On ikinci sınıfta eğitim hayatının tümü genel itibariyle boş geçmiş, herhangi bir yeteneği, amacı vs. olmayan biriydim. Etrafımda insanlar Galatasaray'da hukuk, bilmem nerede ekonomi, şurada doktorluk isterken ben, yapabileceklerimin farkında, makul bir şekilde Marmara Sosyoloji'yi istiyordum; öncesinde kısa bir dönem hukuk, biraz daha uzun bir süre yönetim bilişim sistemleri ve ardından uluslararası ilişkiler istediğim dönemlerden geçmiştim lakin hiçbirinin oluru olmadığını kavradığımda netlerim, evimin konumu ve o dönemki meraklarım ölçüsünde burada karar kılmıştım. Gel zaman git zaman, sınava yaklaşık üç ay kala edebiyat hocamın sarf ettiği bir söz belki de kaderimi şekillendirdi. Sınıfta her zamanki gibi sohbet ederken, başka bir hocamızla beraber çay içerken hepimize birer bölüm yakıştırdıklarını söyledi; Ahmet'e Koç Hukuk, Mehmet'e Marmara İlahiyat, Fatma'ya İstanbul Uluslararası İlişkiler derken bana, Boğaziçi Sosyoloji'yi layık görmüşler. Tabi ben bunu duyunca güldüm, "Hocam ben değil Boğaziçi Sosyoloji'yi kazanmak, o okulun kapısından içeri dahi giremem," dedim. Hocalarım, özellikle de edebiyat, tarih, coğrafya gibi sevdiğim ve yüksek notlar aldığım derslerin hocaları beni diğer derslerde de aynı oranda başarılı zannediyorlardı. Değildim. "Yaparsın yaparsın akıllı çocuksun," dedi. Bunu nasıl bir halet-i ruhiyede söyledi, ciddi miydi yoksa umursamaz bir tavırla mı söylemişti bilmiyorum ama aklıma kurt düşürmeyi başardı. O senenin başı gibi okulda bir deneme olmuştuk. Ben yalnızca sözel kısmını çözmüştüm ve neredeyse konuların yarısını henüz okulda veya dershanede görmememe rağmen seksen soru üzerinden yaklaşık yetmiş net yapmış, her ne kadar çok az kişi sözel çözüyor olsa da, ülke genelinde ikinci olmuştum. Kimsenin pek umurunda olmamıştı bu durum. Benim de pek değildi. Ama şöyle bir bölümlere bakmıştım, sözelde nerelere gidebilirim diye. Boğaziçi Tarih ve Edebiyat listenin başlarında adeta göz kırpıyordu bana. Araştırdım, videolar izledim. Kararım şuydu: ben buraları kazanamam, boş ver. Zira bu deneme aşırı kolaydı, esas sınavda böyle sorulmayacak ve ben oraları kazanamayacağım; Boğaziçi Tarih'i kazanan elemanlar değil miydi, günde sekiz-on saat çalıştığını, deli gibi matematik çözdüğünü anlatan? Ben ne matematik çözüyordum, ne günde sekiz-on saat çalışıyordum. İşte, ta ki edebiyat hocamın bana Boğaziçi'ni yakıştırdığı o güne kadar, umurumda olmamıştı kazanamayacağıma dair beslediğim inanç ve sade bir kayıtsızlıkla. O günse düşündüm, netlerimi ölçtüm, eksik konuları ne kadar sürede bitirebileceğimi hesapladım kabaca. Bu işin oluru vardı; evet sosyolojiyi kazanamazdım zira ayt matematik netlerim üç ay kalmasına rağmen, okkalı bir sıfırdı. Fakat yine ilgi alanıma giren, aylar önce bakıp da hiç umurumda olmayan Boğaziçi Edebiyat'ı kazanabilirdim; daha iyi bir sıralama ve daha yüksek tyt matematik sonucu isteyen Tarih'i kazanmak pek muhtemel değildi; ben senenin başından beri deli gibi denemeler çözmüyor, ayt matematiği geç, tyt de bile on netin üzerini çoğu zaman göremiyordum, nasıl kazanabilirdim, değil mi? Şaşırmıştım. Ben ve Boğaziçi; hani o en zekilerin, en çalışkanların gittiği muhteşem okul! Tamam, evet okul iyi güzel de Edebiyat okumak istiyor musun gerçekten? Sosyoloji okumayı da deli gibi istemiyorum ki zaten, hem edebiyatı seviyorsun -sınav senemde eylül ve haziran arası çoğunluğu roman ve hikaye olmak üzere yetmiş civarı kitap okumuştum, biraz da şiir yazıyordum- daha iyi hangi bölüm var ki ihtimal dahilinde? Peki ya okul bitince ne olacak, ne iş yapacaksın? Sosyoloji okusam ne olacak sanki, çok mu farklı? Sen değil miydin yeter ki sevdiğin şey olsun para gelir, kaldı ki benim çok para da gözüm yok diyen? Bunlar kendime sorduğum sorulardı. Bana ayak bağı olduğunu düşündüğüm dershaneyi bıraktım, yaklaşık üç hafta boyunca eve kapanıp deli gibi ders çalıştım. Hayatımda böyle çalıştığım başka bir dönem yoktur sanırım. Sabahtan akşama kadar konu bitiriyor, konular hakkında test çözüyor, mola niyetine başka dersin test kitabını karıştırıyor, yaklaşık on-on iki saatlik bir çalışmanın ardından dün ve önceki günlerin konularının ezberlerini tekrarlayıp ardından aynı günün ezberine dair notlar çıkarıp onları ezberliyordum. Bir ay sonunda neredeyse tüm sözel konuları bitti. (Burada şu soru sorulabilir "Madem yetmiş net yapabiliyorsun, niye bu deli gibi çalışma? Buna verebileceğim cevap, sağlama almak için, olurdu. Evet, neredeyse her konu hakkında bilgim ve fikrim vardı. Bu tamamen ders dışında, genel kültür olarak kazandığım bilgilerden kaynaklanıyordu. Ama hala çoğu yazar ve kitaplarını bilmiyordum mesela. Her şeyi sağlama almalıydım.) Arta kalan süreçte tek yaptığım aşağı yukarı her gün bir sözel bir de edebiyat denemesi çözmek ve okulda yapılan genel denemelere katılmaktı- ki bunları bir süre sonra iyice savsakladım. Sınava girdim. Açıkçası garip bir sınavdı. Ben hedefimi tutturamayacağımı düşünüyordum(Burada şunu da not düşmek isterim: Ben bu sınav süresince, gözlemlediğim kadarıyla, yaşıtlarım ve arkadaşlarımdan daha az stres yapmıştım sınavı; sınav senesi başka sorunlarım vardı, sanıyorum ki depresyondaydım tamamen sınavla alakasız bir konu sebebiyle, ama on ay kala da sınavdan önceki hafta da sınav bakımından oldukça sakindim, ufak bir heyecan dışında; o da normal. Boğaziçi olmazsa 29 Mayıs'a falan giderim, problem yok, diyordum.). Bir ay sonra, tam doğum günümde, sonuçlar açıklandı: Sözelde ilk altı yüze girmiştim. İyi güzel deyip işe gittim o gün. Herkes benden daha heyecanlıydı. Hedefimin ve beklentimin daha üzerindeydi bu sıralama; tarihe girebilirdim. Ki öyle yaptım. Seçimlerin son beş gününe kadar edebiyat yazmayı düşünüyordum tercih listemin başına. Sonrasında gerek yurtdışı imkanlarının ve dil öğrenme olanaklarının daha çok olduğunu düşünerek(edebiyat yüzde otuz ingilizce eğitim veriyor, tarihse tamamen ingilizce olmanın yanında ikinci bir modern dil ve bir araştırma dilini zorunlu tutuyor mezun olmak için) gerekse de daha çok sevdiğim şeyi bir işe dönüştürüp p*ç etmek istemediğimden birinci sıraya Boğaziçi Tarih, ikinci sıraya da Edebiyat yazıp geri kalanı da alakasız üç beş bölümle(almanca işletme falan vardı listede) doldurup yolladım ve nihayetinde 2021 yılında Boğaziçi Tarih'e yerleştim. Gelelim yavaş yavaş sadede; çok uzadı biliyorum ama yazmak istedim buraya kadar olan serüveni de. Arka plana dair bir nebze de olsa bilginiz olsun istedim. Geçen sene hazırlık okurken de, lisanstaki bir buçuk dönemlik zamanda da hep bir şeyler yanlış gidiyormuş gibi hissettim, hissediyorum. Okula, okuldaki insanlara alışamadım. İngilizce eğitime alışamadım; dilin yarattığı ayrı bir bariyer var sanki tüm diğer bariyerlerle beraber - bu arada hazırlığı haziranda geçen az sayıda birinci kur öğrencilerinden olduğumu belirtmek isterim. Buraya akademisyen olmak arzusuyla gelmiştim, mümkünse yurtdışında. Şu an geldiğim noktada bırakın akademisyen olmayı, okuldan tiksiniyorum. Derslere dair hiçbir ilgim yok sene başından beri. Bu halde sabredip bölümü bitirmenin benim adıma neye yarayacağını kestiremiyorum. Uzun zamandır böyle karanlıkta sürüklenirken, sanki ötede bir ışık görür gibi oldum. Bir süredir ufaktan da olsa, sinema ve fotoğraf işlerine meraklıyım. Çok minik bir merak bu, buna rağmen büyük keyif alıyorum fotoğraf çekerken, video kaydederken ve film izlerken -burada kastım daha az gişe işi olan filmleri anlayarak ve analiz ederek izlemek. Bunun haricinde video kurgu işleri hep ilgimi çekmiş ama programların karmaşıklığından çekinmem ve iyi bir bilgisayarımın olmaması sebebiyle hep uzak durmuş olmama karşın, geçenlerde Udemy'den aldığım on altı saatlik bir Premiere Pro kursunu bu hafta iki gün içerisinde yarılamayı başardım ve bunu yaparken de acayip keyif aldım. Dolayısıyla aklımda bir soru oluştu: Boğaziçi Tarih'i bırakıp AÖF'te Görsel İletişim ve Tasarım okumak, bunun yanında bir şekilde hem hayata atılıp bir şekilde çalışmaya başlamak hem de tüm dikkatimi revaçta olan ve iyi para kazandırabilen, ve tabii ki -en azından göründüğü kadarıyla- mutlu eden, video kurgu ve düzenlemeye verip kendimi bu alanda geliştirmek, belki sonrasında sinema işlerine girmek, mantıklı bir seçim mi? Fikirlerinizi merak ediyorum. Sabrınız için teşekkür ederim. |
Boğaziçi'ni Bırakıp AÖF'e Geçmek
-
-
Merhaba. Boğaziçi Tarih bölümünden seni soğutan şey nedir? İlk dönem ortalaman nasıl geldi?
< Bu ileti mobil sürüm kullanılarak atıldı > -
Lise sonda girebileceğim muhtemel rotaların en uygunu gibi gözüken akademisyenliğin bana göre olmadığının ayırdına varmak bölümden soğumama temel sebep diyebilirim sanırım. Okuldaki ortama alışamamak da ayrı bir mevzu ama bu yüzden okulu bırakmayı düşündüğümü söyleyemem. Haricinde, okulu hedeflediğim ve okula başladığım zamanlarda yabancı dilde eğitimi gerçekten isterken özellikle son bir seneye yakındır bunun öğrenmeme ket vurduğunu ve okula ve derslere ısınmamı zorlaştırdığını fark ettim; hiçbir derse gerçekten kendimi veremiyor, potansiyelimin belki ancak yarısını kullanabiliyorum.
Tüm bunların dışında okulun sistemsel saçmalıkları her şeyin üstüne tüy dikiyor tabi.
İlk dönem ortalamam oldukça düşük: 2,1 civarı bir şey olmalı.
-
Bölüme belki biraz zaman geçince alışabilirsin. Güzel bir üniversite ve bölümdesin. Bu arada yatay geçişte düşündüğün diğer bölümün örgün seçenekleri de mevcut.
< Bu ileti mobil sürüm kullanılarak atıldı > -
Yatay geçişle daha çok mutlu olacağın bi bölüme geçmeni tavsiye ederim ya da kötü bi ortalamayla da olsa okulu bitir ,aöf okumak çok basit zaten son tercihin olsun .yaz tatillerinde vs kafanı boşaltacak işler yap ne bileyim mezuna kalmadın sanırım yaşını 19 varsayıyorum gerekirse okulu dondur 1 sene boyunca video edit ile uğraş fakat aceleci olma örgün öğrenci olmanın bir çok faydası var hele ki boun de okuyorsun bu fırsatlara göz at mutlaka
Bu mesaj IP'si ile atılan mesajları ara Bu kullanıcının son IP'si ile atılan mesajları ara Bu mesaj IP'si ile kullanıcı ara Bu kullanıcının son IP'si ile kullanıcı ara
KAPAT X