzel anlatılabilirdi..

    keşke gerçek Atatürkçüler günümüzde de olsa ve kendi dinsizliklerine Atayı siper edip millete sırt çevirmese..
    başta eğitim hakkı olmak üzere, inanan kişiler ve özellikle kadınlarımız ikinci sınıf insan yerine konulmasa...

    ne dinden siyaset yapan kalır, ne dinsizliği laiklik adına savunan..

    ellerine sağlık




  • quote:

    Orijinalden alıntı: AyrıLık

    Bu mesaj silindi.

    Alıntıları Göster
    ooo ben o piere de san arkadaşı çok ii tanıyorum çok saygılı ve edep sahibi biridir geçen açtığım bir topic te rus kadınlar yollamalar patlak çıkarsa garanti kapsamına sokmalar bayaa yazıştılar kan34 adlı kişiyle neyse demekki atatürkçülük böyle oluyo dış ülkedeki insanlarla ilgili güzel görüşlerini beyan ettilerde neyse lafım sadece o iki arkadaşa!!!birde onlar kendilerini biliyorlar



    < Bu mesaj bu kişi tarafından değiştirildi tarafeyn -- 24 Mart 2006; 20:45:50 >




  • quote:

    Orijinalden alıntı: kibarfeyzo

    Allah razı olsun..
    Atatürkün dine bakışı ancak bu kadar güzel anlatılabilirdi..

    keşke gerçek Atatürkçüler günümüzde de olsa ve kendi dinsizliklerine Atayı siper edip millete sırt çevirmese..
    başta eğitim hakkı olmak üzere, inanan kişiler ve özellikle kadınlarımız ikinci sınıf insan yerine konulmasa...

    ne dinden siyaset yapan kalır, ne dinsizliği laiklik adına savunan..

    ellerine sağlık

    Alıntıları Göster
    quote:

    Orjinalden alıntı: kibarfeyzo

    Allah razı olsun..
    Atatürkün dine bakışı ancak bu kadar güzel anlatılabilirdi..

    keşke gerçek Atatürkçüler günümüzde de olsa ve kendi dinsizliklerine Atayı siper edip millete sırt çevirmese..
    başta eğitim hakkı olmak üzere, inanan kişiler ve özellikle kadınlarımız ikinci sınıf insan yerine konulmasa...

    ne dinden siyaset yapan kalır, ne dinsizliği laiklik adına savunan..

    ellerine sağlık


    kardeş helal olsun sen aldırma bunlara bunlar böyle tağutlarına laf söyledimmi hemen aslan kesilirler ama dışarda başörtüsü takmaya yasak geldimide alkış yaparlar dediğin gibi keşke atatürkçülük ilk doğduğuı seklindeki gibi saf ve dürüst olsa saygıyla




  • quote:

    Orijinalden alıntı: dh_ebac

    Bu mesaj silindi.

    Alıntıları Göster
    *Mustafa Kemal''in Hz. Muhammed(s.a.v)''i rüyasında görmesi...
    Başbuğ Atatürk" adlı eserden adli yaziyi ekledim en uste koydum okuyun . Anliycaksiniz Allahin Ataturku rastgelemi gonderdigini yoksa islam icin calismis bu kadar milleti dunya tarihinden kaldiramiyacaklarini anlamalari icin avrupalilara karsi Turklere gnderilmis en buyuk lider
  • quote:

    Orijinalden alıntı: dh_ebac

    *Mustafa Kemal''in Hz. Muhammed(s.a.v)''i rüyasında görmesi...
    Başbuğ Atatürk" adlı eserden adli yaziyi ekledim en uste koydum okuyun . Anliycaksiniz Allahin Ataturku rastgelemi gonderdigini yoksa islam icin calismis bu kadar milleti dunya tarihinden kaldiramiyacaklarini anlamalari icin avrupalilara karsi Turklere gnderilmis en buyuk lider

    Alıntıları Göster
    Sağolasın bu güzel konu için.

    Forumda görülen tartışmalar bir ülkenin yaşamak için en büyük gerekliliklerinden olan milli birlik ve beraberlik ilkesinin vatanımızda azalmaya başladığını düşündürüyor. Ancak örütbağ (internet) ortamında pek az kişiyle karşılaşmamız ve tartışmamız halkın büyük çoğunluğunun hâlâ birlik ve beraberlik içinde olduğuna dair umutları arttırıyor (umarım:).

    İç sorunlarımızı bile çözemeden büyük dış sorunları nasıl çözeceğiz?



    < Bu mesaj bu kişi tarafından değiştirildi Castle Bravo -- 24 Mart 2006; 21:24:43 >




  • quote:

    Orijinalden alıntı: Castle Bravo

    Sağolasın bu güzel konu için.

    Forumda görülen tartışmalar bir ülkenin yaşamak için en büyük gerekliliklerinden olan milli birlik ve beraberlik ilkesinin vatanımızda azalmaya başladığını düşündürüyor. Ancak örütbağ (internet) ortamında pek az kişiyle karşılaşmamız ve tartışmamız halkın büyük çoğunluğunun hâlâ birlik ve beraberlik içinde olduğuna dair umutları arttırıyor (umarım:).

    İç sorunlarımızı bile çözemeden büyük dış sorunları nasıl çözeceğiz?

    Alıntıları Göster
    Çok güzel bir konu ve içerik!!! Teşekkürler... İzindeyiz ATA'm.




  • quote:

    Orijinalden alıntı: Benek

    Çok güzel bir konu ve içerik!!! Teşekkürler... İzindeyiz ATA'm.

    Alıntıları Göster
    Atamin ve askerlerinin Canakkale menusu resimli olarak eklendi , hadi Ataturkcu genclik sizdende birseyler ekliyelim
  • quote:

    Orijinalden alıntı: dh_ebac

    Atamin ve askerlerinin Canakkale menusu resimli olarak eklendi , hadi Ataturkcu genclik sizdende birseyler ekliyelim

    Alıntıları Göster
    up++
  • quote:

    Orijinalden alıntı: dh_ebac

    up++

    Alıntıları Göster
    arşivlik saklamalık ve en önemlisi okuyup anlamalık güzeş bir topic daha

    teşekkürler arkadaşlar
  • quote:

    Orijinalden alıntı: er_dem

    arşivlik saklamalık ve en önemlisi okuyup anlamalık güzeş bir topic daha

    teşekkürler arkadaşlar

    Alıntıları Göster
    quote:

    Orjinalden alıntı: er_dem

    arşivlik saklamalık ve en önemlisi okuyup anlamalık güzeş bir topic daha

    teşekkürler arkadaşlar


    evet , hele frumda o kadar bilincli olarak gruplasmis kisilere ornek olsun . Dahada eklemeyi dusunuyorum belgeler atam hakkinda ve sizlerdende bekliyorum . up++




  • quote:

    Orijinalden alıntı: dh_ebac

    quote:

    Orjinalden alıntı: er_dem

    arşivlik saklamalık ve en önemlisi okuyup anlamalık güzeş bir topic daha

    teşekkürler arkadaşlar


    evet , hele frumda o kadar bilincli olarak gruplasmis kisilere ornek olsun . Dahada eklemeyi dusunuyorum belgeler atam hakkinda ve sizlerdende bekliyorum . up++

    Alıntıları Göster
    cok guzel bir fto . duvar kagidiniz olsun. yuksek kalitede
    http://img67.imageshack.us/img67/2087/trkiyeee1nv9lj9bp6kc.jpg




  • quote:

    Orijinalden alıntı: dh_ebac

    quote:

    Orjinalden alıntı: er_dem

    arşivlik saklamalık ve en önemlisi okuyup anlamalık güzeş bir topic daha

    teşekkürler arkadaşlar


    evet , hele frumda o kadar bilincli olarak gruplasmis kisilere ornek olsun . Dahada eklemeyi dusunuyorum belgeler atam hakkinda ve sizlerdende bekliyorum . up++

    Alıntıları Göster


    gerçekten çok güzel bir konu olmuş ellerine sağlık

    http://forum.donanimhaber.com/m_6341553/tm.htm

    bir de şu konuya göz atmanızı tavsiye ederim




  • quote:

    Orijinalden alıntı: Heretic



    gerçekten çok güzel bir konu olmuş ellerine sağlık

    http://forum.donanimhaber.com/m_6341553/tm.htm

    bir de şu konuya göz atmanızı tavsiye ederim

    Alıntıları Göster
    quote:

    Orjinalden alıntı: Heretic



    gerçekten çok güzel bir konu olmuş ellerine sağlık

    http://forum.donanimhaber.com/m_6341553/tm.htm

    bir de şu konuya göz atmanızı tavsiye ederim



    kardes gonderdigin linkteki arsivi buraya kattim . Ataturk kosesi olsun bu topic . Bazilarina kitap olsun okusunlar. Daha boyle belgeler varsa , gonder paylasalim




  • quote:

    Orijinalden alıntı: dh_ebac

    quote:

    Orjinalden alıntı: Heretic



    gerçekten çok güzel bir konu olmuş ellerine sağlık

    http://forum.donanimhaber.com/m_6341553/tm.htm

    bir de şu konuya göz atmanızı tavsiye ederim



    kardes gonderdigin linkteki arsivi buraya kattim . Ataturk kosesi olsun bu topic . Bazilarina kitap olsun okusunlar. Daha boyle belgeler varsa , gonder paylasalim

    Alıntıları Göster
    quote:

    Orjinalden alıntı: dh_ebac

    kardes gonderdigin linkteki arsivi buraya kattim . Ataturk kosesi olsun bu topic . Bazilarina kitap olsun okusunlar. Daha boyle belgeler varsa , gonder paylasalim



    diğer topikte sen mi vermiştin neyzen tevfik şiirini.. şimdi uyuşuyormu onunla buradakiler birbirine.. hz muhammed'in bizati yardım ettiğini söylediğin bir ordunun, atatürk olmasa bile yenilmesi mümkün mü? hele hele islamın son kalesini yıktırırmı Allah cc.

    sen neyzenden alıntı yaptıysan o şiiri, burada resmini koyduğun şehitlere hakaret etmiş olduğunu düşünüyorum.

    1928 den sonrasını okumanı özellikle tavsiye ederim




  • 
Sayfa: 12
Sayfaya Git
Git
sonraki
- x
Bildirim
mesajınız kopyalandı (ctrl+v) yapıştırmak istediğiniz yere yapıştırabilirsiniz.