Şimdi Ara

Buz ve Ateşin Şarkısı Serisi (245. sayfa)

Daha Fazla
Bu Konudaki Kullanıcılar: Daha Az
2 Misafir - 2 Masaüstü
5 sn
5.143
Cevap
77
Favori
192.116
Tıklama
Daha Fazla
İstatistik
  • Konu İstatistikleri Yükleniyor
2 oy
Öne Çıkar
Sayfa: önceki 243244245246247
Sayfaya Git
Git
sonraki
Giriş
Mesaj
  • Merhamet (Winds of Winter'dan daha önce yayınlanan bir bölüm)




    Kim olduğunu ve nerede olduğunu anlayamadan nefes nefese uyandı.

    Burun deliklerini ağır bir kan kokusu kaplamıştı. Bu bir kâbus muydu yoksa? Yine kurt rüyası görmüştü. Çam ağaçlarıyla kaplı karanlık ormanda sürüsüyle birlikte bir avın kokusunu alıp onun peşine düşmüştü.

    Loş bir ışık odayı doldurmuştu. Titreyerek yatağın üstüne oturdu ve elini kafasının üstünde gezdirdi. Kafasındaki küçük kıllar avucuna battı. Izembaro görmeden önce saçlarımı kazımalıyım. Merhamet. Benim adım Merhamet. Bu gece tecavüze uğrayacağım ve öldürüleceğim. Kızın gerçek adı Mercedene idi fakat herkes ona Merhamet diye seslenirdi.

    Rüyaları haricinde.Kalbindeki ulumayı durdurmak için derin bir nefes aldı. Gördüğü rüyayı daha net hatırlamaya çalıştı ama çoğu çoktan yok olup gitmişti bile. Rüyasındaki kanı ve gökyüzündeki dolunayı hatırladı. Bir de koşarken onu izleyen bir ağaç vardı.

    Sabah güneşi onu uyandırabilsin diye panjurlarını kapatmamıştı. Ancak dışarıda güneş ışığı yoktu. Sadece her yeri kaplayan sis perdesi vardı. Hava epey soğumuştu. Bu iyi bir şeydi çünkü diğer türlü uyanamayabilirdi. Bu, Merhamet’in tıpkı kendi tecavüzü sırasında uyuması gibi olurdu.

    Bacaklarındaki tüyler titredi. Battaniyesi yılan gibi etrafına dolanmıştı. Kendini örtüden kurtarıp tahta zemine attı ve çıplak bir şekilde pencereye doğru ilerledi. Braavos sisin içinde kaybolmuştu. Aşağıdaki küçük kanalda akan yeşil suyu, yaşadığı yerin altındaki parke taşı kaplı sokağı ve yosun tutmuş köprünün iki kemerini görebildi. Kanalın karşı tarafındaki birkaç evin de belli belirsiz ışıkları görülebiliyordu. Ancak köprünün diğer ucu ve daha ilerisi sisin içinde yok olmuştu. Köprünün ortasındaki kemerin altında meydana çıkan kayığın hafifçe su sıçratmasını duydu. Merhamet, kayığın yılan şeklindeki kuyruğuna tutunup kürek çeken adama seslendi. “Saat kaç?”

    Kayıkçı sesin kaynağını aramak için bakındı. “Titan’ın kükremesine göre dört.” Adamın sesi yeşil suların ve görünmeyen binaların üstünde yankılandı.

    Henüz geç kalmamıştı ama oyalanmamalıydı. Merhamet, içten bir kızdı ve çok çalışkandı ama dakik biri değildi. Böyle içten ve çalışkan olması bu gece işine yaramazdı. Bu akşam Kapı’nın oraya Westeros’tan bir elçi gelecekti. Merhamet, onlara o tatlı gülümsemesi ile hizmet etse bile Izembaro mazeret dinleyecek havada olmayacaktı.

    Dün gece uyumadan önce leğenini kanaldaki suyla doldurmuştu. Arkadaki su deposunda ısıtılan pis yağmur suyunu kullanmaktansa tuzlu suyla yıkanmayı tercih etmişti. Sertleşmiş elbiselerini suya batırdıktan sonra baştan aşağı yıkandı. Tek ayağının üstünde durarak nasırlı ayağını ovdu. Ardından jiletini buldu. Izembaro, peruğun kel kafaya daha rahat uyduğunu iddia ederdi.

    Saçlarını kazıdı. İç çamaşırlarını ve biçimsiz, yünlü kahverengi elbisesini giydi. Çoraplarını eline aldığında bir tanesinin dikilmesi gerektiğini gördü. Şakşakçı’dan yardım isteyebilirdi; Çünkü kendi dikimi o kadar kötüydü ki elbiselerden sorumlu hizmetçi ona hep acırdı. Ya da elbise dolabından güzel bir çift çorap yürütebilirim. Bu riskli bir şeydi. Izembaro, oyuncuların onun elbiselerini giyip sokakta dolaşmalarından nefret ederdi. Wendeyne hariç. Izembaro’nun aletine muamele çektikten sonra istediği kıyafeti giyebilirdi. Merhamet o kadar aptal değildi. Zamanında Daena onu uyarmıştı. “Bu yola giren kızların sonu Gemi’de biter. Eğer para kesesi yeteri kadar doluysa sahnede görmek istediği her kızı alabilir. Bunu ekipteki herkes bilir.”

    Eskimiş deriden yapılma pabuçları, tuz lekelerinden dolayı benek benekti ve uzun süredir giyilmekten dolayı çatlamıştı. Kendir ipinden yapılma kemeri maviydi. Kemerini beline dolayıp düğüm attı ve sağ kalçasına bıçağını, sol tarafına ise para kesesini astı. Son olarak da pelerinini omzunun üstüne attı. Bu gerçek bir oyuncu peleriniydi. Mor renkli yün pelerinin üstü kızıl çizgilerle kaplıydı. Yağmurdan korunmak için başlığı ve üç gizli cebi vardı. Bu ceplerden birine para, diğerine demir bir anahtar ve sonuncusuna da bir kılıç saklamıştı. Gerçek bir kılıç. Belinde duran meyve bıçağı gibi değildi. Ancak bu kılıç, tıpkı diğer ceplerindeki şeyler gibi Merhamet’e ait değildi. Merhamet’e ait olan meyve bıçağıydı. Ondan beklenen meyve yemesi, gülmesi, şakalar yapması, çok çalışması ve ona söylenen sözleri yerine getirmesiydi.

    “Merhamet, merhamet, merhamet.” Sokağa açılan tahta merdivenleri inerken şarkı söyledi. Merdivenin korkuluğu kıymıklarla kaplıydı ve basamakları çok dikti. Bina beş katlıydı ve zaten bu yüzden odasını bu kadar ucuza tutabilmişti. Hem bu yüzden hem de Merhamet’in gülümsemesi yüzünden. Kel ve sıska olabilirdi ama Merhamet’in tatlı bir gülümsemesi ve zarafeti vardı. Izembaro bile onun zarif olduğunu kabul etmişti. Kargalara göre Kapı’dan çok ta uzakta değildi ama yürüyen ve kanatları olmayan kızlar için yol daha uzundu. Braavos çok kıvrımlı bir şehirdi. Sokakları kıvrımlıydı, ara yolları daha da kıvrımlıydı. En kıvrımlı olan kısmı ise kanallarıydı. Genelde uzun yoldan gitmeyi tercih ederdi. Bu yol, Dış Liman boyunca uzanan Ragnar Yolu’ydu. Böylece denizi, gökyüzünü, karşıdaki Silahhane’yi, Büyük Deniz Kulağı’nı ve Sellagoro’nun Kalkanı’nın yamaçlarındaki çam ağaçlarını rahatça görebilirdi. Rıhtımdan geçerken denizciler ona selam verirlerdi. Siyah renkli balina avcıları Ibbenli’ler ve Westeros’lular gökelerin güvertelerinden seslenirlerdi. Merhamet ona söylenenleri anlamıyormuş gibi davranırdı ama aslında tüm söylenenleri anlardı. Bazen onlara gülümser ve yeterli paraları varsa onu Kapı’da bulabileceklerini söylerdi.

    Bu uzun yoldan giderken üstüne taştan yüzler oyulmuş Köprü Gözleri’nin yanından da geçiyordu. Merhamet, buranın tepesindeyken kemerlerin arasından bakıp bütün şehri görürdü: Hakikat Salonu’nun yeşil bakır kubbesini, Mor Liman’dan ağaç gibi uzanan direkleri, Deniz Lordu Konak’ının tepesinde bulunan altın rengindeki yıldırımı… Hatta Titan’ın bronz omuzlarını ve ilerisindeki koyu yeşil suları bile. Güneş, sadece o vakit Braavos’un üstünde ışıldardı. Ancak sis yoğunsa oradayken de grilikten başka bir şey göremezdi. Merhamet bu yüzden bugünlük kısa yoldan gitmeyi tercih etti. Hem bu durum çatlamış pabuçlarının da işine gelirdi.

    Sis dağılır gibi olup o geçerken tekrar etrafına toplanıyordu. Parke taşları ıslak ve kaygandı. Bir kedinin acı bir sesle miyavladığını duydu. Braavos kediler için çok uygun bir şehirdi ve şehrin her yerinde dolanırlardı, özellikle de geceleri. Sisin içindeyken bütün kediler gridir diye düşündü Merhamet. Sisin içindeyken bütün insanlar katildir.

    Daha önce hiç bu kadar yoğun sisle karşılaşmamıştı. Daha büyük kanallardaki kayıkçılar birbirlerine çarpıyor, iki yanlarındaki binaların loş ışıkları bu siste işlerine yaramıyordu.

    Merhamet, karşı yolda elinde fenerle yürüyen yaşlı bir adam gördü ve adamın elindeki ışığa gıpta etti. Etraf o kadar kasvetliydi ki adım attığı yeri bile zar zor görebiliyordu. Şehrin daha sıradan yerlerinde evler, dükkânlar, ambarlar bir araya toplanmış ve sarhoş âşıklar gibi birbirine dayanmışlardı. Bunların üst katları birbirine o kadar yakındı ki bir balkondan diğerine atlanabilirdi. Aşağısındaki sokaklar her ayak sesinin duyulabileceği karanlık tüneller haline gelmişti. Küçük kanallar ise daha da tehlikeliydi. Çünkü buraya yapılan evlerin çoğunun tuvaletleri suların üstünde kurulmuşlardı. Izembaro, Tacir’in Hüzünlü Kızı’ndaki Deniz Lordu’nun sözünden alıntı yapmayı çok severdi. “Kardeşlerinin taştan omuzlarında, dimdik ayakta duran son Titan hâlâ burada.” Merhamet ise Deniz Lordu sarı mor rengindeki yüzen eviyle geçerken şişman tacirin onun kafasına sıçtığı sahneyi eğlenceli bulurdu. Söylenene göre böyle bir şey sadece Braavos’ta olabilirdi ve yalnızca Braavos’ta hem Deniz Lordu hem de denizciler buna kahkahalarla gülebilirlerdi.

    Kapı, Boğulmuş Kasaba’nın köşesine yakın bir yerde, Dış Liman ve Mor Liman’ın arasında bulunuyordu. Eskiden ambar olarak kullanılan yer yanmıştı ve her geçen yıl daha da suya batıyordu. Bu nedenle burasını tutmak ucuza gelmişti. Izembaro, zemini sularla kaplı ambarın tepesine kendi oyun salonunu kurmuştu. Oyuncularına Kubbe’nin ve Mavi Fener’in daha çok rağbet görebileceğini söylemişti ama limanın arasındayken asla denizcilerin ve fahişelerin eksikliğini çekmezlerdi. Gemi yakınımızda ve yirmi yıldır demir attığı rıhtıma hâlâ önemli bir kalabalık topluyor ama Kapı’nın da yıldızı parlayacak, demişti.

    Zaman geçtikçe haklı olduğu anlaşıldı. Oraya yerleştiklerinde mekânları hızla gelişti. Kıyafetleri küflü ve kilerlerinde deniz yılanları vardı fakat izleyiciler çok olduğu sürece oyuncuların hiçbiri bunu dert etmedi.

    Sondaki köprü halat ve nemli tahtalardan yapılmıştı ve bu sisin içinde hiçbir yere bağlanmıyormuş gibi görünüyordu. Etrafta sadece sis vardı. Merhamet ayaklarını tahta zemine vurarak hızla karşıya geçti. Sis, eski ve yırtık bir perde gibi önünde açıldığında karşısına oyun salonu çıktı. Kapılardan solgun sarı bir ışık dökülüyordu ve Merhamet içeriden gelen sesleri duyabiliyordu. Büyük Brusco, oynadıkları bu son oyunun adını girişin yanına boyayarak yazmıştı. Büyük ve kırmızı harflerle Zalim El yazıyordu. Ayrıca okuma bilmeyenler için zalim elin resmini de çizmişti. Merhamet resme bakmak için durdu. “Bu güzel bir el,” dedi.

    “Başparmağı kıvrık olmuş,” Brusco hafifçe fırçasını oraya sürttü. “Oyuncular’ın Kral’ı seni arıyordu.”

    “Hava çok karanlıktı. Uyumuşum.” Izembaro kendisini ilk defa Oyuncular’ın Kral’ı olarak adlandırdığında herkes bunun altında kötü bir anlam aramıştı. Kubbe ve Mavi Fener’deki rakiplerine karşı bir hareket olarak düşünmüşlerdi. Ancak son zamanlarda Izembaro bu unvanını fazla ciddiye almaya başlamıştı. “Sadece kral rolünü oynayacak,” demişti Marro gözlerini yuvarlayarak. “Oyunda kral olmazsa sahneye de çıkmayacak.”

    Zalim El oyununda iki tane kral vardı. Biri şişman kral diğeri ise çocuk kraldı. Izembaro, şişman kralı oynuyordu. Pek fazla rolü yoktu ama ölürken güzel bir konuşma yapıyordu ve ölmeden önce dev gibi bir domuzla muhteşem bir mücadele veriyordu. Bu oyunu Phario Forel yazmıştı. Kendisi Braavos’un en gaddar yazarıydı.

    Merhamet, ekip arkadaşlarını sahnenin arkasında buldu. Geç geldiğinin fark edilmemesini umarak Daena ve Şakşakçı’nın arkasına geçti. Izembaro bu yoğun sise rağmen Kapı’nın bu gece tıklım tıklım olacağını söyledi. “Westeros Kral’ı, Oyuncular’ın Kral’ına hürmetlerini sunmak için elçisini yolladı,” dedi ekibine. “Bu değerli dostumuzu hayal kırıklığına uğratmayacağız.”

    “Biz mi?” diye sordu Şakşakçı. Oyuncuların bütün kıyafetlerini o yapardı. “Oyuncular’ın Kral’ından iki tane mi var artık?”

    “İki kişi sayılabilecek kadar şişman,” diye fısıldadı Bobono. Her oyun ekibinin bir cücesi olurdu. Onların cücesi de Bobono’ydu. Merhamet’i gördüğünde kıza pis pis baktı. “Aha,” dedi. “İşte buradasın. Küçük kız tecavüze hazır mı?” Dudaklarını şaplattı.

    Şakşakçı, cücenin kafasına vurdu. “Kapa çeneni.”

    Oyuncuların Kral’ı bu küçük gürültüyü görmezden geldi. Konuşmasına devam edip ne derece görkemli olmak zorunda olduklarını anlattı. Bu akşam Westeros’lu elçinin dışında mevkisi güçlü insanlar ve meşhur fahişeler de orada olacaktı. Kapı’dan kötü bir izlenimle ayrılmalarını istemiyordu. “Beni hayal kırıklığına uğratanların sonu iyi olmaz,” dedi. Bu tehditteki alıntıyı Phario Forel’in ilk yazdığı oyun olan Ejderha Lordları’nın Öfkesi’nde geçen ve savaş öncesi konuşmayı yapan Prens Darin’den alıntılamıştı.

    Izembaro nihayet konuşmasını sonlandırdığında oyuna bir saatten daha az bir süre kalmıştı. Oyuncuların hepsi telaşlanmış ve aksileşmişti. Kapı’nın her bir yanı Merhamet’e seslenen oyuncuların sesiyle çevrelendi.

    Arkadaşı Daena “Merhamet,” diye kibar bir şekilde seslendi. “Leydi Stork yine elbisesinin kenarına basmış. Dikmeme yardım et lütfen.”

    “Merhamet,” dedi Yabancı. “Şu lanet olası macunu getir. Boynuzum açılmış.”

    “Merhamet,” diye gürledi Izembaro. “Tacıma ne yaptın evlat? Onsuz sahneye çıkamam. Tacım olmazsa kral olduğumu nasıl anlayacaklar?”

    “Merhamet,” diye tiz bir sesle bağırdı Bobono. “Bağcıklarımda bir sorun var Merhamet. Aletim dışarı fırlayıp duruyor.”

    Macunu getirip boynuzu Yabancı’nın alnına taktı. Izembaro’nun tacını da her zaman bıraktığı yerde yani tuvalette buldu. Tacı peruğa tutturmak için yardım etti. Şakşakçı ise düğün sahnesinde kraliçenin giyeceği altın sarısı ve kırmızı renkteki elbisesini dikecekti. Bu yüzden iğne iplik bulmaya gitti.

    Ve bir de Bobono’nun fırlayan aleti vardı. Zaten tecavüz için fırlaması gerekiyordu. Merhamet düzeltmek için cücenin önünde eğildiğinde Ne kadar iğrenç bir şey diye düşündü. Cücenin aleti otuz santim uzunluğundaydı ve kolu kadar kalındı. En yüksek balkondan bile görülebilecek kadardı. Boyacı deriyle iyi iş çıkaramamıştı; pembe ve beyaz benekleri vardı ve ucu erik rengindeydi. Merhamet, Bobono’nun aletini pantolonuna geri itti ve bağcıkları bağladı. “Merhamet,” dedi, kız onu sıkıcı bağlarken. “Merhamet, Merhamet, bu gece odama gel ve erkeğin olayım.”

    “Ben ağ kısmını düzeltmeye çalışırken bağcıklarını çözmeye devam edersen seni hadım ederim.”

    “Biz birlikte olmak için yaratılmışız, Merhamet,” diye ısrar etti Bobono.

    “Bak, boylarımız aynı.”

    “Sadece ben diz çöktüğümde. Oyunda söyleyeceğin sözleri hatırlıyor musun?” Cücenin sahneye elinde kupayla birlikte Hükümdar’ın Acısı'na çıkıp Tacir’in Gürbüz Leydisi’nden sözler söylemesinin üstünden sadece on beş gün geçmişti. Bir daha böyle bir hata yaparsa Izembaro onun derisini canlı canlı yüzerdi. Oyunlar için cüce bulmanın ne kadar zor olduğuna da aldırmazdı.

    “Bugün neyi oynuyoruz Merhamet?” diye sordu Bobono masumane bir şekilde.

    Beni kızdırmaya çalışıyor, diye düşündü Merhamet. Bu gece sarhoş değil. Ne oynayacağımızı gayet iyi biliyor. “Westeros’tan gelen elçinin onuruna Phario’nun yeni oyunu Zalim El’i oynuyoruz.”

    “Tamam şimdi hatırladım.” Bobono sesini alçatarak hırıldar gibi kötü bir tonda konuştu. “Yedi Yüzlü Tanrı beni kandırdı. Babam saf altından yapıldı. O altın kız ve erkek kardeşlerimi yaptı. Ben ise daha karanlık şeylerin ürünüyüm. Karşınızda kemiğin, kanın ve çamurun oluşturduğu bu çarpık beden var.” Sözünü söyledikten sonra elini kızın göğsüne atıp göğüs ucunu aradı. “Senin memelerin yok. Memeleri olmayan bir kıza nasıl tecavüz edebilirim?”

    Cücenin burnunu başparmağının ve işaret parmağının arasına alıp kıvırdı. “Ellerini üstümden çekmezsen burnunu koparacağım.”

    “Aaaaaa,” diye ciyakladı kızı bırakırken.

    “Bir iki yıl içinde göğüslerim büyüyecek.” Merhamet cüceden daha uzun durmak için ayağa kalktı. “Ama senin başka bir burnun çıkmayacak. Bana bir daha dokunmadan önce bunu iyi düşün.”

    Bobono burnunu ovdu. “Bu kadar utangaç olmana gerek yok. Çok geçmeden sana tecavüz etmiş olacağım.”

    “İkinci sahneye kadar edemeyeceksin.”

    “Hükümdar’ın Acısı’nda Wendeyne’e tecavüz ederken memelerini güzelce sıkabiliyorum,” diye yakındı cüce. “O bunu seviyor. İzlemeye gelenler de öyle. Seyircileri memnun etmelisin.”

    Bu Izembaro’nun öğretmeyi sevdiği bir dersti. Seyirciyi memnun etmelisin. “Bahse girerim cücenin aletini koparıp kafasına vurarak dövmek de seyirciyi memnun eder,” diye yanıt verdi Merhamet. “Bu daha önce görmedikleri bir şey olur.” Onlara her zaman daha önce görmedikleri şeyler göster. Bu da Izembaro’nun verdiği derslerden biriydi. Bu Bobono’nun kolayca cevap veremeyeceği bir soruydu. “İşte, bitti,” dedi Merhamet. “Şimdi ihtiyaç duyulana kadar içeride kalabilir.”

    Izembaro tekrar onu arıyordu. Bu sefer de mızrağını bulamamıştı. Merhamet mızrağı buldu, Büyük Brusco’nun domuz kostümü giymesine yardım etti ve sahte bıçakları kontrol edip gerçekleriyle değiştirilmediğinden emin oldu.(Birisi Kubbe’de bunu yapmış ve oyuncu bu yüzden ölmüştü.) Ardından Leydi Stork’a şarap doldurdu. Her oyundan önce biraz şarap içmekten hoşlanırdı. Etrafından gelen “Merhamet, Merhamet, Merhamet,” diye bağıran sesler kesildikten sonra içeriye bakmaya fırsatı oldu.

    Oyunu sergileyecekleri alan daha önce hiç görmediği kadar doluydu. Gelenler şakalaşarak ve yiyip içerek çoktan eğlenmeye başlamışlardı bile. Alıcı bulduğunda tekerlek şeklindeki peyniri elleriyle kesip satan seyyar bir satıcı gözüne ilişti. Heybesine buruşmuş elmaları dolduran bir kadın da vardı. Elden ele geçen şaraplar, erkeklerle öpüşen kızlar ve kaval çalan birini gördü. Hüzünlü gözlere sahip Quill adında bir genç arka sıralara oturup kendi oyunları için ne çalabileceğini görmek için gelmişti. Büyücü Cossomo da oradaydı. Kolunda Mutlu Liman’daki tek gözlü fahişe Yna vardı. Ancak Merhamet bu ikisini tanıyor olamazdı. Onlar da Merhamet’i tanıyamazdı zaten. Daena, Kapı’nın her zamanki müdavimlerini görüp ona da gösterdi; Sıska suratı ve benekli mor saçlarıyla boyacı Dellono, üstü yağ kaplamış önlüğüyle gelen sosisçi Galeo, omzunda evcil faresiyle birlikte uzun Tomarro. “Umarım Tomarro o fareyi Galeo’ya göstermez,” dedi Daena. “Sosislerine koyduğu tek etin fare eti olduğunu duydum.” Merhamet elini ağzına götürüp güldü.

    Balkonlar da tamamen doluydu. Birinci ve üçüncü kademeler tacirler, kaptanlar ve halktan önemli kişiler için ayrılmıştı. Kiralık katiller dördüncü ve daha yüksek katlarda duruyorlardı. Yukarılarda tam bir renk cümbüşü vardı. Aşağılara ise daha sönük renkler egemendi. İkinci balkon iki ayrı locaya bölünmüştü çünkü buraya gelen önemli insanların rahatı ve mahremiyeti düşünülüyordu. Böylece hem üstlerindeki hem de altlarındaki basitlikten güvenli bir şekilde ayrı tutulurlardı. Sahne en iyi buradan görülür ve onlara her türlü hizmeti yapıp yemek, şarap, yastık getiren hizmetçiler olurdu. Kapı’da ikinci balkonun yarısından fazlasının dolduğu pek görülmemişti; oyun izlemek isteyen bu tarz önemli şahsiyetler genelde Kubbe’ye ya da Mavi Fener’e giderlerdi. Oradaki ikramlar ve hizmet daha sağlamdı.

    Bu gece ise durum farklıydı. Hiç şüphesiz Westeros’tan gelen elçi nedeniyle böyleydi. Locanın birinde Otharys’den gelen üç kişi vardı ve her birine bir fahişe eşlik ediyordu; Prestayn tek başına oturuyordu. Adam o kadar yaşlıydı ki oraya kadar gelip koltuğuna oturması mucizeydi; Torone ve Pranelis tatsız bir ittifakı paylaştıkları gibi aynı locayı da paylaşıyorlardı; Üçüncü Kılıç’a ise yarım düzine kadar arkadaşı eşlik ediyordu.

    “Beş tane önemli şahsiyet saydım,” dedi Daena.

    Merhamet kıkırdayarak “Bessaro o kadar şişman ki onu iki kişi olarak saymalısın,” dedi. Izembaro’nun büyük bir göbeği vardı ama Bessaro ile kıyaslanınca söğüt kadar ince sayılırdı. Adam o kadar yer kaplıyordu ki normal koltuğun üç katı büyüklüğünde özel bir koltuk getirilmişti.

    “Reyaanlar’ın hepsi şişman,” dedi Daena. “Hepsinin gemileri kadar büyük göbekleri var. Sen babasını görmeliydin. Bu onun yanında küçük kalır. Bir keresinde Hakikat Salonu’na oy vermesi için çağırılmıştı. Yüzen eve adımını atar atmaz evi suya batırdı.” Merhamet’in dirseğini tuttu. “Bak, Deniz Lordu’nun locası.” Deniz Lordu daha önce Kapı’ya hiç gelmemişti ama Izembaro yine de bu locayı ona ayırmıştı. Oradaki en büyük ve gösterişli loca oydu. “Bu Westeros’lu elçi olmalı. Daha önce böyle giysiler giyen bir yaşlı adam görmüş müydün? Bak, Siyah İnci’yi de getirmiş!”

    Elçi zayıf ve kel bir adamdı. Çenesinde bir tutam gri sakal vardı. Kadife pantolonu ve pelerini sarıydı. Yeleği o kadar parlak bir maviydi ki Merhamet’in gözlerini yaşarttı. Göğsünün üstündeki kalkanı sarı desenlerle süslenmişti. Kalkanında lacivert taşından mağrur duruşlu ve mavi renkte bir horoz vardı. Muhafızlarından biri oturmasına yardım etti. Diğer ikisi locanın arkasında bekledi.

    Yanındaki kadının yaşı elçinin üçte biri bile olamazdı. Kadın o kadar güzeldi ki o geçerken ışıklar daha parlak yanıyor gibi göründü. Sarı renkteki dekolte elbisesi ipektendi ve kadının esmer cildine zıt duruyordu. Siyah saçları altın rengi fileyle bağlanmıştı. Altından ve oltu taşından kolyesi göğüslerine kadar iniyordu. Onu izlerlerken kadın eğilip elçinin kulağına adamın gülmesine neden olan bir şeyler fısıldadı. “Ona Esmer İnci demeliler,” dedi Merhamet. “Siyahtan ziyade esmer.”

    “İlk Siyah İnci mürekkep kadar siyahmış,” diye yanıt verdi Daena. “Deniz Lordu’nun oğlunun Yaz Adaları’ndan bir prensesle yaptığı bu çocuk korsan bir kraliçeymiş. Sonra Westeros’un ejderha kralının sevgilisi olmuş.”

    “Ejderha görmeyi çok isterdim,” dedi Merhamet istekli bir şekilde. “Elçinin göğsünde neden tavuk var?”

    Daena kahkaha attı. “Bir şeyden de haberin olsun Merhamet. Bu onun arması. Gün Batımı Krallığındaki tüm lordların armaları vardır. Bazılarının çiçek, bazılarının balık, bazılarının ayı, geyik ve bunun gibi şeyler. Bak, elçinin muhafızlarının armaları aslan.”

    Bu doğruydu. Orada dört tane muhafız bulunuyordu; zırhlarının içindeki uzun, ihtişamlı adamların bellerinde Westeros’a özgü uzun kılıçlar asılıydı. Kırmızı pelerinleri, altın rengi sarmallar ile çevrelenmişti. Her pelerinin omzuna kırmızı gözlü sarı aslanlar tutturulmuştu. Merhamet aslan şeklindeki gösterişli miğferlerin altındaki yüzlere baktığında midesinde bir şeyler kıpırdadı. Tanrılar bana bir armağan bahşetti. Parmakları sertçe Daena’nın kolunu kavradı. “Şu muhafıza bak. Siyah İnci’nin arkasında, locanın en sonunda duran.”

    “Ne olmuş ona? Tanıyor musun yoksa?”

    “Hayır.” Merhamet Braavos’ta doğmuş ve burada yetişmişti. Westeros’tan gelen birini nasıl tanıyabilirdi? Çabucak düşünmesi gerekti. “Sadece, şey… Sence de yakışıklı değil mi?” Öyleydi ama çekici olmasına rağmen kaba bir yapısı vardı.

    Daena omuz silkti. “Çok yaşlı. Diğerleri kadar yaşlı olmayabilir ama otuz yaşlarında ve Westeros’lu. Onlar korkunç vahşilerdir Merhamet. Böyle birinden uzak durmalısın.”

    “Uzak mı durayım?” Merhamet kıkırdadı. Zaten sürekli kıkırdayan bir kızdı. Merhamet böyle biriydi. “Hayır. Daha da yaklaşmalıyım.” Daena’yı kenara sıkıştırdı ve “Şakşakçı beni aramaya gelirse sözlerimi tekrar okumaya gittiğimi söyle,” dedi. Oyunda söylediği çok az söz vardı ve çoğu “Ah, hayır, hayır, hayır,” ve “Yapma, lütfen yapma, dokunma bana,” ve “Lütfen lo’dum, ben hâlâ bakireyim” gibi sözlerdi.” Ancak bu Izembaro’nun ona verdiği ilk sözlerdi ve zavallı Merhamet’ten tek beklenen bunu doğru yapmasıydı.

    Yedi Krallık’ın elçisi muhafızlardan ikisini locanın içine, Siyah İnci ve kendisinin arkasına yerleştirmişti. Diğer ikisini ise başkalarının onları rahatsız etmeyeceğinden emin olmak için locanın dışına koymuştu. Merhamet, kararmış bir geçitten sessizce geçip arkalarına yaklaştığında muhafızlar kendi aralarında Westeros’un Ortak Dil’ini konuşuyorlardı. Bu, Merhamet’in bilmediği bir dildi.

    Muhafızlardan birinin “Yedi Cehennem. Burası çok rutubetli,” dediğini duydu. “Kemiklerim bile üşüdü. Lanet olası portakal ağaçları nerede? Özgür Şehirler’de hep portakal ağaçları olduğunu duyardım. Limon, ıhlamur, nar. Acı biberler, sıcak geceler, karnı çıplak kızlar. Karnı çıplak kızlar nerede, ha?”

    “Onlar aşağı taraflarda; Lys’de, Myr’da ve Volantis’te.”diye cevap verdi diğer muhafız. Diğeri daha yaşlı bir adamdı. Büyük bir göbeği ve kırlaşmış saçları vardı. “Aerys’in El’i olduğu zamanlar Lord Tywin ile birlikte Lys’e gitmiştim. Braavos, Kral’ın Şehri’nin üstünde kalıyor ahmak. Harita okumayı bilmiyor musun?”

    “Burada ne kadar kalacağımızı düşünüyorsun?”

    “Senin isteyeceğinden daha uzun bir süre,” diye cevap verdi yaşlı adam. “Altın olmadan geri dönerse kraliçe onun kellesini alır. Ayrıca onun karısını da gördüm. Casterly Kayası’nda karısının inip de aralarında sıkışmaktan korktuğu basamaklar var. O kadar şişman bir kadın yani. Yanında bu esmer kraliçe varken kim o kadına geri döner ki?”

    Yakışıklı muhafız sırıttı. “Onu bizle paylaşacağını düşünmüyorsun değil mi?”

    “Ne, delirdin mi sen? Bizim gibileri fark ettiğini mi sanıyorsun? Lanet herif yarımızın isimlerini bile bilmiyor. Belki de Clegane ile birlikteyken her şey daha farklıydı.”

    “Sör, böyle oyunların ve süslü fahişelerin adamı değildi. Sör bir kadını istediğinde onu alır ve işi bittiğinde bazen bize de bırakırdı. Siyah İnci’nin tadına bakmakta benim için sakınca yok. Sence bacaklarının arası pembe midir?”

    Merhamet daha fazlasını duymak istiyordu fakat zaman yoktu. Zalim El başlamak üzereydi ve Şakşakçı kıyafetler için yardım etmesi için onu arıyor olmalıydı. Izembaro, Oyuncular’ın Kral’ı olabilirdi ama herkes Şakşakçı’dan korkardı. Yakışıklı muhafızına daha sonra zaman ayıracaktı.

    Zalim El oynanmaya başladı.

    Cüce, tahta mezar taşının arkasında bir anda meydana çıkınca kalabalık tıslamaya ve lanetler yağdırmaya başladı. Bobono sahnenin önüne doğru paytak paytak yürüdü ve onlara pis bir gülümseme attı. ““Yedi Yüzlü Tanrı beni kandırdı. Babam saf altından yapıldı. O altın kız ve erkek kardeşlerimi yaptı. Ben ise daha karanlık şeylerin ürünüyüm. Karşınızda kemiğin, kanın ve çamurun oluşturduğu…”

    Daha sonra cücenin arkasında Marro belirdi. Yabancı’nın siyah uzun cüppesinin içindeyken dehşetli görünüyordu. Yüzü de siyahtı, kanla parlamış dişleri ise kırmızıydı. Fil dişinden yapılma boynuzları yukarıya uzanıyordu. Bobono onu göremiyordu ama balkondakiler görebiliyordu. Ve artık bütün izleyenler görebiliyordu. Kapı’da ölüm sessizliği oluştu. Marro sessizce ileriye doğru hareket etti.

    Merhamet de sessizce ilerliyordu. Tüm kostümler asılmıştı. Şakşakçı, Daena ile birlikte mahkeme sahnesinde giyilen elbiseyi dikmekle meşguldü. Merhamet’in yokluğu fark edilmemiş olmalıydı. Gölge kadar sessiz bir şekilde elçinin locasının bulunduğu yere geri döndü. Kararmış bir girintinin içinde taş kadar hareketsiz durdu. Bulunduğu yerde muhafızların yüzünü çok rahat bir şekilde görebiliyordu. Emin olmak için dikkatli bir şekilde inceledi. Onun için çok mu gencim? diye endişeye kapıldı. Çok mu gösterişsizim? Ya da çok mu sıskayım? Muhafızın, büyük göğüslü kızlardan hoşlanmayan bir erkek olmasını umdu. Bobono onun göğüsleri konusunda haklıydı. En iyisi onu kaldığım yere götürmek olur. Ama benimle gelir mi ki?

    “Sence bu o mu?” dedi yakışıklı olan.

    “Ne, Ötekiler aklını mı çaldı?”

    “Neden olmasın? Bu da bir cüce, değil mi?”

    “Dünya’da yaşayan tek cüce İblis değil.”

    “Belki öyle ama şuna bir baksana. Herkes ne kadar zeki olduğundan bahsediyor. Belki de kız kardeşinin onu arayacağı son yer olarak kendini eğlendirdiği bu oyun salonunu düşünmüştür. Sırf kardeşinin burnu sürtünsün diye yapmış olabilir.”

    “Sen aklını kaçırmışsın.”

    “Pekala, belki oyun bittikten sonra onun peşine düşerim. Kendim için.” Muhafız, elini kılıcının kabzasına attı. “Haklı çıkarsam lord olurum, değilsem de öldürürüm gider. Altı üstü bir cüce.” Gürültülü bir şekilde kahkaha attı.

    Bobono sahnede Marro’nun oynadığı Yabancı ile pazarlık yapıyordu. Böyle küçük bir adama göre gür bir sesi vardı ve onu en yukarılara kadar taşıdı. “Bana kupayı ver,” dedi Yabancı’ya. “Bitirinceye kadar içeceğim. Altın ve aslan kanı tadındaysa çok iyi. Kahraman olamayacağım için canavar olmama izin ver ve onlara sevgi yerine korkuyu öğreteyim.”

    Merhamet son sözleri onunla birlikte söyledi. Cücenin sözleri onunkilerden daha iyi ve daha zekiceydi. Beni isteyecek ya da reddedecek, diye düşündü. O halde oyun başlasın. Çok yüzlü tanrıya sessizce dua ederek bulunduğu girintiden dışarı çıktı ve muhafızlara doğru ilerledi. Merhamet, Merhamet, Merhamet. “Lordlarım,” dedi. “Braavos dilini biliyor musunuz? Lütfen bildiğinizi söyleyin.”

    İki muhafız birbirlerine baktılar. “Neler oluyor?” diye sordu yaşlı olan. “Bu da kim?”

    “Oyunculardan biri,” dedi yakışıklı muhafız. Kaşının üstüne düşen saçını geriye itti ve gülümsedi. “Üzgünüm tatlım. Senin zırva dilini konuşmuyoruz.”

    Hay lanet diye düşündü Merhamet. Sadece Ortak Dil’i konuşabiliyorlar. Bu hiç iyi değildi. Vazgeç ya da devam et. Ama vazgeçemezdi. Onu deli gibi istiyordu. “Sizin dilinizi çat pat konuşabiliyorum,” diye yalan söyledi. Merhamet bunu söylerken en tatlı gülümsemesini bahşetti. “Arkadaşlarım sizin Westeros lordları olduğunu söyledi.”

    Yaşlı adam güldü. “Lord mu? Evet evet, biz lorduz.”

    Merhamet utanarak kafasını eğip ayaklarına baktı. “Izembaro lordları memnun etmek gerektiğini söyledi,” diye fısıldadı. “İstediğiniz bir şey varsa, ne olursa…”

    Muhafızlar tekrar birbirlerine baktılar. Daha sonra yakışıklı olan elini uzatıp kızın göğüslerine dokundu. “Ne olursa mı?”

    “İğrençsin,” dedi yaşlı adam.

    “Neden? Izembaro konuksever olmak istiyorsa onu reddetmek kabalık olur.” Cücenin aletini düzeltirken yaptığı gibi muhafız da elini kızın göğüs ucuna götürüp çimdik attı. “Fahişelerden sonra en iyisi oyunculardır.”

    “Doğru olabilir ama bu daha çocuk.”

    “Değilim,” diye yalan söyledi Merhamet. “Bakireyim.”

    “Çok uzun sürmeyecek,” dedi yakışıklı muhafız. “Ben Lord Rafford’um tatlım ve ne istediğimi çok iyi biliyorum. Şimdi şu duvara yaslan.”

    “Burada olmaz,” dedi Merhamet elini adamın eline sürterek. “Oyunun oynandığı yerde olmaz. Çığlık atarsam Izembaro çılgına döner.”

    “Nerede o halde?”

    “Bir yer biliyorum.”

    Yaşlı şövalye kaşlarını çattı. “Ne, gitmeyi mi düşünüyorsun? Sör seni aramaya gelirse ne olacak?”

    “Neden gelsin? Şu an oyun izlemekle meşgul. Ayrıca kendi fahişesi de yanında. Ben neden bir tane almayayım. Merak etme çok uzun sürmeyecek.”

    Evet diye düşündü Merhamet. Sürmeyecek. Merhamet adamın elinden tuttu ve onu arkaya götürüp merdivenlerden aşağıya indirdi. Birlikte sisli geceye adım attılar. Adam onu oyun salonunun duvarına doğru bastırırken “İsteseydin oyuncu olabilirdin,” dedi adama.

    “Ben mi?” diyerek kahkaha attı muhafız. Tüm o saçma sapan konuşmalar. Yarısını bile hatırlamazdım.”

    “İlk başlarda zordur,” dedi. “Ama zaman geçtikçe alışıyorsun. Sana sözleri öğretebilirim, yapabilirim.”

    Kızı bileğinden yakaladı. “Şimdi ben sana bir şeyler öğreteceğim. İlk dersini alma zamanı.” Merhamet’i sertçe kendine çekerek dudaklarını öptü. Öperken dilini kızın ağzına sokmaya çalıştı. Bu ıslak ve yapış yapıştı. Tıpkı yılan balığı gibi. Merhamet adamın dilini kendi diliyle yaladı. Sonra da nefes nefese kendini geriye çekti. “Burada olmaz. Birileri görebilir. Odam çok uzakta değil ama acele etmeliyiz. İkinci sahne başlamadan önce geri dönmeliyim. Yoksa tecavüzümü kaçırırım.”

    Adam sırıttı. “Korkmana gerek yok evlat.” Kızın onu yönlendirmesine izin verdi. El ele tutuşarak sisin içinde koştular, köprülerin üstünden ve ara sokaklardan geçip beşinci kattaki odasının kıymıklı basamaklarını çıktılar. Odasına girdiklerinde muhafız nefes nefese kalmıştı. Merhamet iç yağından yapılma mumu yaktı ve kıkırdayarak etrafında dans etti. “Ah, çok yorulmuşsun. Ne kadar yaşlı olduğunuzu unutmuşum lo’dum. Biraz kestirmek ister misiniz? Sadece uzanın ve gözlerinizi kapayın. İblis bana tecavüz ettikten sonra hemen buraya geri döneceğim.”

    “Hiçbir yere gitmiyorsun.” Kızı sertçe kendine çekti. “Üstündeki şu paçavraları çıkar da sana ne kadar yaşlı olduğumu göstereyim,evlat.”

    “Merhamet,” dedi. “Benim adım Merhamet. Söyleyebilir misin?”

    “Merhamet,” dedi adam. “Benim adım Raff.”

    “Biliyorum.” Elini adamın bacaklarının arasına götürdü ve pantolonun altında adamın erkekliğinin sertleşmiş olduğunu hissetti.

    “Bağcıklar,” dedi kıza. “Şimdi tatlı bir kız ol ve onları çöz.” Onu yapmak yerine parmaklarını adamın kalçasından içeriye doğru götürdü. Adam homurdandı. “Lanet olsun. Dikkat et oraya. Sen --?”

    Merhamet nefesini tuttu ve geriye çekildi. Korkmuş ve şaşırmış bir ifadesi vardı. “Kanıyorsunuz.”

    “Ne?” Kalçasına baktı. “Tanrılar! Bana ne yaptın seni küçük sürtük? Kalçasından kırmızı bir leke yayılıyor ve kalın kumaşı ıslatıyordu.

    “Ben bir şey yapmadım,” diye ciyakladı Merhamet. “Ben asla, oh olamaz, çok kan var. Durdurun şunu, durdurun. Beni korkutuyorsunuz.”

    Yüzünde afallamış bir ifadeyle kafasını salladı. Elini kalçasına bastırdığında parmaklarının arasından kan fışkırdı. Kan, bacağından akıp çizmelerinin arasına girmeye başladı. Artık o kadar yakışıklı gözükmüyor diye düşündü. Dehşete düşmüş ve bembeyaz kesilmiş bir halde gözüküyor.

    “Havlu,” dedi muhafız nefes nefese. “Bir havlu ya da paçavra getirip üstüne bastır. Tanrılar. Başım dönüyor.” Bacağı, kalçasından akan kan sebebiyle sırılsıklam olmuştu. Ayağa kalkmaya çalıştığında dizi büküldü ve yere düştü. “Yardım et,” diye yalvardı pantolonunun ağı kırmızılaşırken. “Anne merhamet eylesin. Şifacı, koş ve bana hemen bir şifacı bul.”

    “Kanalın karşısında bir tane var ama buraya gelmez. Senin gitmen gerek. Yürüyemez misin?”

    “Yürümek mi?” Parmakları kanla kaplanmıştı. “Kör müsün? Mızrağa saplı bir domuz gibi kanıyorum. Bu haldeyken yürüyemem.”

    “Pekala,” dedi. “Oraya nasıl gideceğini bilmiyorum o zaman.”

    “Beni taşıman lazım.”

    Gördün mü? diye düşündü Merhamet. Sen kendi sözlerini biliyorsun, ben de kendi sözlerimi biliyorum.

    “Öyle mi düşünüyorsun?” diye sordu Arya tatlı bir şekilde.

    Uzun ince kılıcı kol yeninden çıkarırken Tatlı Raff ona doğru keskin bir bakış attı. Kılıcı adamın çenesinin altına götürerek boğazına soktu, döndürdü ve boğazını düz bir yırtıkla yanlamasına kopardı. Bunu kırmızı bir yağmur izledi ve gözlerindeki hayat ışığı söndü.

    “Valar Morghulis,” diye fısıldadı Arya. Ancak Raff ölmüştü ve onu duyamazdı. Burnunu çekti. Onu öldürmeden önce merdivenlerden inmesine yardım etmeliydim. Şimdi cesedi suya atmak için kanala kadar sürüklemem gerekecek. Gerisini yılan balıkları hallederdi.

    “Merhamet, Merhamet, Merhamet,” diye hüzünle şarkı söyledi. Hep aptal ve sersem bir kız olmuştu ama iyi kalpli biriydi. Onu özleyecekti. Daena’yı, Şakşakçı’yı ve diğerlerini de özleyecekti. Hatta Izembaro ve Bobono’yu bile. Hiç şüphe yok ki bu Deniz Lordu ve göğsünde tavuk bulunan elçi için sorun yaratacaktı.

    Bunları daha sonra düşünürdü. Şimdi zamanı yoktu. Koşsam iyi olacak. Merhamet’in hâlâ daha söylemesi gereken sözler vardı. Bunlar ilk ve son sözleri olacaktı ve eğer kendi tecavüzüne yetişemezse Izembaro onun o güzel küçük kellesini alırdı.
    *****






  • Tyrion (Winds of Winter'dan daha önce yayınlanan bir bölüm)



    Uzaklarda bir yerde, ölmekte olan bir adam annesine bağırıyordu. Bir adam, İkinci Oğullar’ın kuzeyindeki kampta “Atlara!” diye bağırdı Ghiscari dilinde. “Atlara! Atlara!” Yüksek ve tiz sesi, sabahın havasıyla çok uzaklara, kendi kampının ötesine taşındı. Tyrion, kelimeleri anlayacak kadar Ghiscari dilini biliyordu; ancak sesteki korku her dilde aynıydı. Onun ne hissettiğini biliyorum.
    Biliyordu Tyrion, kendi atını bulmanın zamanı gelmişti. Ölü çocukların zırhlarını giymenin zamanı gelmişti, kemerine bir kılıç ve hançer iliştirmenin, orası burası yamulmuş kaskı başına takmanın zamanı gelmişti. Şafak sökmüştü, güneşin ilk ışıkları şehirin duvarlarının ve kulelerinin ardından parlıyordu, kör edercesine parlak. Batıda yıldızlar bir bir parlaklığını kaybediyordu. Borular Skahazadhan’nın kıyılarında üfleniyordu, aynı şekilde Meeren’in duvarlarında savaş boruları cevap veriyordu. Nehirin ağzında bir gemi alevler içinde batıyordu. Köle Körfezinde savaş gemileri çarpışırken ejderhalar ve ölü adamlar gökyüzüne gidiyorlardı. Tyrion uzak mesafeden olanları göremedi fakat işitti; gemilerin kafa kafaya çarpışması, Demirdoğumluların büyük savaş boruları, Qarth’ın gürütülü tuhaf ıslıkları, çatırdayan küreklerin sesleri, baltanın kalkana saplanışı, yaralı adamların çığlıkları. Birçok gemi hala körfezin uzaklarındaydı, çıkardıkları sesler soluk ve derinden geliyordu ama biliyordu ki hepsi aynıydı. Katliamın şarkısı.

    Durduğu yerden üçyüz metre uzakta Adi Kız Kardeş’i gördü, uzun kolu ceset yığınlarıyla birlikte sallanıyor, şişmiş ve çıplak cesetler uçuyordu. Kuşatma kampları gül ve altındanmışcasına sisin altında parıldıyordu ama Meeren’in ünlü basamaklı piramitleri soluk birer enkazı andırıyordu. Bir tanesinin yukarısında bir şey hareket ediyordu. Bir ejderha ama hangisi? Bu kadar mesafeden bir kartal zannedilebilirdi. Çok büyük bir kartal.

    İkinci Oğullar’ın küflü çadırlarında saklanarak geçen birkaç günden sonra dışarıdaki hava fazla temiz ve taze kokuyordu. Olduğu yerden denizi görememesine rağmen keskin tuz kokusu denizin yakınlarda olduğunu söyledi. Ciğerlerini havayla doldurdu. Savaşmak için güzel bir gün. Doğudaki davulun sesi kavrulmuş ovada yayıldı. Elinde Rüzgarla Savrulanlar’ın mavi sancağını taşıyan atlı bir birlik Harridan’ın yanında şimşek gibi geçti.

    Göğüs uçlarında halkalar olan Yunkai’li adamın bir köle askerin gözlerinin arasına balta saplanmasını aptal bir adam eğlenceli bulabilirdi. Genç bir adam muazzam ve büyüleyici olduğunu düşünebilirdi. Ama Tyrion Lannister daha iyisini bilirdi. Tanrılar beni kılıç kullanmam için yaratmamışlar diye düşündü, peki o zaman beni neden sürekli savaşların içine atıyorlar.

    Kimse duymadı. Kimse cevaplamadı. Kimse umursamadı Tyrion’ı.

    Tyrion kendini ilk savaşını düşünürken buldu. Shae'in ilk sevişmesinden sonraydı, babasının savaş borularıyla uyandırılmıştı. Gecenin bir yarısı kollarında çırılçıplak titreyen tatlı fahişesi, ürkmüş bir çocuk. Belki de hepsi yalandı, iyi hissetmemi sağlamak için oynadığı bir oyun. Shae ne kadar iyi bir oyuncuymuş diye içinden geçirdi. Zırhını giymesine yardım etmesi için Podrick Payne’e bağırdığında çocuk horul horul uyuyordu. Gördüğüm en hızlı delikanlı değildi ama adam gibi bir yaverdi. Umarım hizmet edecek daha iyi bir adam bulur.
    Biraz acayipti ama, Tyrion Yeşil Çatal Savaşı’nı Karasu Savaşı’ndan daha iyi hatırlıyordu. Bu benim ilk savaşımdı. Herkes ilk savaşını hatırlar. Nehirin üstünden geçip giden sisi hatırladı, sazlıklara doğru giden soluk beyaz parmaklar gibiydiler. Ve o gündoğumunun güzelliği, bunu da hatırlıyordu; yıldızlar mor gökyüzünde dağılmışlardı, sabah çiyi ile ıslanmış çimenler cam gibi parlıyordu, kırmızı parlaklık doğudaydı. Shae, Pod’a yardım edip Tyrion’a uyumsuz ve garip zırhını giydirirken Shae’in parmaklarının ufak temaslarını hatırladı. Tanrının belası miğfer. Üstünde çiviler olan bir kova gibiydi. O çiviler hayatını kurtarmıştı, ilk savaşını kazanmasına rağmen Tyrion’un o günkü hali o kadar aptaldı ki Penny ve Groat onun yarısı kadar bile aptal gözükemezdi. Shae Tyrion’un zırhlar içinde dehşetli gözüktüğünü söyledi. Nasıl bu kadar kör,sağır ve aptal olabildim? Erkekliğimle düşünmemem gerekirdi
    -
    İkinci Oğullar atlarını eğerliyorlardı, sakin, acele etmeden ve doğru şekilde; bu daha önce yüzlerce kez yaptıkları bir şey değildi, genelde aceleyle yaparlardı. Bazıları elden ele bir şeyler taşıyorlardı, şarap veya su olabilirdi, Tyrion tam olarak seçemedi. Bokkoko edepsizce sevgilisini öpüyordu, koca ellerinden biriyle oğlanın kıçını okşuyor, diğerini de saçlarında gezindiriyordu. Onların arkasında, Sör Garibald beygirinin yelesini tarıyordu. Kem bir taşın üstüne çömmüştü, dik dik yere bakıyordu... Muhtemelen ölmüş abisini düşünüyordu yada Kral Topraklarındaki o arkadaşını. Çekiç ve Çivi adamları kontrol ediyordu, silahlara ve mızraklara bakıyor, zırhları ayarlıyor, ağzı körleşen bıçakları bileyliyorlardı. Snatch tütününü çiğniyor, aptal şakalar yapıyor ve uzun kavisli koluyla bacak arasını kaşıyordu. Ondaki bir şeyler Tyrion’a Bronn’u hatırlattı. Karasu’dan Sör Bronn şimdilerde, tabi kız kardeşim onu öldürmediyse. Bu ihtimal Cersei’nin düşündüğü kadar basit olmayabilirdi. İkinci Oğullar’ın kaç tane savaşta dövüştüğünü merak etti Tyrion. Kaç tane çarpışmaya girdiklerini, kaç tane baskın yaptıklarını,kaç tane şehire zorla girdiklerini, kaç tane kardeşlerini gömdüklerini veya çürümeye bıraktıklarını merak etti.
    Bu Tyrion’un üçüncü muharebesi olacaktı. Deneyimli ve soylu, damgalı ve mühürlü, ispatlanmış bir savaşçı işte o benim. Birkaç adam öldürdüm ve bir o kadar yaraladım, kendim de yaralandım ama öldürdüklerimi anlatacak kadar yaşadım. Taarruzları yönettim, adamların benim ismimi bağırdıklarını duydum, daha iyilerini ve daha büyüklerini öldürdüm,birkaç zaferin tadını bile aldım... Ve bu kahramanlar için yeterince lezzetli bir şarap sayılmaz mıydı? Başka tatları da sevemez miydim? Yaptığı ve gördüğü tüm şeylere rağmen yeni bir savaşa katılacak olması Tyrion'ı dehşete düşürüyordu Dünyanın yarsını dolaşmıştı bazen bir tahtırevanda, bazen bir direkli teknede, bir domuzun üstünde, köle taşıyan gemilerde ve ticari gemilerde, fahişelerin ve atların sırtında, Her seferinde kendine hayatta kalmasının ya da ölmesinin artık umrunda olmadığını söyledi. Ancak her defasında daha çok önemsediğini gördü.
    Yabancı soluk kısrağa binmiş ve elinde kılıçla üstlerine doğru geliyordu ama Tyrion’un onunla yüzleşmek konusunda bir ilgisi yoktu. Şimdi değil. Henüz değil. Bugün değil. Sen nasıl bir dolandırıcısın Küçük Şeytan, yüzlerce muhafızın karına tecavüz etmesine izin verdin, babanı karnından vurdun, sevgilinin boğazını yüzü kararana kadar altın zincirle sıktın, fakat hala yaşamayı hakettiğini düşünüyorsun.
    Tyrion, Penny ile ortak kullandıkları çadıra daldığında Penny çoktan zırhını giymişti. Penny yıllardır kendini tahta bir plakaya bağlıyordu; tokalar ve kopçalar hakkında uzman olduktan sonra tahta plaka ve zincir zırh çok farklı şeyler değillerdi. Örgütün çelikleri ezilmiş ve paslanmış, çizilmiş ve lekelenmiş yada solmuş olsa da farketmezdi. Bir kılıcı durduracak kadar sağlamdır her zaman.
    Penny’nin henüz giymediği tek parça miğferiydi. Tyrion içeri girdiğinde bir baktı ve ‘’Zırhını giymemişsin. Neler oluyor?’’ dedi.
    ‘’Olağan şeyler. Çamur, kan ve kahramanlık, öldürmek ve ölmek. Bir savaş körfezin dışında devam ediyor, bir başkası şehirin duvarlarının altında. Yunkai'lilerin her tarafı düşmanla kaplı. En yakın mücadele şimdilik bir fersah uzağımızda ancak çok geçmeden biz de dahil olacağız.. İki taraftan birinde. İkinci Oğullar taraf değiştirmeye daima hazırdı, Tyrion bundan neredeyse emindi. Ama emin olmakla neredeyse emin olmak arasında büyük bir uçurum vardı. ''Adamımı yanlış değerlendirirsem hepimiz kayboluruz. ‘’
    -
    'Miğferini tak ve kopçaların bağlı olduğundan emin ol. Bir keresinde boğulmayayım diye benimkileri açık bıraktım ve bana bir buruna mal oldu.’’ Tyrion yara izini kaşıdı.
    ‘’Zırhını giydirmemiz lazım.’’
    ‘’Çok istiyorsan buyur. Önce deri yelek. Çivili kaynatılmış deri, onun üstüne örgü zırh ve son olarak boyun zırhı.’’ Çadırın içine bir gözattı. ‘’Şarap var mı?’’
    ‘’Yok.’’
    ‘’Akşam yemeğinden kalan yarım sürahiye ne oldu?’’
    ‘’Çeyrek sürahi vardı ve sen içtin.’’
    İçini çekti. ‘’Kız kardeşimi bir bardak şarap karşılığında satardım.’’
    ‘’ Bana kalırsa kız kardeşini bir bardak at sidiğine satardın.’’ Bu beklenmedik cevap karşısında Tyrion yüksek sesli bir kahkaha attı. ‘’At sidiğine olan düşkünlüğüm çok mu biliniyor, yoksa kız kardeşimle mi tanıştın?’’
    ‘’Onu bir kez gördüm, çocuk kral için mızrak dövüşü yaptığımız zaman. Groat onun güzel olduğunu düşünüyordu.’’
    Groat aptal isimli bodur bir yalakaydı. ‘’Sadece bir aptal ayık kafayla savaşa gider. Plumm’da şarap vardır. Savaşta ölürse, o şarabın boşa gitmesi suç sayılır.’’
    ‘’Dilini tut biraz. Bu yeleği bağlamam lazım.’’
    Tyrion denedi ama bu durumda Katliamın Sesi artıyormuş gibi geldi ve dili tutulamaz oldu.’’Gorzhak zo Eraz örgütü demir adamları denize püskürtmek için kullanmayı istiyor’’ Penny onu giydirirken bir anda bunu söyledi Tyrion. ‘’Yapmaları gereken şey hadımlar kapıdan 3 metre bile uzaklaşmadan önce atlarla beraber tüm kuvvetini göndermek. Kedileri onların solunda, biz ve Rüzgarla Savrulanlar en sağdan. Göğüs göğüse çarpışma, Lekesizler hiçbir mızrak adamından daha iyi veya daha kötü değiller. Onları tehlikeli yapan şey disiplinleri, eğer bir mızrak duvarı oluşturamazlarsa...’’

    ‘’Kollarını kaldır’’ dedi Penny. ‘’Buraya, evet böyle daha iyi. Belki de Yunkailileri sen komuta etmelisin.’’

    ‘’Köle askerler kullanıyorlar neden köle kumandanları olmasın ki? Bu yarışmayı bozardı gerçi. Bilge Ustalar için tüm bu olanlar sadece bir cyvasse oyunu ve bizler de parçalarıyız.’’ Başını bir yöne eğdi Tyrion. ’’Babam ve bu köle tüccarlarının ortak yönleri var’’

    ‘’Baban? Ne demek istiyorsun?’’

    ‘’Az önce ilk savaşım aklıma geldi. Yeşil Çatal. Bir yolun ve nehirin arasında savaştık. Babamın ordusunun mevzilendiğini gördüğümde ne kadar güzel olduğunu düşünmüştüm. Demir dikenleri olan kıpkırmızı bir gül. Ve tabiki babam, hiç o kadar şaşalı gözükmemişti. Altın kumaştan yapılmış peleriniyle beraber kıpkırmızı bir zırh giymişti. Omuzlarında bir çift altın aslan vardı, başka bir tanesi miğferinin üstündeydi. Bindiği at muhteşemdi. Lord hazretleri bütün mücadeleyi o atın üstünden izledi ve herhangi bir düşmana yüz metre bile yakında değildi. Altında yüzlerce insan ölürken hiç hareket etmedi, hiç gülmedi, hiç terlemedi. Beni bir kamp taburesine oturmuş, cyvasse oynarken düşün. Eğer bir atım, biraz kızıl zırhım ve altın kumaştan dikilmiş bir büyük pelerinim olsaydı babamla neredeyse ikiz olabilirdik. Ve babam daha uzundu. Ama benim daha çok saçım var.
    Penny Tyrion’u öptü.
    Kız o kadar hızlı hareket etti ki Tyrion düşünecek zaman bulamadı.Bir kuş kadar hızlı atıldı ve dudaklarını Tyrion’unkilere bastırdı. Başladığı kadar hızlı bitti. Bu ne içindi? Az daha söylüyordu fakat ne için olduğunu biliyordu.Teşekkürler diyebilirdi Tyrion fakat Penny bunu tekrar öpüşme isteği olarak algılayabilirdi. Çocuk, seni incitmek gibi bir isteğim yok. Deneyebilirdi fakat Penny çocuk değildi ve hisleri kaybolmazdı.
    Çok genç görünüyor. Diye düşündü. Bir kız,hepsi bu. Bir kız, cüce olduğunu düşünmezsen güzel sayılabilir. Saçları kahverenginin açık bir tonuydu. Kalın ve kıvırcık. Gözleri büyüktü ve güvenilirdi. Çok güvenilir.
    -
    ‘’Sesi duydun mu?’’ dedi Tyrion.

    Kız bir an için dinledi. ‘’O nedir?’’ diye sordu bir çift uyumsuz baldır zırhını Tyrion’un bodur bacaklarına bağlarken.

    ‘’Savaş. Bizim tarafımızda yada en fazla birkaç fersah uzaklıkta. Bu katliam Penny. O adamlar bağırsakları dışarıda sallanırken yere düşüyorlar. Kopmuş uzuvlar, kırılmış kemikler ve havuzlar dolusu kan. Sağanak yağmurdan sonra solucanların niçin yüzeye çıktıklarını biliyor musun? Aynı şeyi yere yeterince kan aktığında da yaptıklarını duydum. Yabancı geliyor Penny. Kara Keçi, Soluk Çocuk, Çok Yüzlü, hangisini söylemek istiyorsan onu söyle. Bu ölüm.’’
    ‘’Beni korkutuyorsun.’’
    ‘’Öyle mi? Bu iyi. Korkmalısın. Uğraşmamız gereken Demir doğumlular var ve karaya çıkıyorlar, ve tabiki Sör Barristan ve Lekesizler’i, onlar da şehirden dışarı çıkıyorlar. Aralarında biz varız, çok yanlış yerde savaşıyoruz. Ben de korkuyorum Penny.’’
    ‘’Bunları söylüyorsun ama hala dalga geçiyorsun.’’
    ‘’Alay etmek korkuyu uzakta tutmanın yollarından biri. Bir başkası ise şarap.’’
    ‘’Cesursun. Küçük insanlar cesur olabilirler.’’
    Benim Lannister devim. dediğini duydu Benimle dalga geçiyor. Neredeyse yine tokatlıyordu onu. Yüzü kayboldu.
    ‘’Seni sinirlendirmek istememiştim. dedi Penny ‘’Affet beni. Sadece korkuyorum, hepsi bu.’’ Tyrion’un eline dokundu.
    Tyrion sertçe uzaklaştı. ‘’Korkuyorum.’’ bu Shae’in söylediği kelimeydi. Gözleri yumurtalar kadar büyüktü ve her parçasını içime çektim. Onun ne olduğunu biliyordum. Bronn’a benim için bir kadın bulmasını söyledim ve bana Shae’i getirdi. Elleri yumruk şeklini aldı, Shae'in sırıtan silüeti gözünün önünden geçti. Boynunu zincirle sıktı, kelebek kadar bir güçle çırpınırken altın eller vücudunun derinliklerine doğru giriyordu. Elinde bir zinciri olsaydı, bir arbaleti olsaydı, bir hançer, herhangi bir şey olsaydı.
    Bu sırada Tyrion bağırışları duydu. Karanlık öfkesinin içinde kaybolmuştu, anılar denizinde boğuluyordu fakat bağırışlar onu dünyaya geri getirdi. Ellerini açtı, bir nefes aldı, Penny’e sırtını döndü.’’ Bir şeyler oluyor’’ Ne olduğuna bakmak için dışarı çıktı. Ejderhalar.
    -
    Yeşil canavar körfezin üstünde daireler çiziyordu. Aşağısında gemiler yanıp ve çarpışıp paramparça olurken hala havada uçup manevralar yapıyordu. Paralı askerler aptal aptal beyaz ejderhayı izliyorlardı. Üçyüz metre uzaklıkta Adi Kız Kardeş kolunu savurdu, chunk-THUMP, ve altı tane taze ceset gökyüzünde dans etmeye başladı. Yükseğe ve daha yükseğe uçtular. Sonra iki tanesi alev aldı.
    Cesetlerden biri düşmeye başladığı sırada ejderha onu yakaladı, dişlerinin arasından solgun ateşler çıkarken cesedi çiğnemeye başladı. Sabah havasına karşı kanatlarını çırptı ve tekrar yükselişe geçti. İkinci ceset uzanmış pençeye çarptı ve inişe geçti, birkaç Yunkaili binicinin arasına düştü. Bazıları alev aldı. Bir at şahlandı ve sahibini üstünden attı. Diğerleri kaçıştılar, ateşlerden kaçmaya çalışırken ateşi daha da kuvvetlendirdiler. Tyrion Lannister kampta panik havasının yayıldığını hisstetti.
    Keskin ve tanıdık bir sidik kokusu havayı kapladı. Tyrion kendisi mi yaptı diye baktı ve altına işeyenin Tybero Istarion
    olduğunu görünce rahatladı. ‘’Pantolonunu değiştirsen iyi olacak.’’ Dedi Tyrion. ‘’Ve bunu yaparken pelerinini kıvırmayı unutma.’’ Hazinebaşının rengi attı ama hareket etmedi.
    Haberci geldiğinde hala orada dikilmiş, ejderhanın cesetleri yakalamasını izliyordu. Şerefsiz ulak. Tyrion bu adamın şerefsiz olduğunu bir görüşte anlamıştı. Altın bir zırhı vardı ve altın renkli bir ata biniyordu. Yunkai’nin yüce kumandanı asil ve kudretli Gorzhak zo Eraz tarafından yollandığını bağırmıştı. ‘’Lord Gorzhak Kaptan Plumm’a tebriklerini yolladı ve ricası ordusunu körfezin kıyısına indirmesidir. Gemilerimiz saldırı altında.’’
    Gemileriniz batıyor, yanıyor, kaçıyor. Diye aklından geçirdi Tyrion. Gemileriniz ele geçiriliyor, adamlarınız kılıçtan geçiriliyor. Tyrion Casterly Kayasından bir Lannisterdı, Demir Adalara yakındı; Demir Doğumlu istilacılar Kaya’nın kıyılarına çok çok yabancı değillerdi. Yüzyıllardır Lannis Limanı’nı en az üç kere yakmışlardı ve onlarca kez basmışlardı. Batılılar Demir Doğumluların ne kadar vahşi olabileceklerini biliyordu; bu köleler yeni yeni öğreniyorlardı.
    ‘’Kaptan burada değil.’’ Dedi ulağa Tybero Istarion. ‘’Melessa onu çağırttı.’’
    Binici güneşi göstererek ‘’Lady Malazza’nın emri gündoğumunda sona erdi. Lord Gorzhak’ın size dediklerini yapın.’’
    ‘’Gemilere saldırın mı demek istiyorsun? Şu sudakilere mi?’’ Hazinebaşının yüzü asıldı.’’ Ben nasıl olacağını bilmiyorum ama Brown Ben geri gelince Gorzhakının ne istediğini söyleceyeceğim.’’
    ‘’Sana bir emir verdim. Bunu hemen gerçekleştireceksin.’’
    ‘’Biz kaptanımızdan emir alırız.’’ Tybero bunu gayet uysal bir ses tonuyla söyledi. ‘’O burada değil. Sana söyledim.’’
    Tyrion ulağın sabrının tükendiğini farkedebildi.’’Savaş başladı. Komutanınız sizinle birlikte olmalı.’’
    ‘’Olmalı fakat değil. Kız onun için gönderildi. O gitti’’
    Ulak morardı.’’Emire itaat etmelisiniz.’’
    Snatch ağzının sol tarafından iyi çiğnenmiş bir tomar tütün tükürdü.’’Özürünüz için yalvarıyorum.’’ Dedi Yunkaili binici, ‘’fakat biz hepimiz Lordum gibi binicileriz. Mızraklı birliklere saldıracağız. Bazıları ateşli hendeklerin üstünden atlayacaklar. Fakat daha önce hiç suyun üstünde koşabilen bir at görmedim.’’
    ‘’Gemiler adam çıkartıyorlar.’’ Diye çığırdı Yunkaili küçük lord. ''Skahazadhan’ın ağzının ateşli bir gemiyle kapattılar ve burada durduğunuz her an kıyıya çıkıyor. Adamlarını topla ve onları denize geri püskürt! Bir an önce! Gorzhak bunu emrediyor!’’
    ‘’Gorzhak hangisi?’’ diye sordu Kem. ‘’Tavşan olan mı?’’
    ‘’Puding Surat’’ dedi Tybero. ‘’Tavşan uzungemilere zayıf atları yollayacak kadar salak değil.’’
    Binici yeterince şey duymuştu.’’Emrini yerine getirmemeniz hakkında Gorzhak zo Eraz’ı bilgilendireceğim.’’ Dedi sertçe. Atını etrafından döndürdü ve paralı askerlerin kahkahaları eşliğinde geldiği yoldan geri döndü.
    Kahkahasını ilk kesen Tybero’ydu.’’Yeter.’’ dedi ağırbaşlı bir havayla. ‘’Bırakın artık şuna gülmeyi.Atları eyerleyin. Ben gerçek emirlerle geldiğinde bütün adamları hazır istiyorum.’’Şu yemek ateşini de söndürün. Savaştan canlı çıkarsanız orucunuzu açabilirsiniz.’’ Bakışları Tyrion’a takıldı. ‘’Neye gülüyorsun? O zırhın içinde yarım bir aptal gibi gözüküyorsun, yarım adam.’’
    ‘’Yarım bir aptal olmak tam aptal olmaktan iyidir. Diye cevapladı cüce. ‘’Kaybeden taraftayız.’’
    ‘’Yarımadam haklı.’’ Diye cevapladı Jorah Mormont.’’Daenerys döndüğünde bu köle tacirleri için savaşıyor olmak istemeyiz... ki o dönecek. Hata yapmak istemeyiz. Şimdi sertçe saldıralım ve kraliçe bunu asla unutmaz. Rehinelerini bulalım ve serbest bırakalım. Ve hanemin ve evimin onuru üstüne yemin ederim ki bu başından beri Brown Ben’in planladığı şeydi.’’
    Köle Körfezinin dışında, Qartheen kadırgalarından biri tamamen yanıp battı. Tyrion doğuda fillerin çıkardıkları sesleri duyabildi. Altı kız kardeşin kolları yükseldi ve indi, cesetler fırladı. Meereen’in duvarları altında iki mızrak duvarı karşı karşıya geldiği sırada kalkanlar çarpıştı. Ejderhalar yukarı yükseldiler, gölgeleri düşman veya dost farketmeksizin üstlerine düştü.
    Tybero elini havaya kaldırdı. ‘’Kitapları aldım. Altınımızı korudum. Anlaşmalarımız ayarladım. Ücretlerimizi topladım, yeterince yemek almaya yetecek paramız olduğundan emin oldum. Kim için ve ne zaman dövüşeceğimize karar vermedim. Bu Brown Ben’in söyleyebileceği bir şey. O döndüğünde bunu onunla kararlaştıracağız.’’
    Plumm ve refakatçileri Kız General’in kampından dörtnala geri geldiğinde beyaz ejderha Meereen’in üstündeki yuvasına geri gitmişti. Yeşil olan hala dolanıyordu, iri, yeşil kanatlar hala şehrin ve körfezin üstünde süzülüyordu.
    Brown Ben Plumm kaynatılmış derinin üstüne zincir zırh ve plaka zırh giymişti. Omuzlarında salınan ipek pelerini gösteriş karşısında tek taviziydi, hareket ettikçe rengi soluk menekşeyle koyu mor arasında değişiyordu. Atından indi ve seyisine verdi, sonra Snatch’e kaptanları çağırmasını söyledi.
    ’’Söyle acele etsinler’’ diye ekledi Açgözlü Kasporio.
    Tyrion kıdemli değildi ama Esmer Ben ile oynadığı cyvasse oyunları onu çadırının tanınan bir şahsiyeti haline getirmişti .Kasporio ve Tybero yanı sıra Uhlan ve Bokkoko da çağırılanlar arasındaydı. Cüce, Jorah Mormont’u da orada gördüğüne şaşırmıştı.
    ‘’Adi Kız Kardeşler’i korumakla görevlendirildik,’’ diye bilgilendirdi Brown Ben. Diğer adamlar huzursuz bakışlar attılar. Jorah sorana kadar kimse konuşmak istemiyormuş gibi görünüyordu: ‘’Kimin komutasında?’’
    ‘’Kız’ın. Sör Büyükbaba Harridan için savaşıyor, fakat Kız, Barristan’ın sıradaki hedefinin Adi Kız Kardeşler olmasından korkuyor. Hayalet çoktan çökertildi.Marselen’in azat edilmiş köleleri Uzun Mızrak’ı çürük bir sopaymış gibi kırdılar ve zincirler takıp sürüklediler. Kız, Selmy’nin bütün mancınıkları yıkmak istediğini söyledi.’’
    ‘Ben de olsam aynısını yapardım.’’ Dedi Sör Jorah. ‘’Ama daha çabuk yapardım.’’ ‘’Kız neden emirler vermeye devam ediyor?’’ dedi Tybero şaşkın şaşkın. ‘’Gündoğumu geldi ve geçti. Güneşi göremiyor mu? Hala yüce bir kumandanmış gibi davranamaya devam ediyor.’’ ‘’Eğer kızın yerinde olsaydın ve Puding Surat’ın kumandanlığı üstlenmek üzere olduğunu bilseydin Sen de emirleri vermeye devam ederdin’’ Dedi Mormont.
    ‘’İkisi de birbirinden beter.’’ Diye itiraz etti Kasporio.
    ‘’Doğru.’’ Dedi Tyrion, ‘’fakat Malazza’nın daha güzel memeleri var.’’
    ‘’Adi Kız Kardeş arbaletçilerle savunulur. Akreplerle, mancınıklarla. Asıl onlara ihtiyaç var. Sabit bir noktayı savunmak için atlı askerler kullanılmaz. Kız bizi oraya atsız göndermek mi istiyor? O halde neden mızrakçıları ve sapancıları kullanmıyor?’’
    Kem sarı kafasını çadırın içine soktu.’’ Rahatsız ettiğim için affedin lordlarım, başka bir binici geldi. Yüce kumandandan yeni emirler getirdiğini söylüyor.’’
    Brown Ben Tyrion’a şöyle bir baktı sonra omuz silkti: ‘’Söyle gelsin buraya.’’
    ‘’Buraya mı?’’ diye sordu Kem şaşkınlıkla.
    ‘’Burada gibi gözüüyorsam burayadır.’’ Dedi Plumm kızgınlıkla.’’ Başka bir yere giderse beni bulamaz.’’
    Kem dışarı çıktı. Döndüğünde, yeşil ipek pelerini ve uyumlu pantolon olanı Yunkai soylusu için çadırın girişindeki kumaşı tuttu.Adamın yağlı siyah saçı kafasında ufak güller filizlenmiş gibi gösterilmek için örülmüş, bükülmüş ve verniklenmişti. Zırhına öyle müstehcen bir oyma yapılmıştı ki Tyrion adamla akrabaymış gibi hissetti.
    ‘’Lekesizler Harpiya’nın Oğulları’nın üstüne gidiyorlar.’’ Dedi ulak. ‘’Kanlısakal ve iki Ghiscari alayı onların karşısında duruyor. Onlar safları tutarken siz de hadımların arkasına dolanıp kıçlarına tekmeyi basacaksınız, hiç zaiyat olmayacak. Saldırı Yunkai’nin yüce kumandanı asil ve kudretli Morghar zo Zherzyn tarafından komuta edilecek.
    ‘’Morghar?’’ diyip kaşlarını çattı Kasporio.’’ Hayır, bugün Gorzhak yönetiyor.’’
    ‘Gorkhaz Zo Eraz hain bir Pentos'lu tarafından öldürüldü Kendi kendini isimlendiren, Hırpani Prens denen dönek yaptığı alçaklığı bağırarak ölecek, asil Morghar söz veriyor.’’ Brown Ben sakalını kaşıdı. ‘’Rüzgarla Savrulanlar taraf mı değiştirdi?’’ Hafiften ilgiliymiş gibi bir tonla sordu.
    Tyrion kıkırdadı. ‘’Ve şimdi Puding Surat'ın yerine başımıza Sarhoş Fatih geçti. Kafasını içkiden kaldırıp da komuta verebilirse iyidir.’’
    Yunkaili adam cüceye baktı. ‘’Dilini tut seni küçük haşe...’’ Bir anda lafını değiştirdi. ‘’Bu küstah cüce kaçak bir köle. Yezzan zo Qoggaz’a ait bu.’’
    ‘’Yanılıyorsun. O benim silah arkadaşım. Özgür bir adam ve bir İkinci Oğul. Yezzan’ın kölelerine altın tasmalar takılır.’’ Brown Ben en sevimli gülümsemesini gösterdi. ‘’Küçük zilli altın tasmalar. Hiç zil duyuyor musun? Ben duyamıyorum.’’
    ‘’Tasmalar çıkartılabilir. Bu cücenin bir an önce cezasını çekmesi için teslim edilmesini istiyorum.’’
    ‘’Oo çok asabisin. Jorah, sen ne diyorsun?’’
    Uzunkılıcını göstererek ‘’Bunu.’’ Dedi. Binici döndüğünde Jorah kılıcı adamın boynuna soktu. Sivri ucu Yunkaili’nin ensesinden çıktı, kızıl ve ıslak. Ağzından kanlı baloncuklar çıktı ve çenesinden aşağı aktı. Herif sallana sallana iki adım atabildi sonra da cyvasse masasının üstüne düştü, ahşap ordu etrafa saçıldı. Birkaç kere daha titredi. Bir eli kuvvetsizce ters dönmüş masayı tırmalarken diğer eliyle Mormont’un kılıcını kavradı. Ancak o zaman herifin öldüğü anlaşıldı. Yağlı siyah gül demeti ve kızıl kanlar yerlere saçıldı. Jorah kılıcını ölü adamın boynundan çıkardı. Kılıcının ucundan kan damladı.
    Beyaz cyvasse ejderhası Tyrion’un bacaklarının dibine düştü. Taşı yerden aldı, kıyafetinin koluna sildi fakat güzel oymalarının arasında Yunkaili kanının izleri kaldı, soluk renkli ahşap kırmızı damarları varmış gibi gözüküyordu. ‘’Kraliçemiz Daenerys’e selam olsun.’’ Yaşıyor olabilir belki de ölmüş de olabilir. Kanlı ejderhayı havaya attı, sırıttı. ‘’ Daima Kraliçe’nin adamlarıydık.’’ Diye duyurdu Brown Ben Plumm. ‘’ Yunkaililer’e katılmamız sadece numaraydı.’’
    ‘’Ve çok zekice bir numaraydı.’’ Tyrion ayağıyla ölü adama dokundu. ‘’Bu zırh uyarsa benimdir.’’






  • Barristan (Winds of Winter'dan daha önce yayınlanan bir bölüm)


    Gecenin kasvetiyle ölü adamlar uçtu, şehrin sokaklarına yağdılar. Havada parçalara ayrıldılar ve tuğlaların üstüne düştüklerinde patladılar, bağırsak kurtları, kurtçuklar ve daha kötü şeyler etrafa saçıldı. Diğerleri piramitlerin ve kulelerin duvarlarına çarpmışlardı, geriye kan lekeleri bıraktılar ve çarptıkları yeri işaretlediler. Yunkish mancınıkları büyüktü fakat tüyler ürpetici cephanelerini şehrin derinlerine atacak kadar menzilleri yoktu. Bir çok ceset duvarların hemen bitimine düştü, ya da gözetleme kulelerine, siperlere ve savunma kulelerine çarptılar. Altı kız kardeş Meereen’in etrafına kaba bir hilal şeklinde dizilmişti ve nehrin kuzey bölgesi hariç şehrin her bölgesi vuruluyordu. Hiç bir mancınığın gücü Skahazadhan Nehri’ni geçmeye yetmezdi. Ufak bir merhamet diye düşündü Barristan Selmy, Meereen’in büyük batı kapısının içindeki Pazar meydanına giderken. Daenerys şehri aldığında, bir geminin direğinden yapılmış, Joso’nun Kamışı denilen büyük bir koç başı ile kapıyı kırmışlardı. Köle sahipleri ve onların köle askerleri saldırganlarla burada karşılamışlardı, ve savaş çevredeki caddeleri saatlerce kasıp kavurmuştu. Sonunda şehir düşmüştü, yüzlerce ölü ve can çekişen insan meydana saçılmıştı. Şimdi bir kez daha Pazar yeri katliam alanıydı ancak bu sefer ölüm solgun kısrakla gelmişti. Gündüzleri Meereen’in tuğla duvarları onlarca renk sergilerdi, fakat gece onları siyah ve beyaz ve griye dönüştürmüştü. Meşalenin ışığı son yağmurun geride bıraktığı su birikintilerinde pırıldadı, adamların miğferlerinde, baldır ve göğüs zırhlarında ateşten çizgiler oluşturdu. Sör Barristan Selmy yanlarından yavaş yavaş geçti. Yaşlı şövalye kraliçesinin ona verdiği zırhı giyiyordu, altın kakmalı, beyaz emaye kaplı bir takım. Kış karı kadar beyaz pelerini omuzlarında dalgalanıyordu, kalkanı eyerinde asılıydı. Altında kendi kraliçesinin bineği vardı, Khal Droho’nun ona düğün gününde verdiği gümüş kısrak. Bu küstahçaydı, Barristan biliyordu fakat eğer Daenerys bu tehlikeli saatlerde onlarla olamıyorsa bile onun gümüş kısrağını görmek savaşçılarına yürek verebilirdi, kim ve ne için savaştıklarını hatırlatırdı. Üstelik kısrak yıllardır ejderhaların yanındaydı. Ejderhalar onun kokusuna ve görünüşüne alışıktı. Aynısı düşmanları için söylenemezdi. Yanında 3 tane seyis yamağı at sürüyordu. Tumco Lho Targaryen Hanesinin siyah üstüne kırmızıyla işlenmiş üç başlı ejderhasını taşıyordu. Larraq the Lash, Kral Muhafızlarının çatal biçimindeki sancağını taşıyordu,altın bir tacı çevreleyen yedi gümüş kılıç. Muharebe alanında komut yollamak için Kızıl Kuzuya büyük, gümüş-şeritli bir savaş borusu vermişti. Diğer çocuklar Büyük Piramit’de kalmıştı. Onlar gelecekte bir gün savaşacaklardı ya da hiç savaşmayacaklardı. Her yaver, şövalye olacak diye bir şey yoktu. Vakit kurt saatiydi. Gecenin en uzun ve en karanlık saati. Adamların bir çoğu Pazar meydanında toplanmıştı, bu gece hayatlarındaki son gece olabilirdi. Meereen’in antik Köle Pazarı’nın tuğla duvarının altında beş bin Lekesiz on uzun sıra oluşturmuştu. Taştan oyulmuş kadar hareketsiz duruyorlardı. Her birinin elinde mızrak, kısa kılıç ve kalkan vardı. Meşale ışığı miğferlerinin tepesindeki sivri uçta parıldadı ve içlerindeki tüysüz yanaklı suratları gösterdi. Bir ceset aralarına düştüğünde hadımlar basit bir şekilde yana adım attılar, sadece gerekli olduğu kadar uzaklaşıp tekrar saflarını kapattılar. Hepsi yayaydı hatta miğferinde üç mızrak ucu olan subayları Gri Solucan bile. Fırtına Kargaları, meydanın kuzey tarafındaki tüccarlar çarşısının altında dizilmişti.Çarşının üstündeki kemerli yapı onlara ölü adamlardan korunma fırsatı vermişti. Sör Barristan yanlarından geçerken Jokin'in okçuları yaylarının tellerini ayarlıyorlardı. Dulbırakan’ın asık suratlı bir ifadesi vardı. Zayıf gri bir ata biniyordu,kolunda kalkanı ve sivri uçlu savaş baltası vardı. Demir miğferin şakak kısmından siyah tüyler fışkırmıştı. Yanındaki çocuk birliğin sancağını taşıyordu: bir düzine siyah flamanın olduğu, tepesine tahtadan oyulmuş bir karganın olduğu uzun bir direk.
    At efendileri de gelmişlerdi. Aggo ve Rakharo kraliçenin küçük khalasarının çoğunu, Skahazadhan’ın karşısına götürmüştü. Ancak yaşlı, yarı sakat Jaqqa Rhan Rommo, geride kalanlardan yirmi atlıyı bir araya getirmeyi başarmıştı. Bazıları neredeyse onun kadar yaşlıydı, birçoğu da eski yaralara ya da sakatlıklara sahiptiler. Geriye kalanlar ise ilk çanlarını takıp saçlarını örmeye hak kazanmaya çalışan sakalı çıkmamış delikanlılardı. Zinciryapan’ın yıpranmış bronz heykelinin yakınlarında dolanıyorlardı. Atları bir kenarda duruyordu, oradan ayrılacakları için tedirginlerdi. Tepeden her ceset atıldığında sağa sola kaçışıyorlardı.

    Onlardan çok da uzakta bulunmayan, Yüce Efendilerin Kafatası Tepesi diye adlandırdığı dehşet anıtın etrafında, birbirinden farklı, yüzlerce çukur dövüşçüsü toplanmıştı. Selmy onların arasında Benekli Kedi’yi gördü. Onun arkasında da Korkusuz Ithoke, diğer bir tarafta Dişi Yılan Senerra, Camarron of the Count, Çizgili Kasap, Togosh, Marrigo, Oğlancı Orlos duruyordu. Dev Goghor bile oradaydı, küçük çocukların arasında duran bir adam gibi, diğerlerinin üzerinde yükseliyordu.

    Özgürlük onlar için bir anlam ifade ediyordu görünüşe göre. Çukur dövüşçüleri Hizdahr’a, Daenerys’e gösterdiklerinden çok daha fazla sevgi duyuyordu. Ama Selmy hepsine aynı şekilde sahip olduğu için memnundu. Bir kısmının zırh bile giydiğini fark etti. Belki de Khrazz’ın yenilgisi onlara bir şey öğretmişti: Yukardaki mazgallı siperler, yamalı pelerin ve tuçtan yapılmış maskeler giyen adamlarla dolmuştu: Kelkafa, Tunç Canavarları’nı özgür Lekesizlerin meydana gelmesi için şehrin yukarısına göndermişti. Savaş kaybedilebilirdi. Bu daha çok Kraliçe Daenerys dönene kadar, Meereen’i Yunkai’ye karşı savunan Skahaz ve adamlarına bağlıydı. Eğer gerçekten de gelirse tabi.

    Şehrin karşısındaki kapılara, diğer ordular toplanmıştı. Tal Toraq ve Sadık Kalkanları doğu kapısında toplanmıştı, bazen buraya Tepe Kapısı ya da Khyzai Kapısı da deniyordu. Çünkü Lhazar'a gitmek için Khyzai Geçidi'ni kullananlar bu yoldan gidiyordu. Marselen ve Anne’nin Adamları, güney kapısının yanına -Sarı Kapı’ya- kümelenmişlerdi. Özgür Kardeşler ve Symon Stripeback nehrin önündeki kuzey kapısına dizilmişti. Önlerine birkaç gemiden başka hiçbir düşman çıkmadan güneydeki en uç girişe sahip olabilirlerdi. Yunkaili adamlar 2 Ghiscar bölüğünü kuzeye koymuştu ama, Skahazadhan’ın karşısında -Meereen duvarlarıyla kendileri arasında duran koca nehirin yanında- kamp kurdular. Yunkaililerin asıl ordusu batıda, Meereen duvarları ve Köle Körfezi’nin sıcak, yeşil suları arasında kamp kurmuştu. Mancınıkların ikisi de oraya kuruldu. Biri nehrin yanındaydı, diğeri de Meereen’in ana kapısının karşısında, iki düzine Yunkaili Bilge Efendiler tarafından korunuyordu. Her birinin kendine ait köle askeri vardı. Büyük kuşatma aletleriyle birlikte, iki Ghiscar bölüğünün karargahına takviye edildi.

    Kedinin tayfası, kampını şehir ve deniz arasında bir yerde kurdu. Düşman Toloslu sapancılara da sahipti. Ayrıca gecenin karanlığında bir yerlerde 300 Elyrialı okçuları vardı. Çok fazla düşmandiye düşündü Sör Barristan. Sayıları aleyhimize olacak. Bu saldırı yaşlı adamın tüm içgüdülerinin tersinde sonuçlar verebilir. Meereen’in duvarları kalın ve güçlü. Bu duvarların içinde her şey lehimize. Ama yine de adamlarını, Yunkai sınırlarının içindeki güçlü düşmanlarının ağzına kadar sokmaktaktan başka çaresi yoktu. Beyaz Boğa bu hareketi aptalca bulurdu. Barristan’ı güvendiği paralı askerlere karşı da uyarmıştı. Bunu daha önce de kraliçem yapmıştı, diye düşündü Sör Barristan. Kaderimiz bir paralı askerin hırsına bağlı. Şehrin, insanların kaderi ve hayatlarımız… Hırpani Prens’in kanlı elleri üzerimizde.

    Umut edebilecekleri en iyi şey parçalanmış olsa bile, Selmy başka seçeneği olmadığını biliyordu. Belki Meereeen’i Yunkai’ye karşı yıllarca elinde tutabilirdi ama solgun kısrak sokaklarında gezinirken bir ay dönümü bile elinde tutamazdı.

    Sessizlik, yaşlı şövalye ve sancak taşıyıcıları bekçievinden dışarı at sürerlerken pazar meydanına gitti. Selmy sayısız sesin çıkardığı mırıltıları duyabiliyordu; atların nefes seslerini, kısık kısık gülmeleri, demir ayakkabıların altında ufalanan tuğlaların seslerini, kılıç ve kalkanın çıkardığı cılız sesleri duyabiliyordu. Hepsi de boğuk ve çok uzaktan geliyormuş gibiydi. Ortalığa tam bir sukunet hakim değildi, sadece fırtına öncesi sessizlikti. Meşalelerin dumanı tütüp karanlığı turuncu bir ışıkla aydınlatarak çatırdadı. Büyük demir şeritli kapıların gölgesinde, yaşlı şövalye atının üstünde dönerken, binlerce ışığın birleştiğini gördü. Barristan Selmy gözlerin üzerinde olduğunu hissedebiliyordu. Kaptanlar ve kumandanlar onunla görüşebilme şansına sahip olmuşlardı. Jokin ve Fırtına Kargaları’ndan Dulbırakan, çınlayan zilleriyle solmuş pelerinlerinin altında; sivri bronz başlık ve örgü zırhlarıyla Lekesizler adına Gri Solucan, Emin Mızrak, ve Köpekkatili; Dothraklardan Rommo; çukur dövüşçülerinden de Camarron, Goghor ve Benekli Kedi.

    “Saldırı planımızı biliyorsunuz,” dedi beyaz şövalye kaptanlar etrafına toplandığında. “Onları atlılarımızla kapılar açılır açılmaz ilk biz vuracağız. Atlarınızı doğruca ve hızlıca köle askerlerin üstüne sürün. Bölükler toplandığında etraflarını sarın. Onlara arkadan ya da yanlardan saldırın ama sakın mızraklarına saldırmayın. Hedefinizi hatırlayın.’’

    “Mancınık,” dedi Dulbırakan.

    “Yunkaililerden biri ona Harridan diyor. Alın onu, devirin ya da yakın.” dedi Jokin .

    “Yababildiğimiz kadar çok soyluyu öldürüp çadırlarını yakalım. Büyük olanları, köşkleri.”

    “Çok adam öldürün,” dedi Rommo. “Köle almayın.”

    Sör Barristan eyerinde döndü. ‘’Kedi, Goghor, Camarron, sizin adamlarınız yürüyerek gelecekler. Korku saçan savaşçılar olarak biliyorsunuz. Onları korkutun. Bağırtın ve çığlık attırın. Yunkai sınırlarına geldiğinizde atlılarımız onları ezmiş olur. Onları açtıkları gediğin içine kadar takip edin ve bu sırada ne kadar adam öldürebilirseniz öldürün. İçeri girince köleleri bırakıp sahiplerini, soyluları ve diğer görevlileri öldürün. Etrafınız sarılmadan önce geri çekilin.”

    Goghor yumruğunu göğsüne vurdu. “Goghor asla geri çekilmez.”

    O halde Goghor yakında ölür diye düşündü yaşlı şövalye. Ancak bunu tartışmanın ne yeri ne de zamanıydı. Sözün üstünde durmadı ve “Bu saldırılar Gri Solucan’ın Lekesizler’i kapıdan geçirip dizilmelerini sağlayacak kadar uzun süre Yunkai’lilerin dikkatini dağıtmalı,” dedi. Planının bu noktada yükseleceğini veya çökeceğini biliyordu. Yunkai’li kumandanlar bir şeyler sezecek olurlarsa, hadımlar daha dizilmeden atlarını üstlerine sürerlerdi. Hadımların en savunmasız olduğu kısım buydu. Barristan’ın süvarileri, Lekesizler kalkanlarını takıp mızraklarını hazırlayıncaya kadar Yunkai’lilerin saldırılarını önlemek zorunda kalacaklardı.

    “Boru sesini duyunca Gri Solucan gelecek ve köle tacirleriyle askerlerini devirecek. Bir veya daha fazla Ghiscar lejyonu onları karşılayabilir. Mızrak mızrağa ve kalkan kalkana.”

    Dulbırakan’ın atı Barristan’ın yanına yanaştı. “Peki ya boru ötmezse, sör şövalye? Siz ve bu yeşil çocuklar ölürlerse?”

    Makul bir soruydu. Sör Barristan, Yunkai hatlarına ilk saldıran olma niyetindeydi. Ölen ilk kişi olabilirdi. Çoğu kez böyle olurdu.

    “Ben ölürsem komuta senin. Senden sonra Jokin’in, daha sonra da Gri Solucan’ın.” Eğer hepimiz ölürsek günü kaybederiz diye ekleyebilirdi. Fakat bunu duymayı kimsenin istemeyeceğini iyi biliyorlardı. Daha gençken Lord Kumandan Hightower “Savaştan önce asla yenilgiden bahsetme. Tanrılar dinliyor olabilir,” demişti.

    “Peki kumandanı görürsek ne olacak?” diye sordu Dulbırakan.
    Daario Naharis. “Ona bir kılıç verin ve sözlerine uyun.” Barristan Selmy kraliçenin sevgilisine çok az sevgi ve güven duymasına rağmen adamın cesaretinden ve yeteneğinden şüphe etmiyordu. Ayrıca savaşta kahramanca bir şekilde ölmesi daha iyi olurdu.

    “Başka sorunuz yoksa adamlarınızın yanına dönün ve hangi tanrıya inanıyorsanız ona dua edin. Birazdan şafak sökecek,” dedi Barristan.

    Fırtına Kargaları’ndan Jokin “Kızıl bir şafak,” dedi.

    Bir ejderha şafağı diye düşündü Sör Barristan. Yaverleri zırhını giymesine yardım ederken Barristan kendi duasını etmişti. Onun tanrıları çok uzaktaydı, denizin karşı tarafında Westeros’daydı. Ancak rahiplerin söyledikleri doğruysa, çocukları nerede olursa olsun Yedi onları gözleyip kollardı. Sör Barristan, Yaşlı Kadın’dan savaşta zafere ulaşabilmek için ona akıl bahşetmesini istedi. Eski dostu Savaşçı’ya onu güçlü kılması için dua etti. Anne’den savaşta ölürse merhamet göstermesini istedi. Baba’ya yanında yetiştirdiği çocuklara göz kulak olması için yalvardı. Bu tecrübesiz çocuklar Barristan’ın hayatı boyunca kendi oğullarına en yakın hissettiği şeydi. Son olarak da Yabancı’ya dua etti. “En nihayetinde bütün insanların ölümü için geliyorsun ancak sizi memnun edecekse bugün benim ve yanımdakilerin hayatını bağışlayın. Yerine düşmanlarımızın canını alın.”

    Şehir duvarlarının arkasından mancınığın atış sesini duydular. Gecenin
    içinden cesetler ve ceset parçaları geldi. Bir tanesi çukur dövüşçülerinin arasına düşüp parçalandı ve onları kemik, et ve beyin parçalarına buladı. Başka biri Zinciryapan’ın eskimiş bronz kafasından sekip koluna doğru yuvarlandı ve ayaklarının dibine şapırtıyla düştü. Şiş bacak, su birikintisindeki suları sıçrattığı sırada Selmy kraliçesinin atının üstünde üç metreden daha uzakta değildi.

    “Solgun Kısrak” diye homurdandı Tumco Lho. Sesi kalındı, yüzü siyahtı ve koyu gözleri parlıyordu. Daha sonra Basilisk Adaları’nın dilinde dua olması muhtemel bir şeyler söyledi. Sör Barristan adamın düşmanlarından daha çok solgun kısraktan korktuğunu fark etti. Yanındaki diğer çocuklar da korkmuşlardı. Cesur olabilirlerdi ancak henüz hiçbiri kanamamıştı.

    Barristan atını döndürdü “Etrafıma toplanın,” dedi. Adamlar atlarını yaklaştırdılar. “Ne hissettiğinizi biliyorum. Aynısını yüzlerce kez ben de hissettim. Olması gerekenden daha hızlı nefes alıyorsunuz. Korku karnınızda soğuk siyah bir solucan gibi düğümlenmiş. İşemeye ya da içinizi boşaltmaya ihtiyacınız varmış gibi hissediyorsunuz. Ağzınız Dorne kumları kadar kuru. Ya savaşta kendimi rezil edersem , ya öğrendiğim her şeyi unutursam diye merak ediyorsunuz. Kahraman olmak için can atıyorsunuz fakat içinizden ya korkak davranırsam diye endişeleniyorsunuz. Her delikanlı savaştan önce böyle hisseder. Yetişkin erkekler de. Şuradaki Fırtına Kargaları da aynısını hissediyor. Dothrakiler de öyle. Sizi ele geçirmesine izin vermediğiniz sürece korku utanılacak bir şey değildir. Hepimiz hayatta dehşet şeyler yaşarız.”

    “Ben korkmuyorum.” Kızıl Kuzu neredeyse bağırır bir şekilde söylemişti. “Ölürsem, Lhazar’ın Büyük Çobanı’nın karşısına çıkacağım. Değneğini dizimle kırıp ‘Dünya kurtlarla doluyken neden insanlarını kuzu yaptın?’ diye soracağım. Sonra da gözüne tüküreceğim.”

    Sör Barristan gülümsedi. “İyi söyledin ama savaşta ölmeye çalışma. Yoksa çobanı bulacağına şüphe yok. Yabancı hepimiz için gelecek lakin onun kollarına koşmaya gerek yok. Savaş meydanında başımıza her şey gelebilir. Önceleri sizden daha iyi adamların da başına geldi, bunu unutmayın. Ben yaşlı bir adamım, yaşlı bir şövalyeyim. Sizin yaşadığınız yıllardan daha çok savaş gördüm. Bu hayatta savaştan daha korkunç, daha şanlı, daha anlamsız bir şey yok. Kusabilirsiniz. İlk kusan kişi siz olmazsanız. Kılıcınızı, kalkanınızı ya da mızrağını düşürebilirsiniz. Başkaları da düşürdü. Geri alıp savaşmaya devam edin. Altınızı kirletebilirsiniz. Ben de ilk savaşımda altıma yapmıştım. Kimse umursamaz. Bütün muharebe meydanları bok kokar. Annenizin adını haykırabilir, unuttuğunuzu düşündüğüz tanrılara dua edebilirsiniz. Aklınıza bile gelmeyecek iğrençlikler söyleyebilirsiniz. Bütün bunlar da önceden oldu. Her savaşta birileri ölür. Daha fazlası hayatta kalır. Doğuda veya batıda, dünyanın her bir köşesinde yaşlıların, gençlerin çıkardıkları savaşlar için durmadan tekrar savaştığını görürsünüz. Onlar hayatta kaldı. Siz de kalabilirsiniz. Şundan emin olabilirsiniz. Savaşırken karşınızda gördüğünüz düşman sadece başka bir adam ve belki o da sizin gibi korkuyordur. Zorundaysanız ondan nefret edin, yapabiliyorsanız onu sevin ama kılıcınız kaldırıp onu devirin. Hepsinin ötesinde savaşmaya devam edin. Savaşı kazanmak için sayımız çok az. Karışıklık çıkarmak ve Lekesizler’e zaman kazandırmak için gidiyoruz. Biz..”

    “Sör?” Binlerce mırıltı yükselirken, Larraq elindeki Kralmuhafızı sancağıyla ileriyi gösterdi. Şehrin karşısında, Meereen’in Büyük Piramit’inin yıldızsız gökyüzüne 240 metre boyunca uzandığı yerde, bir zamanlar harpiyanın olduğu kısımda bir ateş canlanmıştı. Piramidin tepesinde sarı bir kıvılcım vardı. Kıvılcım bir kez daha parıldadı ve kayboldu. Sör Barristan yarım kalp atımı boyunca rüzgarın ateşi söndürmüş olmasından korktu. Ateş daha sonra daha kuvvetli ve parlak bir şekilde geri geldi. Alevler kah sarı kah kırmızı kah turuncu bir şekilde fırıl fırıl dönüyor ve yukarıya ulaşıp karanlığa pençe atıyordu. Doğuda tepelerin arkasında güneş doğmaya başlamıştı. Şimdi de binlerce başka ses bağırıyordu. Binlerce başka adam miğferlerine davranıp kuşanırken kılıçlarına ve baltalarına ulaşıyorlardı. Sör Barristan zincirlerin takırtılarını duydu. Bu şehir kapısının açılma sesiydi. Ardından kapının devasa menteşelerinin iniltisi geldi. Artık zamanı gelmişti. Kızıl Kuzu kanatlı miğferini uzattı. Barristan Selmy miğferi takıp zırhına tutturdu. Kalkanını kaldırdı ve kolunu kayışa geçirdi. Etraf garip bir şekilde tatlı bir havayla doldu. Bir adama yaşadığını hissettirmek için ölümle burun buruna gelmekten daha iyisi yoktu. “Savaşçı hepimizi korusun,” dedi yanındaki çocuklara. “Saldırıyı başlatın.”
    ---SON---





  • Merhaba ben son iki kitabı bu sefer kronolojik olarak okumak istiyorum mesela Kargaların ziyafeti 3.Pov dan sonra Ejderhaların Dansı 6.Pov gibi.Bu şekilde kronoloji listesi hazırlayanvar mı arkadaşlar ?

    < Bu ileti mobil sürüm kullanılarak atıldı >
  • Son kitapta siralama hatasi var gibi;


    Cersei zindandayken kevan yanina geliyor. Gazap burnu ve tarthta parali askerler var falan diyor.

    Birkac bolum sonra griff (jon connington) gazap burnunu alıyor?

    Yeniden dogmus griffon bolumunun cersei bolumunden once olmasi gerekmiyor mu ?

    < Bu ileti mobil sürüm kullanılarak atıldı >
  • 742793 kullanıcısına yanıt
    benim bildiğim kadarıyla kitaplar zaman sırasına göre gitmiyor. mesela kral topraklarında bir kısım anlatırken sonraki kısımda sur anlatılıyor ama orda kral topraklarına göre 2 ay önceki durum anlatılıyor. umarım analtabilmişimdir
  • Arkadaşlar acil yardım.
    Diziyi çok severek izliyorum sormak istediğim şey şu, şu ana kadar çıkan tüm bölümleri izledim. Kitaplara başlamayı düşünüyorum ancak malum tüm spoiler'ları yedik. Sizce başlamalı mıyım? Başladığıma değer mi? Zevk alır mıyım?



    < Bu mesaj bu kişi tarafından değiştirildi Desm0nd -- 25 Mayıs 2016; 19:44:15 >
    < Bu ileti mobil sürüm kullanılarak atıldı >
  • quote:

    Orijinalden alıntı: m@ydin

    Arkadaşlar acil yardım.
    Diziyi çok severek izliyorum sormak istediğim şey şu, şu ana kadar çıkan tüm bölümleri izledim. Kitaplara başlamayı düşünüyorum ancak malum tüm spoiler'ları yedik. Sizce başlamalı mıyım? Başladığıma değer mi? Zevk alır mıyım?

    Kesinlikle başlamalısın, dizide olmayan yada çok farklı işlenen o kadar çok olay ve karakter var ki, ben şimdiye kadar diziyi izledikten sonra kitabı okuyup beğenmeyen kimse görmedim
  • Ben 5.sezonu bitirmistim dizide sonra actim kitabini okumaya basladim gayet zevk aldim, once dizinin aynisi zaten gibi bi fikir olusuyor ama sonra hikâyeler farklilasiyor daha gizemli seyler cikiyor herseyi daha iyi anliyorsun ve cok farkli karakterler var.

    < Bu ileti mobil sürüm kullanılarak atıldı >
  • sizce serinin en kötü kitabı hangısıydı
  • quote:

    Orijinalden alıntı: Marco van Basten.

    sizce serinin en kötü kitabı hangısıydı

    Kargaların Ziyafeti. Olaylardan çok psikolojik tahlil, iç düşünce ağırlıklı. Diğer kitaplar gibi akıcı değildi.
  • SonJnow kullanıcısına yanıt
    Çok sağolun yorumlarınız için dün başladım okumaya gayet güzel gidiyor. Umarım diziden sahnelere bağımlı kalarak kitabın zevkinden mahrum kalmam.



    < Bu mesaj bu kişi tarafından değiştirildi Desm0nd -- 29 Mayıs 2016; 1:08:25 >
  • Martin az önce TWOW'dan bir Damphair bölümü okumuş.


    Bölümde Euron, Balon'u öldürdüğünü kabul ediyormuş. Pyat Pree'yi esir almış ve Valyria çeliğinden zırhı varmış.Bir kaç daha olay var fakat çeviremedim, yarın düşer sitelere.



    < Bu mesaj bu kişi tarafından değiştirildi Guest-0F2AFDA7E -- 29 Mayıs 2016; 23:15:20 >
    < Bu ileti mobil sürüm kullanılarak atıldı >
  • quote:

    Orijinalden alıntı: Icefyre

    Martin az önce TWOW'dan bir Damphair bölümü okumuş.


    Bölümde Euron, Balon'u öldürdüğünü kabul ediyormuş. Pyat Pree'yi esir almış ve Valyria çeliğinden zırhı varmış.Bir kaç daha olay var fakat çeviremedim, yarın düşer sitelere.


    Ee kingsmootta seçildikten sonra kabul eder tabi. İngilizce link verebilrsen çok makbule geçer Damphair bölümü cidden merak ettiğim bölümlerden biri.
  • quote:

    Orijinalden alıntı: Cypon

    quote:

    Orijinalden alıntı: Icefyre

    Martin az önce TWOW'dan bir Damphair bölümü okumuş.


    Bölümde Euron, Balon'u öldürdüğünü kabul ediyormuş. Pyat Pree'yi esir almış ve Valyria çeliğinden zırhı varmış.Bir kaç daha olay var fakat çeviremedim, yarın düşer sitelere.


    Ee kingsmootta seçildikten sonra kabul eder tabi. İngilizce link verebilrsen çok makbule geçer Damphair bölümü cidden merak ettiğim bölümlerden biri.

    Böyle bir şey buldum fakat tam bölüm değil sanki. Yine de okumaya değer:https://docs.google.com/document/d/1VuqHngBpOZ1p0jqkD7xRTCHExMFwBa8qE7VCLsKXzxU/preview

    Bu arada küçük bir bilgi Euron'un tacı köpekbalığı dişinden yapılmaymış. Dizide çomak tutuşturdular kafasına. Martin Damphair bölümünü 2010'da yazmış.

    < Bu ileti mobil sürüm kullanılarak atıldı >




  • Ben dizinin tüm bölümlerini izledim- S06E06. Kitap diziye yetişmeyince karmaşıklık oldu. Hikaye diziden devam ediyor da ya kitap diziden farklı bir yol izlerse ne olacak? Merak ettiğim bu. Bir de diziyi izlememe rağmen kitapları okumadım. Okunmalı mı? Tüm olayları dizide gördüğümüz için kitabı okumak sıkıcı olur mu?
  • ned eddard stark N kullanıcısına yanıt
    Kesinlikle kitapları okumalısın, dizide bahsedilmeyen o kadar konu, olay, vs var ki.. Asla sıkılmazsın.

    Dizi sadece buz dağının görünen kısmı, tüm olaylar dizide görülmüyor.
  • iremirem23 kullanıcısına yanıt
    En ucuz tüm seriyi nereden temin edebilirim?
  • yazarın en son okuduğu bölüm

    The Forsaken (Aeron I TWOW)

    https://docs.google.com/document/d/1TOzYKnHHFS87I2B1Mx1xaF0zoR5pjdl5bLh9Fzi6Dts/mobilebasic?pli=1



    It was always midnight in the belly of the beast.
    The mutes had robbed him of his of robe and shoes and breechclout. He wore hair and chains
    and scabs. Saltwater sloshed about his legs whenever the tide came in, rising as high as his
    genitals only to ebb again when the tide receded.
    His feet had grown huge and soft and puffy, shapeless things as big as hams. He knew that he
    was in some dungeon, but not where, or for how long.
    There had been another dungeon before this one. In between there had been the ship, the
    Silence. The night they moved him, he had seen the moon floating on a black wine sea with a
    leering face that reminded him of Euron.
    Rats moved in the darkness, swimming through the water. They would bite him as he slept until
    he woke and drove them off with shouts and thrashings. Aeron’s beard and scalp crawled with
    lice and fleas and worms. He could feel them moving through his hair, and the bites itched him
    intolerably. His chains were so short that he could not reach to scratch. The shackles that bound
    him to the wall were old and rusted, and his fetters had cut into his wrists. When the tide rushed
    in to kiss him, the salt got into the wounds and made him gasp.
    When he slept, the darkness would rise up and swallow him and then the dream would come...
    and Urri and the scream of a rusted hinge.
    The only light in his wet world came from the lanterns that the visitors brought with them, and it
    came so seldom that it began to hurt his eyes. A nameless sour-­faced man brought his food,
    salt beef as hard as wooden shingles, bread crawling with weevils, slimy, stinking fish.
    Aeron gobbled it down and hoped for more, though oft as not he retched the meal up after. The
    man who brought the food was dark, dour, mute. His tongue was gone, Aeron did not doubt.
    That was Euron’s way. The light would leave when the mute did, and once again his world
    would become a damp darkness smelling of grime and mold and feces.
    Sometimes, Euron came himself. Aeron would wake from sleep to find his brother standing over
    him, lantern in hand. Once, aboard the Silence, he hung the lantern from a post and poured
    them cups of wine. “Drink with me, brother,” he said. That night he wore a shirt of iron scales
    and a cloak of blood red silk. HIs eyepatch was red leather, his lips blue.
    “Why am I here?” Aeron croaked at him. His lips were crusty with scabs, his voice hard. “Where
    are we sailing?”
    “South—for conquest, plunder, dragons.”
    Madness. “My place is on the islands.”
    “Your place is where I want you. I am your king.”
    “What do you want of me?”
    “What can you offer me that I have not had before?” Euron smiled. “I left the islands in the
    hands of old Erik Ironmaker, and sealed his loyalty with the hand of our sweet Asha. I would not
    have you preaching against his rule, so I took you with us.”
    “Release me. The god commands it.”
    “Drink with me. Your king commands it.”
    Euron grabbed a handful of the priest’s tangled black hair, pulled his head back, and lifted the
    wine cup to his lips. But what flowed into his mouth was not wine. It was thick and viscous, with
    a taste that seemed to change with every swallow. Now bitter, now sour, now sweet. When
    Aeron tried to spit it out, his brother tightened his grip and forced more down his throat. “That’s
    it, priest. Gulp it down. The wine of the warlocks, sweeter than your seawater, with more
    truth in it than all the gods of earth.”
    “I curse you,” Aeron said, when the cup was empty. Liquor dripped from down his chin into his
    long, black beard.
    “If I had the tongue of every man who cursed me, I could make a cloak of them.”
    Aeron hawked and spat. The spittle struck his brother’s cheek and hung there, blue-­black,
    glistening. Euron flicked it off his face with a forefinger, then licked the finger clean. “Your god
    will come for you tonight. Some god, at least.”
    And when the Damphair slept, sagging in his chains, he heard the creak of a rusted hinge.
    “Urri!” he cried. There is no hinge here, no door, no Urri. His brother Urrigon was long dead, yet
    there he stood. One arm was black and swollen, stinking with maggots, but he was still Urri, still
    a boy, no older than the day he died.
    “You know what waits below the sea, brother?”
    “The Drowned God,” Aeron said, “the watery halls.”
    Urri shook his head. “Worms... worms await you, Aeron.”
    When he laughed his face sloughed off and the priest saw that it was not Urri but Euron, the
    smiling eye hidden. He showed the world his blood eye now, dark and terrible. Clad head to
    heel in scale as dark as onyx, he sat upon a mound of blackened skulls as dwarfs capered
    round his feet and a forest burned behind him.
    “The bleeding star bespoke the end,” he said to Aeron. “These are the last days, when the
    world shall be broken and remade. A new god shall be born from the graves and charnel pits.”
    Then Euron lifted a great horn to his lips and blew, and dragons and krakens and sphinxes
    came at his command and bowed before him. “Kneel, brother,” the Crow’s Eye commanded. “I
    am your king, I am your god. Worship me, and I will raise you up to be my priest.”
    “Never. No godless man may sit the Seastone Chair!”
    “Why would I want that hard black rock? Brother, look again and see where I am seated.”
    Aeron Damphair looked. The mound of skulls was gone. Now it was metal underneath the
    Crow’s Eye: a great, tall, twisted seat of razor sharp iron, barbs and blades and broken swords,
    all dripping blood.
    Impaled upon the longer spikes were the bodies of the gods. The Maiden was there and the
    Father and the Mother, the Warrior and Crone and Smith...even the Stranger. They hung side
    by side with all manner of queer foreign gods: the Great Shepherd and the Black Goat, three-
    headed Trios and the Pale Child Bakkalon, the Lord of Light and the butterfly god of Naath.
    And there, swollen and green, half­-devoured by crabs, the Drowned God festered with the rest,
    seawater still dripping from his hair.
    Then Euron Crow’s Eye laughed again, and the priest woke screaming in the bowels of Silence,
    as piss ran down his leg. It was only a dream, a vision born of foul black wine.
    The kingsmoot was the last thing Damphair remembered clearly. As the captains lifted Euron
    onto their shoulders to hail him as their king, the priest had slipped off to find their brother,
    Victarion. “Euron’s blasphemies will bring down the Drowned God’s wrath upon us all,” he
    warned. But Victarion insisted stubbornly that the god had raised their brother up and that god
    must cast him down.
    He will not act, the priest had realized then. It must be me.
    The kingsmoot had chosen Euron Crow’s Eye but the kingsmoot was made of men, and men
    were weak and foolish things, too easily swayed by gold and lies. I summoned them here, to
    Nagga’s bones in the Grey King’s Hall. I called them all together to choose a righteous king, but
    in their drunken folly, they have sinned. It was for him to undo what they had done.
    “The captains and the kings raise Euron up, but the common folk shall tear him down,” he
    promised Victarion. “I shall go to Great Wyk to Harlow to Orkmont to Pyke itself. Every town and
    village shall my words be heard. No godless man may sit the Seastone Chair!”
    At departing from his brother, he’d sought solace in the sea. A few of his Drowned Men made to
    follow him, but Aeron sent them off with a few sharp words. He wanted no company but god.
    Down where the longships had been beached along the stony strand, he found a black salt
    wave searching and foaming white where they broke upon a snarled rock, half buried in the
    sand. The water had been icy cold as he waded in, yet Aeron did not flinch from his god’s
    caress. Waves smashed against his chest, one after another, staggering him, but he pushed on,
    deeper and deeper until the waters were breaking over his head. The taste of salt upon his lips
    was sweeter than any wine.
    Mingled with the distant roar of song and celebration coming up from the beach, he’d heard the
    faint creak of longships settling on the strand. He heard the keening of the wind and now
    whines. He heard the pounding of the waves, the hammer of his god calling him to battle. And
    there and then, the Drowned God had come to him once more, his voice welling up from the
    depths of the sea.
    “Aeron, my good and faithful servant, you must tell the Ironborn that the Crow’s Eye is no true
    king, that the Seastone Chair by rights belonged to... to... to...”
    Not Victarion. Victarion had offered himself to the captains and kings but they had spurned him.
    Not Asha. In his heart, Aeron had always loved Asha best of all his brother Balon’s children. The
    Drowned God had blessed her with a warrior’s spirit and the wisdom of a king—but he had
    cursed her with a woman’s body, too. No woman had ever ruled the Iron Islands. She should
    never have made a claim. She should have spoken for Victarion, added her own strength to his.
    It was not too late, Aeron had decided as he shivered in the sea. If Victarion took Asha for his
    wife, they could yet rule together, king and queen. In ancient days, each isle had its Salt King
    and its Rock King. Let the Old Way return.
    Aeron Damphair had struggled back to shore, full of fierce resolve. He would bring down Euron,
    not with sword or axe but with the power of his faith. Padding lightly across the stones, his hair
    plastered black and dank across his brow and cheeks, he stopped for a moment to push it back
    out of his eyes.
    And that was where they took him, the mutes who had been watching him, waiting for him,
    stalking him through strand and spray. A hand clapped down across his mouth and something
    hard cracked against the back of his skull.
    The next time he had opened his eyes, the Damphair found himself fettered in the darkness.
    Then came the fever and the taste of blood in his mouth as he twisted in the chains, deep in the
    bowels of Silence. A weaker man might have wept, but Aeron Damphair prayed, waking,
    sleeping, even in his fever-dreams he prayed. My god is testing me. I must be strong, I must be
    true.
    Once, in the dungeon before this one, a woman brought his food in place of Euron’s mute. A
    young thing, buxom and pretty. She dressed in the finery of a greenland lady. In the lantern light
    she was the loveliest thing Aeron had ever seen.
    “Woman,” he said, “I am a man of god. I command you, set me free.”
    “Oh, I couldn’t do that,” she said. “I have food for you. Porridge and honey.” She sat beside him
    on a stool and spooned it into his mouth for him.
    “What is this place?” he asked between spoonfuls.
    “My lord father’s castle on Oakenshield.” The Shield Islands, a thousand leagues from home.
    “And who are you, child?”
    “Falia Flowers, Lord Hewett’s natural daughter. I am to be King Euron’s salt wife. You and I will
    be kin, then.”
    Aeron Damphair raised his eyes to hers. His scabbed lips were crusted with wet porridge.
    “Woman.” His chains clinked when he moved. “Run. He will hurt you. He will kill you.”
    She laughed. “Silly, he won’t. I’m his love, his lady. He gives me gifts, so many gifts. Silks and
    furs and jewels. Rags and rocks, he calls them.”
    The Crow’s Eye puts no value in such things. That was one of the things that drew men to his
    service. Most captains kept the lion’s share of their plunder but Euron took almost nothing for
    himself.
    “He gives me any gown I want,” the girl was prattling happily. “My sisters used to make me wait
    on them at table, but Euron made them serve the whole hall naked! Why should he do that,
    except for love of me?” She put a hand on her belly and smoothed down the fabric of her gown.
    “I’m going to give him sons. So many sons...”
    “He has sons.”
    “Baseborn boys and mongrels, Euron says. My sons will come before them, he has sworn,
    sworn by your own Drowned God!”
    Aeron would’ve wept for her. Tears of blood, he thought. “You must bear a message to my
    brother. Not Euron, but Victarion, Lord Captain of the Iron Fleet. Do you know the man I mean?”
    Falia sat back from him. “Yes,” she said. “But I couldn’t bring him any messages. He’s gone.”
    “Gone?” That was the cruelest blow of all. “Gone where?”
    “East,” she said, “with all his ships. He’s to bring the dragon queen to Westeros. I’m to be
    Euron’s salt wife, but he must have a rock wife too, a queen to rule all Westeros at his side.
    They say she’s the most beautiful woman in the world, and she has dragons. The two of us will
    be as close as sisters!”
    Aeron Damphair hardly heard her. Victarion is gone, half a world away or dead. Surely the
    Drowned God was testing him. This was a lesson for him. Put not your trust in men. Only my
    faith can save me now.
    That night, when the tide came rushing back into the prison cell, he prayed that it might rise all
    night, enough to end his torment. I have been your true and leal servant, he prayed, twisting in
    his chains. Now snatch me from my brother’s hand, and take me down beneath the waves, to
    be seated at your side!
    But no deliverance came. Only the mutes, to undo his chains and drag him roughly up a long
    stone stair to where the Silence floated on a cold black sea.
    And a few days later, as her hull shuddered in the grip of some storm, the Crow’s Eye came
    below again, lantern in hand. This time his other hand held a dagger. “Still praying, priest? Your
    god has forsaken you.”
    “You’re wrong.”
    “It was me who taught you how to pray, little brother. Have you forgotten? I would visit your bed
    chamber at night when I had too much to drink. You shared a room with Urrigon high up in the
    seatower. I could hear you praying from outside the door. I always wondered: Were you praying
    that I would choose you or that I would pass you by?” Euron pressed the knife to Aeron’s throat.
    “Pray to me. Beg me to end your torment, and I will.”
    “Not even you would dare,” said the Damphair. “I am your brother. No man is more accursed
    than the kinslayer.”
    “And yet I wear a crown and you rot in chains. How is it that your Drowned God allows that
    when I have killed three brothers?”
    Aeron could only gape at him.
    “Three?”
    “Well, if you count half­ brothers. Do you remember little Robin? Wretched creature. Do you
    remember that big head of his, how soft it was? All he could do was mewl and shit. He was my
    second. Harlon was my first. All I had to do was pinch his nose shut. The greyscale had turned
    his mouth to stone so he could not cry out. But his eyes grew frantic as he died. They begged
    me. When the life went out of them, I went out and pissed into the sea, waiting for the god to
    strike me down. None did. Oh, and Balon was the third, but you knew that. I could not do the
    deed myself, but it was my hand that pushed him off the bridge.” The Crow’s Eye pressed the
    dagger in a little deeper, and Aeron felt blood trickling down his neck. “If your Drowned God did
    not smite me for killing three brothers, why should he bestir himself for the fourth? Because you
    are his priest?” He stepped back and sheathed his dagger. “No, I’ll not kill you tonight. A holy
    man with holy blood. I may have need of that that blood...later. For now, you are condemned to
    live.”
    A holy man with holy blood, Aeron thought when his brother had climbed back onto the deck.
    He mocks me and he mocks the god. Kinslayer. Blasphemer. Demon in human skin.
    That night he prayed for his brother’s death.
    It was in the second dungeon that the other holy men began to appear to share his torments.
    Three wore the robes of septons of the green lands, and one the red raiment of a priest of
    R’hllor. The last was hardly recognizable as a man. Both his hands had been burned down to
    the bone, and his face was a charred and blackened horror where two blind eyes moved
    sightlessly above the cracked cheeks dripping pus. He was dead within hours of being shackled
    to the wall, but the mutes left his body there to ripen for three days afterwards.
    Last were two warlocks of the east, with flesh as white as mushrooms, and lips the purplish­-blue
    of a bad bruise, all so gaunt and starved that only skin and bones remained. One had lost his
    legs. The mutes hung him from a rafter. “Pree,” he cried as he swung back and forth. “Pree,
    Pree.”
    Perhaps that was the name of the demon that he worships. The Drowned God protects me, the
    priest told himself. He is stronger than the false gods these other worship, stronger than their
    black sorceries. The Drowned God will set me free.
    In his saner moments, Aeron questioned why the Crow’s Eye was collecting priests, but he did
    not think that he would like the answer. Victarion was gone, and with him, hope. Aeron’s
    drowned men likely thought the Damphair was hiding on Old Wyk, or Great Wyk, or Pyke, and
    wondered when he would emerge to speak against this godless king.
    Urrigon haunted his fever dreams. You’re dead, Urri, Aeron thought. Sleep now, child, and
    trouble me no more. Soon I shall come to join you.
    Whenever Aeron prayed, the legless warlock made queer noises, and his companion babbled
    wildly in his queer eastern tongue, though whether they were cursing or pleading, the priest
    could not say. The septons made soft noises from time to time as well, but not in words that he
    could understand. Aeron suspected that their tongues had been cut out.
    When Euron came again, his hair was swept straight back from his brow, and his lips were so
    blue that they were almost black. He had put aside his driftwood crown. In its place, he wore an
    iron crown whose points were made from the teeth of sharks.
    “That which is dead cannot die,” said Aeron fiercely. “For he who has tasted death once
    need never fear again. He was drowned, but he came forth stronger than before, with steel and
    fire.”
    “Will you do the same, brother?” Euron asked. “I think not. I think if I drowned you, you’ll stay
    drowned. All gods are lies, but yours is laughable. A pale white thing in the likeness of a man,
    his limbs broken and swollen and his hair flipping in the water while fish nibble at his face. What
    fool would worship that?”
    “He’s your god as well,” insisted the Damphair. “And when you die, he will judge you harshly,
    Crow’s Eye. You will spend eternity as a sea slug, crawling on your belly eating shit. If you do
    not fear to kill your own blood, slit my throat and be done with me. I’m weary of your mad
    boastings.”
    “Kill my own little brother? Blood of my blood, born of the loins of Quellon Greyjoy? And who
    would share my triumphs? Victory is sweeter with a loved one by your side.”
    “Your victories are hollow. You cannot hold the Shields.”
    “Why should I want to hold them?” His brother’s smiling eye glittered in the lantern light, blue
    and bold and full of malice. “The Shields have served my purpose. I took them with one hand,
    and gave them away with the other. A great king is open-­handed, brother. It is up to the new
    lords to hold them now. The glory of winning those rocks will be mine forever. When they are
    lost, the defeat will belong to the four fools who so eagerly accepted my gifts.” He moved
    closer. “Our longships are raiding up the Mander and all along the coast, even to the Arbor and
    the Redwyne Straits. The Old Way, brother.”
    Madness. “Release me,” Aeron Damphair commanded in his sternest voice, “or risk the wroth of
    god!”
    Euron produced a carved stone bottle and a wine cup. “You have a thirsty look about you,” he
    said as he poured. “You need a drink; a taste of evening’s shade.”
    “No.” Aeron turned his face away. “No, I said.”
    “And I said yes.” Euron pulled his head back by the hair and forced the vile liquor into his mouth
    again. Though Aeron clamped his mouth shut, twisting his head from side to side he fought as
    best he could, but in the end he had to choke or swallow.
    The dreams were even worse the second time. He saw the longships of the Ironborn adrift and
    burning on a boiling blood­-red sea. He saw his brother on the Iron Throne again, but Euron was
    no longer human. He seemed more squid than man, a monster fathered by a kraken of the
    deep, his face a mass of writhing tentacles. Beside him stood a shadow in woman’s form, long
    and tall and terrible, her hands alive with pale white fire. Dwarves capered for their amusement,
    male and female, naked and misshapen, locked in carnal embrace, biting and tearing at each
    other as Euron and his mate laughed and laughed and laughed...
    Aeron dreamed of drowning, too. Not of the bliss that would surely follow down in the Drowned
    God’s watery halls, but of the terror that even the faithful feel as the water fills their mouth and
    nose and lungs, and they cannot draw a breath. Three times the Damphair woke, and three
    times it proved no true waking, but only another chapter in a dream.
    But at last, there came a day when the door of the dungeon swung open, and a mute came
    splashing through with no food in his hands. Instead he had a ring of keys in one hand, and a
    lantern in the other. The light was too bright to look upon, and Aeron was afraid of what it
    meant. Bright and terrible. Something has changed. Something has happened.
    “Bring them,” said a half-­familiar voice from the hapless gloom. “Be quick about it, you know
    how he gets.”
    Oh, I do. I have known since I was a boy.
    One septon made a frightened noise as the mute undid his chains, a half­-choked sound that
    might have been some attempt at speech. The legless warlock stared down at the black water,
    his lips moving silently in prayer. When the mute came for Aeron, he tried to struggle, but the
    strength had gone from his limbs, and one blow was all it took to quiet him. His wrist was
    unshackled, then the other. Free, he told himself. I’m free.
    But when he tried to take a step, his weakened legs folded under him. Not one of the prisoners
    was fit enough to walk. In the end, the mutes had to summon more of their kind. Two of them
    grasped by Aeron by the arms and dragged him up a spiral stair. His feet banged off the steps
    as they ascended, sending stabbing pains up his leg. He bit his lips to keep from crying out. The
    priest could hear the warlocks just behind him. The septons brought up the rear, sobbing and
    gasping. With every turn of the stair, the steps grew brighter, until finally a window appeared in
    the left­hand wall. It was only a slit in the stone, a bare hand’s breadth across, but that was wide
    enough to admit a shaft of sunlight.
    So golden, the Damphair thought, so beautiful.
    When they pulled him up the steps through the light, he felt its warmth upon his face, and tears
    rolled down his cheeks. The sea. I can smell the sea. The Drowned God has not abandoned
    me. The sea will make me whole again! That which is dead can never die, but rises again
    harder and stronger...
    “Take me to the water,” he commanded, as if he were still back on the Iron Islands surrounded
    by his drowned men, but the mutes were his brother’s creatures and they paid him no heed.
    They dragged him up more steps, down a torchlit gallery, and into a bleak stone hall where a
    dozen bodies were hanging from the rafters, turning and swaying. A dozen of Euron’s captains
    were gathered in the hall, drinking wine beneath the corpses. Left­-Hand Lucas Codd sat in the
    place of honor, wearing a heavy silken tapestry as a cloak. Beside him was the Red Oarsman,
    and further down Pinchface Jon Myre, Stonehand, and Rogin Salt­-Beard.
    “Who are these dead?” Aeron commanded. His tongue was so thick the words came out in a
    rusty whisper, faint as a mouse breaking wind.
    “The lord that held this castle, with his kin.” The voice belonged to Torwold Browntooth, one of
    his brother’s captains, a creature near as vile as the Crow’s Eye himself.
    “Pigs,” said another vile creature, the one they called the Red Oarsman. “This was their isle. A
    rock, just off the Arbor. They dared oink threats at us. Redwyne, oink. Hightower, oink. Tyrell,
    oink oink oink! So we sent them squealing down to hell.”
    The Arbor. Not since the Drowned God had blessed him with a second life had Aeron Damphair
    ventured so far from the Iron Islands. This is not my place. I do not belong here. I should be with
    my Drowned Men, preaching against the Crow’s Eye.
    “Have your gods been good to you in the dark?” asked Left­Hand Lucas Codd.
    One of the warlocks snarled some answer in his ugly eastern tongue.
    “I curse you all,” Aeron said.
    “Your curses have no power here, priest,” said Left­-Hand Lucas Codd. “The Crow’s Eye has fed
    your Drowned God well, and he has grown fat with sacrifice. Words are wind, but blood is
    power. We have given thousands to the sea, and he has given us victories!”
    “Count yourself blessed, Damphair,” said Stonehand. “We are going back to sea. The Redwyne
    fleet creeps toward us. The winds have been against them rounding Dorne, but they’re finally
    near enough to have emboldened the old women in Oldtown, so now Leyton Hightower’s sons
    move down the Whispering Sound in hopes of catching us in the rear.”
    “You know what it’s like to be caught in the rear, don’t you?” said the Red Oarsman, laughing.
    “Take them to the ships,” Torwold Browntooth commanded.
    And so, Aeron Damphair returned to the salt sea. A dozen longships were drawn up at the wharf
    below the castle, and twice as many beached along the strand. Familiar banners streamed from
    their masts: the Greyjoy kraken, the bloody moon of Wynch, the warhorn of the Goodbrothers.
    But from their sterns flew a flag the priest had never seen before: a red eye with a black pupil
    beneath an iron crown supported by two crows.
    Beyond them, a host of merchant ships floated on a tranquil, turquoise sea. Cogs, carracks,
    fishing boats, even a great cog, a swollen sow of a ship as big as the Leviathan. Prizes of war,
    the Damphair knew.
    Euron Crow’s Eye stood upon the deck of Silence, clad in a suit of black scale armor like
    nothing Aeron had ever seen before. Dark as smoke it was, but Euron wore it as easily as if it
    was the thinnest silk. The scales were edged in red gold, and gleamed and shimmered when
    they moved. Patterns could be seen within the metal, whorls and glyphs and arcane symbols
    folded into the steel.
    Valyrian steel, the Damphair knew. His armor is Valyrian steel. In all the Seven Kingdoms, no
    man owned a suit of Valyrian steel. Such things had been known 400 years ago, in the days
    before the Doom, but even then, they would’ve cost a kingdom.
    Euron did not lie. He has been to Valyria. No wonder he was mad.
    “Your Grace,” said Torwold Browntooth. “I have the priests. What do you want done with them?”
    “Bind them to the prows,” Euron commanded. “My brother on the Silence. Take one for yourself.
    Let them dice for the others, one to a ship. Let them feel the spray, the kiss of the Drowned
    God, wet and salty.”
    This time, the mutes did not drag him below. Instead, they lashed him to the prow of the Silence
    beside her figurehead, a naked maiden slim and strong with outstretched arms and windblown
    hair...but no mouth below her nose.
    They bound Aeron Damphair tight with strips of leather that would shrink when wet, clad only in
    his beard and breechclout. The Crow’s Eye spoke a command; a black sail was raised, lines
    were cast off, and the Silence backed away from shore to the slow beat of the oarmaster’s
    drum, her oars rising and dipping and rising again, churning the water. Above them, the castle
    was burning, flames licking from the open windows.
    When they were well out to sea, Euron returned to him. “Brother,” he said, “you look forlorn. I
    have a gift for you.” He beckoned, and two of his bastard sons dragged the woman forward and
    bound her to the prow on the other side of the figurehead. Naked as the mouthless maiden, her
    smooth belly just beginning to swell with the child she was carrying, her cheeks red with tears,
    she did not struggle as the boys tightened her bonds. Her hair hung down in front of her face,
    but Aeron knew her all the same.
    “Falia Flowers,” he called. “Have courage, girl! All this will be over soon, and we will feast
    together in the Drowned God’s watery halls.”
    The girl raised up her head, but made no answer. She has no tongue to answer with, Damphair
    knew. He licked his lips, and tasted salt.



    < Bu mesaj bu kişi tarafından değiştirildi janejonce -- 2 Haziran 2016; 9:01:12 >




  • The Forsaken (Türkçe)



    Canavarın midesinde her zaman gece yarısıydı. Dilsizler onun cüppesini ve pelerinini almışlardı. Saç, zincirler ve yara kabuklarından başka bir şey giymiyordu. Tuzlu su, dalgalar geldikçe bacaklarının yanında hareketlendi ve cinsel organına kadar yükseldi ve dalgalar gittikçe çekildi. Ayakları dev gibi olmuş ve şişmişti, devasa bir jambon gibi büyük ve şekilsizdi. Bir çeşit zindanda olduğunu biliyordu ama nerede veya ne kadar zamandır orada olduğundan habersizdi. Bundan önce başka bir zindandaydı ve arasında bir gemi, Sükunet duruyordu. Onu götürdükleri gece, siyah şaraba benzeyen denizde yüzen Ay’ı görebiliyordu, kötü ve arzulu bakışları ona Euron’u hatırlatıyordu. Karanlıkta sıçanlar, suyun içinden yüzüp gelerek Aeron’u uyurken ısırıyorlar ve onun bağırıp dövünmesine neden oluyorlardı. Sakalı bit ve solucanlarla dolmuştu. Onların saçında hareket ettiğini ve ısırıklarının onu tahammülün dışında kaşındırdığını hissedebiliyordu. Zincirleri o kadar kısaydı ki, kaşınmak için uzanamıyordu. Onu duvara bağlı tutan prangalar eski ve paslıydı, ayaklarını ve bileklerini kesmişti. Dalga köpürerek bir öpücük için yaklaşırken, tuz yaralarının içine girdi ve nefesinin kesilmesine sebep oldu.

    Uyuduğu zaman, karanlık yükselip onu yutuyordu ve sonra rüyalarla birlikte Urri geliyordu ve paslı bir menteşenin gıcırtıları. Onun nemli dünyasındaki tek ışık ziyaretçilerin beraberlerinde getirdikleri fenerler oluyordu. O kadar nadir geliyorlardı ki ışık gözlerini acıtıyordu. İsimsiz, ekşi suratlı bir adam yemeğini getiriyordu. Çakıl taşı kadar sert sığır eti, bitlerle kaynayan bir ekmek ve iğrenç, kokuşmuş bir balık. Aeron getirilinleri silip süpürüyor ve daha fazlası için umut ediyordu, oysa çoğu zaman yemekten sonra kusmamak için zor duruyordu. Yemeklerini getiren adam karanlık, suratsız ve sessizdi. Dilinin olmadığına, Aeron’un şüphesi yoktu. Bu Euron’un yoluydu. Işık, dilsiz adamla birlikte gidiyordu ve dünyası tekrardan tuzlu su, küf ve dışkı kokan, nemli karanlığa bürünüyordu.

    Bazen Euron’un bizzat kendi gelirdi. Aeron kendini bir rüyadan uyanmış ve kardeşini elinde bir fenerle başında beklerken bulurdu. Bir keresinde, Sükunet’te, lambayı bir yere astı ve kadehlere şarap doldurdu.

    “Benimle iç, kardeşim.” dedi.

    O gece demir işlemeli bir gömlek ve kan kırmızısı bir pelerin giymişti. Gözbandı kızıl deriydi ve dudakları maviydi.

    “Neden buradayım?” diye kurbağamsı bir ses çıkardı Aeron. Dudakları yara kabuklarıyla sertleşmişti, sesi de sertti. “Nereye yelken açtık?”

    “Güneye. Fetih için. Ganimet. Ejderhalar. İnsanlar.”

    “Benim yerim adalar.”

    “Senin yerin ben nereyi istersem orası. Kralın benim.”

    “Benden ne istiyorsun?”

    “Önceden sahip olmadığım ne önerebilirsin ki?” Euron gülümsedi. “Adalar’ın yönetimine yaşlı Erik Demiryapan’ı bıraktım ve sadakatini tatlı Asha’mızın ellerine bıraktım. Hakimiyetimin aksine vaaz vermen işim gelmez, o yüzden seni de yanımızda götürüyorum.”

    “Bırak beni. Tanrı emrediyor.”

    “Benimle iç. Kral emrediyor.”

    Euron, rahibin karışmış siyah saçından birazını tuttu ve başını arkaya yatırdı, dudaklarına şarap kadehini tuttu ama ağzına dökülen şey şarap değildi. Koyu ve yapışkan bir sıvıydı. Her yudumda değişen bir tadı vardı. Şimdi acı, sonra ekşi, sonra tatlı. Aeron tükürmeye kalktığında, kardeşi elini daha da sıkıyor ve daha çok sıvının boğazından aşağı gitmesini sağlıyordu.

    “Bu kadar rahip. Devam et. İç. Büyücülerin şarabı. Senin deniz suyundan daha tatlı ve içinde dünyadaki tüm tanrılardan daha fazla gerçek var.”

    “Lanet olsun sana!” dedi Aeron kadeh boşaldığında. Sıvı çenesinden aşağı, uzun siyah sakallarına doğru dökülüyordu.

    “Eğer bana lanet eden her adamın dilini koparsaydım, kendime bir palto yapabilirdim.”

    Aeron boğazını temizleyip tükürdü. Tükürük kardeşinin yanağına isabet etti ve orada siyah-mavi parladı. Euron bir parmağıyla temizledi ve sonra parmağını yaladı.

    “Tanrın bu gece seni affedecek. En azından bir tanrı edecek.”

    Sonrasında Buharsaçlı uyudu, zincirlerine sarınarak. Paslı bir menteşenin gıcırtısını duydu.

    “Urri.” diye seslendi.

    Orada ne bir menteşe, ne bir kapı ne de Urri vardı. Kardeşi Urrigon uzun zaman önce ölmüştü, yine de orada duruyordu. Bir kolu morarıp şişmişti ve kurtçuklerle doluydu ama yine de Urri’ydi. Hala bir çocuktu. Öldüğü günden yaşlı gözükmüyordu.

    “Denizin altında ne bekliyor biliyor musun, kardeşim?”

    “Boğulmuş Tanrı.” dedi Aeron. “Islak salonlarda.”

    Urri başını salladı. “Solucanlar. Solucanlar bekliyor seni, Aeron.”

    Kahkaha attığında yüzü değişti ve rahip onun Urri olmadığını gördü, Euron’un gülümseyen, saklı gözleriydi. Dünyaya şimdi kanlı gözünü gösteriyordu. Karanlık ve korkutucu. Baştan topuğa örtülüydü ve karanlık bir onikse benziyordu. Kararmış kafataslarından oluşan tepenin üstünde oturuyordu ve cüceler ayaklarının etrafında hoplayıp zıplarken arkasında bir orman yanıyordu.

    “Kanayan yıldızın ateşi büyüyor.” dedi Aeron’a. “Bunlar son günler, dünya parçalanıp yeniden yapıldığında, yeni bir tanrı mezarlar ve ceset çukurlarından doğacak.”

    Euron dudaklarına büyük bir boru yaklaştırıp üfledi ve ejderhalar, krakenler, sfenksler emrine girip önüne eğildi.

    “Diz çök kardeşim.” diye emretti Kargagöz. “Kralın benim. Tanrın benim. Bana tap ve seni rahibim olarak ayağa kaldırayım.”

    “Asla. Tanrısız bir adam Deniztaşı Tahtı’nda oturamaz.”

    “Neden o sert, kara kayayı isteyeyim ki? Kardeşim, tekrar bak ve nereye oturduğumu gör.”

    Buharsaçlı Aeron baktı. Kafatası tepesi gitmişti. Kargagöz’ün altındaki artık metaldi. Büyük, uzun bir tahttı. Kırılmış kılıçlar, ucu keskin demirler vardı ve hepsinin ucundan kan damlıyordu. Uzun mızrakların üstünde tanrıların cesetleri duruyordu. Bakire oradaydı ve Baba, Anne, Savaşçı, Yaşlı Bilge, Demirci, hatta Yabancı bile oradaydı. Pek çok tuhaf ve yabancı tanrıyla yan yana asılmışlardı, Büyük Çoban, Kara Keçi, Üç Başlı Trios ve Bakkalon’un Soluk Çocuğu, Işık Tanrısı, Naath’ın Kelebek Tanrısı ve daha niceleri. Ve ileride şişmiş ve yeşil yengeçler tarafından yiyip bitirilmiş Boğulmuş Tanrı, Kızıl Deniz Atı’yla beraber çürüyordu, hala saçlarından su damlıyordu.

    Sonra Kargagöz tekrar güldü ve Rahip Sükunet’in içinde çığlık atarak uyandı. Bacaklarından aşağı sidik aktı. Sadece bir rüyaydı, iğrenç siyah şarabın görüleriydi.

    Kral Şurası Buharsaçlı’nın net olarak hatırlayabildiği en son şeydi.

    Kaptanlar Euron’u omuzlarına kaldırıp onu kralları ilan ettiğinde, rahip abisi Victarion’u bulmak için sıvışmıştı.

    “Euron’un küfürleri Boğulmuş Tanrı’nın gazabını hepimizin üzerine yağdıracak.” diye uyardı. Ama Victarion inatla tanrının kardeşlerini seçtiğini ve sadece tanrıların onu indirebileceğini söylüyordu.

    Harekete geçmeyecek, diye fark etti rahip. Harekete geçecek kişi ben olmalıyım.

    Kral Şurası Euron Kargagöz’ü seçmişti ve Kral Şurası insanlardan oluşuyordu ve insanlar kolaylıkla altın ve yalanların etkisi altına girebilecek zayıf ve aptaldılar.

    “Onları buraya çağırdım, Nagga’nın Kemiklerine, Gri Kral’ın Salonu’na. Hepsini doğru bir kral seçmeleri için çağırdım ama onlar sarhoş çılgınlıklarında günah işlediler.

    Onların yaptıklarına düzeltmek Aeron’a kalıyordu.

    “Kaptanlar ve krallar Euron’u yükseltmişti ama sıradan halk onu yerle bir edecektir.” diye söz verdi Victarion’a. “Büyük Wyk’e, Harlaw’a, Oakmont’a, Pyke’ın kendisine gideceğim. Her kasaba ve köyde sözlerim duyulacak. Tanrısız bir adam Deniztaşı Tahtı’na oturamaz.”

    Kardeşinden ayrıldıktan sonra denizde teselli aradı. Boğulmuş adamlarından bazıları onu takip etmeye yeltendiler ama Aeron onları birkaç keskin sözle gönderdi. Tanrıdan başka yoldaş istemiyordu. Dargemilerin sahile yanaştığı taşlı kumullarda, beyaz köpüklerin içinde kara, tuzlu dalgalar buldu. Dalgalar kumun içine yarı batmış bir kayanın etrafında hırlıyorlardı. Su, içine girdikçe buz gibi soğuk geliyordu, yine de Aeron kılını bile kıpırdatmadı tanrısının okşamalarının karşısında. Dalgalar bir bir göğsüne çarptılar, onu şaşırtarak, ama o daha da derine zorladı ve su başının üstüne gelene dek devam etti. Dudaklarına gelen tuzun tadı her şaraptan daha tatlıydı. Hareket ettikçe sahildeki kutlama şarkılarının kükremesi duyuluyordu. Kıyıda duran dargemilerin hafif gıcırtısını duydu. Sözlerinde rüzgarın ağıdını ve dalgaların darbesini duydu. Ve onu savaşa çağıran tanrısının çekicini işitti.

    Ve orada Boğulmuş Tanrı onu bir kez daha çağırdı, sesi denizin derinlerinden yükseliyordu. “Aeron, benim iyi ve inançlı hizmetkarım, Demirdoğumlulara Kargagöz’ün gerçek olmadığını söyle. Deniztaşı Tahtı’nın haklı sahibi… sahibi…”

    Victarion değil. Victarion kendini önerdi ve reddedildi. Asha da değil. Kalbinde, Aeron Balon’un çocukları arasında en çok onu sevmişti. Boğulmuş Tanrı onu savaşçı bir ruhla kutsamıştı ama bir kadının bedeniyle lanetlemişti. Hiçbir kadın Demir Adalar’ı yönetmemişti. Asla tahtta hak iddia etmemeli ve Victarion’un lehine konuşmalıydı, kendi gücünü ona katmalıydı.

    Hala çok geç değildi, Aeron denizde buruş buruş olurken kararını vermişti. Eğer Victarion Asha’yı karısı olarak alırsa beraber yönetebilirlerdi, kral ve kraliçe. Eski günlerde her hada kendi tuz kralı ve kaya kralına sahipti. Eski usul geri dönebilirdi.

    Aeron Buharsaçlı verdiği keskin kararla kıyıya dönmek için mücadele etti. Euron’u indirecekti, kılıç veya baltayla değil, inancının gücüyle. Hafif adımlarla taşların üzerinde yürürken saçları nemli bir şekilde yüzünün önüne geliyordu. Saçlarını geri ittirdi, işte o an onu kaçırdıkları andı. Onu izleyen, bekleyen dilsizler onu kıyı ve filizler boyunca takip etmişlerdi. Bir el ağzını kapatmıştı ve sert bir şey kafatasının arkasında çatırdamıştı.

    Gözlerini açtığında Buharsaçlı kendini karanlıkta zincire vurulmuş bir halde buldu. Sonra ateşlendi ve Sükunet’in içinde zincirlerini hareket ettirdikçe kan tadı ağzına geldi. Zayıf bir adam olsa ağlardı, ama Aeron Buharsaçlı dua etti. Uyanıkken, uyurken, hatta ateşli halde gördüğü rüyalar sırasında bile, dua etti. ‘Tanrım beni sınıyor. Güçlü olmalıyım. Doğru olmalıyım.’

    Bir keresinde, önceki zindanında, Euron’un dilsiz adamı yerine bir kadın yemeğini getirmişti. Gençti, dolgun ve güzeldi. Yeşil toprakların bir leydisinin şıklığında giyinmişti. Fenerin ışığında, Aeron’un gördüğü en sevimli şeydi.

    “Kadın.” dedi. “Ben tanrının adamıyım. Sana emrediyorum. Beni serbest bırak.”

    “Ah, bunu yapamam.” dedi kadın. “Ama sizin için yemeğim var. Yulaf lapası ve bal.”

    Bir taburenin üzerine, dediklerini çıkardı ve bir kaşıkla ağzına doğru uzattı.

    “Burası neresi?” diye sordu lokmalarının arasında.

    “Lord babamın Meşe Kalkan’daki kalesi.”

    Kalkan Adaları. Evden bin fersah uzakta.

    “Ya sen kimsin çocuğum?”

    “Falia Çiçek.”

    “Öz kızı mısın?”

    “Kral Euron’un tuz karısı olacağım. Siz ve ben akraba olacağız.”

    Aeron Buharsaçlı gözlerini ona doğru yükseltti. Kabuk bağlamış dudakları, ıslak lapayla çıtırdadı.

    “Kadın.” Hareket ettiğinde zincirleri şıngırdadı. “Kaç. Sana zarar verecek. Seni öldürecek.”

    Kadın güldü. “Saçma. Öyle bir şey yapmaz. Onun aşkıyım, leydisiyim. Bana hediyeler veriyor. Çok fazla hediye. İpekler, kürkler ve mücevherler. Paçavra ve kaya parçaları diyor onlara.”

    “Kargagöz öyle şeylere değer vermez.”

    Pek çok adamın onun hizmetine girmesini sağlayan şeylerden biri buydu. Kaptanların çoğu ganimetten aslan payı alırken Euron kendisine çok az şeyi alırdı.

    “Bana istediğim elbiseleri veriyor.” dedi kız mutlu bir sesle. “Kız kardeşlerim eskiden onları beklememi söylerdi ama Euron onları tüm salona çıplak servis yaptırmak zorunda bıraktı. Beni sevmiyor olsa niye bunlar yapsın?”

    Elini karnına koydu ve kıyafetindeki kumaşı düzeltti. “Ona oğullar vereceğim. Pek çok oğul.”

    “Oğulları var. Piç ve melez olduklarını söylüyor Euron.”

    “Benim oğullarım daha önde gelecek, Boğulmuş Tanrı’nızın önünde yemin etti.”

    Aeron onun için gözyaşı döktü. Kan gözyaşları, diye düşündü.

    “Kardeşime bir mesaj iletmelisin. Euron’a değil, Victarion’a. Demir Donanma’nın Lord Kaptanı. Bahsettiğim adamı tanıyor musun?”

    Falia adamdan geriye doğru adım attı.

    “Evet.” dedi. “Ama ona herhangi bir mesaj götüremem, o gitti.”

    Gitti. Bu en zalim darbeydi. “Nereye gitti?”

    “Doğuya.” dedi. “Bütün gemileriyle. Ejderhaları Westeros’a getirecek. Ben Euron’un tuz karısı olacağım ama sevgilimin bir kaya karısı da olmalı, tüm Westeros’u onun yanında yönetecek bir kraliçe. Onun dünyadaki en güzel kadın olduğunu söylüyorlar ve ejderhaları var. İkimiz, kız kardeşler kadar yakın olacağız.”

    Aeron Buharsaçlı, kadının dediklerini hayal meyal duydu. Victarion gitmişti, yarım dünya uzaktaydı ya da ölmüştü. Kesinlikle Boğulmuş Tanrı onu sınıyordu. Bu onun için bir dersti. Kimseye tam olarak güvenemem ancak inancım beni kurtarabilir.

    O gece dalgalar zindan hücresine gelirken, dalgaların işkencesini bitirecek kadar yükselmesi için dua etti. ‘Senin gerçek ve sadık bir hizmetkarın oldum, dua ettim.’ diye sıraladı zincirlerin arasında. ‘Şimdi beni kardeşimin ellerinden kurtar ve dalgaların altında, yanındaki yerimi almamı sağla.’

    Ama kurtuluş gelmedi, Sükunet soğuk, siyah denizde ilerlerken onu sadece zincirlerini çözüp onu uzun ve taş merdivenlerden sürüklemek için gelen dilsizler vardı. Birkaç gün sonra, bir fırtınanın pençesinde taylar ürperirken, Kargagöz tekrar aşağı geldi, elinde bir fener vardı. Bu defa öbür elinde bir hançer tutuyordu.

    “Hala dua mı ediyorsun rahip? Tanrın seni terk etti.”

    “Yanılıyorsun.”

    “Sana dua etmeyi öğreten bendim küçük kardeşim, unuttun mu yoksa? İçkiyi fazla kaçırdığımda odana gelir seni ziyaret ederdim. Denizkulesi’nin tepesinde Urrigon’la bir oda paylaşıyordun. Odanın dışından dua ettiğinizi duyabiliyordum. Hep merak etmişimdir, seni seçmem için mi yoksa seni geçmem için mi dua ediyordun?”

    Euron, bıçağı Aeron’un boğazına dayadı.

    “Bana dua et. Bana dua et ve acını bitireyim.”

    “Cüret dahi etme.” dedi Buharsaçlı. “Ben senin kardeşinim. Hiçbir adam bir akraba katili kadar lanetlenmemiştir.”

    “Ve yine de bir taç takıyorum ve sen zincirlerde çürüyorsun. Nasıl oluyor da Boğulmuş Tanrı’n buna izin veriyor, üç erkek kardeş öldürdüğüm halde.

    Aeron sadece ağzı açık kalarak ona bakabildi.

    “Üç?”

    “Eh, eğer üvey kardeşleri de sayarsak. Küçük Robin’i hatırlıyor musun? Sefil yaratık. Büyük kafasını hatırlıyor musun, ne kadar yumuşak olduğunu? Tek yaptığı ağlayıp, altını pislemekti. O ikinciydi, ilki Harlon’du. Tek yapmam gereken şey burnunu kapatmaktı. Gri hastalık onun ağzını taşa çevirmişti, böylece ağlayamıyordu. Ölürken gözleri çılgına dönmüştü. Beni isimlendirdiler. Yaşam onu terk ettiğinde dışarı çıktım ve denize işedim ve tanrıya beni öldürmesi için dua ettim. Hiçbir şey olmadı. Ah, Balon da üçüncüydü ama onu zaten biliyorsun. İşi tamamen kendim yapamadım ama onu köprüden atan benim ellerimdi.

    Kargagöz hançeri biraz daha derine batırdı ve Aeron boynundan aşağı süzülen kanı hissetti.

    “Eğer Boğulmuş Tanrı’n üç erkek kardeş öldürdüğüm halde beni parçalamıyorsa neden dördüncüsü için zahmet etsin ki? Onun rahibi olduğun için mi?”

    Geriye adım attı ve hançerini kınına koydu.

    “Hayır. Bu gece seni öldürmeyeceğim, kutsal bir adamın kutsal bir kanı vardır. O kana daha sonra ihtiyacım olabilir. Şu anlık yaşamakla lanetlendin.”

    Kutsal kanlı kutsal adam, diye düşündü Aeron, kardeşi güverteye tırmanırken. ‘Benimle ve tanrımla alay ediyor. Akraba katili. Kafir. İnsan derisine bürünmüş şeytan. O gece kardeşinin ölümü için dua etti.

    Başka kutsal adamların acısını paylaşmak için gelmesi ikinci zindanda olmuştu. Üçü yeşik toprakların septonlarına ait cüppelerini giyiyordu, biri ise R’hllor’un rahibi olduğunu belli eden kızıl renklere bürünmüştü. Sonuncusuna bir adam demek pek mümkün değildi. İki eli de kemiklerine kadar yanmıştı ve yüzü yanmış ve kararmış bir dehşeti yansıtıyordu. İki kör gözü yavaşça, çatlamış yanakları ve asık yüzünün üstünde hareket ediyordu. Duvara bağlanmasından birkaç saat sonra ölmüştü. Ama dilsizler onu çürüsün diye orada bırakmışlardı. Sonuncuları doğunun büyücüleriydi. Mantar kadar beyaz tenleri ve dövülmüş gibi görünen morumsu mavi dudakları vardı. İkisi de o kadar sıskaydı ve açlıktan kıvranmış olmalıydılar ki sadece deri ve kemikleri kalmıştı. Biri bacağını kaybetmişti. Dilsizler onu bir kirişten asmışlardı.

    “Pree.” diye bağırdı ileri geri sallanırken. “Pree, pree.” Belki de bu taptığı şeytanın adıydı.

    ‘Boğulmuş Tanrı beni koruyor.’ dedi kendine rahip. ‘O, taptıkları tanrılardan daha güçlü, kara büyülerinden daha kuvvetli. Boğulmuş Tanrı beni özgür kılacak.’ Daha aklı başında olduğu vakitlerde, Aeron Kargagöz’ün neden rahipleri topladığını sorguladı, ama cevabı beğenmeyeceğini biliyordu.

    Victarion gitmişti ve onunla birlikte umut da. Aeron’un boğulmuş adamları büyük ihtimalle Buharsaçlı’nın Eski Wyk’te, Büyük Wyk’te ya da Pyke’ta saklandığını düşünüyorlardı ve ne zaman tanrısız kral hakkında konuşacağını merak ediyorlardı.

    Urrigon ateşler içinde gördüğü rüyalara musallat oldu.

    Ölüsün Urri, diye düşündü Aeron. Uyu şimdi, çocuk ve beni daha fazla rahatsız etme. Yakında sana katılacağım. Aeron ne zaman dua etse, bacaksız büyücü tuhaf sesler çıkarıyordu ve arkadaşı vahşiçe, kendi tuhaf doğulu dilinde konuşuyordu. Küfür mü dua mı ettikleri belli değildi. Rahipler de bazen yumuşak sesler çıkarıyorlardı ama anlayabileceği sözlerle değildi. Aeron dillerinin kesildiğinden şüphe ediyordu.

    Euron tekrar geldiğinde saçları tam kaşlarının üstünde bitiyordu ve dudakları o kadar maviydi ki neredeyse siyah denebilirdi. Yosunlu Tahta Tacı’nı takmamıştı. Onun yerine uçları köpekbalığı dişinden yapılmış demir bir taç vardı.

    “Ölü olan ölemez.” dedi Aeron sertçe. “Daha önce ölümü tatmıştır ve ondan bir daha korkmaz. Boğulmuştur ama çelik ve ateşle yeniden yükselir.”

    “Aynısını yapar mısın kardeşim?” diye sordu Euron. “Sanmıyorum. Bence, eğer seni boğarsam, boğulmuş kalırsın. Tüm tanrılar yalan ama seninki komik. Soluk, beyaz bir şey, bir insana benziyor ve organları kabarık ve şişmiş, balık yüzünü kemirirken saçları suda yüzüyor – hangi aptal böyle bir tanrıya tapar ki?”

    “O senin de tanrın.” diye ısrar etti Buharsaçlı. “Öldüğünde seni sertçe yargılayacak Kargagöz. Sonsuzluğu bir sümüklüböcek olarak geçireceksin, kendi karnında büzülüp kendi bokunu yiyeceksin. Eğer kendi kanını öldürmekten korkmuyorsan, boğazımı kes ve işimi bitir. Senin çılgın övünmelerinden bıktım.”

    “Kendi kardeşimi öldürmek mi? Kanımın kanını? Quellon Greyjoy’un testislerinden doğan kardeşimi? O zaman zaferlerimi kim paylaşacak? Zafer yanında sevdiklerin olduğunda daha tatlıdır.”

    “Zaferlerin boş. Kalkanlar’ı elinde tutamazsın.”

    “Neden onları elimde tutmak isteyeyim ki?” Kardeşinin gülümseyen gözleri fener ışığında parladı, mavi ve cesurdu, ayrıca kötülükle doluydu. “Kalkanlar amacıma hizmet etti. Onu bir elimde aldım ve diğeriyle geri verdim. Büyük bir kral cömerttir kardeşim. Onları tutmak artık yeni lordlarının işi. Bu kayaları ele geçirmenin şanı sonsuza kadar benim olacak. Adalar düştüğünde ise hediyelerimi büyük bir hevesle kabul eden dört aptalın hatası olacak.” Daha da yaklaştı. “Dargemilerimiz Mander kıyılarında yağma yapıyor, hatta Arbor’a ve Redwyne Boğazı’na kadar ilerliyorlar. Eski usul kardeşim.”

    “Delilik. Serbest bırak beni.” diye emretti Aeron Buharsaçlu sert bir sesle. “Ya da tanrının öfkesini üzerine çek.”

    Islanmış deri ve bir şarap kadehi çıkardı. “Yüzünde susamış bir ifade var.” dedi kadehi doldururken. “Bir içkiye ihtiyacın var. Bir tadım akşam gölgesine.”

    “Hayır.” Aeron yüzünü döndürdü. “Hayır dedim.”

    “Ben de evet dedim.” Euron kafasını, saçından tutarak çekti ve içkiyi zorlayarak ağzından aşağı boşalttı. Aeron kafasını sallayarak ağzını kenetli tutmaya çalışsa da, sonunda boğulmak veya yutmak zorundaydı.

    Rüyalar bu kez daha kötüydü. Dargemileri kaynayan, kan kırmızısı bir denizde başıboş ve yanarken gördü. Kardeşini yine Demir Taht’ta görüyordu, ama Euron artık insan değildi. Daha çok bir kalamara benziyordu, babası derinlerdeki kraken olan bir canavar gibiydi. Yüzünde burulmuş dokunaçlar vardı. Arkasında bir kadın silüeti görünüyordu, uzun ve korkutucuydu, elleri soluk alevle yanıyordu. Cüceler eğlenceleri için hoplayıp zıplıyorlardı, dişi ve erkek, cinsel bir şölene hapsedilmiş, birbirlerini ısırıp parçalaıyorlardı ve Euron’la eşi gülüyor, gülüyor ve gülüyorlardı.

    Aeron boğulduğunu da gördü. Boğulmuş Tanrı’nın ıslak salonlarına gitmek bir lütuf olsa da en inançlılar bile ağızları, burunları ve ciğerleri suyla dolup nefes alamadıklarında dehşete kapılıyorlardı.

    Üç defa uyandı Buharsaçlı ama üçünde de gerçekten uyanmamıştı. Sadece rüyanın başka bir bölümünü görüyordu.

    Ama en sonunda odanın kapısı açıldı ve elinde yemek yerine bir tomar anahtarla giren dilsiz elinde bir fener tutuyordu. Işık fazla parlak olsa da Aeron ne anlama geldiği konusunda endişe ediyordu. Parlak ve korkunç. Bir şey değişmişti. Bir şey olmuştu.

    “Getirin onları.” dedi yarı tanıdık bir ses karanlık bir kasvet içerisinde. “Çabuk olun, onun nasıl olduğunu biliyorsunuz.”

    ‘Ah, biliyorum. Onu çocukluğumdan beri tanıyorum.’

    Bir septon zincirleri çözülürken korktuğunu belirten bir ses çıkardı. Yarı boğulmuş, konuşma teşebbüsüne benzeyen bir ses. Bacaksız büyücü kara suya bakarken dudakları dua ediyor gibi görünüyordu. Dilsiz adam Aeron için geldiğinde, mücadele etmeye çalıştı ama organlarında hiç gücü kalmamıştı. Onu susturmaya bir yumruk yetti. Zincirleri çözüldü ve adım atmaya çalıştığında eski bacakları kıvrıldı. Hiçbir mahkumun durumu yürümeye uygun değildi. En sonunda dilsiz adamlar daha fazla dilsiz çağırmak zorunda kaldılar. İkisi Aeron’ı kollarından kavradı ve onu spiral merdivenden sürükledi. Çıktıkça bacakları, bıçaklanmış gibi acı veriyordu. Bağırmamak için dudaklarını ısırdı. Rahip, arkasındaki büyücülerin konuştuğunu duydu. Septon arkada aksırıp tıksırırarak yürüyordu. Merdivenin her dönüşünde etraf daha da aydınlandı ve en sonunda sol duvarda bir pencere göründü. Taştaki bir delikten başka bir değildi ve bir el bile zorlukla sığardı ama gün ışığının girebilmesi için yeterliydi.

    Altın gibi, diye düşündü Buharsaçlı. Çok güzel.

    Onu basamaklardan gün ışığına çektiklerinde yüzünde bir ılıklık hissetti ve yanaklarından yaşlar süzüldü.

    Deniz. Denizi koklayabiliyorum. Boğulmuş Tanrı beni terk etmedi. Deniz beni tekrar bir bütün yapacak. Ölen bir daha ölemez, ancak yeniden doğar, daha güçlü, daha zorlu.

    “Beni suya götürün.” diye emretti, sanki hala Demir Adalar’da ve boğulmuş adamlarıyla sarılıymış gibi ama dilsizler ağebeyinin yaratıklarıydı ve ona dikkat etmediler.

    Onu kirişlerinden cesetler sarkan, meşalelerle aydınlanan basamaklı bir yoldan geçirdiler, dönerek ve sallanarak. Euron’un tutsaklarından bir düzinesi salonda toplanmıştı, cesetlerin altında şarap içiyorlardı. Sol-elli Lucas Codd onur koltuğunda oturuyordu, ipek bir gobleni sırtına pelerin niyetine geçirmişti. Yanında Kızıl Kürekçi vardı ve daha ileride de Ziftsuratlı John Meyer, Taşkafa ve Ruggin Tuzsakal duruyordu.

    “Bu ölüler kim?” diye sordu Aeron talepkar bir şekilde. Dili o kadar şişmişti ki sözcükler paslı bir fısıltı gibi çıkmıştı, bir farenin rüzgarda çıkardığı ses kadar zayıftı.

    “Bu kaleyi savunmaya çalışan lorda yardım edenler, onun akrabaları.” dedi Torwald Bozdiş’e, ağabeyinin başak bir tutsağına ait olan ses, en az Kargagöz kadar kötü bir yaratıktı.

    “Domuzlar.” dedi başka kötücül bir yaratık olan, Kızıl Kürekçi dedikleri. “Burası onların adasıydı. Bir kaya, Arbor’a yakın. Bizi tehdit etmeye kalktılar homurdanarak[1]. Redwyne homurdandı, Hightower homurdandı, Tyrell homurdandı, homurdandı, homurdandı. Biz de onları ciyaklayarak cehenneme yolladık.”

    Arbor. Boğulmuş Tanrı Aeron Buharsaçlı’yı ikinci bir hayatla ödüllendirene kadar Demir Adalar’dan o kadar uzağa gitmemişti.

    Burası benim yerim değil. Ben buraya ait değilim. Boğulmuş adamlarımın arasında olmalıyım, Kargagöz’e karşı vaaz vermeliyim.

    “Tanrılarınız aşağıda size iyi davrandı mı?” diye soru Sol-elli Lucas Codd.

    Büyücülerden biri çirkin doğulu diliyle bir cevap verdi.

    “Hepinize lanet olsun.” dedi Aeron.

    “Lanetlerin burada bir işe yaramaz rahip.” dedi Sol-elli Lucas Codd. “Kargagöz senin Boğulmuş Tanrı’nı güzel besledi ve kurbanlarla şişmanlattı. Sözcükler rüzgardır ama kan güçtür. Denize binlercesini verdik ve o da bize zafer verdi.”

    “Kendini kutsanmış say Buharsaçlı.” dedi Taşkafa. “Denize dönüyoruz. Redwyne Filosu yaklaştıkça yaklaşıyor. Rüzgar, Dorne’u geçerken onlardan yana değildi ama sonunda Eski Şehir’deki yaşlı kadını teşvik edecek kadar yaklaştılar. Yani artık Leyton Hightower’ın oğulları Fısıldayan Şarkı’ya doğru indiler, bizi arkadan yakalayabilme umutlarıyla.”

    “Arkadan yakalanmak ne demek biliyorsun, değil mi?” dedi Kızıl Kürekçi gülerek.

    “Onları gemilere götürün.” diye emretti Torwald Bozdiş.

    Ve böylece Aeron Buharsaçlı tuzlu denize geri döndü. Onlarca dargemi kalenin aşağısındaki iskelede toplanmıştı, çoğu da kıyıda demirlemişti. Pek çok tanıdık sancak direklerinden sallanıyordu, Greyjoy’un krakeni, Winch’in kanlı ayı, Goodbrothers’un savaş borusu. Ama gemilerin kıç tarafında rahibin daha önce hiç görmediği sancaklar vardı. İki karganın eşlik ettiği bir demir tacın altında siyah gözbebekli kırmızı bir göz. Onların ötesinde pek çok ticaret gemisi sakin turkuaz denizde yüzüyordu. Coglar, carracklar, balıkçı tekneleri, hatta devasa bir cog da vardı, şişmiş bir ekmek ve devasa bir su canavarı gibiydi. Buharsaçlı onların savaş ganimeti olduğunu biliyordu.

    Euron Kargagöz Sükunet’in gövdesinde, siyah işlemeli ve Aeron’un hayatı boyunca görmediği bir zırhla örtülü duruyordu. Duman kadar siyahtı ama Euron onu en ince ipek kadar rahat giyiyordu. İşlemeler kırmızı altınla sivrilmişti ve hareket ettikçe parıldıyor ve ışık saçıyordu. Metaldeki kalıp seçilebiliyordu. Kıvrımları, kabartmalar ve gizemli semboller çeliğe işlenmişti. Valyria çeliği olduğunu biliyordu Buharsaçlı. Zırhı Valyria çeliğiydi. Bu tarz şeyler yüzyıllar önce, Kıyamet’in öncesinde biliniyordu ama o zamanlar bile bir krallığa bedeldi.

    Euron yalan söylememişti. Valyria’ya gitmişti. Delirdiğine saşmamak gerekirdi.

    “Majesteleri.” dedi Torwald Bozdiş. “Rahipleri getirdim. Onlarla ne yapılmasını istiyorsunuz?”

    “Pruva’ya bağlayın onları.” diye emretti Euron. “Kardeşimi Sükunet’e. Birini kendine al. Diğerleri için zar atın. Herbiri bir gemiye. Bırakalım da dalgaları hissetsinler, Boğulmuş Tanrı’nın ıslak ve tuzlu öpücüğünü.”

    Bu defa dilsizler onu beraberinde sürüklemedi, onun yerine Sükunet’te, pruvadaki figürün altına bağladılar. Çıplak bir bakireydi figür, ince ama güçlü, uzanmış kolları ve rüzgarın dağıttığı saçları vardı ama burnunun altında bir ağız yoktu. Aeron Buharsaçlı’yı ıslandığı zaman çekecek deri şeritlerle bağladılar. Sadece sakalı ve kumaştan kıyafetiyle örtülüydü.

    Kargagöz bir emir verdi. Siyah yelkenler yükseltildi. İpler kesildi ve Sükunet kürekçibaşının yavaş davul sesleriyle yavaşça kıyıdan uzaklaştı. Kürekler suyu çalkalayarak yükseldi, daldı ve tekrar yükseldi. Üstlerinde bir kale yanıyordu. Alevler açık pencerelerden taşıyordu.

    Hepsi denizde açıldıklarında Euron ona döndü.

    “Kardeşim.” dedi. “Perişan görünüyorsun. Sana bir hediyem var.”

    İki piç oğluna işaret etti ve oğulları bir kadını sürükleyerek pruvadaki figürün diğer yanına bağladılar. Ağızsız bakire kadar çıplaktı, pürüzsüz karnı taşıdığı çocukla birlikte daha yeni büyümeye başlamıştı, yanakları ağlamaktan kızarmıştı. Kız, çocuklar bağları güçlendirirken mücadele etmedi. Saçları yüzüne kadar iniyordu ama Aeron onu zaten tanıyordu.

    “Falia Çiçek.” diye seslendi. “Cesur ol kızım. Hepsi yakında bitecek. Ve birlikte Boğulmuş Tanrı’nın ıslak salonlarında ziyafet çekeceğiz.”

    Kız başını kaldırdı ama cevap vermedi. Cevap verecek bir dili olmadığını biliyordu Buharsaçlı. Dudaklarını yaladı ve tuzun tadını aldı.



    < Bu mesaj bu kişi tarafından değiştirildi janejonce -- 8 Haziran 2016; 13:57:22 >




  • 
Sayfa: önceki 243244245246247
Sayfaya Git
Git
sonraki
- x
Bildirim
mesajınız kopyalandı (ctrl+v) yapıştırmak istediğiniz yere yapıştırabilirsiniz.