Şimdi Ara

Dünya Petrol Krizi - Peak Oil (48. sayfa)

Daha Fazla
Bu Konudaki Kullanıcılar: Daha Az
2 Misafir - 2 Masaüstü
5 sn
3.089
Cevap
40
Favori
190.288
Tıklama
Daha Fazla
İstatistik
  • Konu İstatistikleri Yükleniyor
4 oy
Öne Çıkar
Sayfa: önceki 4647484950
Sayfaya Git
Git
sonraki
Giriş
Mesaj
  • quote:

    Orijinalden alıntı: Ogün®


    quote:

    Orijinalden alıntı: vezir

    sorun enerji hep var mıydı yok muydu ,soru ve sorun budur


    Hele şükür!

    Sorunumuzu bulduk.

    Cevaplayabilecek durumda mıyız bunun üzerine biraz düşünelim o zaman...

    İnsan algısı 5 duyusuyla ve 6.his denilen tanımlanamayan duyularla sınırlıdır. Bu sınırı aşabilecek miyiz bakalım.

    Selamlar




    bu o kadar da kolay yanıtlanabilecek bi,r soru değildir. İlk önce bana hep demek , sonsuz demek ,zaman açısından bir anlamı yok derse orada kitleniriz. Çünkü zamanın bir başlangıcı ve sonu var. Devirnim var mı yok mu burası da tartışılsada 12 trilyon yıl civarında olduğu sanılıyor.

    önce bu işlere meraklı olup da ciddi bilgi eksiği olanlar için bazı linkler vereceğim . Bildiğimizden öte birşeyden önce ne biliyoruz güncel update lazım



    http://en.wikipedia.org/wiki/Multiverse

    http://en.wikipedia.org/wiki/Anthropic_principle

    evreni nasıl algıladığmız ile ölçtüğümüz farklı kavramlar.

    1-The absurd universe
    Our universe just happens to be the way it is.

    2-The unique universe
    There is a deep underlying unity in physics which necessitates the universe being the way it is. Some Theory of Everything will explain why the various features of the Universe must have exactly the values that we see.

    3-The multiverse
    Multiple Universes exist, having all possible combinations of characteristics, and we inevitably find ourselves within a Universe that allows us to exist.

    4-Creationism
    A creator designed the Universe with the purpose of supporting complexity and the emergence of Intelligence.

    5-The life principle
    There is an underlying principle that constrains the universe to evolve towards life and mind.
    The self-explaining universe
    A closed explanatory or causal loop: "perhaps only universes with a capacity for consciousness can exist." This is Wheeler's Participatory Anthropic Principle (PAP).

    5-The fake universe
    We live inside a virtual reality simulation.




  • kavramlar sonrasında evren ve çoklu evren hakkında ciddi bir kitap veriyorum satın almanıza gerek de yok gmail üyeleri bedavaya görüp okuyabiliyor. satın almak isteyenler için

    http://www.cambridge.org/catalogue/catalogue.asp?isbn=0521848415

    para yok ama zamanım var okurum diyenler için

    517 sayfa sınırlı ön izleme var ki fazlasıyal fizikçi olmaya yeterde artar bile. Sonra evren ve ötesi hakkında tartışabiliriz.

    http://books.google.com.tr/books?id=U_Jm2DT_AVAC&source=gbs_navlinks_s

    http://books.google.com.tr/books?id=U_Jm2DT_AVAC&printsec=frontcover&source=gbs_v2_summary_r&cad=0#v=onepage&q=&f=false




  • *
  • quote:

    Orijinalden alıntı: vezir

    quote:

    5000 yılda aldığımız yola


    insanlık bu tarihin onlarca katında var olup çeşitli medeniyetler kurdu ve yok oldu. Bugune gelen efsaneler ve bilgi zamanla yozlaştı ve tekrar bilim ile diriliyor. BUnlar sadece bir döngü ancak insanoğlu bilgiyi aklının sınırları ile sonuna kadar zorlamaya devam edecektir.

    Her felaket sonrasında yozlaşan bilgiyi ise sadece kaynaklarını kaybederek ve referanslarını yanlış noktalara göndererek aynı döngüyü zorluyor .Büyük iskenderiye kütüphanesi şu an var olsa idi kaybedilen zamanın çok daha önceden yakalanması belki sağlanabilirdi. Bütün o zamana kadar toplanmış kaynak lar yok olunca insanoğlu kendi karanlık çağına dönüş yapmıştır taki yeniden uyanıp da rönesans ile bazı şeylerin farkına varana kadar.



    Evet, herşey 5000, 7000 yıllıkmış gibi düşünülüyor nedense.
    Şunlara bir göz atalım:






    Japonya'nın Yonaguni adasının yakınında, denizin 23 metre
    altında insan yapısı olduğu apaçık belli olan piramitler
    bulunmaktadır. 183 metre genişliğinde ve 27 metre yüksekliğindeki
    bu piramitler 10.000 yıllıktır.
     Dünya Petrol Krizi - Peak Oil








    Alışıldık olmayan bu spiral cisimler(yaylar) 1991-1993 yılları arasında
    Rusya'daki küçük bir dere olan Narada'da bulunmuştur. Boyları en fazla 3 cm
    olan bu cisimlerden(inanılmaz ama) 0,003 mm olanlar da bulunmuştur!
    Büyük olanları bakırdan, küçük ve çok küçük olanları ise çok ender rastlanan
    "tungsten" ve "molybdenum" maddelerinden yapılmıştır. daha da şaşırtıcı
    olan şey ise bütün bilimsel incelemelerin gösterdiği gibi bu cisimlerin
    yaşlarının 318.000 yıla kadar gittiğidir.
     Dünya Petrol Krizi - Peak Oil










    "Geodo of Coso" antik bir parçadır. Bu kaya parçasının üzeri doğal kristallerle
    kaplanmıştır. İçinde bir boşluk bulunmuştur. Bu boşlukta, malzemesini metal ve
    porselenin
    oluşturduğu garip bir cisim bulunmuştur. Bu cisim üzerinde meydana
    gelen ve onu kaplayan kristal oluşumlu kabuğun oluşabilmesi için 500.000 yıl
    geçmesi gerekiyor!
     Dünya Petrol Krizi - Peak Oil









    Üzerinde oyularak yapılmış, tam gelişmemeiş olsa da rahatlıkla farkedilen
    bir insan yüzü bulunan bir deniz kabuğu. Bu buluntu 1881 yılında jeolog
    H.Stopes tarafından rapor edilmiştir. Yapılan testler sonucunda, oyma
    işleminin kabuklu henüz yaşarken, yani fosilleşmeden önce yapıldığı ortaya
    çıkmıştır. Bu deniz kabuğu Pliocene devrine ait ve 2 milyon yıl yaşındadır.
     Dünya Petrol Krizi - Peak Oil








    1877 yılında Montezuma tünel şirketinin bir tünel çalışması sırasında
    50 milyon yıl eski olan bir lav akıntısının içinde bir tokmak ile kap
    bulundu (Table dağı, Kaliforniya). Tokmak yaklaşık 30 cm uzunluğunda
    ve kap ise 10 cm çapındadır. Bu buluntudan şu sonuç çıkıyor:
    50 milyon yıl önce yanardağdan fışkıran lavlar sel olup akarken bu
    tokmak ile kap oradaydı ve ikiside lavın içinde gömülü kaldılar
     Dünya Petrol Krizi - Peak Oil









    Bu cisim Kanada'nın kuzey kutup bölgesindeki Axel Heiberg adası eski
    fosiller koleksiyonundan bulunmuştur. İncelemeler bunun bir insan parmağı
    fosili olduğunu gösteriyor. Bu fosil 100 ile 110 milyon yıl öncesine aittir.
    Bu fosil "DM93-083" numarasıyla arşivlenmiştir. Röntgen ışınlarıyla yapılan
    inceleme sonucunda resimdeki siyah kısımların parmak kemiklerine ait olduğu
    ortaya çıkmıştır. Bu kadar eski zamanda (dinazorlar çağı) insan yaşamış
    olabilir mi?
     Dünya Petrol Krizi - Peak Oil








    Bu 120 milyon yıllık taş parçasının yüzeyi, Ural bölgesini gösteren
    bir haritayla kaplıdır. Görünüşe göre bu kadar eski bir haritanın olması
    imkansızdır. Bashkir devlet üniversitesindeki bilim adamları, çok eski
    zamanlarda, gelişmiş uygarlıkların olduğuna dair kanıtlardan biri olarak
    yorumluyorlar eseri. Bu gerçekten de insan eliyle yapılmış bir rölyeftir.
    Günümüz askeri haritaları ile neredeyse aynı karakteristik özellikleri
    sergilemektedir.
     Dünya Petrol Krizi - Peak Oil









    Kolombiya'da Bogota yakınlarında bulunmuş bir insan eli fosili. Fosilleştiği
    kayanın yaşı 130 milyon yıl civarındadır.
     Dünya Petrol Krizi - Peak Oil








    Resimde gördüğünüz çekiç bir kum taşı içinde bulunmuştur. Yani prensibe göre
    bu kum taşı oluşurken bu çekiç oradaydı. Keşif 1844 yılında fizikçi David Brewster
    tarafından yapılmıştır (Kingoodie, Myinfield-İngiltere). İngiliz Jeoloji araştırma
    merkezinde Dr.A.W. Med tarafından yapılan analizlerde bu kum taşının yaşının
    400 ile 460 milyon yıl olduğu saptanmıştır. yani çekicinde o kadar eski olması
    gerekiyor.
     Dünya Petrol Krizi - Peak Oil




  • İnsanlık tarihi ve arkeolojiye farklı bir bakış açısı için:

    http://www.badarchaeology.net/index.php
  • 2
  • 2
  • 400-460 milyon yıllık bir medeniyet. Daha eskilere de gidilecektir teknoloji geliştikçe, eminim.

    ihg70 çok hoş bir derleme olmuş, bir nefeste okunuyor. Teşekkür ettim
  • quote:

    Orijinalden alıntı: ihg70

    Evet, herşey 5000, 7000 yıllıkmış gibi düşünülüyor nedense.

    Şunlara bir göz atalım:






    Japonya'nın Yonaguni adasının yakınında, denizin 23 metre
    altında insan yapısı olduğu apaçık belli olan piramitler
    bulunmaktadır. 183 metre genişliğinde ve 27 metre yüksekliğindeki
    bu piramitler 10.000 yıllıktır.
     Dünya Petrol Krizi - Peak Oil








    Alışıldık olmayan bu spiral cisimler(yaylar) 1991-1993 yılları arasında
    Rusya'daki küçük bir dere olan Narada'da bulunmuştur. Boyları en fazla 3 cm
    olan bu cisimlerden(inanılmaz ama) 0,003 mm olanlar da bulunmuştur!
    Büyük olanları bakırdan, küçük ve çok küçük olanları ise çok ender rastlanan
    "tungsten" ve "molybdenum" maddelerinden yapılmıştır. daha da şaşırtıcı
    olan şey ise bütün bilimsel incelemelerin gösterdiği gibi bu cisimlerin
    yaşlarının 318.000 yıla kadar gittiğidir.
     Dünya Petrol Krizi - Peak Oil










    "Geodo of Coso" antik bir parçadır. Bu kaya parçasının üzeri doğal kristallerle
    kaplanmıştır. İçinde bir boşluk bulunmuştur. Bu boşlukta, malzemesini metal ve
    porselenin
    oluşturduğu garip bir cisim bulunmuştur. Bu cisim üzerinde meydana
    gelen ve onu kaplayan kristal oluşumlu kabuğun oluşabilmesi için 500.000 yıl
    geçmesi gerekiyor!
     Dünya Petrol Krizi - Peak Oil









    Üzerinde oyularak yapılmış, tam gelişmemeiş olsa da rahatlıkla farkedilen
    bir insan yüzü bulunan bir deniz kabuğu. Bu buluntu 1881 yılında jeolog
    H.Stopes tarafından rapor edilmiştir. Yapılan testler sonucunda, oyma
    işleminin kabuklu henüz yaşarken, yani fosilleşmeden önce yapıldığı ortaya
    çıkmıştır. Bu deniz kabuğu Pliocene devrine ait ve 2 milyon yıl yaşındadır.
     Dünya Petrol Krizi - Peak Oil








    1877 yılında Montezuma tünel şirketinin bir tünel çalışması sırasında
    50 milyon yıl eski olan bir lav akıntısının içinde bir tokmak ile kap
    bulundu (Table dağı, Kaliforniya). Tokmak yaklaşık 30 cm uzunluğunda
    ve kap ise 10 cm çapındadır. Bu buluntudan şu sonuç çıkıyor:
    50 milyon yıl önce yanardağdan fışkıran lavlar sel olup akarken bu
    tokmak ile kap oradaydı ve ikiside lavın içinde gömülü kaldılar
     Dünya Petrol Krizi - Peak Oil









    Bu cisim Kanada'nın kuzey kutup bölgesindeki Axel Heiberg adası eski
    fosiller koleksiyonundan bulunmuştur. İncelemeler bunun bir insan parmağı
    fosili olduğunu gösteriyor. Bu fosil 100 ile 110 milyon yıl öncesine aittir.
    Bu fosil "DM93-083" numarasıyla arşivlenmiştir. Röntgen ışınlarıyla yapılan
    inceleme sonucunda resimdeki siyah kısımların parmak kemiklerine ait olduğu
    ortaya çıkmıştır. Bu kadar eski zamanda (dinazorlar çağı) insan yaşamış
    olabilir mi?
     Dünya Petrol Krizi - Peak Oil








    Bu 120 milyon yıllık taş parçasının yüzeyi, Ural bölgesini gösteren
    bir haritayla kaplıdır. Görünüşe göre bu kadar eski bir haritanın olması
    imkansızdır. Bashkir devlet üniversitesindeki bilim adamları, çok eski
    zamanlarda, gelişmiş uygarlıkların olduğuna dair kanıtlardan biri olarak
    yorumluyorlar eseri. Bu gerçekten de insan eliyle yapılmış bir rölyeftir.
    Günümüz askeri haritaları ile neredeyse aynı karakteristik özellikleri
    sergilemektedir.
     Dünya Petrol Krizi - Peak Oil









    Kolombiya'da Bogota yakınlarında bulunmuş bir insan eli fosili. Fosilleştiği
    kayanın yaşı 130 milyon yıl civarındadır.
     Dünya Petrol Krizi - Peak Oil








    Resimde gördüğünüz çekiç bir kum taşı içinde bulunmuştur. Yani prensibe göre
    bu kum taşı oluşurken bu çekiç oradaydı. Keşif 1844 yılında fizikçi David Brewster
    tarafından yapılmıştır (Kingoodie, Myinfield-İngiltere). İngiliz Jeoloji araştırma
    merkezinde Dr.A.W. Med tarafından yapılan analizlerde bu kum taşının yaşının
    400 ile 460 milyon yıl olduğu saptanmıştır. yani çekicinde o kadar eski olması
    gerekiyor.
     Dünya Petrol Krizi - Peak Oil





    Her şeyin 5000 yıllık olduğunu düşündüğümü kim söyledi ?

    BİLDİĞİMİZ, ÜZERİNE KONUŞABİLECEĞİMİZ YAZILI EN ESKİ ESERLER M.Ö. 3000 YILLARINA TEKABÜL EDİYOR. Daha Önce de söyledim; Yazının icadı...

    Daha öncesini ancak ve ancak bulunan fosillere bakarak YORUMLAYABLİRSİNİZ, TAHMİN EDEBİLİRSİNİZ.

    Kaldı ki öne sürdüğünüz kanıtlar milyonlarca yıldır insanın eşya kullanabiliyor olduğu ve genetik olarak şu ankinden farklı olmadığını kanıtlar. EVRİMe ne oldu ?

    5000 yıldır derken üzerine net olarak konuşabileceğimiz tarihten bahsediyorum. Üzerine hikayeler uydurabileceğimiz tarihten değil.

    "Görüneni, görünmeyenle açıklamak" mı demişti birleri ?

    Anlamayan kaldı mı?




  • quote:

    Orijinalden alıntı: vezir

    kavramlar sonrasında evren ve çoklu evren hakkında ciddi bir kitap veriyorum satın almanıza gerek de yok gmail üyeleri bedavaya görüp okuyabiliyor. satın almak isteyenler için

    http://www.cambridge.org/catalogue/catalogue.asp?isbn=0521848415

    para yok ama zamanım var okurum diyenler için

    517 sayfa sınırlı ön izleme var ki fazlasıyal fizikçi olmaya yeterde artar bile. Sonra evren ve ötesi hakkında tartışabiliriz.

    http://books.google.com.tr/books?id=U_Jm2DT_AVAC&source=gbs_navlinks_s

    http://books.google.com.tr/books?id=U_Jm2DT_AVAC&printsec=frontcover&source=gbs_v2_summary_r&cad=0#v=onepage&q=&f=false


    Kitabı bi inceleyeyim, konuşalım




  • quote:

    Orijinalden alıntı: jay jay justified

    400-460 milyon yıllık bir medeniyet. Daha eskilere de gidilecektir teknoloji geliştikçe, eminim.



     Dünya Petrol Krizi - Peak Oil


    Görünen o ki insanlık uçmayı Wright kardeşlerden öğrenmedi.
    Uçan makinaları çok daha önceleri yapmıştı.
    Veya kimbilir yapmamıştı da o makinaları görmüştü.
    Gördüğünün aynısının maketini yapmıştı, tanrıların hatırası olarak.

     Dünya Petrol Krizi - Peak Oil
     Dünya Petrol Krizi - Peak Oil

     Dünya Petrol Krizi - Peak Oil
     Dünya Petrol Krizi - Peak Oil


    Bu makinalar ve başka makinalar uçuyordu ama petrol kullanmadan başarıyorlardı bunları büyük ihtimal. Elektriğin çok eskilerde (hem de çok eskilerde!) bilindiğine ve kullanıldığına dair çok kanıt var.
    Bir şekilde bu insanlar petrol dışında doğal kaynaklardan (güneş veya başka bir kozmik kaynak) elektrik elde edip kullanabiliyorlardı. Dünyanın her tarafında piramitler görülmesi biraz fazla rastlantı değil mi? Başta Mısırlıların olmak üzere piramitleri görünce nedense hep enerji santralları geliyor aklıma.

    Dünya üzerinde uygarlıklar kurulup kurulup yıkılmış.
    Sürekli bir devinim var. Bir şekilde zirve yapılıyor ve sonra dibe vuruluyor.
    Öğrenilen şeyler kayboluyor, ilkel günlere dönülüyor.
    Sonra yine sıfırdan başlanıyor yeniden yükseliniyor. Bunun için belki her defasında onbinlerce yıl geçiyor.
    Her kaybolan uygarlık geriye sadece biraz kırıntı bırakıyor var olduklarına dair.
    Belki bir dünya savaşından, belki bir meteor çarpmasından, belki bir buz çağından sonra bizim uygarlık da aynı sürece girmeyecek mi?

    Ama insanoğlunun binlerce yılda kurduğu uygralıkların her defasında çökmesinin sebebi her zaman kendisinin suçu olmayabilir.
    Karşı konulamayacak kozmik veya periyodik küresel felakaetlere karşı çaresizce teslim olmuş olabilirler.

    Eski insanların (büyük ihtimal) petrol kullanmadan kurdukları uygarlıklara biz petrol sayesinde 150-200 yılda eriştik. Belki ilk defa bir kozmik felaket olmadan kendi kendimizin sonunu getireceğiz. Geriye ne gökdelenler kalacak ne şehirler. Çimento-betonlar toprağa, suya, denize karışacak. Metaller çözülüp gidecek. Şehirler, yollar, ormanlarla, bitkilerle ufalana ufalana yok olacak. Belki bir kaç heykel belki bir kaç taş yapı. Binlerce yıl sonraki insanlara bırakacağımız bütün miras, yaşadığımıza dair iz bu kadar olacak. Tıpkı geçmiştekilerin bize bıraktığı lav içinde kalmış bir tokmak, orada burada bir iki duvar-piramit gibi.

    Bize hayat veren, bizi uçuran, bizi zahmetsizce yiyeceğe-suya ulaştıran petrol aynı zamanda sinsice sonumuzu da hazırlıyor gibi.
    Çok kötü alıştık.
    Bırakması çok meşakkatli olacak.
    Çok zor.




  • quote:

    Orijinalden alıntı: ihg70


    quote:

    Orijinalden alıntı: vezir

    quote:

    5000 yılda aldığımız yola


    insanlık bu tarihin onlarca katında var olup çeşitli medeniyetler kurdu ve yok oldu. Bugune gelen efsaneler ve bilgi zamanla yozlaştı ve tekrar bilim ile diriliyor. BUnlar sadece bir döngü ancak insanoğlu bilgiyi aklının sınırları ile sonuna kadar zorlamaya devam edecektir.

    Her felaket sonrasında yozlaşan bilgiyi ise sadece kaynaklarını kaybederek ve referanslarını yanlış noktalara göndererek aynı döngüyü zorluyor .Büyük iskenderiye kütüphanesi şu an var olsa idi kaybedilen zamanın çok daha önceden yakalanması belki sağlanabilirdi. Bütün o zamana kadar toplanmış kaynak lar yok olunca insanoğlu kendi karanlık çağına dönüş yapmıştır taki yeniden uyanıp da rönesans ile bazı şeylerin farkına varana kadar.



    Evet, herşey 5000, 7000 yıllıkmış gibi düşünülüyor nedense.
    Şunlara bir göz atalım:






    Japonya'nın Yonaguni adasının yakınında, denizin 23 metre
    altında insan yapısı olduğu apaçık belli olan piramitler
    bulunmaktadır. 183 metre genişliğinde ve 27 metre yüksekliğindeki
    bu piramitler 10.000 yıllıktır.
     Dünya Petrol Krizi - Peak Oil








    Alışıldık olmayan bu spiral cisimler(yaylar) 1991-1993 yılları arasında
    Rusya'daki küçük bir dere olan Narada'da bulunmuştur. Boyları en fazla 3 cm
    olan bu cisimlerden(inanılmaz ama) 0,003 mm olanlar da bulunmuştur!
    Büyük olanları bakırdan, küçük ve çok küçük olanları ise çok ender rastlanan
    "tungsten" ve "molybdenum" maddelerinden yapılmıştır. daha da şaşırtıcı
    olan şey ise bütün bilimsel incelemelerin gösterdiği gibi bu cisimlerin
    yaşlarının 318.000 yıla kadar gittiğidir.
     Dünya Petrol Krizi - Peak Oil










    "Geodo of Coso" antik bir parçadır. Bu kaya parçasının üzeri doğal kristallerle
    kaplanmıştır. İçinde bir boşluk bulunmuştur. Bu boşlukta, malzemesini metal ve
    porselenin
    oluşturduğu garip bir cisim bulunmuştur. Bu cisim üzerinde meydana
    gelen ve onu kaplayan kristal oluşumlu kabuğun oluşabilmesi için 500.000 yıl
    geçmesi gerekiyor!
     Dünya Petrol Krizi - Peak Oil









    Üzerinde oyularak yapılmış, tam gelişmemeiş olsa da rahatlıkla farkedilen
    bir insan yüzü bulunan bir deniz kabuğu. Bu buluntu 1881 yılında jeolog
    H.Stopes tarafından rapor edilmiştir. Yapılan testler sonucunda, oyma
    işleminin kabuklu henüz yaşarken, yani fosilleşmeden önce yapıldığı ortaya
    çıkmıştır. Bu deniz kabuğu Pliocene devrine ait ve 2 milyon yıl yaşındadır.
     Dünya Petrol Krizi - Peak Oil








    1877 yılında Montezuma tünel şirketinin bir tünel çalışması sırasında
    50 milyon yıl eski olan bir lav akıntısının içinde bir tokmak ile kap
    bulundu (Table dağı, Kaliforniya). Tokmak yaklaşık 30 cm uzunluğunda
    ve kap ise 10 cm çapındadır. Bu buluntudan şu sonuç çıkıyor:
    50 milyon yıl önce yanardağdan fışkıran lavlar sel olup akarken bu
    tokmak ile kap oradaydı ve ikiside lavın içinde gömülü kaldılar
     Dünya Petrol Krizi - Peak Oil









    Bu cisim Kanada'nın kuzey kutup bölgesindeki Axel Heiberg adası eski
    fosiller koleksiyonundan bulunmuştur. İncelemeler bunun bir insan parmağı
    fosili olduğunu gösteriyor. Bu fosil 100 ile 110 milyon yıl öncesine aittir.
    Bu fosil "DM93-083" numarasıyla arşivlenmiştir. Röntgen ışınlarıyla yapılan
    inceleme sonucunda resimdeki siyah kısımların parmak kemiklerine ait olduğu
    ortaya çıkmıştır. Bu kadar eski zamanda (dinazorlar çağı) insan yaşamış
    olabilir mi?
     Dünya Petrol Krizi - Peak Oil








    Bu 120 milyon yıllık taş parçasının yüzeyi, Ural bölgesini gösteren
    bir haritayla kaplıdır. Görünüşe göre bu kadar eski bir haritanın olması
    imkansızdır. Bashkir devlet üniversitesindeki bilim adamları, çok eski
    zamanlarda, gelişmiş uygarlıkların olduğuna dair kanıtlardan biri olarak
    yorumluyorlar eseri. Bu gerçekten de insan eliyle yapılmış bir rölyeftir.
    Günümüz askeri haritaları ile neredeyse aynı karakteristik özellikleri
    sergilemektedir.
     Dünya Petrol Krizi - Peak Oil









    Kolombiya'da Bogota yakınlarında bulunmuş bir insan eli fosili. Fosilleştiği
    kayanın yaşı 130 milyon yıl civarındadır.
     Dünya Petrol Krizi - Peak Oil








    Resimde gördüğünüz çekiç bir kum taşı içinde bulunmuştur. Yani prensibe göre
    bu kum taşı oluşurken bu çekiç oradaydı. Keşif 1844 yılında fizikçi David Brewster
    tarafından yapılmıştır (Kingoodie, Myinfield-İngiltere). İngiliz Jeoloji araştırma
    merkezinde Dr.A.W. Med tarafından yapılan analizlerde bu kum taşının yaşının
    400 ile 460 milyon yıl olduğu saptanmıştır. yani çekicinde o kadar eski olması
    gerekiyor.
     Dünya Petrol Krizi - Peak Oil





    ben de benzer şeylerden bahsetmeye çalıştım . yazılı tarih eski uygarlıklar için gerekmiyor ise kendi iletişim sistemimize bakarak bit ön yargıda bulunmamak lazım. Öne sürülen kalıntılardan bazıları hatalı olabilir veya sonradan detaylı incelendiğinde eksiklikler olabilir ama komple her şeyi yok sayacak kadar da değil. ,,

    Bizim kaale almadığımız şey dünya üzerinde ki karaların 3-5 metre altı ile denizlerin altınının hiçbirini detaylıca gözlem yapamıyorken insanoğlu veya başka uygarlıkların olup veya olmayacağı hakkında bilgi öne sürmek daha rönesansı yaşamadığımızın bir kanıtı olmaktadır. Dünyada yaşayanlar geleceğe ir mesaj bırakmak isteselerdi bunu yazılı bırakmak yerine bozunmayacak eserlerden yapacak olduklarını düşünürsek granit taş bunun için en uygun materyaldir. Alrın veya değerli maden de olaiblir. Ancak taşların gizemi halen tam olarak çözünememiştir. En azından şimdiye kadar olan teknik gelişimimiz bunu gösteriyor.




  • bir iki ekleme de ben yapayım.

    Güney Afrika'nın henüz aydınlanmamış bir sırrı var. Batı Transvaal'de küçük bir şehir olan Ottosdal yakınlarındaki Prekambriyen bir çökelti tabakası içinde, birtakım metal kürelere rastlanıyor. Bunlar, yıllardan beri madenciler tarafından çıkartılıyor. Bu küreler iki çeşit. Bir tanesi mavimsi renkli, üzeri beyaz puanlı metal bir top şeklinde. Diğeri ise ortasında beyaz ve süngerimsi bir tabaka bulunan oyuk bir küre biçiminde. Kürelerden çoğu beysbol topu büyüklüğünde ve yine beysbol topu gibi çevrelerinde birbirine paralel üç tane oluk yer alıyor. Bugüne dek bunlardan yüzlercesi toplandı. Görünüşte insan yapımı özellikleri taşıyorlar, ancak bulundukları yer itibarıyla en azından 2.8 milyar yıl önce yapılmış olmalılar.

    Potchefstroom Üniversitesi'nde görev yapan önemli bir jeolog olan Prof. A. Bisschoff, limonit oluşumlar olduğunu düşünüyor, ancak bu teori ile ilgili olarak da bazı problemler var.

    Limonit, diğer demirsi minerallerin oksitlenmesiyle biçimlenen bir tür demir cevheridir. Bataklıklarda, çökelme sonucu oluşmuş taşlarda, özellikle de kireç taşı tabakaları arasında yaygın olarak bulunur. Boya imalatçıları onu toprak boyası ya da aşı boyası kaynağı olarak tanırlar. Bu şekilde, taşlaşmalar (concretion: zaman içerisinde merkezi bir çekirdek etrafında sıkışarak oluşan sert taş kütleleri için kullanılan jeolojik terim) oluşması doğaldır, ancak limonit kütleleri sarı, kahverengi ya da siyahtır... Mavi üzerine beyaz benekli değil. Bunları genelde gruplar halinde, hatta iç içe bulursunuz. Birbirinden uzak küreler halinde değil. Genelde oluklu bir görünüm taşıdıkları da görülmemiştir. Standart Mohs ölçeğine göre 4 ile 5.5 arasında bir sertlik faktörü sergilerler, bu da çok sert olmadıkları anlamına gelir. Oysa bu metal kürelerin yapısı o denli sert ki, çelik bile çizemiyor.

    Eğer limonit değillerse, o halde bunlar ne olabilir? Klerksdorp Müzesi müdürü Roelf Marx'a göre burada sergilenmekte olan küreler bir profilit tabakasında bulunmuş. Öyleyse bu küreler silikat mineralinin toplaşmasıyla oluşmuş diyebilir miyiz? Yanıtımız yine "hayır" olacaktır. Silikat mineralleri basınç etkisiyle kristaller oluştururlar, metal toplar değil. Profilit, talkı andırır ve benzer amaçla kullanılır. Bazı granüler kütleler oluştursa da bunlar gri renklidir ve yağlı bir görünüm taşırlar. Sertlik konusu bizi sonuca daha da çabuk götürür. Mohs şemasında profilitin yeri 1 ile 2 arasındadır. Yani daha yumuşağını bulmanız mümkün değildir.

    Eğer bu küreler doğal bir biçimde oluşmamışlarsa, nereden geldiler? Görünüşte sanayi ürünlerine benziyorlar. Sanki bir fabrikada çeliğin özel bir biçimde sertleştirilmesiyle imal edilmiş ve özel bir amaç için üretilmişler. Ancak öte yandan bunların insan yapımı olmaları da pek olası değil.

    Uzmanlara göre, modern insanlığın ilk örnekleri olan Homo sapiens'ler, bundan 100.000 yıl önce Güney Afrika'da yaşamış. Öyleyse metal topların bulunduğu yer bakımından bir sorunumuz yok. Ancak zaman ve uygarlık düzeyi tamamen çelişkili. Bu insanlar yaşamlarını yalnızca avcılık-toplayıcılık yaparak sürdürüyorlardı. Taş, kemik, tahta kullanıyorlardı ama metali bilmiyorlardı. Çeliği eritmek bir yana en basit demirin işlenmesi dahi onları çok aşıyordu.

    Teknoloji farkını görmezden gelsek bile zaman konusunu aşmamız olanaksız. Modern insanın ataları, Homo erectus'lar (Dik Durabilen İnsan) 1.8 milyon yıl önce Olduvai Gorge'da kendi barınaklarını inşa edebiliyorlardı. Bu, sapienslerin var oluşundan çok önce, ama Batı Transvaal'e herhangi bir şey tarafından düşürülen kürelerin varlığından çok sonra idi.

    Modern insanın daha önceki ataları olan Homo habilis'ler (Usta İnsan) bile 2.5, 3 milyon yıl önce bazı ilkel taş aletler yapabiliyorlardı. Ama metal toplar yapmaları olanaksızdı ve zaman olarak metal taşlar yine çok daha öncelere dayanıyordu. Aslında kürelerin bulunduğu yer, maymunlarla insanların ilk olarak farklılaştığı 5 ile 8 milyon yıl önceki bir zaman dilimine denk düşmekte.

    Güney Afrika'daki bu kürelerin ait oldukları zaman dilimini daha iyi bir perspektife oturtmak için, Prekambriyen çağın, 4.6 milyar yıl önce dünyanın oluşması ile 600 milyon yıl önce Paleozoik devrin başlaması arasında yer aldığını belirtmek ve bunun çok uzun bir jeolojik tarih dilimi olduğunu göz önünde bulundurmak gerekir. O dönemden geriye çok az sayıda fosil kalmış olmasına rağmen jeologlar dönemin yaygın özelliklerini yansıtan kaba bir resim ortaya çıkarmışlar.

    O dönemde atmosfer büyük bir olasılıkla şimdiki durumuna benziyor, nitrojen, karbondioksit, buhar ve oksijen içeriyordu. Denizler ve kıtalar yine vardı, ancak sınırları bugünkünden farklıydı. Dünya, bilim adamlarının süper kıtalar dedikleri çok büyük kara parçaları ile kaplıydı. Daha sonra bunlar bölünerek günümüzdeki şekillerini aldılar.

    Biyolojik yaşam başlamıştı. Güney Afrika'daki taşlar arasında, üç milyon yıl öncesine ait yosun ve bakteri fosilleri bulunmuştur. Sığ sulardaki yosun tabakalarının altında oluşan taş türlerinden olan stromatolitler de bunu doğrular. Ancak karada yaşayan hayvanlara ya da bugün denizlerde rastladığımız türden canlılara hatta deniz kabuklarına ait fosillere dahi rastlanmamıştır. Jeologların bu dönemle ilgili olarak bulabildikleri en gelişmiş canlı örnekleri, yumuşakçalara benzeyen çok hücreli bazı organizmalardır. Bunlar resmi olarak hayvanlar sınıfına dahil edilmişlerdir, ancak evrim merdiveninde deniz anasından bile aşağıda yer alırlar. Böylece Prekambriyen çağlara ait hiçbir canlının Transvaal kürelerini yapmış olamayacağı ortaya çıkmaktadır.

    Açıklama gerektiren çelişkiler yalnızca bunlarla kalmıyor. Fransa, Laon'daki Société Académique'in başkan yardımcısı Maximilien Melleville, The Geologist'in Nisan 1862 sayısında, evinin yakınlarındaki bir Eosen linyit yatağında bulunan ve kusursuz görünen bir tebeşir toptan söz etmişti. Bu top sanki daha büyük bir bloktan yontulmuş, dikkatlice şekillendirilmiş ve işlenmişti. Bir başka deyişle, imal edilmişti. Topun bu tabaka arasına sonradan yerleştirilmiş olması ise olanaksızdı. Melleville, yazısında şöyle diyordu:

    "Topun yüksekliğinin beşte dördü hizasında içinden ziftli siyah bir renk geçiyor ve yukarıya doğru sarı bir halkaya dönüşüyordu. Bu durum, topun bulunduğu yerde uzun bir süre linyitle temas halinde olmasından kaynaklanıyordu... Topun içinde bulunduğu taşa gelince, son derece bakir olduğu ve önceden hiçbir işleme tabi tutulmadığı konusunda garanti verebilirim. Topun bulunduğu taş ocağının çatısı da aynı şekilde el değmemiş bir durumdaydı. Topun yukarılardan bir yerden düştüğünü gösteren ne bir çatlak ne de herhangi bir oyuk vardı."

    Öyle görünüyor ki burada da insan elinden çıkmış izlenimini veren bir oluşumla karşı karşıyayız. Ancak linyit tabakası içerisinde aldığı yere bakılırsa, bu top kırk beş-elli milyon yıl önce, yani gezegenimizde insan varlığının ilk kez ortaya çıkmasından çok daha önce var olmalı.

    Çok daha yakın bir zamanda, bundan daha da büyük sırlar taşıyan bazı şeyler ele geçmiştir. 1928 yılında Atlas Almon Mathis adında bir madenci Heavener, Oklahoma'nın iki mil kuzeyindeki bir madende çalışıyordu. Birkaç dinamitleme operasyonu sonunda 30 cm boyunda, cilalanmış, kübik bazı bloklar ortaya çıktı. Bunların bir tür betondan yapıldıkları açıkça görülüyordu. Kazılar sonucunda bunların 140 metre uzunluğundaki bir duvara ait oldukları anlaşıldı. Ancak, bir kömür damarında bulunmaları, bu blokların en azından 286 milyon yaşında olduklarını gösteriyordu. Öyleyse bu duvarı kimler inşa etmişti?

    Belki de Güney Illinois'in Pana ya da Taylorville madenlerindeki kömür damarına "antik bir işçilikle işlenmiş olan" altın zinciri düşürenler yine bu kişilerdi. Yaktığı ateşe kömür atmak isteyen Mrs. S. W. Culp, kırılan bir kömür parçasının içinde bu zinciri keşfetmişti.

    Aynı döneme ait olarak başka çelişkili örnekler de gösterebiliriz. Willburton, Oklahoma'daki bir kömür madeninde varil biçiminde olan ve üzerinde bazı baskılar bulunan gümüş bir kütle bulundu. Yine aynı madenden demir bir kap çıkarıldı. Frank J. Kenwood, 1912 yılında Thomas, Oklahoma'daki Belediye Elektrik Fabrikası'nda çalışırken, çok büyük olduğu için kullanıma elverişli olmayan bir kömür parçasını balyozla kırdı. Kömür ikiye ayrıldı ve içinden bir kap düştü. Bu olaya görevlilerden biri de şahit olmuştu.

    Webster City, Iowa yakınlarındaki bir madenin kömür damarında yukarıdakilerden de garip bir taşa rastlandı. Daily News'un Omaha, Nebraska baskısında yayınlanan rapor şöyle idi:

    "Çok sert olan bu taşın yüzeyinde belli açılarla çizilmiş ve kusursuz birer elmas şekli oluşturan çizgiler var. Elmasların her birinin merkezinde yaşlı bir adamın portresi yer alıyor ve portreler dikkat çekici bir biçimde birbirine benziyor. İki tanesi hariç bütün portreler sağa bakıyor."1

    1884 yılının Haziran ayında, London Times gazetesi, Tweed nehri yakınlarındaki bir taş ocağında bulunan ilginç bir taştan söz ediyordu. Taşın içerisinde altın bir iplik parçası bulunmuştu. Yukarıda belirtilen bütün nesneler en azından 260 milyon yıl öncesine ait. Altın iplik ise 360 milyon yaşında olmalı.

    İngiliz Bilimsel Gelişim Derneği'nin kurucusu olan Sir David Brewster, ünlü oluşunu büyük bir oranla, 1844'te yayımladığı bir rapora borçluydu. Raporda, İskoçya'daki Kingoodie taş ocağı'nda, bir kum taşı bloğu içerisinde gömülü olarak bulunan metal bir çividen söz ediyordu. Kum taşı bloğu, Devonik çağa yani 360 ile 408 milyon yıl öncesine aitti. Çivinin başı tamamen taşın içine gömülüydü. Taş oluştuktan sonra oraya çakılmış olması olanaksızdı.

    1852 Haziran ayında, Dorchester, Massachusetts'de bulunan kalıntı daha da eskidir. Scientific American dergisindeki bir raporda, Meeting House Hill'deki dinamitleme operasyonları sonucunda parçalanan taşlar arasında, iki parçaya ayrılmış metal bir kap bulunduğundan söz edilir. Ayrıntılar raporda şöyle anlatılmaktadır:
    "İki parça birleştirildiğinde çan biçiminde bir kap ortaya çıktı. Kabın yüksekliği 11.5 cm, alt kısımda 16.5, üst kısımda 6.3 cm genişliğinde. Kalınlığı 0.3 cm, kadar. Gövdenin rengi çinkoyu ya da içinde büyük oranda gümüş bulunan metal bir alaşımı andırıyor. Yan kısımda, saf gümüşle çok güzel bir biçimde işlenmiş altı tane figür veya bir çiçek ya da buket yer alıyor. Daha alt kısımda ise yine gümüşle işlenmiş bir asma yaprağı ya da çelenk var. Oyma, kakma ve işlemeleri onun çok hünerli bir ustanın ellerinden çıktığını gösteriyor."2

    Ancak bu zarif vazoyu yapabilecek ustanın o dönemde yaşamış olması olanaksızdır, çünki içinden çıkarıldığı taş, 600 milyon yıl öncesine aittir.

    kaynak : zamanda yolculuk adlı kitap




  • Şraaakkk diye zammı yapıştırdılar... İstanbul'da yaşayan herkesi az ya da çok etkileyen bir değişiklik oldu, artık bu tip haberlere alışsak iyidir..

    Metrobüste zamlı tarife geceyarısı başladı
    Sefa KIDIK-Erhan TEKTEN/İSTANBUL, (DHA)
    İstanbul Büyükşehir Belediyesi UKOME’nin (Ulaşım Koordinasyon Merkezi), almış olduğu karar neticesinde Metrobüs ücret tarifesinde yapılan değişiklik uygulanmaya başlandı. 16 Kasım, 00:10 itibari ile uygulanmaya başlanan tarifede tam bilet 1,5 TL’den 2 TL’ye, indirimli bilet 0,85 TL’den 1 TL’ye yükseldi.

    Gece yarısı ilk dakikalarda uygulanması beklenen zamlı tarife yaklaşık 10 dakikalık gecikme ile tüm istasyon turnikelerinde ve metrobüslerde devreye girdi.

    VATANDAŞ ZAMLARA TEPKİLİ
    Yeni tarife ile sürekli kullandıkları metrobüslerde aylık giderlerinin daha da artacağını buna karşın kazançlarında bir değişiklik olmadığını söyleyen vatandaşlar metrobüse yapılan zammı fazla buyduklarını söyleyerek yetkililere tepki gösterdi.

    “15TL YEVMİYE İLE ÇALIŞIYORUM, 10 TL YOL PARASI VERİYORUM”
    Zamma tepki gösteren bir vatandaş, “Olan bize oluyor. Metrobüs aldık diyorlar. Biz aldık metrobüsleri onlar almadı ki, parasını biz veriyoruz. Bugün 3 kişilik bir aile Buradan (Şirinevler) Bakırköy’e gitmeye kalksa daha ucuza gidiyor, metrobüs daha pahalı gelir. Hani toplu taşımaya özendiriliyordu insanlar, hani vatandaşı koruyorlardı. Vatandaşın korunacak bir tarafı kalmadı. 15 TL yevmiye alıyorum 10 TL yol parası veriyorum. Gece 24:00’te evime gidiyorum. İnmeden paramızı alıyorlar. 20 TL akbil doldurdum, binmeden parasını veriyorum bunun rantı kime gidiyor. Çok dertliyiz” dedi. Sürekli metrobüsü kullandığını söyleyen bir vatandaş ise “Oldukça fazla kullanıyoruz metrobüsü, zamlar çok fazla” diyerek tepki gösterdi.

    “METROBÜS HAYATI KOLAYLAŞTIRDI, VATANDAŞLAR VAZGEÇMEZ”
    Yeni tarifenin yolcu sayısında bir azalmaya neden olmayacağını söyleyen bir başka vatandaş ise, “Metrobüs insanların hayatını kolaylaştırdı. Metrobüs aynı yoğunlukta devam edecektir, vatandaşlar bundan vazgeçmez” diye konuştu.

    YENİ TARİFE İLE..

    Yeni tarife kapsamında İETT ve özel halk otobüslerinde ELBİL 7,5’dan 10 liraya, metrobüste tam bilet 1,5’dan 2 liraya, indirimli bilet 0,85’den 1 liraya yükseldi.

    Tek geçişlik elektronik biletin ücreti de 2 lira olarak belirlendi.

    Yapılan yeni düzenleme kapsamında metrobüs hatlarında ‘aktarma almaz - aktarma verir’ uygulaması aynı şekilde devam edecek.

    Aylık Mavi AKBİL’deki biniş sınırı 200’den 160’a indirilirken metrobüs hatlarında Mavi AKBİL de her binişte 2 biniş eksiltilecek.

    Metrobüs hattı dışındaki toplu ulaşımlarda eski tarife devam edecek.

    Tek geçişlik bilet tarifesi, tek geçişlik biletin kullanılmaya başlamasıyla uygulanacak. Tek geçişlik elektronik bilet uygulamasına İETT, özel halk otobüsleri, Ulaşım A.Ş, İDO, özel deniz motorlarında teknik altyapı hazırlıkları tamamlandıktan sonra başlanacak.




  • quote:

    Orijinalden alıntı: hazardousmen

    Şraaakkk diye zammı yapıştırdılar... İstanbul'da yaşayan herkesi az ya da çok etkileyen bir değişiklik oldu, artık bu tip haberlere alışsak iyidir..


    Afiyet olsun . İyiki terketmişim şu İstanbul'u. 2 ay oldu bir an bile keşke orada olsaydım demedim gerçekten.

    Gel kurtul
  • quote:

    Bu 120 milyon yıllık taş parçasının yüzeyi, Ural bölgesini gösteren
    bir haritayla kaplıdır. Görünüşe göre bu kadar eski bir haritanın olması
    imkansızdır. Bashkir devlet üniversitesindeki bilim adamları, çok eski
    zamanlarda, gelişmiş uygarlıkların olduğuna dair kanıtlardan biri olarak
    yorumluyorlar eseri. Bu gerçekten de insan eliyle yapılmış bir rölyeftir.
    Günümüz askeri haritaları ile neredeyse aynı karakteristik özellikleri
    sergilemektedir.


    bu konuda daha önce bir başkaforumda bir tartışma yapmıştık . İlgilenenleri bilgilendirmek istemişdim.ama sanırım bilgi ve ilgi düzeylerimiz farklı olduğundan tatmin edici bir yanıt veya fikir birliğine varamamıştık.
    ilgilenenler için alıntıları veriyorum.

    quote:

    tahmini yaşı 120 milyon yıl !!

    http://www.bibliotecapleyades.net/arqueologia/esp_map_creator01.htm#3-D%20Map

    http://www.bibliotecapleyades.net/arqueologia/esp_map_creator02.htm#The%20map%20of%20the%20Creator


    http://forum.donanimhaber.com/m_25166938/mpage_1//tm.htm#25327729




  • quote:

    Orijinalden alıntı:
    Metrobüs insanların hayatını kolaylaştırdı.

    Adam hayatında kolaylık nedir görmemiş, bilmemiş demek ki, kendi kabuğunda mutlu mesut yaşıyor. Şimdi bu sefil adama farklı hayatlar, farklı coğrafyalar, farklı zamanlar göstersek hayatın böyle bir şey olmadığını anlayıp "ne yapıyoruz biz?" diyecek. Çoğunluk bu durumda. Matrix'teki pil insanlar gibi, bir şeylerin ters gittiğini anlayacak algı ve bilgi akışından yoksun. 5 duyusunu, dafault olarak gelen aklını kullanmadan yaşıyor. Otoriteye zaten bu tip insan lazım. Bu insanlar efektif olarak köledir. İşin içine paranın girmesi bir şeyi değiştirmiyor. Düşünmeyi bilmeyen herkes potansiyel bir köledir, yani altyapı hazırdır. Kendisine hükmetme iradesini gösteren başka bir insanın varlığı onu köleye çevirmeye yeter.

    Diğer adamın (güya) söylediği şey de sistemin doğasında olan çarpıklığın özeti aslında. Birisi sana sormadan, iznini, fikrini almadan senin paranı harcıyor, senin hayatınla ilgili kararlar alıyor. Evet çok karmaşık mekanizmalar, binlerce sayfa kurallar falan var bu sistemi düzenlemek için, ama bunlar sistemin özündeki, ta çekirdeğindeki bu çarpıklığı düzeltemiyor. İnsanlar kendi kaderlerini tayin edemiyor. Bu durumda özgürlük nedir, hak nedir, karar vermek nedir? Yeniden düşünmek gerek.

    Hayvanlarda da otorite var. Herkes topluluğun liderine uymak zorunda. Ancak nasıl oluyor da hayvanlar bu sistemle başarılı olurken(hayatta kalırken) insanlar başarısız oluyor, bunu düşünmek gerek.




  • quote:

    Orijinalden alıntı: vezir

    ...

    Eğer bu küreler doğal bir biçimde oluşmamışlarsa, nereden geldiler? Görünüşte sanayi ürünlerine benziyorlar. Sanki bir fabrikada çeliğin özel bir biçimde sertleştirilmesiyle imal edilmiş ve özel bir amaç için üretilmişler. Ancak öte yandan bunların insan yapımı olmaları da pek olası değil.

    ...

    Uzmanlara göre, modern insanlığın ilk örnekleri olan Homo sapiens'ler, bundan 100.000 yıl önce Güney Afrika'da yaşamış. Öyleyse metal topların bulunduğu yer bakımından bir sorunumuz yok. Ancak zaman ve uygarlık düzeyi tamamen çelişkili. Bu insanlar yaşamlarını yalnızca avcılık-toplayıcılık yaparak sürdürüyorlardı. Taş, kemik, tahta kullanıyorlardı ama metali bilmiyorlardı. Çeliği eritmek bir yana en basit demirin işlenmesi dahi onları çok aşıyordu.

    Böylece Prekambriyen çağlara ait hiçbir canlının Transvaal kürelerini yapmış olamayacağı ortaya çıkmaktadır.

    ...

    kaynak : zamanda yolculuk adlı kitap


    Ortada bulunmuş ve bulunması muhtemel bir dünya materyal var. Ulaşmamız gereken olası hipotez;

    " Milyonlarca yıl önce yaşayan insanların, bugünkülerden farkı yokmuş."

    Sizce bu kitabı yazan ve alıntılayan arkadaşlar hangi sonuca ulaşmış ?

    " Bu alet edevatı dünya dışı varlıklar yapmış!"

    Olabilir mi? Kesinlikle olabilir. Peki kanıt ?

    Yok ama olsun, inançlar var ya. Bilinçaltı, bilincimizden daha önce karar verir. Bilinçaltımızda neler sakladığımızı ise bir çok insan bilmez. Farkında olduğunu sanan bir çok insan aslında hipnotize olmuştur.



    "Tanrıların arabaları" adlı kitabı yazan ve buna benzer düşünceleri paylaşan arkadaşlar da dahi olmak üzere bir çokları; Galaksi içinde farklı sistemlerden gelen "yaratık" ların, dünyayı ziyaret ettiğine ve din kavramının, tanrı kavramının doğuşuna sebep olduklarına inanmaktadır.

    Bütün mesele de budur.

    Bilimi kullanarak inancı sorgulama tabi ki olması gereken bir durumdur. Ancak bilim ile filimi birbirinden ayıran ince çizgiye dikkat.

    Ayetleri kanıt olarak görmeyen (olabilir sorgulamıyorum) insanların, dünya dışı varlıkların dünyaya geldiklerine inanmaları nasıl bir psikolojik haldir ?

    Bunu inançla ilgisi yok mu sizce ?




  • quote:

    Ayetleri kanıt olarak görmeyen (olabilir sorgulamıyorum) insanların, dünya dışı varlıkların dünyaya geldiklerine inanmaları nasıl bir psikolojik haldir ?

    Bunu inançla ilgisi yok mu sizce ?


    bu sorular çok uzun zaman önce okuduğum bir kitabı çağrıştırdı. Aslında bu kişinin birçok kitabını okumuştum.



    http://kitap.antoloji.com/tanrilarin-ayak-izleri-kitabi/
  • Konuyu dağıtmamaya ve fazla uzun yazmamaya gayret ediyordum ancak; Uzman olmadığım, cahil olduğum, psikolojik hatta patolojik vaka olduğum, fanatik olduğum vs.vs ithamlarla söylediklerim hep kulak arkası ediliyor. Asıl bilimsel olanın kendi yazdıkları olduğunu iddia edenler var. Bunu yaparken hep aynı argümanları kullanıyorlar: Herkesin anlayamayacağı şekilde yazıyorlar.

    Bunun adı tartışma değil çatışmadır. Siz inandığınız gibi konuşun ben de öyle yapacağım. Okuyanlar kendi kararlarını verirler.


    Şimdi abşlangıç olarak; Hem quantum mekaniği hem de varlık felsefesin çok akıcı ve anlaşılır biçimde harmanlanmış ve tasavvufun da irdelendiği bir makaleyi paylaşayım. Retoriğe girmeden, bilimsel terimlerden arındırılmış ve TÜRKÇE bir yazı. Umarım konuyla ilgili bilgisi olmasa da quantum nedir anlayabilecek.

    Özellikle "varlık / yokluk" tezatının anlatıldığı SCHRODİNGER'in KEDİSİnden bahsedildiği kısmını dikkatli okuyun.

    Sonra fizik tartışmaya başlarız. Hatta kimya da... Zaten Quantum dan beri, fizik ve kimya keskin hatlarla ayrılamıyor zaten.



    KUANTUM FİZİĞİNİN DÜŞÜNDÜRDÜKLERİ
    Yrd.Doç.Dr. Said GÖRGÜLÜ

    Klasik fizik geçmişte Batı'daki "evren" görüşüne cevap verebiliyordu. Zira ne makrokozmos, ne mikrokozmos kavramları oluşmuştu. Atom, proton, kuvark, galaksi veya evrensel çekim gibi konular sözkonusu değildi. Modern fizikteki gelişmeler ise, birbirinden çok farklı iki dünyanın birlikte varolduğunu ve varlıklarını birlikte devam ettirdiklerini ortaya koydu. Bir yanda bizi çevreleyen bildiğimiz dünya: taşlar, ağaçlar, yıldızlar, kısacası makroskopik ölçekteki evren (bu evren klasik fizik tarafından tanımlanmıştı zaten). Diğer yanda, kuantumfiziğinin kanunları ile târif etmeye çalıştığımız atomların ve atomaltı taneciklerin mikroskopik dünyası. Her ne kadar makroskopik dünya da atom ve taneciklerden oluşuyor ise de, kuantumdünyasına girmek isteyen kişi, makro-âleme ilişkin bütün mantık, sezgi ve bilgilerini bir kenara bırakmak zorunda. Çünkü bu iki âlem tamamen farklı ve burada taneciklerin, Güneş etrafında dönen bir gezegenden farklı olarak, izlediği belli bir yol ve işgal ettikleri belli bir konum yok. Tanecikler aynı anda birçok yerde bulunabilirler. Yani ölçeğin farklılaşmasıyla maddenin davranışı oran değil, mahiyet açısından değişim gösteriyor.
    Büyük ölçekli madde ile küçük ölçekli madde arasındaki bu ikiye bölünmeyi anlamak kolay değildir. Klasik ve kuantik alanlar arasındaki sınırı çizen esrarengiz bölgede anlaşılmayan bazı şeyler vardır. Bu karanlık no man's land bölgede ne olmaktadır ki, tabiat kanunları ve dünyanın algılanması böyle birden değişime uğramaktadır?
    Dışarıdaki insanların gözünde kuantumfiziği esrarını koruyor. Fakat bilim adamlarına göre hiçbir teori bu kadar faydalı olmasa gerek: nesnelerin rengini, atomların stabilitesini, yıldızların enerjisini ve tüm kimyasal reaksiyonları açıklama imkânı veren kuantumfiziğidir. Hiçbir teori bu denli sınanmamıştır. Hiçbiri bu denli geniş bir alan kaplamamaktadır (en küçük boyutlardan büyük ölçekteki bazı kuantik olaylara kadar, süperiletkenlik gibi). Katı hal fiziği, nükleer fizik, tanecik fiziği, elektronik, kimya ve diğerlerinin kuantik özellik gösterdiği artık biliniyor. Ve özellikle, hiçbir teori bu denli teknik uygulama doğurmamıştır. Aslında bilmeden günlük hayatta çeşitli kuantik nesnelerden yararlanıyoruz: lazerler, transistörler, bilgisayarlar gibi.
    Sezgilerin kâr etmediği kavramlar

    Fakat bütün başarılarına rağmen kuantumfiziği yeni tartışmaları da beraberinde getirmektedir. İki sebepten dolayı: birincisi, kuantumfiziği kuantumdünyası ile klasik dünya (gözle görülen bizim dünyamız) arasındaki eksik halkayı tamamlamak istemektedir. İkinci olarak, kuantumfiziği soyut ve sezgilere aykırı kavramları sözkonusu eder. Bu kavramlar kuantumfiziğinin yorumlanmasını özellikle hassas bir konu haline getirir. Bilim adamları hergün bu kavramlarla karşı karşıya geliyorlarsa da, artık onlar da bir "kuantik sezgiye" sahip olmuşlardır. Bu teoriyi konunun dışındakiler için böylesine çetin yapan husus ise, halihazırdaki kavramlarla ifade edilemeyen, güçlü matematiksel bir formalizme dayanmasıdır. Bazılarına, onu vulgarize etmenin imkânsız olduğunu söyleten budur. Fakat vulgarize etmek gerektiğinde, sağduyuyu ve bilimsel mantığı şok eden nesneler ve durumlar işin içine girmektedir ve bunlar bizim günlük tecrübelerimizle çelişmektedir.
    Kuantumfiziği ne dalga ne tanecik tanır. Sadece, bazı dalga özelliklerine ve bazı tanecik özelliklerine sahip tek bir nesneler kategorisi tanır (dalga-tanecik ikilemi). Burada bir sebep daha ortaya çıkmaktadır: bu kuantik nesnelerin görüntü şeklinde tahayyül edilmesi imkânsızdır. Bunlar belli belirsizdir, sınırları ve özellikleri durmadan değişmektedir. İzledikleri belli bir yol yoktur. Çözümlenemez şekilde birbirlerine karışabilirler ve aynı anda birçok halde ve birçok yerde bulunabilirler.

    Süperpozisyon (birçok hâlin aynı anda birlikteliği) sadece kuantumun bir özelliğidir
    Kuantumdaki birçok garipliğin kökeninde süperpozisyon prensibi bulunmaktadır. Bunun anlamı şudur: bir atomun, bir taneciğin veya diğer bütün kuantik sistemlerin karakteristik özellikleri onun "hâli" olarak adlandırılan şeyi oluştururlar. Bir sistem için birçok mümkün hâl sözkonusu olduğunda, bu hâllerin toplamı da (yani aynı anda hepsinin birlikte varolma durumu) aynı şekilde mümkün bir hâldir: bu takdirde sistem hâllerin üstüste çakışması (aynı anda beraberliği) durumunda demektir. Bu temel prensip sayesindedir ki, bir tanecik aynı anda birçok pozisyonu (konum) işgal edebilir veya bir atom bir enerjiler süperpozisyonunda bulunabilir. p>Zorluk, diğer dünyaya, bizim makroskopik dünyamıza geçildiğinde başlamaktadır. Çünkü hallerin süperpozisyonu (üstüste konumlanması) bizim klasik evrenimizde düşünülemeyen kuantik bir istisnadır. Kimse bir nesneyi (meselâ bir kalemi) aynı anda iki yerde, veya bir arabayı aynı anda iki viteste giderken görmemiştir, göremez de. O halde, bir enerji halleri süperpozisyonunda bulunan bir atomun enerjisini ölçmeye çalıştığımızda ne olmaktadır? Bu süperpozisyon asla belirlenemeyecek, sadece onu teşkil eden enerjilerden biri ölçülecektir. Tıpkı bir sihirli değnek darbesi gibi, ölçme girişimi, hâllerin süperpozisyonunun, bir hal hariç, kaybolmasına yolaçacaktır. Peki bu hangisidir? Kuantumfiziği bu soruyu cevaplamak istemiyor. Buna karşılık, süperpozisyonu oluşturan bütün haller içinde ölçülecek kesin hal tahmin edilemediğinden, kuantumteorisi her hâli ölçme ihtimali vermektedir. İşte kuantumfiziği bu anlamda "ihtimalci" ve "non-determinist" olarak nitelendirilmektedir. Klasik fizikte ise, bir sistemin geleceği prensipte her zaman belirlenebilir kabul edilmektedir. Burada, süperpozisyon prensibini daha iyi anlayabilmek için şöyle bir örnek verebiliriz:

    Kanatları a,b ve c şeklinde adlandırılmış olan üç kanatlı sabit bir vantilatörün çalışmaya başladığını düşünelim. Kanatların dönme hızı yavaş yavaş artacaktır. Başlangıçta herhangi bir noktadan (bu, gözlem yaptığımız ve vantilatöre göre sabit bir referans noktası olabilir) her bir kanadın geçme anını ve hızını ölçebiliriz. Bu sırada kanatların her biri müstakil ve ayrı birer parça olarak görülmektedir. Fakat hızın maksimum olduğu anda artık tek tek kanatlardan değil, daire şeklini almış bir görüntüden sözedilebilir (parçacık/dalga ikilemi) ve bu durumda belli bir anda sözkonusu noktadan hangi kanadın geçtiğini bilemeyiz. Her üç kanadın geçme ihtimali aynıdır, deriz. Hatta yüksek dönme hızından dolayı, belli bir 't' anında bu nokta üzerinde her üç kanadın da (neredeyse aynı anda) bulunabileceğini düşünebiliriz. Ayrıca, teorik olarak elimizle kanatlardan birini tutmak istediğimizde (bu, kuantumfiziğinde ölçme işlemine karşılık gelmektedir) dairevî şekil hemen ortadan kalkar ve elimize tek bir kanat gelir (bu, sadece ölçüm veya gözlem yaptığımızda bilinebilir olma özelliğidir ve yukarıda sözünü ettiğimiz sihirli değnek durumudur). Fakat hangi kanadın geleceğini önceden asla bilemeyiz. Peki herhangi bir anda dönme olayına müdahale ettiğimizde elimize gelen herhangi bir kanadın, mesela "a" kanadının teorik olarak çok kısa bir zaman sonra, bir sonraki denemede gelmemesi, yani başka bir kanadı tutmak için ne yapmamız gerekir? İşte klasik fizikten farklı olarak bu sorunun cevabı "hiçbirşey"dir. Çünkü kanatlar çok süratli dönmektedir ve elimizin hareket hızı ile kanadınki karşılaştırılamayacak kadar farklı olduğundan elimizle istediğimiz an istediğimiz kanadı tutma yeteneğinden yoksunuzdur (klasik ölçme cihazlarıyla kuantik âlemi ölçmenin imkânsızlığı). Şimdi buradan hareketle atomaltı dünyasındaki kütle ve hız ölçülerini düşünelim. Tanecik boyutlarının, ağırlıklarının ve bunların yaptığı periyodik bir hareket için gereken zaman dilimlerinin çok çok küçük, buna karşılık bu taneciklerin hızlarının çok yüksek olduğu (örneğin, klasik bilgilere göre, bir elektronun atom çekirdeği etrafında saniyede bir milyon tur atması gibi) atomaltı dünyasını anlamak istediğimizde vantilatör örneği, buradaki olayların biraz daha akla yakın hale gelmesini sağlayabilir.
    İşte kuantumfiziğinde mesele, ölçüm için iki ayrı âlemi (ölçme cihazı ile atomaltı partikülleri) biraraya getirmekten kaynaklanmaktadır. Bu iki ayrı alem arasındaki devasa boyut ve hız farkından dolayı, aslında ölçüm sonucunu aldığımız an, ölçüm yaptığımız andan daha sonraki ve herşeyin hemen değiştiği bir andır. Cihazın gösterdiği ölçüm sonucu, gösterdiği ve bizim okuduğumuz ana ait değildir. Çünkü ölçmeye çalıştığımız partikülün hızı ve konumu her an değişmektedir. Çünkü 10-28 gram düzeyindeki kütlelerin sözkonusu olduğu atomaltı dünyasında 10-23 saniye mertebesindeki zaman aralıklarında (doğrudan) gerçek ölçüm yapmak mümkün değildir.

    1927'de Alman fizikçi Werner Karl Heisenberg tarafından "dalga paketinin redüksiyon prensibi" olarak tarif edilen, sistemin bu şekilde bir haller süperpozisyonundan tek bir hale sıçraması için bu ölçme esnasında ne olmaktadır? Kuantik ile klasik, gözlenen nesne ile ölçme cihazı arasındaki sınır hangi düzeydedir? Nihayetinde sözkonusu nesne atomlardan ve taneciklerden yapılıdır. Aslında bu hamur çok su götürmektedir. Bazıları dalga paketinin tek bir hale indirgenmesini (redüksiyon) gözleme, gözlemciye, hatta Amerikalı fizikçi Eugene Wigner'in yaptığı gibi, şuura atfetmektedir. Sayıları az olmayan diğer bazı bilim adamları ise esas rolün tesadüfe verilmesinden pek tatmin olmuş değiller. Kendi ifadesiyle, "Tanrı'nın zar attığı" düşüncesini reddeden Einstein bile kuantumfiziğinin henüz olgunlaşmadığını, daha derin ve determinist bir temel teori bulmak gerektiğini düşünüyordu.

    "Tanecik" deney süreci dışında da mevcut mu?
    Ölçümün getirdiği sıkıntı karşısında Amerikalı fizikçi Hugh Everett radikal bir cevap önerdi: bir haller süperpozisyonunun tek bir hâle indirgenmesi sözkonusu değildir; fakat her biri farklı bir evrende (veya farklı boyuttaki âlemde) olmak üzere bütün mümkün hâllerin gerçekleşmesi sözkonusudur. Aslında bu "birçok âlem" teorisinin de doğrulanması mümkün değildir. Çünkü sayısız paralel evrenin kendi aralarında iletişim yoktur.

    Teorinin kurucu babalarından biri olan Danimarkalı fizikçi Niels Bohr daha temkinli, pragmatik ve aynı zamanda derinlemesine bir konum benimsemişti. Ona göre, dalga paketinin indirgenmesi, ölçülecek kuantik sistem ile, mecburen klasik kabul edilen ölçüm cihazı arasında mutlak bir sınır varsayıyordu. Yani sağlıklı bir ölçüm mümkün olmalıydı. Burada ölçüm ayrıcalıklı bir rol oynamaktadır, çünkü taneciğin özelliklerini sadece ölçüm belirlemektedir. Ölçüm dışında bu özellikler tarif edilmiş değildir. Bu noktadan hareketle söylenebilir ki, bizatihi tanecikten bahsedilmemelidir, çünkü taneciğin deney dışında da "var" olduğu kesin değildir
    Düşünün ki, herhangi bir cihazla taneciklerin dünyasında ölçüm yapacaksınız. Sonuçta bu cihaz da atom ve taneciklerden yapılı olduğundan, ölçüm zorlaşacak, hata ihtimali artacaktır. Çünkü ölçmek istediğiniz partiküller ve hareketleri cihazın her noktasında zaten mevcuttur. Yani cihaz, ölçüye tartıya gelmeyen kendi değişim oranından daha küçük ölçekteki partikül ve hareketleri ölçmek istemektedir ki, belki kendi değişimi ölçmek istediğini örtmekte, gölgelemektedir. Bir kamyonu kantarda, bir karpuzu manav terazisinde tartmak kolaydır. Kuyumcu terazisi birkaç gram (hatta miligram) ölçeğinde altınları tartacağından daha hassas olması gerekir. Kütle spektrometresi ise bir çeşit atom terazisidir. Fakat atomu oluşturan nükleon (proton, nötron) ve elektronların tartılması, hareketlerinin, konum ve hızlarının ölçülmesi giderek imkânsızlaşmaktadır.
    Kuantumkavramları üzerinde 30'lu yıllara kadar süregelen zengin ve hararetli tartışmalar zamanla bırakıldı. Denklemler iyi yürüyordu, geriye kılı kırk yarmak kalıyordu. Özellikle de kuantik-klasik geçişiyle ilgili problemler konusunda. Fakat onlarca yıl boyunca bir arpa boyu kadar bile mesafe katedilmedi. Buna rağmen 1935'le birlikte, KuantumMekaniği'nin kurucularından Erwin Schrödinger bu gizemli "dalga paketinin indirgenmesi" fikrinin saçmalığını vurguladı. Mantığını sonuna kadar zorlayarak meşhur "düşünce deneyi"ne başvurdu (bu noktada Karl Popper'in de katkıları oldu). Bu deneye göre, sıkıca kapatılmış bir kutuya hapsedilmiş bir kedi tahayyül ediyordu. Kutuda ayrıca radyoaktif bir atom ve zehir yayan bir cihaz bulunuyordu. Radyoaktif atom bozunduğunda, öldürücü düzenek harekete geçiyor, zehir kutuya yayılıyor ve kedi ölüyordu.

    Ortamlarının kurbanı kuantik sistemler
    Fakat radyoaktif bozunma (desintegration) kuantik bir olaydır: yani bozunma ölçülmedikçe atom "bozunmuş ve bozunmamış" bir haller süperpozisyonundadır. Şu halde kutuda zehir-atom ikilisiyle kedi-cihaz sistemi, "bozunmuş atom-ölü kedi" ve "bozunmamış atom-canlı kedi" şeklindeki iki halin süperpozisyonunda bulunmaktadır. Ve biz kutuyu açıp bakmadığımız müddetçe her iki hâli bir bakıma aynı anda mevcut düşünürüz. Kısacası, ölçüm gerçekleştirilmedikçe, kedi hem ölü hem diridir (bir futbol maçının sonucunu öğrenmediğimiz sürece zihnimizde sürekli olarak üç ihtimalin dolaşması gibi). Aslında bu deney pek mâkul bulunmadı, çünkü bir kediyi bir tanecikten temelde ayıran husus anlaşılmadıkça gösterilmesi de zordur. Bu herzamanki "kuantik-klasik sınırı" problemidir. Bu durumda hem teori hem de deney cephesinde gelişme kaydedilmesi için 80'li yılları beklemek gerekecekti.

    1982'de Los Alamos (ABD) Millî Laboratuvarı'ndan araştırmacı Wojciech Zurek daha önce ileri sürülmüş fakat geliştirilmemiş, basit fakat dâhiyane bir fikri yeniden ele aldı: buna göre bir ölçümde dalga paketinin indirgenmesine yolaçan şey, sistemin çevresiyle (cihaz) olan etkileşimidir. Daha genel olarak kuantik nesneler çevrelerinden asla tam olarak izole değildirler. Bundan, sistemle karşılıklı etkileşime giren herşey anlaşılır: cihaz, hava molekülleri, ışık fotonları. Öyle ki, gerçekte kuantik kanunlar nesneye ve onu çevreleyen ortamdan oluşan bütüne uygulanmalıdırlar. Zurek çevreyle olan birçok etkileşimin sistemin kuantik girişimlerinde çok hızlı bir bozulmaya yolaçtığını gösterdi. Makroskobik bir nesnede meselâ bir kedi atomlardan herbirinin çevresinde, kendisiyle etkileşim yapan diğer birçok atom bulunmaktadır. Bütün bu etkileşimler, neredeyse aniden kaybolan bu yüzden de bütüne tesir edemeyen ve kedinin varlığını bizim gördüğümüz şekliyle devam ettirmesini sağlayan bir kuantik girişimler paraziti meydana getirir. İşte kuantumfiziğinin bizim ölçeğimize uygulanamama sebebi: sistemler asla izole değildir (kedi ise kuantik ölçeğe göre çok büyük bir nesne olarak makroskobik ölçekte kendisini çevreleyen ortam içinde izole bir şekilde görülür, ve çevrenin onun üzerindeki etkileri bu ölçekte yapılan ölçüm sırasında ihmal edilecek kadar önemsiz kalır. Meselâ kedinin ağırlığını ölçerken tüyleri üzerindeki su buharı moleküllerini göremediğimiz gibi, bunların kedinin ağırlığına olan etkileri de ihmal edilecek kadar küçük kabul edilir). Fakat atomaltı dünyasında ölçüm yaparken atomların birbirlerini etkiledikleri ve tek tek hiçbir atomun asla bir kedi gibi izole olamadığı gerçeğiyle karşılaşırız. Bu fenomen fizikte "dekoherans" olarak adlandırılır, çünkü bu, kuantik hâllerin koheransının (aralarındaki ahengin) bozulmasıdır. Bir bakıma ölçek küçüldükçe, atom-altı etkileşimler artacağından, sistemlerin yapı ve fonksiyon sürekliliğinin sağlanması zorlaşmaktadır; bu da açıkça ortaya koymaktadır ki, trilyon kere katrilyon adet atomdan müteşekkil, hem de canlı özelliği gösteren kedi gibi bir varlığın, düzenli işleyen bir sistem olarak devamlılığı ancak herşeye Kadir, Hay, Kayyum, Alim ve Rahman bir kuvvet Sahibi'nin yaratma ve yaşatmasıyla mümkündür (hem de makroskobik ölçek için kalınlaşmış ülfet ve ünsiyetimizin direnemeyeceği ölçüde).

    Dekoheransın hızı sistemin bütünlüğüyle doğru orantılı olarak artar: 1027 tanecikden meydana gelen bir kedi 10-23 saniyede dekohere eder; yani kedinin kedi formunun bozulma (ve tekrar aynı formu kazanma) zamanı çok çok küçüktür. Bu durum hem neden asla aynı anda hem ölü hem diri kedi göremediğimizi açıklar, hem de dekoheransın gözlenme zorluğunu. Bizim zamanı, maddeyi ve hâdiselerin akışını en küçük kesirleriyle ölçme ve takip etme yeteneğimiz yaratılış gayemize uygun olarak belli bir sınıra kadardır. İşte bundan dolayı, meselâ bizim bir hüzme şeklinde gördüğümüz ışık yayılımı, aslında birbirlerini ışık hızıyla takip eden foton paketçiklerinden yani aralarında madde ve zaman kesikliği bulunan kuantlardan başka bir şey değildir. "Her nefis (her an) ölümü tadıcıdır (veya tadıp durmaktadır)" anlamı da verilen âyet-i kerimenin işârî mânâlarından birisi acaba, ölçemeyeceğimiz kadar küçük zaman dilimlerinde ölüp diriliyor olduğumuz mudur? Aslında ülfetten dolayı bize basit gibi gelse de, makroskopik ölçekte bir sistemin varlığını sürdürmesi, çok küçük zaman dilimlerinde gerçekleşen dengeleme halleriyle 1027 atomun her an (ölçülebilecek en küçük an) kediyi "kedi" formunda sürdürecek şekilde birarada olması çok zordur. Çünkü bir atom için değil, 1027 atom için her an birçok hal sözkonusudur. Ehl-i keşfin, melekut aleminin hakikatini anlatmak istercesine, "dağılmaya teşne eşya, rahmet eli çekilse nasıl bir arada durabilir?" anlamındaki sözleri belki de bu hakikati ifade etmektedir.
    Kuantik bilgi

    Yakın zamanda yapılan diğer teorik araştırmalar klasik ve kuantik evrenleri uzlaştırma çabalarını destekliyor. California Teknoloji Enstitüsü'nden Murray Gell-Mann (1969 Nobel Fizik ödülü) ve Santa Barbara Üniversitesi'nden James Hartle dekoheransın zamanda geri dönüşümsüz olduğunu gösterdiler. Meselâ bir tas kahve içinde erimiş bir şeker parçasının yeniden oluştuğu asla görülmez. Böylece zamanın yönü bulunur (geçmişten geleceğe), halbuki o zamana değin kuantumfiziğinde olaylar geri dönüşümlü kabul ediliyordu.
    Paris IX Üniversitesi'nden Profesör Roland Omnès ise, kuantik şekilde tecelli eden kanunların garipliklerine rağmen (mümkün hâllerin çokluğu vs) bizim ölçeğimizde tek, determinist ve mükemmelen normal görünen fenomenleri spontan bir şekilde nasıl meydana getirdiğini göstermeye, özellikle canlı sistemlerin en küçük atom-altı birimden itibaren nasıl organize olduğuna, kâinattaki madde ve hadiselerin mikro-âlemden itibaren bizim algılama ölçeğimize hitap edecek şekilde nasıl yaratıldıklarına cevap getirmeye çalışıyor. Bu yüzden moleküler biyoloji bugün daha da küçük alanlara nüfuz ediyor ve neredeyse atomik biyolojiye dönüşme eğilimi taşıyor.

    Sonuçta, dekoherans teorisi fizikte yeni bir dönüm noktası olarak kabul ediliyor. Fakat çözüm çok yakın değil. Meselâ fizikçiler, bir çakıltaşının neden sert olduğunu, suyun neden normal şartlarda 100 ºC'de kaynadığını anlamak için katrilyonlarca tanecik üzerinde hesap yapmak gerektiğini söylüyorlar.
    Atom-altı dünyasını tarif etmek için makroskopik dünyada kullandığımız bilimsel mantık ve sağduyuyu aynıyla uyarlamanın doğru olmadığını, maddenin kütlesi, boyutu, dolayısıyla hızının ve hareket tarzının değişmesiyle, makroskopik fizik kanunlarının da köklü değişikliğe uğradığını, daha doğrusu mikro-âlemi anlamak için bunların kullanılamayacağını görüyoruz. Demek ki, mikro-âleme inildikçe buradaki san'at, mimarî ve işleyiş de hassas hale gelmekte, incelmekte, ilâhî kudret bu âlemde bir başka şekilde tecelli etmektedir. Bugünün bilim adamları laboratuarda öğrenmektedirler ki, kâinatta tek bir atom, tek bir atom içinde tek bir atom-altı parçacık bile hesapsız ve başıboş değildir. Maddenin künhündeki kudret cilvesinin ihtişamını gördüğümüzde, Allah'ın her an herşeyi kendi takdiriyle var kılıp idare ettiğine, kâinatta O'nun ilim, kudret ve hakimiyetinin tecelli alanı dışında küçük bir yerin ve ân'ın bile kalmadığına olan inancımız teyid olunuyor. Geçmişte ve bugün Batı'nın düşünce dünyasında belli bir ağırlığı olan "Tanrı herşeyi yarattı sonra kendi haline bıraktı, O detaylara karışmaz ve tabiata müdahale etmez" şeklindeki çarpık anlayış, yine Batı üniversitelerinde gerçekleştirilen çalışmalarla yerini, tam ve küllî tevhid hakikatinin görülmesine, yüksek tevhid inancının gelişmesine müsait bir zemine bırakıyor. Son söz: bilimler geliştikçe tevhid hakikati kendini daha parlak bir şekilde gösteriyor ve gösterecek.

    Bilim dini anlayışı etkiliyor

    Gerek Evren gerekse beynin işleyiş yapısı, bilim adamlarını epey uğraştıran konulardandır. Bugün, bilim çevrelerince, Evrenin yapısı ve bununla direkt bağlantılı olarak, Evreni algılayan yorumlayan insan beyninin işleyiş tarzı hakkında bir takım görüşler ortaya atılmaktadır. 1940'lı yıllarda fareler üzerinde bir takım deneyler yapıldı. Farelerin beyninin bir kısmı alındı ve göstereceği tavırlar izlendi. Sonuçta fare, kendisine öğretilen yolu, beyninin bir kısmı alınmadan önceki gibi bulabilmekteydi. Yine görme merkezinin yüzde 98'i alınmış bir kedi, görme fonksiyonunu eskisi gibi yerine getirebilmekteydi. Bu durum, bilim adamlarını şaşırttı. Nörofizikçi Karl Pribram, beynin holografik özellik gösterdiğini düşünerek, bu husustaki çalışmalarına ağırlık verdi. 1960'lı yıllarda hologram prensibi ile ilgili okuduğu bir yazı, kendisinin düşündükleriyle paraleldi. Pribram'a göre, beyin fonksiyonları holografik olarak çalışmaktaydı. Beyinde görüntü yoktu, peki o zaman neyin hologramı oluşmaktaydı. Gerçek olan neydi? Görünen dünya mı, beynin algıladığı dalgalar mı, yoksa bundan da öte bir şey mi? Bugünkü fizik anlayışımıza göre Evren, birbirini kesen pek çok elektromanyetik dalgalardan meydana gelmiştir. Bu tanıma göre, uzayda boşluk yoktur, her yer doluluktur. Ünlü fizikçi David Bohm, atom altı parçacıklarla ilgili araştırmaları neticesinde Evren'in de dev bir hologram olduğu kanısına vardı. Bohm'un en önemli saptamalarından biri, günlük yaşantımızın gerçekte bir holografik görüntü olduğudur. Ona göre Evren, sonsuz ve sınırsız "TEK" bir holografik yapıdır ve parçalardan söz etmek anlamsızdır.
    Bilim bu saptamaları henüz yapmamış iken, Tasavvuf ehli kişilerin çok uzun yıllardan beri, dille getirdiklerini düşündüğümüzde, esasında çok farklı şeyler söylemediklerini görüyoruz. Üstelik, onlar bunu bir hal olarak yaşarlarken, bir kısmı yaşadıkları bu hakikatı dışarıya aksettirmemiş, bazıları ise, içinde bulundukları toplumun anlayış seviyesine uygun, bir tarzda açıklamaya çalışmıştır.
    Şimdi biz. bir takım bilimsel verilerin ışığı altında, onların bir zamanlar ne demek istediklerini daha iyi anlayabilmekteyiz. Hologram prensibi, tasavvufun anlatmak istediğinin, kısmen de olsa daha iyi anlaşılabilmesini sağlamıştır. Genel anlamda TÜM' ün sahip olduğu bütün özelliklerin boyutsal olarak her birimde nasıl mevcut olabildiğini açıklar. Bu ifade tarzının anlaşılması ile, bizden ayrı, ötelerde olduğu düşünülen Tanrı imajı yıkılarak, gerçek "Allah" kavramı ortaya çıkmaktadır. Bu noktada tasavvuf ile hologramın ne olduğu hakkında kısa bir bilgi verelim, sonra da birleştikleri noktaları tespit etmeye çalışalım.
    Tasavvuf, tek bir varlığı ve bir hakikatı tüm boyutları ile inceleyen bir felsefedir diyebiliriz. Bu felsefenin temeli düşünceye dayanır, Düşünme neticesi tespit edilenler ise, bizzat yaşanır. Kur'an'ın ve hadislerin anlaşılabilmesi, tasavvuf tecrübeli kişilerin, daha açık ifade ile evliyaullahın verdikleri ipuçlarının çözülebilmesi, değerlendirilebilmesi için, bu felsefenin bilinmesi mutlak olarak zorunludur. Hologram ise, en kısa tanımıyla üç boyutlu görüntü kaydetme yöntemi'dir. Hologram tekniğinin en önemli özelliği, hologram plakasına cisimlerin görüntüsünün değil; o görüntünün elde edilmesi için gerekli bilgilerin kaydedilmesi, dolayısıyla hologram plakasının en küçük parçasının bile, Bütün'ün tüm bilgilerini içerebilecek kapasiteye sahip olmasıdır. Bu tekniği kısaca şu şekilde anlatabiliriz:
    Bir lazer kaynağından gelen ışın, yarı geçirgen bir ayna tarafından ikiye ayrılır. Bu ışınlardan biri, hologram plakasına doğrudan ulaşır, öbürü ise görüntülenmek istenen cisme yöneltilir ve oradan yansıyarak hologram plakasına varır. Hologram plakasına doğrudan gelen lazer ışını ile cisimden yansıyarak gelen lazer ışını, bu plaka üzerinde bir girişim modeli oluşturur. Böylece cismin görüntüsü kaydedilmiş olur. Daha sonra, kayıt sırasında kullanılan frekansta ve aynı açıdan yeni bir lazer ışını ile hologram plakası aydınlatılacak olursa, görüntülenen cisim, üç boyutlu olarak odanın içinde canlanır. Plaka, kendisine gelen ışınları tıpkı görüntüsü saptanan cisim gibi yansıtacağı için, görüntü net ve eksiksiz olacaktır. Beyin hücreleri dediğimiz nöronlar da, tek tek birer mini hologram gibidirler ve gelen impalsları frekanslarına ayırarak algılarlar. Her bir hücrenin etkinliği, kendi içinde bir dalga boyu oluşturmaktadır. Bir sürü hücrenin dalga boylarının birbiriyle girişim yapmalarından oluşan holografik model, bizim beş duyuyla algıladığımız görüntüyü ortaya koymaktadır. İnsan beyni de pek çok mini hologramdan oluşmuş büyük bir hologram olarak düşünülebilir. Çünkü beyindeki her hücre, esasında her işlevi yapabilecek yetenek ve kabiliyette var olmuştur. Ancak, kozmik programlanmadan sonradır ki, hücreler özelleşerek kendilerine ait işlevleri meydana getirirler.
    Bu açıklayıcı bilgilerden sonra, dini verilerin de ışığı altında beynin nasıl programlandığını düşünelim... Kişinin "Ayan-ı Sabite" denilen, sabitleşmiş ana programını oluşturan yüz yirminci gündeki kozmik ışınlar, meleki tesirler ile yedinci ve dokuzuncu aylarda ve nihayet doğum anında alınan tesirler ile beyin programlanmaktadır. Zaten insan, Allah isimlerinin manalarının bir terkip halinde oluşmasıyla meydana gelmiş bir birim. Ve bu kemalatın genetik verilerle insandan insana nakledilmiş olması dolayısıyla, bu doksan dokuz isim her insanda mevcut. (Bakara 30-31) Ayrıca İnsan, Zat, Sıfat, Esma ve Ef'al boyutlarını özünde bulunduran bir birim.
    Hologram prensibinin en önemli özelliği, her noktasının bütün cismin görüntüsünü verebilmesidir. Hologramın her noktasına cismin her tarafından ışın dalgaları gelmekte ve orada kaydedilmektedir. Bu nedenle, hologram plakası ne kadar koparılsa, kırılsa bile her parça bütünün bilgisini içinde taşımakta ve gerektiğinde bütünün tam görüntüsünü tek başına vermektedir.
    Şimdi, bu verilerle şu sonuçlara ulaşabiliriz: Görüntülenmesi istenen cisimden yansıyarak gelen lazer ışınının hologram plakasına cismin görüntüsünü kaydetmesi gibi, insan beyinleri de, doğum öncesi ve doğum anında, kökeni meleklere dayanan burçlar olarak tabir ettiğimiz sayısız takım yıldızlardan gelen kozmik ışınlarla programlanmış oluyor. Nasıl benzer frekanstaki ışınları plakaya gönderdiğiniz zaman cisim üç boyutlu olarak ortaya çıkıyorsa, Burçlardan ve Güneş sistemindeki planetlerden gelen ışınlar da, o programlanmış olan insan beyinlerini etkilemekte ve kişilerden programları doğrultusunda çeşitli fiillerin, davranışların ve düşüncelerin ortaya çıkmasına neden olmaktadırlar.
    Aslında plaka üzerinde görülen üç boyutlu cismin gerçekte bir varlığı yoktur, dalga boylarının oluşturduğu bir modeldir (ya da hayaldir) biz onu var gibi görmekteyiz. Bunun gibi, insan beyni de bu noktada tıpkı bir hologram gibi çalışmaktadır ve biz beş duyumuzun kapasitesi gereğince kendimizi bir birim gibi kabul edip, çevremizde gördüğümüz her şeyin de varolduğunu sanırız. Gerçekte, o hologram plakasındaki görüntünün bir gerçekliği olmadığı gibi, çevremizde görüp var kabul ettiğimiz bir takım şeylerin de bir varlığı yoktur. Fiil diye algılananlar tamamiyle manalardır. Tasavvuf tecrübeli bu anlamda "eşyanın menşe-i"ni düşünmek tevhiddir demiştir. Her mana ise, belli frekanstaki bir dalga boyudur. Böylece beyin holografik olarak evreni algılamaktadır.
    Buradan hareketle, makro plandaki Evren de tıpkı beyin hücreleri gibi, kökeni kuantsal enerjiden ibaret bir hologramik yapıdır. Mutlak manadaki Evreni bir an için, hologram plakası gibi düşünün. Sonsuz, sınırsız tek olan Allah, kendindeki manaları seyretmeyi dilemiş ve bu manaları çeşitli şekillerde terkiplendirerek sonsuz sayıda varlıkları meydana getirmiştir. Fakat bu varlıklar, o tek varlığın ilmiyle ve ilminde yoktan var ettiği ilmi suretlerdir. Bu yoktan var ettiği bütün birimler, O'nun ilmiyle, O'nun ilminden ve O'nun varlığından meydana gelmiş olması nedeniyle, o varlıklarda kendi varlığının dışında hiçbir şey mevcut değildir. Tasavvufi anlatımla da olsa evren tek bir ruhtan meydana gelmiştir ve evrende mevcut olan her şey hayatiyetini bu ruhtan alır. Ve bu ruh, aynı zamanda şuurlu bir yapı olması nedeniyle, ilme, iradeye ve kudrete sahiptir. İşte bu evrensel ilim, güç ve irade hologramik bir şekilde Evrenin her katmanındaki her birimin, her noktasında mevcuttur. Bu gerçeğe ermişlerin, "Zerre küllün aynasıdır" şeklinde anlatmaya çalıştığı konu, mutlak bir iradenin yanında bir de irade-i cüz'iyenin var oluşu şeklinde anlaşılmıştır.
    Sizin vücudunuzun her zerresinde o kozmik güç, ilim ve irade aynı orijinal yapısıyla mevcut bulunmaktadır. Ve siz bir şeylerin olmasını istediğiniz zaman, ötelerdeki bir varlıktan talep etmiyorsunuz, kendi varlığınızdakinden, Öz'ünüzden istiyorsunuz. Yani Öz'ünüzde mevcut olan Allah ilmi, kendi dilemesiyle ve kendi kudretiyle isteğinizi açığa çıkarıyor. Holografik yapının önemli bir diğer özelliği ise, zaman ve mekan kavramları olmaksızın, geçmiş, şimdi ve gelecek diye bildiğimiz her şeyi yani tüm bilgileri bir arada bulundurmasıdır. Zaman, mekan, geçmiş, gelecek diye algılananların hepsinin algılayanın kapasitesinden kaynaklanan göreceli değerler olduğu, bir kez de hologram prensibi ile destek görmüştür. Tüm'ün bilgisi, her zerrede özü itibariyle mevcuttur ancak: zerrenin de o tüm bilgiyi değerlendirebilmesi, mevcut kapasiteyi kullanabildiği ya da açığa çıkartabildiği orandadır. Levh-i Mahfuz, "kesreti" yani çokluk kavramlarını meydana getiren Esma Terkiplerinin "kaza ve hüküm", bilgi ve bilinç boyutudur. Allah ilmindeki "hüküm ve takdirin" fiiller alemine yansımasıdır.
    Bu platformda her şey bilgi olarak, tasarım olarak tüm varoluş gerekçesiyle mevcuttur. Burada zaman ve mekan kavramı olmaksızın ezelden ebede kadar her şey bilgi olarak mevcuttur. İşte bu Levh-i Mahfuz alemlerin aynasıdır ve evrenin geni hükmündedir. Evrende ve onun boyutsal tüm katmanlarında meydana gelmiş olan tüm varlıklar, Levh-i Mahfuz diye bilinen bir üst boyutun tafsiliyle meydana gelmişlerdir. Burada mevcut olan her birim, galaksiler, burçlar, güneşler, planetler ve dünya üzerindeki her şeyin varlığını Allah'tan alır. Ve herbiri kendi boyutunun algılayıcısına göre vardır. Gerçekte var olan, sadece ve sadece tek'tir, varlık Vahidül Ahad olan Allah'dır. Evrende mevcut olan bu mana suretlerinin hepsinin de tek'in tüm özelliklerini içermesi ve müstakil bir varlıklarının, mevcudiyetlerinin olmaması ve Mutlak yaratıcı her zerrede zatıyla, sıfatlarıyla ve esmasıyla mevcut olduğu içindir ki, evren de holografik özellik göstermektedir. Bunu tespit eden ermişler de "Alemlerin aslı hayaldir" diyerek bu gerçekliğe temas etmişlerdir.
    Kaynak:

    (Bu yazıda Hologram ile ilgili bilgiler, Michael Tablot’un Holografik Evren isimli kitabı ile Bilim ve Teknik dergisinden alınmıştır.)



    < Bu mesaj bu kişi tarafından değiştirildi Ogün® -- 16 Kasım 2009; 15:20:39 >




  • 
Sayfa: önceki 4647484950
Sayfaya Git
Git
sonraki
- x
Bildirim
mesajınız kopyalandı (ctrl+v) yapıştırmak istediğiniz yere yapıştırabilirsiniz.