Şimdi Ara

Dünya Petrol Krizi - Peak Oil (43. sayfa)

Daha Fazla
Bu Konudaki Kullanıcılar: Daha Az
2 Misafir - 2 Masaüstü
5 sn
3.089
Cevap
40
Favori
190.285
Tıklama
Daha Fazla
İstatistik
  • Konu İstatistikleri Yükleniyor
4 oy
Öne Çıkar
Sayfa: önceki 4142434445
Sayfaya Git
Git
sonraki
Giriş
Mesaj
  • quote:

    Orijinalden alıntı: vezir


    yeni krize çare olarak borçlarınız varsa dikkali olmanızı ve ev gibi yatırımları olanların cidd ibir fiyat veriyorlarsa satmaları daha akıllıca bir adım olacağını iletmek isterim. gerçi benim de adım atmam lazım ancak herkes doğru bildiğini her zaman uygulayamaz. Ama uyarımızı yapabiliriz.




    Şimdi düşününce, yakın zamanda öngörülen krizler olmasa bile, İstanbul gibi deprem açısından çok riskli bir bölgede varlığımı, geleceğimi demir-çimento yığınına bağlamak hiç de akıllıca gelmiyor artık.


    Anamur civarında (yukarılarında) arazi düşünüyorum.
    Suyu-güneşi bol, deprem açısında ülkedeki en güvenli zemine sahip, her türlü ziraate çok uygun toprağı ve iklimi ile en uygun yer.
    Gerektiğinde sığınılacak Toros dağları hemen arkada.

    Anamur; herşeye, hem uzak hem çok yakın duran bir yer.
    Gözlerden uzak, sakin ama ihtiyaçlarına kolayca ulaşabileceğin bir cennet.
    Mersin'de geçirdiğim 2 yılı hala özlemle hatırlarım.
    Tekrar oralara dönmek güzel olacak




     Dünya Petrol Krizi - Peak Oil



    < Bu mesaj bu kişi tarafından değiştirildi ihg70 -- 8 Haziran 2010; 1:46:30 >




  • Ohhhh my goddd!!!!

     Dünya Petrol Krizi - Peak Oil
  • Ege ve Akdeniz'deki bütün antik kentlerin birdenbire neden terkedildiğinin nedeni.
    Burak Eldem'in Marduk kitabında da bu konuda epey açıklama vardı.

    Zizim hocam, Fethiye biraz sakat gibi



    http://w9.gazetevatan.com/3_bin_yil_onceki_buyuk_felaket_/268710/30/Dunya

    quote:



    3 bin yıl önceki büyük felaket
    Ege Denizi’nde patladı İsrail'e kadar ulaştı

    Ege Denizi’nde 3 bin yıl önce patlayan Santronii adasındaki volkanın bir medeniyeti ortadan kaldırdığı dev tsunami dalgalarının İsrail'e kadar ulaştığı ortaya çıktı.

    Amerikalı, İsrailli ve kanadalı bilim adamlarının yaptığı araştırmaya göre dünyanın en büyük ve en yıkıcı volkan patlaması Milattan önce 1450 yılında Ege denizinde yaşandı. Santorini adasın'da bulunan Thera volkanın patlamasıyla gerçekleşen tsunami , Girit, Mısır, Kıbrıs, ve Türkiye'de yıkıcı sonuçlar doğurdu. Ege kıyılarında kurulu olan Minoan uygarlığı bu felaket sonrasında ortadan kayboldu. Tsunami dalgaları İsrail'e kadar ulaştı. Ölü sayısı bilinmiyor ancak Ege denizindeki patlamanın Dünyanın en büyük volkan felaketi olan Endonezya'daki Krakatoa volkanın felaketinden daha fazla olduğu belirtildi.

     Dünya Petrol Krizi - Peak Oil






  • Çakaaaallll!!!!! Zaten bu cinliği yapsa yapsa Buffett yapar, tam yeri tam zamanı diye düşünmüş olmalı.. Kıs kıs gülüyordur..

    Buffet`in büyük kumarı

    Amerikalı yatırım Warren BUffet 34 milyar dolara demiryolu şirketi satın alıyor.

    Amerikalı yatırımcı Warren Buffet'in sahibi olduğu Hathaway Inc. şirketinin, bir demiryolu taşımacılığı şirketi olan Burlington Northern Santa Fe Corp.'nın yüzde 77'sini 34 milyar dolara devralacağı açıklandı.

    Warren Buffet'in gerçekleştirdiği en büyük devralma olacak. Demiryollarının bir ülkeni gelişmesinde çok önemli bir rolü olduğunu açıklayan Buffet, Bu ABD ekonomisinin geleceğine bir yatırımdır dedi.

    Buffet'in devralacağı şirketin ödenmemiş borcunun ise 10 milyar dolar olmasından ötürü ile Buffet'ın cebinden 44 milyar dolar çıkmış olacak.

    http://www.hurriyet.com.tr/ekonomi/12848672.asp?gid=229




  • ABD'de yaşayanların mutlaka, Türkiyede yaşayanların ise haberdar olmaları için okumaları gereken uzun ve güzel bir analiz yazısı..

    Bahsedilen bu faşist yönetim ''küresel sermaye'' yi mahvedecektir, görüşümü hala koruyorum, Wall Street'ı tümden yıkacaklarını düşünüyorum.. Main Street yani muhafazakar Amerikan değerleri öne çıkıp, global Amerikan değerleri alaşağı edilecektir..

    http://www.habervakti.com/?page=news_details&id=17321

    ABD Faşizmin Eşiğinde
    17 Ekim 2009 Cumartesi 16:01
    Bush yönetimiyle birlikte Amerikan siyasetinde dönen tehlikeli dalgalar artıyor

    Sara Robinson , The Campaign for America's Future
    Çeviri: Ayşen Baylak

    Bush yönetiminin karanlık yılları boyunca, ilerici insanlar dehşet içerisinde Anayasal korumaların yok olduğunu, yerlici retoriğin arttığını, nefret söyleminin gözdağı ve şiddete dönüştüğünü ve ABD Başkanının kendisi için tarihin en kötü diktatörlerinin talep ettiği güçleri elde ettiğini izlediler.

    Her yeni rezaletle, kendini sağ kanat kültür ve politikada uzman olmuş gören bir avuç insan olarak, endişeli okuyuculardan şu soruları işittik: Bu mu? Sonunda Faşist bir devlet mi olduk? Hala orada mıyız? Ve bu soru her sorulduğunda, Chip Berlet, Dave Neiwert ve Fred Clarkson gibi insanlar uzun yoldaki bir aile babası gibi, haritasına bakıp zoraki bir ikna gülümseyişiyle gülümseyip şunu söylediler. “Pekâlâ, kötü bir yoldayız, gidişatımızı değiştirmezsek oraya gidebiliriz. Ancak hala zamanımız ve geri dönme şansımız var. Merak etmeyin. Göründüğü kadar kötü değil, henüz o raddeye varmadık.”

    Bu azaplı yolculuktaki mesafeyi tahmin etme konusunda çoğumuz ülkelerin nasıl faşizme kaydığı konusunda dünyanın en seçkin ilim adamı olan tarihçi Robert Paxton’un çalışmasına dayandık. 1998 yılında Modern Tarih Dergisinde yayınlanan bir makalede Paxton yeni oluşan faşist hareketleri teşhis etmenin en iyi yolunun onların retorikleri, politikaları veya estetikleri olmadığını ifade ediyordu. Aksine olgun demokrasiler de belirgin bir süreçle faşistleşebilirler ve beş aşamadan oluşan bu süreç 20. yüzyılın faşist rejimlerini birbirine bağlayan ortak bir kıstastır. Paxton’dan okuduğumuz bu aşamalara göre henüz oraya ulaşmamıştık. Belli işaretler gözümüze ilişiyordu ancak henüz tamamını görmüyorduk.

    Ve artık o noktadayız. Aslında ne aradığınızı bilirseniz aniden her yerde görebilirsiniz. Çoktandır bana bu soru sorulmuyor ancak bugün bana soracak olursanız son dönemeçten park alanına döndük ve park edecek yer arıyoruz. Her iki durumda da, faşist Amerikan geleceğimiz artık önümüzde görünüyor ve Amerikan demokrasisine değer veren bizler buraya nasıl geldiğimizi anlamak, şu anda nelerin değiştiğini görmek ve bu insanların kazanmasına veya elinde olanları tutmalarına izin verilirse yakın gelecekte bizi nelerin beklediğini bilmek zorundayız.

    Faşizm Nedir?


    Sözcük çok fazla kişi tarafından uzun zamandır çok yanlış şekilde kullanıldığı için, Paxton’un ifade ettiği gibi, “Herkes birilerinin faşistidir”. Bu durumda, bu meseleye Paxton’un faşizmi tarifini gözden geçirerek başlayacağım. “Faşizm, liberal demokrasinin bölünme ve zeval ortaya çıkarmakla suçlandığı ve toplulukların birlik, enerji ve saflığını zorlamaya niyet eden toplumsal düzen ve siyasi otorite sistemidir.” Başka bir yerde bu tanımı şöyle daha da açık hale getiriyor. “Toplumun kötüleştiği, aşağılandığı ve kurban olduğu şeylerle takıntılı derecede meşgul ve bunları telafi mahiyetinde birlik, enerji ve saflık kültleriyle dolu bir tür siyasi davranıştır. Bu görüşte, kitle temelli bir parti kendini adayan milliyetçi militanlardan oluşturulur ve geleneksel elitlerle etkili bir işbirliği içerisinde çalışır, demokratik özgürlükleri terk edip iç temizlenme ve dış yayılma hedeflerine ulaşmak için etik ve yasal sınırlar olmaksızın kurtarıcı bir şiddetin peşinden gider. Jonah Goldberg’in yanı sıra bu pek çok bilim adamının üzerinde mutabakata vardığı bir tanım olduğu için ben de bu yazıda bunu kullanıyorum.

    Proto- Faşizmden Uç Noktaya


    Paxton’a göre faşizm beş aşamada ortaya çıkar. İlk ikisi bizim arkamızda kalmış durumda ve ileri görüşlü insanlar üçüncüye özellikle dikkat etmelidirler.
    İlk aşamada milliyetçi bir tür yenilenmeyi etkileyecek kırsal bir hareket ortaya çıkar. Sürekli birlik, düzen ve saflık kavramlarına vurgu yaparak bozulan toplumsal düzeni yeniden inşa etmek için bir araya gelirler. Hikâye her ülkede farklı olabilir ancak kültürün kayıp mit ve değerlerini yeniden uyandırarak ve toplumu yabancıların ve entelektüellerin zehirleyici etkisinden kurtararak kaybolan ulusal şerefi yeniden canlandırma vaadiyle neşv-ü nema bulur.

    Faşizm, kriz halindeki olgun bir demokrasinin huzursuz toprağında gelişir. Paxton Klu Klux Klan’ın İç savaş sonrası yeniden yapılanmaya tepki olarak kurulan modern zamanlardaki ilk otantik faşist hareket olduğunu ileri sürmektedir. Avrupa’daki belli başlı her ülkede Birinci Dünya Savaşından sonraki korkunç yıllarda az çok faşist bir hareket filiz vermiştir ancak çoğu ya ilk aşamada veya ikincisinde kalmıştır. Rick Perlstein’ın iki Barry Goldwater ve Richard Nixon üzerine iki kitabında belgelendirdiği gibi, modern Amerikan muhafazakârlığı aynı temalar üzerine bina edilmiştir. Amerikan proto faşizminin 1960ların ayaklanmalarından geleneksel, beyaz, Hıristiyan ve erkek baskın Amerika masumiyetini yeniden tesis etme vaatleriyle nasıl kurtuluş sunduğunun izleri takip edilebilir. Bu görüş öyle benimsendi ki tüm Cumhuriyetçi parti açıkça bu çizgide kendisini tanımlıyor. Bu son aşamada, ırkçı, cinsiyetçi, dışlayıcı ve korku ve nefret siyasetine bağımlı bir haldedir. Daha da kötüsü bundan utanç duymamakta ve kimseden de özür dilememektedir. Aynı anlatı iplikleri tarihteki her faşist hareket içerisinde kendi yolunu örmüştür.

    İkinci aşamada, faşist hareketler gerçek siyasi partilere dönüşürler ve iktidar masasında yerlerini alırlar. İlginçtir ki, Paxton’un atıfta bulunduğu her örnekte politik taban ülkenin kırsal, az eğitimli kesimlerinden gelir ve hepsi büyük toprak sahipleri adına çiftlik işçilerinin gözünü korkutan kundakçı çeteler olarak kendilerini sunarak iktidara gelirler. KKK siyah ortakçıların haklarını elinden almış ve kendisini Jim Crow’un icra kolu olarak kurmuştu. İtalyan Squadristi ve Alman Brownshirts çiftçi grevlerini kırarak kendilerini var ettiler. Ve şu günlerde Cumhuriyetçi Parti ABD’deki Hispanik tarım işçilerine hayatı cehenneme çeviren göçmen karşıtı grupları onaylıyor. Hispaniklere karşı şiddet arttıkça eğer taktik tutarsa geri kalanların da gözünü korkutmak için kullanacaklar.

    Paxton ikinci aşamada ilerleme kaydetmenin bazı görece kesin şartlara bağlı olduğunu yazıyor: liberal devletin zayıflığı ve kendi başına iktidarı devam ettiremeyecek sağın gelişen solu meşru bir ortak olarak görmemesinden dolayı oluşan siyasi tıkanıklık”. Hitler ve Mussolini’nin aynı benzer şartlarda iktidara geldiklerini ifade ediyor. “Anayasal hükümetin tıkanması, kitlesel bir halk seferberliği karşısında kontrolü sağlayamayacakları düşüncesiyle kendilerini tehdit altında hisseden muhafazakâr liderler, ilerleyen bir Sol ve bu sol ile birlikte çalışmayı reddeden sağcı liderler”.

    Ve daha da kötüsü: “En önemli değişkenler… Muhafazakâr seçkinlerin faşistlerle çalışmaya meyilli olması ve krizin derinliğinin onları iş birliğine mecbur etmesidir.”
    Bu tasvir ürkütücü bir şekilde Kongredeki Cumhuriyetçilerimizin kendilerini buldukları dar geçide benzemektedir. Cumhuriyetçi Parti kendi yaptığı ulusal felaket serisince aşağılanmış, reddedilmiş ve kötü bir statüye itilmiş olmasına rağmen, lider kadrosu yeni seferber olmuş ve yükselen Demokratlarla işbirliği yapmayı tahayyül dahi edememektedir. İktidara gelmek için meşru yollar yeterli olmayınca son umutları tabanlarının aşırı kesimlerini ani vuruş timi olarak kullanarak Amerikan demokrasisini zorla ortadan kaldırmaya çalışıyorlar. Seçimleri veya siyaset mücadelelerini kazanamazlarsa bunu sokaklara taşımaya ve Amerikalıları kaba kuvvetle susturmaya ve yardakçılığa razı etmeye çalışacaklar. Bu kutsal olmayan ittifak sağlanınca, üçüncü aşama yani tam teşekküllü faşizm hükümeti başlıyor.

    Üçüncü Aşama


    Bush yıllarında ilerici sağ kanat izleyicileri bunu “faşizm” olarak nitelendirmediler çünkü baksak da Amerikan muhafazakâr seçkinleri ile yükselen ülkede yetişen kalabalıklar arasında ciddi ve güçlü bir ittifakın işaretlerini görmedik. Ana dalga muhafazakâr liderlerin ağzında kısa flörtler şeklinde geçici siyasi ittifaklar, para ilişkileri gibi noktalar gördük. Tamamen şartlara bağlı ve geçici idi. İki taraf da arasında şeffaf bir mesafe bıraktı en azından kamusal alanda. Kapılar arkasında olanı ancak tahmin edebiliriz. Şu gerçek ki asla evli bir çift gibi hareket etmediler.

    Şimdi artık tahmin oyunu sona erdi. Dick Armey’in Özgürlük Çalışmaları, Tim Phillips’in Refah için Çalışan Amerikalılar gibi gruplar FOX News’in devasa medya desteğiyle oluşturulduğu şüphe götürmeyen bir gerçek. Şehir efsaneleri yaratan Birther velveleleri gibi şeylerin Kongredeki Cumhuriyetçiler tarafından onaylandığını biliyoruz. Armey’nin kendi profesyonel olarak üretilen sahasında muhafazakâr çeteleri demokratik yönetim sürecini akamete uğratmak için nasıl yetiştirdiğini ve bazılarının binalarını silahlı korumalarla terk etmek zorunda kalacak kadar kamu görevlilerini korkutup tehdit ettiklerini gördük. Cumhuriyetçi Meclis azınlık Lideri John Boehner rahatsız edici videoları alkışlıyor ve “Kongredeki Demokratlar için uzun ve sıcak bir Ağustos’u” dört gölse bekliyor.

    Beklediğimiz işaret budur. Amerikanın muhafazakâr seçkinleri açıkça ülkenin huzursuz aşırı sağ eşkıya lejyonlarıyla birbirine karıştı. Açıktan açığa onları vekil tayin ettiler ve Amerika caddelerinde kendilerinin icra kolu olarak hareket etmeleri için güçlendirdiler ve böylece kendilerinin siyasi veya ekonomik tekliflerini yerine getirmeyecek işçiler, liberaller ve kamu görevlilerine sataşma ve yıldırma için kullanıyorlar. Bu, Hitler faşizminin başladığı katalizör noktası ve bunu durdurmak için de son şansımızın olduğu yer.

    Sınır noktası


    Paxton’a göre, bu üçüncü aşama ittifakının yavaş yavaş ilerlemesi kritik anı oluşturuyor ve işin kötüsü, bu noktaya geldiğiniz zaman bunu durdurmak için de çok geç kalmış oluyorsunuz. Buradan, küçük çaplı eşkıyalıklar işkence, öldürme ve belli grupların sistematik olarak saf dışı edilmesine dönüştükçe, iktidar yapısının en tepesinde halk tarafından yönetilenleri tırmandırıyor. İşçi Bayramından sonra Demokratik senatörler ve temsilciler Washington’a döndüğü zaman onları rahatsız etmek için oluşturulan kalabalıklar aynı taktikleri bulundukları yerlerde rengini, dinini veya siyasi görüşünü beğenmedikleri herkese karşı kullanıyorlar. Bazı yerlerde notlar ve isimler alıyorlar. Tehlike sınırı nerededir? Paxton bize bunu doğruca gösterecek üç soru soruyor:

    1. Yeni veya küçük çaplı faşizmler temel menfaatleri ve duyguları temsil eden partilerde kök salıyor ve siyaset sahnesinde ciddi etkiler gösteriyorlar mı?
    2. Ekonomik veya anayasal sistem mevcut otoritelerin görünüşte çözemeyeceği bir tıkanma durumunda mı?
    3. Hızlı bir siyasi seferberlik geleneksel seçkinlerin kontrolünü, onları görevde kalabilmeleri için sıkı yardımcılar aramaya itecek noktaya dek tehdit ediyor mu?

    Benim tahminime göre, her üç sorunun cevabı da olumlu ve faşizme giden yolda oldukça ileri bir noktadayız.

    Önümüzdeki Yol

    Tarih bize bu ittifak bir kez gerçekleşirse ve iktidar için başarılı bir teklifte bulunursa bundan kurtuluş yolu yoktur. Son kitabı The Eliminationists (Elemeciler)de Dave Neiwert’in yazdığı gibi, “eğer faşizmi sadece olgun halinde tespit edersek- şiddet ve yıldırma taktiklerinin kullanılması, kitle gösterileri vs.- durdurmak için çok geç olacaktır. ABD’deki otantik popüler bir faşizmin dindar ve Siyah-karşıtı olacağı öngörüsünde bulunan Paxton eğer şirket ve aşırı sağcı alt sınıflar ittifak kurarlarsa çabucak iktidarı elde edip son demokratik hükümet izlerini de yok edebilirler. Bir kez kazanmaya başladılar mı tüm ülke son iki aşamaya girecek ve şimdiyle son nokta arasında hiçbir dur durak tanımayacaktır.

    Bizi ne bekliyor? Dördüncü aşamada ikili ülkenin tam kontrolünü ve alt sınıflardan gelenlerle muhafazakâr seçkinlerin kurumları –kilise, ordu, profesyoneller ve zengin iş sınıfı- arasında güç mücadelesini ön görüyorlar. Kim baskın çıkarsa rejimin karakterini o belirliyor. Eğer parti üyeleri kazanırsa devamında otoriter bir polis devleti ortaya çıkabilir. Eğer muhafazakârlar onları kontrol altına alırlarsa, daha geleneksel bir teokrasi, şirketokrasi veya askeri bir rejim zamanla ortaya çıkabilir. Ancak her iki durumda da bu ittifakın ortadan kaldıracağı şey demokrasi olacaktır.

    Paxton beşinci aşamayı “radikalleşme veya düzensizlik” olarak betimliyor. Eğer yeni rejim büyük bir askeri başarı sağlarsa radikalleşme daha olasıdır ve sistem yayılma ve geniş çaplı toplumsal mühendislik projeleriyle gücünü sağlamlaştırır (Bkz. Almanya) Radikalleştirici bir olay yoksa düzensizlik başlar ve devlet kendi amaçları içerisinde yozlaşarak tutarsızlaşır (Bkz. İtalya)
    Şimdi sağdaki söz dalaşına bakmak ve bunu en gülüncünden bir siyasi tiyatro olarak görmek çok kolaydır. Bu acayip bir kukla gösterisidir. Bu insanlar ciddi olamazlar. Tamam, kızgınlar ancak azınlıklar, iktidarda değiller ve öfke nöbeti geçiriyorlar. Yetişkinler beş yaşındaki kızgın bir çocuk morarıncaya kadar nefesini tutmakla tehdit edince endişeleneceği kadar endişeleneceklerdir.

    Maalesef tüm bu gürültü ve atıp tutma aslında tehlikeyi gizliyor. Bu insanlar bir linç kitlesi kadar ciddiler ve ilk adımı da atmış bulunuyorlar. Kendi yerlerini, menfaatlerini ve itibarlarını korumak için onları kullanan ülkenin en güçlü insanlarının desteğiyle birlikte sivil itaatsizliğe kendilerini adayarak daha uzun süre daha mağrur ve daha yüksek sesle bağırarak yürüyebileceklerdir. Sonuna yaklaştık. En iyi uzmanlarımızın tam teşekküllü faşizmin nerede başladığını anlattıkları noktadayız. Her gün Kongredeki muhafazakârlar, sağ kanatta konuşanlar ve onların gürültülü gözdeleri bizim ülkeyi idare etme kabiliyetimizi durduracaklar ve sonraki gün yavaşça tarihin hiçbir ülkenin geri dönemediğini söylediği final çizgisini geçmiş olacağız.
    Peki, nasıl geri çekilebiliriz? Bir sonraki yazımın konusu da bu olacak.

    -------------------------------------------

    Ayrıca bir dipnot bilgisi,

    http://mediadecoder.blogs.nytimes.com/2009/10/26/cnn-drops-to-last-place-among-cable-news-networks/?hp

    Nazi sempatizanlığı ile suçlanan O'Reilly prime time şampiyonu ve FOX News açık ara lider..

    Muhafazakar Amerikanlar bileniyor..

    Malum ABD'de yaşayanların can güvenliği için serbest bir link önerisi var, Türkiye için geçerli değildir, zaten bulunmaz :) .. (Site koşullarına göre silinmesi mi gerekir, serbest mi bilemiyorum ama yine de koyayım, bilen beni uyarabilir.)

    http://www.gunbroker.com/Auction/ViewItem.asp?Item=144596512




  • quote:

    Orijinalden alıntı: hazardousmen

    Malum ABD'de yaşayanların can güvenliği için serbest bir link önerisi var, Türkiye için geçerli değildir, zaten bulunmaz :) .. (Site koşullarına göre silinmesi mi gerekir, serbest mi bilemiyorum ama yine de koyayım, bilen beni uyarabilir.)

    http://www.gunbroker.com/Auction/ViewItem.asp?Item=144596512


    Can güvenliği konusu sadece Amerikalılar'ın değil bizlerin de sorunu olacak.
    Çok ciddi asayiş sorunlarının olacağı aşikar.
    Özellikle kırsal alana gidip yerleşmeyi düşünenler için silah olmazsa olmazlardandır (Bunu daha önceki bir mesajımda da yazmıştım)

    Aşağıdaki Safir T-14 pompalı tüfek (yivsiz).
    10+1 fişek kapasitesi var
    30 metreden .5 mm sacı deliyor.
    Tam otomatik.
    100 metreden etkili atış yapıyor.
    Buna sahip olmak için basit bir avcı tezkeresi çıkarmak yeterli.
    Evin bir köşesinde bulunsun.


     Dünya Petrol Krizi - Peak Oil


     Dünya Petrol Krizi - Peak Oil


    http://www.youtube.com/watch?v=buZLlYOpqQ4





  • Çin ham petrol stoklarını yayınlamayı kesmiş... Azalmaya mı başladı acep??

    http://www.reuters.com/article/rbssEnergyNews/idUSPEK16809420091103?rpc=401&amp;

    * OGP was only source of China crude oil inventories data

    * No word on why data was withdrawn

    * Market left with only one sporadic source on fuel stocks

    By Tom Miles and Eadie Chen

    BEIJING, Nov 3 (Reuters) - China OGP, an oil industry newsletter issued by Xinhua news agency, will no longer publish data on China's stockpiles of crude oil, gasoline and diesel, it said on Tuesday.

    The move removes the only public source of information on Chinese crude and fuel stockpiles, key information for oil traders trying to assess the real level of demand in China, the world's second-biggest oil consumer.




  • GDO olayı artık hergün haber bültenlerinde yer almaya başladı. En azından birileri doğruları açıklamaya çalışıyor .Yazı uzun o yüzden link veriyorum.


    10 soruda Genetiği Değiştirilmiş Organizmalar

    Resmi Gazete'de yayımlanarak yürürlüğe giren gıda ve yem amaçlı genetik yapısı değiştirilmiş organizmalar (GDO) ve ürünlerinin ithalatı, işlenmesi, ihracatı, kontrol ve denetimine ilişkin yönetmelik ülkemizde büyük bir tartışma yarattı. GDO'lu ürünlerin insan sağlığına etkisi ne olacak? Sorusu tartışmalarda öne çıkarken konunun henüz gündeme gelmeyen ekonomik-ticari pek çok yönü de olduğu yavaş yavaş belirginleşiyor. Önümüzdeki günlerde konuyla ilgili yasa tasarısının da Meclis'e getirileceğini göz önüne alarak, uzun süredir konuyu kamuoyunun gündeme getirmek için çaba harcayan Çiftçi Sendikaları Konfederasyonu'nun hazırladığı broşürden bir bölümü yayımlıyoruz

    http://www.radikal.com.tr/Radikal.aspx?aType=RadikalDetay&ArticleID=962696&CategoryID=85




  • quote:

    Orijinalden alıntı: hazardousmen

    Çin ham petrol stoklarını yayınlamayı kesmiş... Azalmaya mı başladı acep??

    FED'in M3'ü yayınlamayı kesmesi aklıma geldi. Para arzının iyice kontrolden(kimin kontrolünden? =)) çıktığının bir belirtisiydi. Rahmetli Kennedy ne diyor, gizlilik kelimesinin telaffuzu açık ve özgür bir toplumda mide bulandırıcıdır diyor. (Bu başlık ve benim blog da bulantı hapı oluyor =) ) Bu da faşizm oluyor. Faşizmle ilgili yazıyı faşist yazarların toplaştığı bir siteden alıntılamanız da ilginç. O analiz yazısının bir benzerinin bu ülkede yazılmayışı da ilginç. Gazeteci ve yazarlar düşünce üretmiyor bu ülkede. Gazeteci, aydın dediğiniz adamların oyalanmaları için önlerine bir yumak atılıyor, onlar da dolanıyorlar kıyasıya. Sahne arkasına kafasını uzatan yok. Uzatanlar marjinal diye hor görülüyor, olacak iş değil. Yazıda anılan belirtiler burada da mevcut. Hem de uzun süredir. Faşizmin içinde yüzüyoruz biz. Sadece politik seviyede değil, kafanızı çevirdiğiniz her yönde adamcılık, dışlama, baskı, zorlama var. Kronik hale gelmiş. ABD tam gaz 1984'e doğru gidiyor, evet. Türkiye de öyle. İç savaş çıkarmak için şu anda çok yönlü bir operasyon var Türkiye'de. Yaralar hatır hatır kaşınıyor. Vizyona giren filmler bile "ayarlanmış". Millet birbirini kesmeye başlasın, sonra biri bizi kurtarsın. Senaryo bu. Bakan "kaçın grip var" dedi diye Ankara'lılar toz maskesi takmaya başladıysa bu milleti yönlendirmek çok kolaylaşmış demek. Demek ki tuts, aport şeklinde bir talimatla insanlar saldırıya geçebilecek kıvama gelmiş. Böyle bir ortamda Safir T-14 bizi korur gibi gözükse de benim şüphelerim var. Çünkü kılıçla yaşayan kılıçla ölür.

    _____________________________
    buyukcokus.com




  • Önce Sigara yasağı geldi. Sağlık Bakanlığı örneğinde devlet gücünü sınadı. Çok sert bir geçiş yaşadı insanlar. Sanki tek sağlık tehdidi tütündenmiş gibi.
    Ama GDO tehdit değil. Yiyecek katkıları tehdit değil. Eloktro manyetik kirlilik zararlı değil.

    Şimdi de Domuz gribi ve aşısı ile güç deneniyor.
    Garip olan şu ki Başbakan bile isyan etti.

    Kim bu oyunun senaryo yazarı merak ediyorum..
  • quote:

    Orijinalden alıntı: plcmn

    Önce Sigara yasağı geldi. Sağlık Bakanlığı örneğinde devlet gücünü sınadı. Çok sert bir geçiş yaşadı insanlar. Sanki tek sağlık tehdidi tütündenmiş gibi.
    Ama GDO tehdit değil. Yiyecek katkıları tehdit değil. Eloktro manyetik kirlilik zararlı değil.

    Şimdi de Domuz gribi ve aşısı ile güç deneniyor.
    Garip olan şu ki Başbakan bile isyan etti.

    Kim bu oyunun senaryo yazarı merak ediyorum..




    CIA ve onun think-tank kardeşleri. Yönetmeliği Monsanto yazdı. Perşembe'nin gelişi Çarşamba'dan belliydi:http://www.tumgazeteler.com/?a=4999453
    ABD tarım bakanlığı Monsanto'nun yan kuruluşu. Monsanto da CIA'nın... Güç sınaması tespitiniz çok isabetli. Bu bir testti. Ama zalimin altın ilkesini hatırlayalım, her zaman bir taşla en az iki kuş vurulur. İnsanları içkili mekanlardan uzaklaştırmak da ikinci faydası bu yasağın. Benzer bir sınayarak ilerleme durumu polis kanununda var. Yetkiler araya zaman koyarak, küçük küçük artırılıyor. Bugünlerde memleket tiyatro sahnesine döndü iyice. Son iki sayfada yazdıklarımızı hatırlamaya çalışarak kitleleri uyutma operasonunda izlenen yöntemleri topralamaya çalışayım:

    1) Rakibe vurup bana vuruyor diye veryansın etmek:
    İsrail'in artık kitabını yazdığı yöntem. Filistin'i bombalar, aynı anda ajanslara Filistin'li teröristlerin saldırıları haberleri düşer. Mandacı irtica devletin her kademesine girer, demokrasiyi, hukuku ayaklar altına alır, ama hukuku engellediği öne sürülen bir derin yapılanmadan şikayet edilir. Polis her gösteride birilerinin kafasını, kolunu kırar, televizyon aynı olayı polise saldırdılar şeklinde verir.

    2) "Kuşa bak, kuşa bak" yöntemi:
    Gündem açılımla, türbanla, günün kuşu neyse onunla karartılır, gece yarısı af yasaları, teşvik yasaları, GDO yönetmelikleri çıkarılır.

    3) Gerçeğin tam tersini söylemek:
    GDO serbest bırakılır, bakanlık yasakladık der. GDO zararlıdır, ama hükümete bağlı basın ısrarla zararsızdır diyen "bilirkişi"leri ön plana sürer.

    4)Tekrar tekrar söylemek:
    Hitler'in başarısının kilit adamı, propaganda bakanı Göbbels "Bir şeyi yeterince tekrar ederseniz insanlar inanır. Doğru olması gerekmez." buyuruyor. Zeitgeist'ı izlediyseniz New York belediye başkanının aynı konuşmada yüzlerce kez "terör" kelimesini kullandığını gösteren bölümü hatırlarsınız. Bu kısım YouTube'da da vardı, silinmediyse. Bu yöntemi geniş düşünün. İnanılması istenen şeyi tekrarlamanın yanında, göze çarpması istenen, insanların fark etmesi, memnun olması, rahatsız olması istenen konular tekrar tekrar işlenir. Bugünlerde açılımla eşzamanlı olarak aynı yarayı kaşıyan Nefes ve İki Dil Bir Bavul filmlerinin gösterime girmesi en güncel örnek.

    5) Belden aşağı vurmak:
    "Vatan hainlerinin son sığınağı vatanseverliktir."
    Bernard Shaw
    "GDO'ya karşı çıkanlar vatan hainidir."
    Tarım Bakanı Mehdi Eker
    -yorumsuz-


    Daha fazlası için:
    Twenty-Five Ways To Suppress Truth: The Rules of Disinformation
    http://www.whale.to/m/disin.html
    ______________________________
    www.buyukcokus.com




  • "Bu kirli çark kimin lehine?

    Tıpkı kuş gribi, domuz gribi, kene ve benzerleri gibi... Bu kez yenilerini yok etmek için yeni ve daha yoğun ilaç kullanımı gerekecek! İşte daha verimli, daha yararlı denilen ve hükümetimizi, milletvekillerimizi ikna etmeye çalışanların önerdiği yeni tarım modeli ardındaki çok kirli işler!Kemal Özer/ Gıda Hareketi

    `Deccalî güç ve işbirlikçileri insana `şah` dedi`

    Türkiye`de bazı çiftçiler bu riskin farkında olan İngiltere Kraliçesi için, doğal tohumlar ile asla ilaç ve gübre kullanılmayan meyve ve sebzeler yetiştirmekte. Devletimiz de kendi personeli ve aracı ile Kraliçe`ye bilabedel servis vermekte. İngiltere Kraliçesi`ne bilabedel hizmet eden devletimiz, tebaasına doğal gıdayı bile çok görüyor. Demek ki insan haklarından yararlanabilmek için herkesin `kral` olması gerekiyor.

    Dünyada ekilebilir tarım alanı 300 milyon hektar iken bugün itibariyle bu alanların yaklaşık yarısında (150 milyon hektar civarında) genetiği değiştirilmiş tarım ekimi yapılıyor. Şimdilik 200 milyar dolar civarında seyreden dünya tohum pazarının hedefi çok daha büyük.

    Hali hazırda tarım arazilerini ve çiftçilerini GDO`lu ürünlere kaptıran otuzu aşkın ülke var. Bu ülkeler, büyük oranda GDO`lu tohum pazarının hâkimi Monsanto`nun çağdaş sömürgelerini oluşturuyorlar.

    1901`de kurulan ve adı `şeytan şirket`e çıkan Monsanto, 3500`den fazla tohum türünün patentini almış 150`den fazla ülkede faaliyet gösteren bir şirket. Monsanto birçok kişi için bilindik bir isim değilse de, Pfizer İlaç (Pharmacia) veya Cargill (1865) markaları, bu firmayı tanımakta bir referans olacaktır.

    Monsanto, tohumdan tarım ilacına, eczacılıktan veterinerliğe kadar onlarca şirketi ile insanlığın geleceğini yönlendiren ve yöneten bir grup... Bu şirket dünyadaki GDO`lu Kanola (kolza)`nın yüzde 59`unun, GDO`lu pamuk ekiminin yüzde 63`ünün, GDO`lu soya ekiminin yüzde 92`sinin ve GDO`lu mısır ekiminin yüzde 97`sinin sahibi konumunda.

    Amerikan Gıda ve İlaç Örgütü FDA(Food and Drug Administration)`nın büyük oranda Monsanto grubunun kontrolünde olduğu belirtmekte yarar var. Amerika başta olmak üzere, bir ülkenin kritik görevlerindeki birçok kişinin Monsanto ile ilişkisinin yanı sıra birçok sözde bilimsel çalışmaların da finansmanı, bu ve benzeri şirketlerce karşılanmakta.

    Petrol devi Mobil grubunun sahibi, Siyonist John Davit Rockefeller (Rockefeller Vakfı) 1952`de Nüfus Konseyi (Population Council)`ni kurar. Amaç, aile planlaması adı altında gelişmekte olan ülkelerde kısırlaştırmak. Bu alanda oldukça başarılı olduğu bir gerçek. Rockefeller bu başarıyı daha sonra tohum alanına da aktarır.

    Geçtiğimiz yıllarda Microsoft`un sahibi Bill Gates(Bill-Melinda Gates Vakfı) de `açları doyurmak ve çiftçilere yardım` gibi masum bir kılıfla; hem tohumları tescil etmek, hem de kısırlaştırma çalışmalarıyla Monsanto, Rockefeller, Pioneer vb. ile -aynı amaç uğruna- yarışa girmiş ve on milyarlarca dolarlık servetini bu alana yatırmış.

    Hatırlamak gerekir ki; Mayıs 2009`da bu firmaların patronları Rockefeller`de toplanmış ve `dünya nüfusunu nasıl sınırlandırabileceklerini` konuşmuşlardı.

    Tohumcuların amacı ne?

    Genetiği değiştirilmiş ürünlerle ilgili ileri sürülen amaç; tarım verimliğini artırmak, daha ekonomik üretim, açları doyurmak ve raf ömrü uzun ürünler üretmek gibi gösterilse de, bunun büyük bir yalan olduğu üstü örtülemez bir gerçeğe dönüşmüştür. GDO`lu ürünlerle bugüne dek verimliliği artırmak şöyle dursun tam aksine bir düşüş yaşanmış, çiftçilerin çoğu açlığa mahkûm edilmiş, tarım alanları tahrip olmuş ve açlar da doyulamamış. Bu ürünleri üretenlerin başardıkları tek şey, ürünün raf ömrünü uzatmak olmuş. Raf ömrünü uzatmayı başarırlarken insan ömrünü kısaltmışlar ve laboratuarda ürettikleri hatta bazen de kontrolleri dışında gelişen yeni yeni hastalıkların ortaya çıkmasını da sebep olmuşlar. Kendi elleriyle ürettikleri hastalıkları, yine kendi ilaç şirketleri aracılığıyla paraya tahvil etmeye devam etmekteler.

    Bugün için gizleyemedikleri asıl amaçları, Norveç`in Spitsbergen adasına kurdukları `Svalbard Küresel Tohum Deposu` gibi tohum ambarlarında; doğal tohumları saklayıp, laboratuarda genlerini değiştirerek geliştirdikleri yeni kısır tohumlar ile dünyayı kontrol altına almak. Bu sayede istedikleri ülkelere istedikleri öldürücü virüsü ihraç edebilecekler, istedikleri ırkları kısırlaştırarak ortadan kaldıracaklar, emirleri dışında hareket etmeye kalkan ülkeleri tohumdan mahrum bırakarak cezalandıracaklar.

    Bir türlü kontrollerine girmeyen asî toplumları bu sayede kontrol ederek kalıcı ve sorunsuz hâkimiyetleri önündeki tüm engelleri ortadan kaldırmak, onlar için hiç de zor olmayacaktır.

    Bu konu Kur`an-ı Kerim`de, Bakara Suresi 211. Ayet`te ele alınmış ve Allah, durumu asırlar öncesinden `nimetin değiştirileceğini` belirterek, `Kim, Allah`ın nimetini değiştirirse bilsin ki Allah`ın azabı şiddetlidir` buyurur.

    GDO, nesepsiz katır!

    İslam âlimleri at ile eşeğin birleştirilip katır yapılmasını yasaklamışlar. Çünkü iki ayrı ırk olan kısrak ile erkek merkep çiftleştirilir ise, kısır bir hayvan olan `katır`; dişi merkep ile at birleştirilir ise `bardo` isimli yine kısır bir hayvan meydana gelir. İşte GDO`de meselesi de buna benzemekte. Kısır katır ve kısır bardo gibi gayri meşru, nesepsiz, soyu kesik; gerçeğe, geleneğe ve geleceğe aykırı... (Atların 64, eşeklerin 62 kromozomu bulunur. Çiftleştirme sonucu oluşan hayvanın kromozom sayısıysa 63 olur. 63 kromozomlu hayvanda bir kromozom eşleşemez ve açıkta kalır. Bundan dolayı kısırlık gibi bazı genetik bozukluklar görülür. Özetle söylersek, hem katır hem bardonun üreme organları (dişi - erkek) bulunsa da,, üreme becerileri yoktur. Bu durum doğal koşullar altında hiçbir zaman gerçekleşemez. Bundan dolayı katır ve bardo bir tür olarak da kabul edilemez.)

    GDO`lu ürünler, nimetin değiştirilmesidir ve zararının faydasından çok olduğu, bilimsel olarak ispat edilmiş durumda... Genetiği değiştirilmiş ürünlerin toprağın yapısını, topraktan beslenen haşeratın ve nebatatın yapısını ve tüketen insanların fıtrî yapısını değiştirdiği; aynı zamanda doğanın dengesini tahrip ettiği ortada. Tabiatın ve doğal olanın dengesini bozan hiçbir işlem ve eylemin, Kur`an`a ve dolayısıyla İslam uygun olduğu iddia edilemez.

    Bütün bunlar, gen kaynaklarımızın birkaç şirket hatta arkasındaki en önemli güç olan Siyonizm ve Evangalistler eliyle, -şeytanların ortaklığı ile patentlenerek- insan ve doğanın yaşama haklarının tekellerine alınması ve istedikleri zamanda yok edilmeleri gibi kıyamet habercisi bir sonucu ortaya koymaktalar.

    Tohum-dolayısıyla gıda- tekelleri, Birleşmiş Milletler, Dünya Ticaret Örgütü, Dünya Bankası ve IMF gibi birçok kuruluşun başta tarımsal politikaları olmak üzere pek çok politika oluşumunda etkin rol almaktalar. Bu sayede ülkelerin siyasetçileri, akademisyenleri ve bürokrasisini etkileri ve baskıları altında tutarak; istedikleri yasal düzenlemeleri uluslararası talebe dönüştürmekte, kendilerine uygun pazarlar hali getirmekteler.

    Etkin şekilde gerçekleştirilen bu lobicilik faaliyetleri, tepki çekmemesi için sivil toplum örgütü kisvesi altında yapılmakta. Bu faaliyeti sürdürenlerin ülkemizdeki adresi ise, `Türkiye Tohumculuk Endüstrisi Derneği(Türkted).

    Bu -sözde- sivil toplum örgütünün üyeleri arasında ve yönetiminde, Monsanto başta olmak üzere Pioneer, Hazera, SQM, KWS, AMC/AGRIMATCO, Fritolay, Limagrain, Golden Westseeds, Syngenta gibi birçok yabancı tohum tekelini görüyoruz. Bu firmaların çalışmaları sayesinde ``Ulusal Biyo Güvenlik Kanun Tasarısı`` hükümetin öncelikleri arasına girmiş durumda.

    Şu ana kadar bahsettiğimiz amaçlar doğrultusunda hazırlattırılan ve ülkenin haklarını korumak yerine uluslararası tekellerin çıkarlarını korumaya matuf ve bir taraftan da biyolojik çeşitliliğimizi ortadan kaldıracak olan `Ulusal Biyo Güvenlik Yasa Tasarısı`nın yasalaşması, bir anlamda ülkemizin geleceğini şeytanın ortaklarına terk etmek olacak. Bu terk ile genler, sınır ve mesafe tanımayan polenler aracılıyla birbirine girecek, doğal flora tahrip edilecek. GDO`lu ürünlerin genleri sayesinde kaybolan yerli gen bir yana yaban bitkileri daha da güçlenecek, buna karşı daha fazla tarım ilacı ve dolayısıyla daha fazla pestisit. Daha fazla sağlık sorunu, daha fazla ilaç harcaması... Bu kirli çark hep küresel güçlerin lehine insanlığın ise aleyhine!

    Tüm gerçekleri ellerinin tersiyle iten bu Deccalî anlayış, tıpkı Deccal gibi hakkı bâtıl, bâtılı hak olarak göstermekte. Ürettikleri gen ve yeni tarım kimyasallarıyla tüm dünyayı zehirlenmesi nedeniyle faydalı böcekler ve mikroorganizmaların maalesef bölgelerini terk edecek. Bu terk edişle birlikte gidecek yer bulamaması durumunda yok olması gibi tarifi imkânsız ve geri dönüşü olmayan bir denge bozulması ile yüzyüze getiriliş...

    Bu yeni yapıya dayanıklı hale gelen böcek ve haşerat, hem yeni bitkiler için normalden daha tehlikeli hem de insanlar için öldürücü güce erişebilecek. Tıpkı kuş gribi, domuz gribi, kene ve benzerleri gibi... Bu kez yenilerini yok etmek için yeni ve daha yoğun ilaç kullanımı gerekecek. İşte daha verimli, daha yararlı denilen ve hükümetimizi, milletvekillerimizi ikna etmeye çalışanların önerdiği yeni tarım modeli bu.

    Her ne kadar Monsanto`nun GDO`lu ürünlerin zararları konusunda yürüttüğü raporlar Independent On Sunday Gazetesi gibi basın kuruluşlarının elinde yer alsa da, birçok basın kuruluşu bu verilerin bütününü veya önemli bölümlerini yayınlamak yerine, ölüm tohumcularına suç ortaklığı yapmayı tercih ediyorlar.

    Her türlü yalan beyan ve gizlemeye rağmen biliyoruz ki; GDO`lu ürünlerle beslenen farelerin ilk neslinde karaciğer ve böbrek yetmezlikleri, ikinci nesillerde hızla artan kısırlık, üçüncü nesilde bütünüyle kısırlaşma ve dördüncü nesilde çok kısa ömür tespit edilmiş. Artık bu gerçekleri tümüyle gizlemek imkânsız hale gelmiştir. Yine biliyoruz ki, hibrit tohumların ekildiği arazilerde çalışan insanlarda görülen yeni öldürücü hastalıklar; Hindistan, Çin, Meksika, Bangladeş, Brezilya, Kamboçya, Kenya gibi ülkelerde artık saklanamaz durumda.

    Genetiğin değiştirilmesi sayesinde daha şimdiden Türkiye`de ve dünyada milyonlarca insan topraklarından koparılmaktadır. Bu çiftçilerin çoğu kendi geçim araçlarını kaybetti ya da kaybetmek üzere. Temel insan haklarından sayılan sağlıklı beslenme ve güvenli gıda söz etmek bir yana hemen herkesin elinden sağlıklı ve güvenli besin kaynakları alınmakta.

    Çiftçi büyük tohum ve ilaç tekellerinin rehberliği ve bilinçsiz yerli işbirlikçilerinin taşeronluğunda yoksullaşırken; daha çok kazanma hırsı, daha çok gübre, daha çok ilaç, daha çok kredi, daha çok sorunla boğuşarak her yıl kaybettiği toprağı ve tohumu ile verimi düşen arazisi de kendisine kâr(!)kalmakta. Böylece tüketici dayatılan kültürün, üretici ise sunulan modelin kölesi durumuna düşürüldü.

    Medya köşelerini tutmuş bazısı satılık bazısı bilinçsiz kalemler, ya gerçeği örtme gayretinde ya da insanları doğala yönelten kimseleri şartlatan gibi göstererek, -gûya düşmanı olduğu- Emperyalizm`in değirmenine su taşımakta.

    Peki, ne yapılmalı?

    Deccal yeryüzünü tahribe çalışacak ve dünyayı fesada verecek şerli bir güç. İnsanlık bu şeytanî güç tekelleri daha fazla kâr, daha fazla güç, daha fazla egemenlik mücadelesine asla yenilmemeli! Bu yüzden insanlık deccalların ve şeytanların insafına terk edilmemeli! Bu nedenle herkese için iki önemli görevden söz edebiliriz: Bunlardan ilki vahim ve acı gerçeğin ayrıntılarını öğrenerek tüketim tercihlerini buna göre değiştirmek. Diğeri ise yanlış tarım politikaları üreten ve `Ulusal Biyo Güvenlik Yasa Tasarısı` gibi bizi insanlık düşmanı malum güçlere pazarlayan yasalara `dur` diyecek formüller geliştirmek!

    Bu konuda e-postalar, telefonlar, eylemler bizleri bekliyor. Hem de hemen ve şimdi!"

    alıntı - Tumgazeteler.com

    Yorumlar ?




  • Güzel yazı. Yönetmelikten(26 Ekim'den) önce yazılmış. Biyogüvenlik Yasası Tasarısı'nın Monsanto tarafından yazıldığını söylüyor. Ben de yönetmeliğin Monsanto tarafından yazıldığını söylemiştim. Ya ikimiz de sıyırdık, ya da konuyu eşeleyen iki kişinin birbirinden habersiz olarak aynı sonuca ulaşabileceği kadar aleni her şey. Yalnız olayı deccale filan bağlayarak maddeötesi çağrışımlar yapmak insanlarda yılgınlık, teslimiyet duyguları uyandırabilir, sakıncalı buluyorum.

    ________________________________
    www.buyukcokus.com
  • quote:

    Ege ve Akdeniz'deki bütün antik kentlerin birdenbire neden terkedildiğinin nedeni.
    Burak Eldem'in Marduk kitabında da bu konuda epey açıklama vardı.

    Zizim hocam, Fethiye biraz sakat gibi


    bu konuda akdenizdeki 2 büyük felaket akdeniz kıyı uygarlıklarını yok etmiştir. Ege ve güney batı kıyıları için Santorini yanardağı patlaması ki googledan zoom yapıp adanın çukur kalmış halini bugun bile görmek mümkündğür.Tüm ege kıyıları önce tusunami ile mahvolmuş sonra 20 metee kül tabakası ile kaplanmıştır. halen bunun örenekleri bulmak mümkündür verimli arazilerinde en büyük nedeni budur.

    ikinci feleket ise güney akdeniz ve israil kıyılarını vuran etna yanardağının patlaması ve bunun sonuucnda oluşan toprak kaymasının yarattığu tusumanidir. Yüksekliği halen tarışılıyor ancak 50 metredn az olmadığı tahmin edilmektedir. Çeşitli simulasyonlar yapılmaktadır.

    Eğer hareketlilik devam ederse ben şehsi olarak sitanbul depreminden önce efes kıyısı açıklarında veya buraya uzak olmayan bir bölgede ciddi bir deprem bekliyorum küçük çapta tsumani de yapacaktır en azından yazlıkları olanlar bu konuyu düşünmelidir. Bu olmazsa illaki ege denizinde ciddi 7 üstü deperem olacaktır .Bu coğrafya depremler ve yanardağ patlamaları ile şekillenmiştir. Yine doğa sonm sözü söyleyecektir.

    Emparyalizm bugunun en büyük sömürü düzenini oluştırmaktadır ancak geçmişte de monarşiler ve ile benzer zulumlar yapılmıştır. Yoksa bu terardan başka bir şey değildir. Teknoloji sayesinde sadece kılık değiştirmiştir. Her adıma doğanın bir tepkisi olmaktadır buna da olcaktır. Sanırım kıtlık doğanın cevabı olacaktır. Zaten beklenen bu süreçe her gün bir adım daha yaklaşmaktan bizleri alıkoyacak bir adım da atılmamaktadır. şimdiki yamurlar beklenen ısınmanın ve buharlaşmanın bir sonucudur bunu uzun süre 5-7 yıllık bir kuraklık süreci takip edecektir. Şiddetli yağmurlarun en büyük zararı erozyon ile toprak verimine yapmaktadır. Zaten ağaçlandırmanın a olduğu alanlarda yakın zamanda verim düşüşü görülecek hepimizin korktuğu GDO cular bunu sabırsızlılla beklemektedir. Yani üzülerek belirteyim ki kaçış mümkün gözükmemektedir. Belki kabul etmek zordur ancak 2 yıl yağış almayınca koca boru hattı döşemeyi anında karar alan bir hükümet ve bunu destekleyen zihniyet düşünüldüğünde , benzer durum için yine aynı senaryoların görüleceği çok da düşük ihtimal değildir. Peki ne yapalım.

    bireysel olarak halen kurtuluş şansımız vardır. Kişisel emniyetiniz için bilinçlenmeli ve neyin sizin için yararlı neyin zararlı olduğunu bilmeli çevrenize bakmayarak buna göre önemli adımları ve kararları almaktadan kaçınmamamız lazımdır. Reklamlara kulak asmadan doğru gerçekleri araştırmalı ve bulmalı , çeşitli grupların fikir alışverişlerinde doğru olan için çabanızı göstermelisiniz.Bu asımlar sizlere para ve mevkii kaybettirebilir ama kazanan yine doğruyu hedefleyenlerin olacaktır. İnandığınız şeyler için değil, doğruyu bulabileceğiz şeyler için enerjinizi kullanın . ileride bu enerjiye ve birikime çokça ihtiyaç olacaktır ve sizler bir danışman olacaksınız .




  • IEA gerçeği tersinden açıklamış... Düzünden açıklarsa zaten finans piyasasında kasırga çıkar.. Belki bu da bir kasırga yaratabilir bakalım.. Ama ''keriz'' ler bol olduktan sonra gerçek bile işe yaramayabilir.. Haberde küresel talep azalıcak diyor, ama ne ile büyüyecek bu dünya ''Cevap yok'', Enerji tasarrufu demiş, onunla büyüme olmaz, sisteme giren net enerji artmalı ki büyüme olsun, alternatif enerji hiç olmaz şu anda, petrolün yerini alıcak alternatif yok, ee sonuç ''Dünya petrol tüketim talebi azalıcak eşittir Dünya ekonomisi küçülecek.. Bu kadar basit...

    Dünya petrol tüketimi talebi azalacak

    Wall Street Journal'da yayımlanan bir analizde, Uluslararası Enerji Kurumu'nun (IEA) gelecek hafta uzun dönemli petrol talebindeki tahmininde aşağı yönlü “önemli” bir revizyonu öngördüğü belirtilerek, dünyanın gelecekte petrole daha az ihtiyacı olacağı görüşünün altı çizildi.

    Analizde bu tahminle, ham petrol ihtiyacının krizden çıkmaya başlayacak olan ülkelerde hızla artacağı görüşünü savunanların aksine, IAE kendisini bir zıt görüşlüler cephesinde konumlandırmış olduğu da ifade edildi.

    Talebin yüksek olacağına inanan genel görüş başta Çin ve Hindistan gibi gelişen sanayilerin refah ve tüketim gereksinimlerinde uzun dönem petrol talebini arttıracağına inanıyor.

    Enerji konusunda Amerika gibi zengin ülkelere danışmanlık yapan IAE, yakından takip edilen Dünya Enerji Görünümü raporunda petrolün az kullanılmaya başlanacağını, bunun ise gelişmiş ülkelerdeki geliştirilen enerji tasarrufu önlemleri ve iklim değişikliği yasaları ile olacağını savunmaya kararlı görünüyor.

    IEA’ya yakın bir kaynağın görüşlerine dayandırılarak yapılan analizde, IAE’nin planlarında “talep yönetimi politikaların” Dünya’nın beklentisinin aksine tüm petrol tüketiminin yüzde 55'ini gerçekleştiren gelişmiş ülkelerde daha fazla etkisinin olduğuna da işaret edildi.

    IAE’nin yaptığı revizyonda sanayi faaliyetlerinde yaşanan düşüşün de önemli yer tutacağı da vurgulandı.

    Geçen sene küresel petrol tüketimini günlük 84 milyon varil olarak açıklayan IAE, 2030 senesi için 106 milyon varil ya da şu anki seviyenin yüzde 25 üstünü öngörmüştü.

    Geçmişte IAE tahminlerinde çok iyimser olmakla eleştirilmişti. Kurum yeni tutumuyla sayıları artmakta olan ve gelecekte petrol tüketiminin düşeceğini öngören uzmanlar ile yakınlaştırıyor.

    YENİ POLİTİKALAR ETKİLİ
    Analizde kıdemli bağımsız enerji ekonomisti Philip Verleger'in görüşlerine de yer verildi. Verleger, gelecek 10 senede tüketicilerin petrol talebinin düşeceği görüşünde. Verleger bunun sebebi olarak, politikacıların iklim değişikliği savaşlarını sürdürürken, araçlardan üretim kodlarına kadar yeni enerji-verimliliği yüksek standartları kabul ettirme eğilimleri olarak gösterdi.

    Verleger “Gelecek 10 sene içinde petrol talebindeki artış minimum düzeyde olacak” dedi.

    Eğer kötümserler haklı çıkarsa, ileride tüketicilerin küresel petrol tüketimini milyonlarca varil azaltarak talepleri esnetmesi ile fiyat artışları düşebilir. Analizde, bu yönde düşünen bazı analistlerin bunun gerçekleşmesi durumunda geçen 10 senelik dönemde görülen yıllık yüzde 2 olan dünya petrol talebinin de yüzde 0.5 ile 1 arasında gerçekleşeceğini öngördüğüne de değinildi.

    ÇİN FAKTÖRÜ
    Diğer yandan, Amerika’nın ardından en çok petrol tüketen ikinci sanayi olan Çin, ileride daha fazla enerji için hem petrol, hem de nükleer enerjiye ihtiyaç duyabilir. Ayrıca, 1990’larda yaşanmış olduğu gibi, daha verimli ürün ve süreçlerden toplanacak olan maliyet tasarruflarının ticareti hızlandırabileceği ve petrol tüketimini tetikleyebileceği ihtimali terazinin diğer tarafında yer alıyor.

    Bazı analistler ise ham petrolün birkaç yıl içinde 79 dolardan 200 dolara fırlayabileceğini düşünürken, beklenenden hızlı iyileşen bir ekonomi tüketicilerin aynı anda cüzdanlarına el atmalarını sağlayabilir.

    Analizde, IHS Cambridge Enerji Araştırma Birliği Başkanı Dan Yergin’in şu sözlerine de yer verildi.

    Yergin, “Bugünlerde eski zamanlardaki gibi hızlı bir petrol talebine yöneleceğimize dair bir inanış var. Bunları sağlayan nedenler ise son senelerde can yakan rekor petrol fiyatları, petrol sağlayan ülkelerdeki politik düzensizliklerin piyasaya petrol sağlamakta geç kalmaları ve iklim değişikliği kavgaları” açıklamasında bulundu.

    Enerji Araştırma Grubu geçen ay yaptığı açıklamada 2005 senesinde sanayileşmiş ülkelerde petrol tüketiminin tavan yaptığına inandıklarını açıkladı. Yergin de aynı gelişmenin önümüzde 20 senede gerçekleşmesini beklediğini ifade etti.




  • quote:

    Orijinalden alıntı: vezir

    bireysel olarak halen kurtuluş şansımız vardır. Kişisel emniyetiniz için bilinçlenmeli ve neyin sizin için yararlı neyin zararlı olduğunu bilmeli çevrenize bakmayarak buna göre önemli adımları ve kararları almaktadan kaçınmamamız lazımdır. Reklamlara kulak asmadan doğru gerçekleri araştırmalı ve bulmalı , çeşitli grupların fikir alışverişlerinde doğru olan için çabanızı göstermelisiniz.Bu asımlar sizlere para ve mevkii kaybettirebilir ama kazanan yine doğruyu hedefleyenlerin olacaktır. İnandığınız şeyler için değil, doğruyu bulabileceğiz şeyler için enerjinizi kullanın . ileride bu enerjiye ve birikime çokça ihtiyaç olacaktır ve sizler bir danışman olacaksınız .



    Bilinçlenme, zihinsel hazırlık işin %80'i.

    Öte yandan;
    Ne kadar hazırlanırsak, kaçarsak kaçalım, kendi bireysel çabalarımızla hayatta kalırsak kalalım, bir gerçek değişmeyecek: Hepimiz ölümlü canlılarız. Gelecek olan küresel veya kozmik felaketlere karşı hazırlık yapmamız bizi ölümsüz yapmayacak. Biyolojik yaşam sınırlarımıza gelince öleceğiz.
    O halde hayatta daha fazla kalma çabamızın anlamı ne?
    Ha şimdi ölmüşüz veya ekstar çabalarla 10-15 yıl daha yaşayıp ölmüşüz. Fark ne?
    Cevabı: DNA.

    Hayatta kalmak isteyen, varlığını devam ettirmek isteyen, tek tek sen, ben, o değil, hepimizin ortak imzası DNA.
    O, hayatta kalmak ve sonsuza kadar var olmak istiyor.

    Bir İsveç seyahatinde yolda okumak için bir kitap almıştım. İsmi "A Short History of Nearly Everything", yazarı Bill Bryson.
    Öyle bir kitap ki başlayınca bir daha bırakamadım, işimi aksatma pahasına yalar yutarcasına okudum. (Şiddetle tavsiye ederim! Bulun ve okuyun)
    Kitapta DNA ilgili bir kısım var.

    O bölümü okuduktan sonra gerçek gözümün önünde şekillendi.
    O (DNA), nerden geldi, nasıl geldi, nasıl oluştu belki tam cevap olacak bir şey söyleyemeyebiliriz ama kesin olan bir şey var: Şu anda bildiğimiz tüm canlı formları (canlı olmayan virüsler dahil) sadece ve sadece bir CONTAINER'dir (taşıyıcı kap). DNA için konteyner.

    Biz insanlar da sadece bir konteyneriz DNA için.
    DNA var olmak için bizleri kullanıyor. Bakterileri kullanıyor, virüsleri kullanıyor, kuşları kullanıyor, bitkileri kullanıyor, hayvanları kullanıyor..
    Bulabildiği herşeyi var olmak ve varlığını devam ettirmek için kullanıyor.


    Hani derler ya işte insan ile şempanzenin gen ortaklığı %98, yok %99 falan diye.
    Bilmeyen de "vay nerdeyse şempanze ile %99 aynı genlere sahibiz" diye düşünür. Oysa bilmez ki insanda da şempanzede de ortak olan genlerin (tüm genlerin %97'sinin) hiç bir fonksiyonu yoktur! Hiç bir zaman aktif olmazlar! Öylece dururlar. Amaçları nedir niçin gen dizisi içinde varlar bilinmiyor.

    Geri kanal %2-3 ise biz insana veya şempanzeye ait bilgileri içerir. Oragnlarımız nasıl olacak, nasıl bir göünüşmüz olacak, nasıl üreyeceğiz, kan nasıl oluşacak, hormanlar nasıl oluşacak, kalp nasıl atacak, sindirimi nasıl yapacağız vs vs.. organlarımız, yapıları, çalışmalarına ait tüm bilgiler sadece o %2-3'ü kaplar.

    Biz insanı oluşturacak ve yaşatacak tüm bilgiler DNA dizisi içinde %3 alanı kaplarken, sürekli kopyaladığımız ve varlığını devam ettirmesine yardım ettiğimiz, hiç bir zaman kullanılmayan, aktif olmayan o meçhul DNA dizileri %97' yer kaplıyor


    İşte o %97 hiç aktif olmayan, kullanılmayan DNA sürekli kendini çoğaltmak ve var etmek istiyor.
    Bu çoğaltmayı ve varoluşu sürekli devam ettirecek, koruyacak, taşıyacak konteyneri, yani organizma tanımlarını %3 olarak kendine eklemliyıor. Bu insan olur, fil olur, at olur, balık olur..

    Bizim bu hayatta kalma ve kendimizi çoğaltma dürtümüzün nedeni...




  • quote:

    Ne kadar hazırlanırsak, kaçarsak kaçalım, kendi bireysel çabalarımızla hayatta kalırsak kalalım, bir gerçek değişmeyecek: Hepimiz ölümlü canlılarız. Gelecek olan küresel veya kozmik felaketlere karşı hazırlık yapmamız bizi ölümsüz yapmayacak. Biyolojik yaşam sınırlarımıza gelince öleceğiz.
    O halde hayatta daha fazla kalma çabamızın anlamı ne?
    Ha şimdi ölmüşüz veya ekstar çabalarla 10-15 yıl daha yaşayıp ölmüşüz. Fark ne?


    DNA konusunda belirtmiş olduğunuz şeylere katılıyorum. ZAten kaılmamak mümkün değil. Ancak bu bilgi düzeyimizin bir de halen yanıtlayamadığı fizik kuralları içinde varlığını sürdüren bir atom ve atom altı dünyası var. Bunlar için hayatta kalamama gibi bir sorun yok. Evren yaratıldığından beri varlığını sürdüren biraz belki bozunan atom dünyansının ve ancak DNA nın özü varlığını hep devam ettirmektedir.

    Bu dünyadaki yaşamanızın süresi sadece yaşadıklarınız ile sınırlı olmadığını düşünüyorum . Çünkü karşılaştırma yapınca gerçekten süre ve bilinçliyaşam süresi çok kısa. çabanın çoğu yaşamın temel maddesini sürdürebilme ile sınırlı .Bilinç bizlere yaşamın varlığını sorgulamaya ve anlamını geri kazandırmaya yönelik bir armağandır. Nerede saklanıyor çok tartışmalı bir soru olur, ancak hayatınızın anlamı ve yaşamın sürdürülmesi için çok gerekli bir şeydir.

    Doğruları aramak bilincinizin açılması ve belki de DNA larına geçecek yeni bilginin gelecek kuşakları şekillendirmesinde büyük bir yere sahiptir. O asla ölmez . Bütün gerçekler buradan şekillenir.




  • İsteyenler için "A Short History of Nearly Everything" kitabının PDF versiyonu buldum (İngilizce).
    İlgileneler için download linki (1.2 MB):
    (r harfinden sonraki - işaretini silin)


    http://r-apidshare.com/files/302702424/A_S_H_of_N_E.rar



    Bir kütüphane dolusu jeoloji, biyoloji, fizik, kimya, bilim tarihi kitabını hiç sıkılmadan zevkle okumuş gibi oluyor insan.




    quote:


    A Short History of Nearly Everything

    A general science book by Bill Bryson, which explains some areas of science, using a style of language more accessible to the general public than many other books dedicated to the subject.

    Bryson describes graphically and in layman's terms the size of the universe, and that of atoms and subatomic particles. He then explores the history of geology and biology, and traces life from its first appearance to today's modern humans, placing emphasis on the development of the modern Homo sapiens. Furthermore, he discusses the possibility of the Earth being struck by a meteor, and reflects on human capabilities of spotting a meteor before it impacts the Earth, and the extensive damage that such an event would cause. He also focuses on some of the most recent destructive disasters of volcanic origin in the history of our planet, including Krakatoa and Yellowstone National Park. A large part of the book is devoted to relating humorous stories about the scientists behind the research and discoveries and their sometimes eccentric behaviours. Bryson also speaks about modern scientific views on human effects on the Earth's climate and livelihood of other species, and the magnitude of natural disasters such as earthquakes, volcanoes, tsunamis, hurricanes, and the mass extinctions caused by some of these events.



    < Bu mesaj bu kişi tarafından değiştirildi ihg70 -- 5 Kasım 2009; 14:20:28 >




  • peki ben de bilinç ve bilinçaltının yaşamımıza nasıl etki ettiğine dair MUTLAKA okumanız gereken bir link veriyorum. Yazıyı sonuna kadar okuyun sonunda çok şey farketmiş olacaksınız. Çokça link verdiğimiz ve sadece kendi aramızda yazışmamak adına bu forumdaki okuyuculara bilinçaltı bölümünü veriyorum. diğerlerini sizler ilk sayfalara giderek takip ediniz.

    Bölüm 5 Bilinçaltı kavramından ne anlamalıyız?

    Bilinçaltı



    quote:

    Bilinçaltı kavramı yüzyıldan daha az bir geçmişe sahiptir. Freud’un insan davranışlarını ve normal dışı durumları açıklamak için geliştiridiği bu kavram insanlar tarafından gerçekte varmış gibi algılanmaktadır. Gerçek şudur. Bilinçaltı diye bir insani yapı yoktur. Bilinçaltı tanımlanmış bir kavramdır sadece. İnsan zihninin işleyişini daha iyi anlatabilmek için uydurulmuş bir kavramdır.


    Gerçek olan nedir?
    Gerçek olan insan beyninin öğrenme gücü ve kapasitesidir. Öğrendiklerini bir kalıp halinde yerleştirme, koruma ve kullanma kapasitesidir. Bu öğrendiği kalıpları doğal ve sosyal yaşamda kendini korumak amacıyla kullanabilme yeteneğidir.

    Bilinçaltının bir bilgisayarın işletim sisteminden farkı yoktur. Yani bilinçaltı hardware değil bir softwaredir. Hardware olan bedendir. Beden hücrelerinin bilgiyi saklama kapasitesidir. Software ise programlardır. Öğrenilen her kalıp, her bilgi bir program gibi otomatikleşir. Otomatikleşme için öncelikle bu öğrenilenlerin inanç haline gelmesi gerekir.

    Bilinçaltı öğrenilmiş ya da doğuştan gelen tüm otomatik bedensel işlevlerin ve davranışların toplamıdır. Bedensel otomatik işlevler arasında kalbin çarpmasını, otonomik sinir sisteminin işleyişini, hormonların işleyiş mekanizmalarını sayabiliriz. Anne karnından itibaren başlayan bir kayıt sistemi ise öğrenilmiş davranışları yaratır. Davranış dediğimiz zaman sadece bir fiziksel hareketi anlamamak gerekir.

    Herhangi bir olay karşısında hissettiğimiz her türlü duygu da bu davranışın bir parçasıdır. Duyguları hissettiğini gizlemek ve duygusuz bir görüntü yaratmakta bu davranışın bir parçasıdır.

    Bu öğrenme sistemi canlıyı hayatta tutmak üzerine kurulmuştur.
    Milyarlarca yıllık deneme yanılma süreciyle ortaya çıkmış bir sistemdir. Her canlıda kendi ölçüsünde mevcut bir sistemdir. Evrim sürecinde çevreyle uyum gösteren sistemler varlığını sürdürürken, uyumsuz sistemlere sahip türler ya da tür bireyleri yok olur. Uyum tehliklere karşı uyumu da kapsar.

    İnsan türünün gelişimi sürecinde de büyük olasılıkla türünün davranışlarını modelleyen ve bunu bir program kalıbı şeklinde koruyan sistemler varlığını sürdürmüştür. Örneğin korku duygusunu tehlikeler karşısında hisseden türler güçlü hayvanlar karşısında bile varlığını sürdürebilirken bu duygudan yoksun çok güçlü varlıklar zamanla yok olup gitmişlerdir.

    Bilinçaltı sistemi eleştiremez, yargılayamaz. Öğrendiği kalıbı doğru ya da yanlış diye sınıflayamaz. O sadece öğrendiklerini hayatta kalacak şekilde kullanmak zorundadır. Yetersiz olduğuna inandıkça bu yetersizlik bir inanca dönüştükçe bu inancı korumaktan ve bu inançla korunmaktan başka seçeneği yoktur.

    Zayıfların yok olacağı bilgisi genetik bir bilgidir.
    Milyarlarca yıllık evrimin tüm canlıların genlerine yerleştirdiği bir bilgidir. Bilinçaltı bir şekilde zayıf, güçsüz olduğu bilgisine sahip oldukça kendini korumak için önlemler alacaktır.

    Zihin dediğimiz zaman duygu, düşünce ve davranışların toplamını anlamamız gerekir. Zihin bir şekilde insan varlığının bir parçası olan yapıdır. Ancak zihin bugünkü bilimsel inceleme yöntemleriyle ölçülebilen bir yapı değildir. Kişiden bağımsız saptatan bir yapıda değildir. Yani bir kişinin düşünce, duygu ve davranışlarını ancak o kişi ifade ederse ya da gözlemlersek bilgi sahibi oluruz. Ya da farkına varırız. Var olduğunu bildiğimiz ama kişiden bağımsız ölçemediğimiz bir yapıdır zihin.

    Bilinçaltı da zihnin bir bölümüdür. Hemen hemen tüm bölümüdür. Duyguların kaynağı ve yerleştiği yer bilinçaltıdır. Düşüncelerimizin büyük çoğunluğu duyguların, inançların yani bilinçaltının güdümü altındadır. Davranış kalıplarımız tamamen bilinçaltının yönetimi altındadır. Yani neredeyse tüm zihinsel yapı bilinçaltından ibarettir.

    Bilinç dediğimiz zaman
    karar veren, mantık yürüten, irade ortaya koyan zihinsel eylemleri anlarız. Ama çoğu zaman bu eylemlerde duyguların kontrolü altındadır. İnançların güdümü altındadır.

    Gerçek bilinç farkında olmaktır. Eylemlerimizin farkında olmak. Düşüncelerimizin farkında olmak. Duygularımızın farkında olmak. İnançlarımızın farkında olmak. Farkında olmak tek başına değişimi sağlamaz. Bilgi sahibi olmak da yine tek başına değişimi sağlamaz. Bu inancım yanlış demek bile o inancı değiştirmeye yetmez.

    Ama farkında olmak değişimi sağlayacak ilk adımdır. Farkında olmaya kendinde değişim yapamaz.

    Kişi farkında olmadan yaşarsa hipnozda demektir. İçinde yaşadığı kendi dünyasını gerçek dünya zannetmesi bir hipnozdur. İnançlarını gerçek ve değişmez zannetmesi bir hipnozdur. Kişinin kendi hipnozun fark etmeden yaşaması halinde bu hipnozdan kurtulma şansı yoktur.

    Bilinçli bakış

    Çoğu kişi bilinçli yaşadığını zannediyor. Düşünme eyleminin kendisinin bilinçli bir eylem olduğunu zannediyor. Ama düşünme eylemi çok büyük bir oranda otomatik oluşan bir durumdur. Zihnimiz farkında olmadan düşünme eylemi içine girer. Yani çoğu zaman kendimizi bir şeyler düşünürken buluruz. Düşünmek istemesek de bunu başaramayız.

    Tabi kendi arzumuzla da düşünmeye başlayabiliriz. Neyi düşüneceğimize, nasıl düşüneceğimize karar verebiliriz. Farkında olmadan zihnimiz belli konularda kararlar verebilir. Mantık yürütebilir. Analiz yapabilir. İrade koyabilir. Seçim yapabilir.

    Klasik olarak sunulan zihin modellerinde mantık yürütme, analiz yapmak, seçim yapmak, karar vermek gibi eylemlerin bilincin kanıtı olduğu söylenir. Yani bir kişi zihnin bu aletlerini kullanabiliyorsa bilinçli kabul edilir. Çoğu kişi bu özelliklere sahip olmanın huzuru içinde yaşar. Yani bilinçli yaşadığını zanneder. Halbuki sadece insan zihnine ait özelliklere sahip olarak yaşamaktadır.

    Zihnin özellikleriyle bilinci birbirine karıştırmamak gerekir.
    Seçim yapmak, farklılar arasından uygun olanı seçmek gibi özellikler tek bir hücrede bile mevcuttur. Hücre zarı seçicilik özelliğine sahiptir. Çevresinden ancak kendine yararlı olan besinleri seçer. Diğer zararlı besin ya da maddelerin geçişine izin vermez. Yani sadece seçim yapmak veya ayırt etmek özelliklerine sahip olmak bilinçli olmak anlamına gelmiyor.

    1.5 yaşında yürümeye başlayan bir çocukta zihnin bu özelliklerini rahatlıkla kullanabilir. Yani istediği bir şeyi seçebilir. Zararlı ile yararlı arasından seçim yapabilir. Hatta kendine göre mantık yürütebilir. Ama tüm bu özellikle öğrenilmiş belli kalıpların arasından yapılan seçimlerdir. Yani tanıdık nesneler arasından seçim yapar. Tanımadığı bir nesneye ise sadece merakla ve ihtiyatla yanaşır. Hatta bu yaştaki çocuğun kendine göre kısa süreli iradesi bile olduğu söylenebilir. Kendini kucağa aldırana kadar bir irade ortaya koyabilir. İnatla annesinin bacağına sarılır ve kucağa alınana kadar bacağı bırakmaz.

    Tüm bunlara bakarak çocuğun bilinçli yaşadığını söyleyebilir miyiz? Belki onun da kendisine göre bir bilinci olduğu ileri sürülebilir. Ama bu son derece kısıtlı bir bilinçtir. Ve sadece öğrenilmiş kısıtlı kalıplar arasında yapılan seçimlere dayalı bir bilinçtir. Yani zihninde mevcut bu bilgilerden yeni bilgi üretme gücü yoktur. Yeni kavramlar oluşturma yeteneği henüz gelişmemiştir. İçinde bulunduğu durumu sorgulayamaz. Sadece kayıtlı kalıplarından risksiz olanları tanır ve seçer.

    Bilinçli yaşamak ise bunlardan çok daha öte bir durumdur.
    Bilinç kişinin içinde bulunduğu durumu sorgulayabilmesidir. Gerçekle hayali birbirinden ayırabilmesidir. Yaşadığı yaşamı daha yaşanabilir hale getirebilecek bir araçtır. Bu dünyada hiç kimsenin elinde bu yaşamın niçin var olduğuna dair bir kanıt yoktur. Tamam değişik felsefik görüşler vardır ama bunlar sadece kanıtlanmamış düşünce üretimleridir.

    Bilincimizi bu yaşamın neden var olduğuna yormak yerine mademki yaşıyorum nasıl insan gibi yaşabilirim” e kullanmak daha akla yakın gelmektedir. Akla yakın dediğimiz zaman bir şekilde mevcut bilimsel bilgilerle itiraz edilemeyen aksi kanıtlanamayan fikirleri düşünmek gerekir.

    Hiç kimse “insanın insanca yaşaması gerekir” sözüne itiraz edemez sanırım. O zaman bu düşünce bilinçli bir düşünce olmaktadır. Kanıtlanamaz ama akside gösterilemez bir düşünce. Yüzde yüz doğrudur diyemeyiz çünkü kanıtımız yok ama sanki içsel olarak doğru bir cümle gibi durmaktadır. İşte bize doğru gibi gelen düşünce tekrar ederek zihnimizde itiraz edilemeyen bir kalıba dönebilir. Bir süre sonra inanç olarak kabul edilen bir önerme olur. İnançlar sorgulanmayan doğrularımızdır. Ben böyle inanıyorum dediğimiz zaman akan sular durur.

    “İnançlar sorgulanmaz” gibi bir inancımız vardır.
    Peki bu bizim bilinçli düşünce tanımımıza uyuyor mu? Hayır uymuyor. Çünkü her türlü inancı sorgulama gücüne sahibiz. Yani rahatlıkla aksi kanıtlanabilir bir düşüncedir. Yani en azından ben her türlü inancı sorgulama gücüme sahip olduğumu biliyorum. Böyle bir güce sahip olmam illaki her türlü inancı sorgulamam gerektiğine işaret etmez. Yani “her türlü inanç sorgulanmalıdır” dediğim zaman bunun neden gerekli olduğunu kanıtlayamam. İçime de pek doğru gelmez. Yani bir insanı huzura erdiren, ona insanca yaşamasını sağlayan inanç ya da inançları varsa neden bu inançları sorgulayalım ki? “İnançlar sorgulanabilir” dediğim zaman bilinçli düşünce üretmiş oluyorum. Çünkü “inançlar sorgulanamaz” önermesinin tersi olan düşüncenin tersi düşünceyi kanıtlayacak malzemeye sahibim. Ama “her inanç sorgulanması gerekir” dediğim zaman elimde bu önermeyi kanıtlayacak akla yakın bir malzemem yok.

    Peki hangi inançları sorgulamamız gerekir? Bilinçli olmadığına inandığımız ve/veya bir kişinin insanca yaşamasını engelleyen inançları sorgulamamız gerekir.

    O zaman insanca yaşamak ne demek?
    Önce bunu tanımlamamız gerekir. Herkesin tanımı farklı olabilir. Kimimiz için rahat bir yaşamdır insanca yaşamak. Yani günümüz koşullarına uygun bir evin olması, otomobilin olması, geleceğinden endişe duymadan yaşamını sürdürecek gelirin olması vs gibi maddi koşullarla tanımlanan bir şeydir insanca yaşamak. Çoğu insan da böyle düşünür. Ama ben hemen bunun aksine bir kanıt ileri sürebilirim ve bir köpeğe de aynı koşulları sağlayabileceğimi iddia edebilirim. Teorik olarak bu durum mümkündür ve böyle yaşayan binlerce ev köpeği de vardır dünyada. O halde sadece bazı maddi kolaylıklara sahip olmak tek başına insanca yaşamın gerekliliği ya da tanımı olarak ileri sürülemez. Bu koşullar bir insanın belki kendisini bu dünya üzerinde emniyette ve güvende hissetmesini sağlar. Ama insanca yaşamasını sağlayamaz. Tamamen bilincini yitirmiş, bitkisel hayata girmiş ve yaşam makinesine bağlanmış bir insanda aynı koşullara sahip olabilir. Böyle bir duruma insanca yaşamak denebilir mi?

    Ya da herkesin kendisine kötülük yapacağı korkusu içinde evine kapanmış ve bir şekilde yaşamını sürdürecek gelire sahip bir kişi için insanca yaşamdan bahsedilebilir mi?

    O halde insana özgü olan öyle bir özellik olmalıdır ki sadece insan kullanabilsin ve bu özelliğini kullanarak yaşayabilsin. Bu özellik bilinçli düşünce üretme gücüdür. Bilinçli düşünce üretme gücü sadece insana ait bir güçtür. Bilinçli düşünce dediğimiz zaman yukarıda da belirttiğim gibi mevcut bilgilerden yeni düşünce üretmekten bahsediyorum. Peki evinde oturan ve dışarı çıkmayan kişide bu düşünceyi üretebilir. Doğru. Ama hiçbir şekilde kendi yaşamının parçası yapmadığı bir düşünceyse demek ki ürettiği düşünce sadece bir fikirden öteye gidemez. Ürettiği düşüncenin yaşamına bir katkısı yoktur. Onu hiçbir şekilde eyleme geçirmemektedir. İlginç olanda zaten böyle bir düşünce üretse kendini evine korkuyla hapsetmesi mümkün değildir. Sadece bilinçli seçimiyle kendini eve kapattım diyebilir. Ama bu da pek akla yakın gelmemektedir. İnsanca yaşamak derken başka insanlarla bir arada yaşamaktan bahsetmemiz gerekir. Başka insanlarla iletişim halinde yaşarsak ancak insanca yaşamaktan bahsedebiliriz. Tabi burada hemen bir insan kendi başına hiç kimseyle iletişim kurmadan yaşamaz mı? Hem de huzur içinde. Örneğim bir adada her türlü yaşamsal gereğini doğal olarak elde ederek yaşayamaz mı? Yaşayabilir tabiî ki. Ama bu tip nadir olan durumları tanımımız dışında tutmak durumundayız.

    Tanım gereği insan sosyal yaşayan bir varlıktır. Sosyal bir yaşam içinde insanca yaşamaktan bahsetmek durumundayız. Tartışmamız gereken konu insanın diğer insanlar arasında yaşamını rahat ve huzur içinde yaşaması olmalıdır. Bilinç kullanılacaksa böyle bir yaşamı yaratmak için kullanılmalıdır. Tabi hiç bilincini kullanmadan rahat ve huzur içinde yaşayan insanlar yok mudur? Vardır mutlaka. Hatta çok büyük bir oranda vardır. Sadece kendisi için biçilmiş yaşamı yaşayan, sorgulamadan yaşayan insanlar vardır mutlaka. Ama hiçbir şeyi sorgulamadan yaşamak ne kadar insancadır? Bu tartışılır. Bazı insanlar bir şekilde bilinçli farkındalıklarını kullanmadan, sorgulamadan kafesteki kuş misali yaşarlar giderler bu dünyadan.

    Tanım gereği bu tip bir yaşamında insanca olmadığını belirtmek durumundayız. Ayrıca bu şekilde yaşayan insanların ne kadar yaşamlarından memnun oldukları da sorgulanması gereken, araştırılması gereken ayrı bir konudur. Gerçekten mutlu mudurlar, yaşamlarına bir kalite koymakta mıdırlar? Yaşamlarında bir zenginleşme sağlamakta mıdırlar yoksa “geldik gidiyoruz şen olasın bu dünya” diyerek seyirci pozisyonunda mıdırlar?

    Bilinçli düşünce üretme aşamasına gelmiş olan insan beyninin bu tip bir yaşantıyı ne ölçüde onayladığı gerçekten ayrı bir sorgulama gerektirir. Yaşamını sorgulamadan yaşıyorsan, sana çizilmiş dünyayı kafadan doğru dünyan olarak kabul ediyorsan her şeye kader gözlüğünden bakıyorsan zaten söyleyecek bir şeyimiz olamaz


    http://www.sosyalfobitedavisi.com/icerik/21/dis-bolumler




  • quote:

    Orijinalden alıntı: nlty2000

    Güzel yazı. Yönetmelikten(26 Ekim'den) önce yazılmış. Biyogüvenlik Yasası Tasarısı'nın Monsanto tarafından yazıldığını söylüyor. Ben de yönetmeliğin Monsanto tarafından yazıldığını söylemiştim. Ya ikimiz de sıyırdık, ya da konuyu eşeleyen iki kişinin birbirinden habersiz olarak aynı sonuca ulaşabileceği kadar aleni her şey. Yalnız olayı deccale filan bağlayarak maddeötesi çağrışımlar yapmak insanlarda yılgınlık, teslimiyet duyguları uyandırabilir, sakıncalı buluyorum.

    ________________________________
    www.buyukcokus.com


    Maddeötesi olduğunu kim söyledi ? Düpedüz insanların ortaya koyduğu bir sistem. yüzlerce yıl öncesinden söylenmiş olması ilginç değil mi? Sen kapitalizm dersin, diğeri para, başkası da Deccal... Nasıl tanımladığın önemli değil. Aynı şeylerden bahsediyoruz ancak BİLİNÇALTInıza yerleşen kalıpları kırın artık, aksi taktirde farklı şeyleri savunuyormuşuz gibi oluyor.

    Mayalar ya da Nostradamus söyleyince hepimiz pürdikkat inceliyor, yorumluyoruz. Kuran söyledi deyince burun kıvırıyoruz. Neden ?




  • 
Sayfa: önceki 4142434445
Sayfaya Git
Git
sonraki
- x
Bildirim
mesajınız kopyalandı (ctrl+v) yapıştırmak istediğiniz yere yapıştırabilirsiniz.