Bilindiği üzere, seçim sonrası dönemde "AKP öz eleştiri yapacak" sözünü sıkça duyduk, duyuyoruz. AKP zihniyeti ve öz eleştiri... Bu ikisini yan yana görünce, kişisel olarak benim aklıma bir sürü soru üşüşüyor ve kendimi acı acı gülümsemekten alıkoyamıyorum. AKP öz eleştiri yapıp da ne diyecekmiş? Örneğin; * Rejimin de omurgasını oluşturan Anayasa'nın ilk 4 maddesini değiştirmeye niyet ettik, buna gücümüz yetmeyince, kâğıt üzerinde olmasa bile "fiilî dönüşüm" yoluyla rejimi aşındırıp epey mesafe katettik. Bu yoldan geri dönelim mi diyecekmiş? * Kuvvetler ayrılığı ilkesini ortadan kaldırdık, Meclis'i işlevsiz hâle getirdik, "yürütme ile uyumlu yargı" gibi bir garabeti hâkim kılmak için elimizden geleni yaptık. Laikliği de paspas edip çiğnedik. Parti devletini inşa etmeye yönelik her şeyi uyguladık. Tüm bunlardan vazgeçelim mi diyecekmiş? * "Davamız" diye ağzımızda geveleyerek; Osmanlı'yı diriltme, hilafeti geri getirme hedefimizi güya gizleyip saman altından su yürütmeye çalıştık. Ya bu sevdadan vazgeçelim ya da niyetimizi artık açık açık ortaya koyalım mı diyecekmiş? * Cumhuriyet'in bütün kurum ve değerlerine savaş açtık, halk bunlara sırt çevirsin hatta nefret etsin diye açık-örtülü bütün propaganda yöntemlerini kullandık. Tabelalardaki T.C. kısaltmalarına bile tahammül edemeyip, kaldırdık. Zorunlu kalınca, Atatürk'ü ancak "Cumhuriyet'in banisi" veya "Gazi" sıfatlarıyla "yarım ağız" andık, onu milletin gönlünden ve adını her yerden; havalimanlarından, stadyumlardan ve spor salonlarından, kültür merkezlerinden, bulvarlardan, meydanlardan silmek için ne gerekiyorsa yaptık. Onun devlet adamlığını, devrimlerini ve eserlerini yeni nesillerin öğrenmemesi için ders kitaplarında tarama-ayıklama gerçekleştirdik. Cumhuriyet ruhunu ve Atatürk sevgisini diri tutacağını bildiğimiz millî bayramları önemsizleştirmekten ve basit formaliteler düzeyine indirgemekten geri durmadık. Bu vahim yanlışları artık yapmayacağız mı diyecekmiş? * "Şimdilik" kendimiz fazla ileri gitmeye cesaret edemesek de, din adamı kisveli şahısları cesaretlendirip Atatürk'e hakaretler yağdırmalarını hatta lanet okumalarını sağladık, köşemize geçip bu durumu keyifle, ellerimizi ovuşturarak seyrettik. Bir yandan bunu yaparken, diğer yandan Cumhuriyet ve Atatürk düşmanlığıyla nam salmış bütün şahısları tarihin çöplüğünden çıkarıp, onlara itibar kazandırmaya çabaladık, onları topluma makbul ve mağdur kişiler gibi sunduk. Hem tarihi ters yüz eden hem nankörlüğü zirveye taşıyan bu tutumumuzu artık terk edelim mi diyecekmiş? * Başta yüksek yargı olmak üzere, yargıda kadrolaşmaya özel önem verdik. Bağımsız yargıyı yürütmenin ayak bağı olarak gören anlayışımız, yargıyı dilediğimiz şekle sokma konusunda kılavuzumuz oldu. Mahkeme heyetlerinde hâlâ vicdanının sesini dinleyip, isteğimiz doğrultusunda karar vermeyen yargıçları yerlerinden ettik, "bizim dilimizden anlayanları" onların yerine atadık. Böylece, Merkez Bankası'nda uyguladığımız "adam laf dinlemiyordu, görevden aldık" modelini -güya çaktırmadan- yargıda da uyguladık. Kararlarını beğendiğimiz yargıçları terfiler, makamlar ile ödüllendirmeyi de ihmal etmedik. Bir yandan, savcıları iktidarımızın işine gelmeyen konularda dava açmaya korkar hâle getirirken; yargının "siyasi sopa" işlevi üstlenmekte olduğunun en açık ve veciz kanıtı olan "savcılarımızla olayın üzerine gidiyoruz" sözünü hiç sıkılmadan ve doğal bir şeymiş gibi söylemekten de geri durmadık. Her anlamda kutsal olan adalet kavramını bu derece kirletmiş olmaktan pişmanız, hatalarımızı hemen düzelteceğiz mi diyecekmiş? * Fethullahçı hareketi palazlandırıp devletin ve milletin başına bela eden bizdik. Hiç akıllanmayıp, şimdi de başka tarikatları ve cemaatleri devlet kurumlarına doluşturmak gibi tehlikeli bir oyunun içindeyiz. Bu gafletten bir an önce uyanıp, devleti devlet gibi yönetme anlayışına geçiş yapacağız mı diyecekmiş? * Basın özgürlüğü sıralamasında ülkemizi en alt sıralara düşürdük. Otoriter ve eleştiriye tahammülsüz siyaset anlayışımızdan en fazla payını alanlar arasında basın başı çekti. Açıkça "fikrini beğenmiyoruz" ya da "bu haber bizi zora sokar" diyemediğimiz durumlarda, antidemokratik ve baskıcı anlayışımız sırıtmasın diye hep bir kulp bulduk, bir bahane uydurduk. Böylece, içeriden ve dışarıdan soranları aklımız sıra "onlar gazetecilikten cezaevinde değil ki" mazeretiyle ikna etmeye çalıştık. Yargıyı sopa olarak kullanma anlayışımız burada da kendini gösterdi. Mesleğin onurunu korumakta direnen ve muhalif görüşteki gazetecilerin ağzını, kalemini bağlayamayacağımızı bildiğimiz için, onları zindan korkusuyla otosansüre zorladık. Muhalif basını ekonomik ve adli yönden cendere altına alırken, yandaş basınımızı yaratıp, paraya boğduk. Yarattığımız çifte standartlı yargı iklimi sayesinde, kitlesel tepki çekecekleri konular dışında, yandaşlar hakaret etme özgürlüğüne(!) bile kavuştular. Şimdi bu utanç verici tablodan kurtulmak için gereken her şeyi yapacağız mı diyecekmiş? * Dış ilişkilerde ileri görüşlülükten, haysiyetli duruştan uzak, bol zikzaklı ve omurgasız politikalarla ülkenin itibarını yerle yeksan ettik. Libya, Rasmussen, Kürecik, Doğu Akdeniz, Rus uçağını düşürme, Arap ülkelerine önce hakaretler edip sonra ayaklarına giderek barışma, rahip Brunson, gazeteci Deniz Yücel olaylarının hepsinde, başlangıçtaki tavrımızı ve kabadayı üslubumuzu terk edip; alttan alan, boyun eğen konumuna savrulduk. Irak ve Suriye'nin kuzey bölgeleri ve Ege başta olmak üzere; kuru efelenmeler ve kimsenin ciddiye almadığı "bir gece ansızın gelebiliriz" söylemleri dışında sonuç alıcı, hakları koruyucu hiçbir hamle yapamadık. Dış temsilciliklere yaptığımız atamaların hiçbirinde liyakat ve deneyim gözetmedik, birilerini ödüllendirme veya okların üzerine çevrildiği mimlenmiş kişileri gözden ırak yerlere postalama anlayışıyla hareket ettik. Hem ulusal itibarımızı hem de yurt dışında işi olan insanlarımızı örseleyen "vize sorununu" başa bela ettik. Bu amatör, bu beceriksiz dış politika anlayışımızı artık terk edip, sil baştan ele alacağız mı diyecekmiş? * Hem yanlış ve saplantılı Suriye politikamızın kaçınılmaz sonucu olarak hem de sınır güvenliği kavramına ciddiyetsizce yaklaşıp, ülkenin göçmenler tarafından istila edilmesine neden olduk. Kendi yoksul yurttaşımızdan esirgediğimiz olanakları ve maddi kaynakları onların hizmetine sunduk. Hiç utanıp sıkılmadan onların seçmenliğinden ve ucuz iş gücü olma özelliğinden yararlanma kurnazlığını da sergiledik. Şimdi çok pişmanız, hepsini geri göndereceğiz mi diyecekmiş? * İç siyasette "kasaba politikacısı" kavramını bile mumla aratan bir tarzı benimsedik. Ciddiyetsizlik, tutarsızlık, bir adım ötesini görememek ve günübirlik kararlar, çirkin ayak oyunları, demokrasiyi seçimden ibaret sayıp bütün teamülleri yok saymak, "bizden yana" gördüğümüz çıkar çevrelerini memnun etmek, muhalefetin görüşlerinden yararlanmak yerine "onların dediğini kabul edersek, kendi kalemize gol atmış oluruz" kompleksli yaklaşımı ve dayatmacılık, göreve başlama yeminlerini zerre kadar umursamamak, "güç bende, ne istersem yaparım" şımarıklığı ve kibri, mağdur edebiyatıyla iktidara gelmişken onun üzerine bir de mağrur edebiyatını eklemek olağan siyaset biçimimiz oldu. Görev ve hizmet tarafsızlığı gerektiren hiçbir konuda buna uymadık. Kendi partimizde olan belediyeleri her yönden kayırırken, muhalefettekileri idari, hukuki ve mali olarak kıskaca aldık. Kitlelere "oy yoksa hizmet de yok" tehdidini savurmaktan, üstelik bu sözü depremde büyük acılar çekmiş bir kentin insanlarına bile söylemekten çekinmedik. Kendi yolsuzluklarımız ortaya döküldükçe, suskunlukla geçiştirme ve örtbas etme yolunu seçtik. Kaynağını halkın vergilerinden alan israf ve şatafatımızı, topluma itibarın gereğiymiş gibi sunma kurnazlığına yeltendik. Ancak acil ve istisnai durumlarda kullanılması gereken "acil kamulaştırma kararlarını", mülkiyet hukukunu baypas etme amaçlı ve özüne aykırı bir şekilde sıkça kullanır olduk. Aslında tarlasını, arazisini satmak istemeyen yurttaşları devletin gücü karşısında çaresizliğe ittik. T.C. vatandaşlığı gibi onurlu bir kimliği, belli bir maddi değer karşılığında adeta satılığa çıkardık. Dünyanın dört bir tarafından bunu öğrenen kara paracısı, mafyacısı, kaçakçısı ülkeye doluştu, vatandaşlık aldı. Hem bu yüzden hem de "varlık barışı" uygulamaları sonucunda, ülkemizi GRİ LİSTE'nin müdavimi ve uluslararası suç cenneti hâline getirdik. Şimdi, çadır devletine bile yakışmayacak bu tabloyu baştan aşağı değiştireceğiz mi diyecekmiş? * Rejimi dönüştürme ve saltanatımızı sürdürme hedefimizin gereği olarak, insanları bizden-onlardan diye kamplaştırıp hasımlaştırdık, dış odakların bile yapamadığı/yapamayacağı derecede toplumsal dokuyu tahrip ettik. Bunu yapmakla, aslında "halkı kin ve düşmanlığa tahrik" suçunu bizzat biz sürekli ve yoğun bir şekilde işlemişken, bu yasa maddesini aykırı görüş sahiplerini sindirmek için bir sopa gibi kullanmaktan da geri durmadık. En ufak protesto hareketlerine bile tahammül göstermedik; bunu yapanları hain, terörist ilan ederek aklımız sıra onları toplumun öfkesine muhatap kılmaya çalıştık. Gösteri yürüyüşlerindeki çifte standardımız ibretlikti. Yandaş kesim işimize gelen bir konuda yürümüşse, onlara ilişilmemesini sağladık; diğerlerine en acımasız şekilde copu, biber gazını, ters kelepçeyi reva gördük. Sivil toplum kuruluşlarını ve meslek örgütlerini ya yandaşlaştırmak-uydulaştırmak ya da bunu yapamamışsak baskı ile pasifleştirmek, "dikensiz gül bahçesi" hedefimizin olağan uygulamalarından biri oldu. Toplumun "bu kadarı da fazla" diye refleks göstermesinin önüne geçmek için; özgürlükleri tırpanlama ve kendi yaşam biçimimizi dayatma konusunda kurnazca davranıp, "salam dilimleme" taktiğini uyguladık. Halka "biz sizin hizmetkârınızız" deyip güya onların "efendiliğini" kabul ediyor görünürken, diğer taraftan onlara kendilerini değersiz hissettirecek, onları rencide edecek her türlü sözü, söylemi de eksik etmedik. "Ananı da al git" , "senin oğlun da işsiz kalıversin" , "nankörlük yapma, otur otur" , "bunlar çürük, bunlar sürtük" gibi sözleri zihinlere ve siyaset literatürümüze nakşettik. Artık halkı, kendi çağ dışı ve kindar politikalarımızın bir aracı ve nesnesi olarak görmekten vezgeçip, onlara barış ve huzur getirmek gibi bir görevimiz olduğunu, ayrım yapmadan onlara saygı duymamız gerektiğini hatırlayalım mı diyecekmiş? * Dindarlık deyince aklımıza hep "şekil dinciliği" geldi. Dinin ahlak kurallarını, özellikle de kamu yönetimi ve maliyesine ilişkin olanlarını ısrarla görmezden geldik. Bunları halkın gözünden ırak tutmak için de ne gerekiyorsa yaptık. Dini her zaman bir araç olarak kullandık. Zenginleşmek ve birilerini zenginleştirmek için, toplumun hak arama ve hesap sorma refleksini köreltmek için, kitlelere en kolay yoldan hükmetmek onları kendimize itaat ettirmek için, dindar-dinsiz ayrımı yaparak insanları hasımlaştırıp siyasi hedeflerimize ulaşabilmek için, kendi çelişki ve tutarsızlıklarımızı kamufle edebilmek için; kısacası her türlü kirli amaç için dini istismar ettik. Tüm bunları yaparken ahlak kavramını daraltıp güdükleştirmek en kurnazca yöntemimiz oldu. Ahlakı; alkol, kadın giyimi ve kadın-erkek ilişkileri üçgenine hapsedip, diğer tüm boyutlarını yok saydık. Kendimiz böyle yaptığımız gibi, topluma da bu güdük ahlak anlayışını empoze ettik. Böylece hem dini hem de onun tam merkezinde yer alması gereken ahlak kavramını yozlaştırdık, içini boşalttık. Öyle ki, bizim bu tutumumuz yüzünden insanların bir kısmı dininden bile soğudu. Şimdi bu samimiyetsiz, yoz ve çirkin yaklaşımımızı terk edip; erdemli insan, erdemli toplum, erdemli yönetim anlayışına dört elle sarılacağız mı diyecekmiş? * Millî Eğitim'i kafamızdaki çağ dışı rejim ve itaatkâr toplum modelinin torna tezgâhı gibi görüp yapılandırmaya çalıştık. "Genç dimağlarda yer ederse sonradan silmek zor oluyor" anlayışıyla hareket edip, müfredattan Cumhuriyet değerlerini, devrimleri ve Atatürk'ü olabildiğince ayıklayıp çıkardık. Bilimsel derslerin ağırlığını azaltıp, dinsel konulara ağırlık verdik. Öğretmenlerin itibarını zayıflatırken, tepkileri bile umursamayıp, okullarda tarikatları etkin kılmak için çaba gösterdik. PISA testlerinde ülkemiz öğrencilerinin son sıralarda yer alıyor oluşunu, hatta okuduğunu anlamakta zorlanıyor görüntüsü verdiğini zerre kadar umursamadık. Geleceğimizi karartan bu tablodan artık biz de rahatsızız, değiştireceğiz mi diyecekmiş? * Dostlar alışverişte görsün diye, "yüksek lise" ayarında sözde üniversiteler açtık, onların ancak nitelikli öğretici kadrolarla bir anlam taşıyacağı gerçeğine gözlerimizi kapadık. Rektörlükler başta olmak üzere, üniversitelerde siyasi kadrolaşmayı öncelikli amacımız hâline getirdik. Üniversiteleri özgür düşüncenin, bilimin ve araştırmanın doğumhanesi gibi görmek şöyle dursun, kendi biat kültürümüzün miskin kurumlarına dönüştürdük. Ülkenin en köklü ve gözde üniversitelerinin hiç değilse var olan kalitelerini korumalarına bile tahammül edemedik, atanmış rektörler aracılığıyla onları da pasif-silik bir konuma sürükledik. Zararın neresinden dönülse kârdır, artık "gerçek üniversite" kavramıyla tanışmaya hazırız mı diyecekmiş? * En yetkili ağızlardan "kadın-erkek eşitliği fıtrata ters" , "bir kadın olarak sus" gibi sözler sarf edip, cinsiyet eşitsizliğiyle mücadelenin önüne siyasal-toplumsal takoz koyduk. Tek imza ile İstanbul Sözleşmesi'nden çıkarak, kadına yönelik şiddetin önlenmesindeki hukuki dayanağı zayıflattık. Kadın cinayetlerini önleme yolunda caydırıcı adımlar atmaya yanaşmadık. Kadınlar gününde kadına polis şiddetini reva görmekten bile çekinmedik, utanmadık. Bu konuya demagojik ve riyakârca yaklaşmaktan vazgeçip, artık kadına ve kadın haklarına saygılı olacağız mı diyecekmiş? * Dindar, kindar ve itaatkâr nesil yetiştirme projemiz dışında, gençliği adeta yok saydık. Onları hep, protestoya kalkışmaları hâlinde otoritemizi sarsacak potansiyel tehlike olarak gördük. Öğrencisini, çalışanını, işsizini, mezun ama atanmamışını; ayrı ayrı, mahrumiyet ve umutsuzluk bariyerleriyle yerlerine mıhlayıp, kımıldayamaz hâle getirdik. Gelecek hayallerini bile söndürmeyi başardık. Onları, ülkelerinden umudu kesip, çareyi yurt dışında arayan insanlar olmaya zorladık. Bir ülkenin itici gücü olması gereken gençliğe bu güdük ve çarpık bakışımızı artık değiştireceğiz mi diyecekmiş? * Ekonomi anlayışımız, hem ufkumuzun darlığından hem de siyaset sayesinde zenginleşme ve yandaş zenginleştirme amacımıza daha elverişli olduğu için, inşaat-müteahhitlik ve ticaret ile sınırlı kaldı. Ekonomiyi akılcı yöntemlerle değil, tuhaf tezler ve saplantılarla yönetmeye kalkıştık. Kafamızdaki rejim ve toplum modeli özgür düşünceyi ve yaratıcılığı baskılamak dışında bize çare bırakmadığı için, bilimi ve yüksek teknolojiyi teşvik etmemiz söz konusu olamadı. Böylece, üretemediklerimizi hep dışarıdan alma ve pahalı ithal girdi ile rekabet şansı düşük ürünler üretme girdabına kapılıp, ülkeyi döviz krizine soktuk. Yüksek teknoloji aynı zamanda, üretim süreçlerinde optimizasyonu sağlayıp verimliliği artırma ve emeği ucuzlatmadan maliyetleri düşürme bakımından da gerekliydi. Bunda da yaya kaldık. Bilime ve ARGE'ye yüksek oranda destek vermemiz gerekirken, ülkenin kaynaklarını, yani halkın parasını, dövize endekslenmiş ödeme garantili projelerle yandaş müteahhitlere pay etmeyi tercih ettik. Yetişmiş insan gücümüzü hem nitelik hem nicelik bakımından artırmamız gerekirken, bunu yapmadığımız yetmezmiş gibi, "giderlerse gitsinler" anlayışıyla onları yabancı ülkelere kaptırdık. Tarımdaki tutumumuz da bundan farklı olmadı. Planlı üretimi ve verimliliği teşvik etmek yerine, ithalatı seçip, yabancı ülkelerin çiftçilerini zengin ettik. Yarattığımız döviz krizi, üretmeyip dışarıdan aldığımız tarım girdilerini de (tohumu, ilacı, gübreyi, mazotu) pahalı hâle getirince, ne çiftçimizi ne de tüketicimizi memnun edebildik. Kazanamayıp üretimi bırakanlar arttıkça, her şey daha da pahalı hâle geldi. Tarım arazilerini hatta meraları bile yapılaşmaya açacak kadar beton ve rant düşkünü olmamız, kaçınılmaz sonu hızlandırdı. Bu çıkmaz yoldan geri dönüp; akılcı, halkçı ve ahlaklı-temiz ekonomiye geçiş yapacağız mı diyecekmiş? * Her şeyi baştan aşağı yanlış yaparak, ülkedeki ekonomik yıkım tablosunu kendi ellerimizle bizzat yaratmışken; bunun suçunu ve sorumluluğunu üstlenmek yerine, hedef saptırarak çeşitli kesimlere, kurumlara, olgulara ve odaklara yıktık. Yeri geldi, dünya genelinde var olduğunu iddia ettiğimiz (ama bizden başka kimsenin görmediği) ekonomik krizi sorumlu tuttuk, yeri geldi "dış güçler" edebiyatına sarıldık, yeri geldi kredi derecelendirme kuruluşlarını hedefe oturttuk, yeri geldi patates-soğan üreticisini hain ilan ettik, yeri geldi üç-beş zincir marketi fırsatçı olarak yaftalayıp pahalılığın sorumlusu gibi gösterdik. Ne var ki, "tüm maliyetleri doğrudan etkileyen akaryakıt, doğal gaz ve elektrik ücretlerine gelen kallavi zamları da fırsatçılar mı yapıyor?" sorusunu cevaplamak işimize gelmedi, sağıra yattık. Aslında iğneden ipliğe her şey pahalıyken ya da halkın alım gücü dibe vurmuşken, konu yalnızca gıda sekörüyle sınırlıymış gibi bir izlenim yaratmak bir başka hedef saptırma taktiğimizdi. İnsanları içine sürüklediğimiz mahrumiyet ve çaresizlik tablosu ortadayken, onların hayallerini çalıp yaşama sevinçlerini söndürmüşken; derin bir utanç, mahcubiyet ve pişmanlık duymak yerine, tam tersine olanca pişkinliğimizle hiçbir şey olmamış gibi davranmayı tercih ettik. Refahını artırmakla yükümlü oduğumuz halka (bu yükümlülüğümüzü yerine getirmediğimiz yetmezmiş gibi) "porsiyonlarınızı küçültün" , "ek işte çalışın" , "kuru ekmek yiyorsa aç değildir" gibi sözlerle adeta dalga geçercesine cümleler sarf ettik. Öte yandan kendimiz, üstelik onların gözüne de soka soka ve hiç utanmadan lüks, şatafat ve israf içinde yüzdük. En göze batan, makam aracı saltanatı ve üç-beş yerden maaşlı bürokratlar konularında bile kılımızı kıpırdatmadık. Bu yüz kızartıcı "çelişkiler ve sefalet tablosunu" vicdan ve namus meselesi sayıp, bu utançtan bir an önce kurtulmaya dönük adımları ivedilikle atacağız mı diyecekmiş? * Genel anlamdaki hayat pahalılığı yetmezmiş gibi, hatta belki ondan bile daha can yakıcı olmak üzere, ülkede tam bir konut ve barınma krizi yarattık. Birkaç yıllık dar bir zaman diliminde, uyguladığımız yanlış politikaların doğal sonucu olarak hem konut fiyatlarında hem kiralarda en az 3-4 kat artışa neden olduk. Yoksullaştırdığımız halkın konut edinmesi zaten hayal hâline gelmişken, sırf kirasını ödeyebilmek için kendisinin ve çocuğunun boğazından kesmek zorunda kaldığı ortamı yarattık. Bu rezil durumun sorumluluğunu üstlenip özür dileyerek, bir an önce düzeltmek için işe koyulalım mı diyecekmiş? * Çalışma yaşamında istisna olması gereken asgari ücreti "yaygın ücret" hâline getirdik. İnsanları, "bunu bulduğuna şükret" sopası ile terbiye etmeye kalkıştık. Eğitim gördüğü alanda ve insanca koşullarda çalışmak isteyenlerle "iş beğenmiyorlar" diye dalga geçmekten de geri durmadık. Çalışanları ya sendikasız olmaya ya da teşvik ettiğimiz sarı (yandaş) sendikalara üye olmaya mecbur bıraktık. Diğer sendikalara üye olanların işten çıkarılmalarını ellerimizi ovuşturarak seyrettik. Sonuç alma potansiyeli bulunan önemli grevleri sudan sebeplerle erteledik, yasakladık. Ülkemizi iş kazalarında zirveye taşıdık. "Güzel öldüler" , "bu mesleğin fıtratında var" gibi sözlerle, can kayıplarını nasıl hafife aldığımızı ve kanıksatmaya çalıştığımızı gösterdik. Çağdaş kölelik düzeni yaratma çabamızı sergileyen tüm bu tablodan kurtulmak için, köklü bir zihniyet değişimine gideceğiz mi diyecekmiş? * Yandaş kayırmacılığından başka hiçbir amaca hizmet etmediği belli olan "atamalarda mülakat rezaletini" ısrarla sürdürdük. Kamuoyuna yansıyan soruların bir kısmı gülünç, bir kısmı saç baş yolduran cinsten olsa da; yarattığı "bu kadarına da pes artık" duygusu ortak özellikleriydi. Hem fırsat eşitliğini zedeleyen hem de tarafgirliğin en çirkin hâlini oluşturan bu ucube uygulamayı hemen terk edeceğiz mi diyecekmiş? * Toplum sağlığı kavramını "hastane işletmeciliği" seviyesine indirgedik. Bunu da en yanlış yöntemle ve yine "müteahhit zenginleştirme" amacımızla paralel olarak "şehir hastaneleri" üzerinden uygulamaya koyduk. Ticarileşmiş sağlık hizmeti anlayışımız, ne sağlık çalışanlarını ne hastaları memnun etti. Yetişmiş doktorları ülkeden kaçırdığımız yetmezmiş gibi, güya kolaylık olsun diye devreye soktuğumuz randevu sistemi de çıkmaza girdi. Hasta başına düşen muayene sürelerini kısalttıkça kısalttık. Cumhuriyet döneminde kendi aşısını üretip, üstelik dışarıya da satan bir ülke iken, aşı gerektiren kitlesel salgınlarda sersefil olduk. En iyisi biz sağlık anlayışımızı ve politikalarımızı kökünden değiştirelim mi diyecekmiş? * Sanatı ve gerçek sanatçıları değersizleştiren bir tutum içinde olduk. Heykele "ucube" dedik, sanata olan nefretimizi "tüküreyim böyle sanatın içine" sözüyle simgeleştirip zihinlere kazıdık. Durum böyleyken, "sanat düşmanı" damgası yememek için şark kurnazlığı yapıp "saray sanatçıları(!)" peydahlamaya kalkıştık. Artık sanata ve sanatçıya saygı duymayı öğrenelim mi diyecekmiş? * Hayvan hakları ve sokak hayvanları konusuna insana yaraşır ve köklü bir çözüm üretmeye yanaşmadık. Onların da bir can taşıdığını, tıpkı insanlar gibi hem yasalarla hem de günlük yaşamda gereğince korunmak zorunda olduklarını bir türlü içselleştiremedik. Belediyelerin sokak hayvanlarını toplayıp gizlice öldürmelerini yaptırımsız bıraktık, onları kırsalın ücra köşelerine atmalarını ya da fiziki koşulları yetersiz, personeli eğitimsiz barınaklara hapsetmelerini öylece seyrettik. Hayvana karşı işlenen suçların cezalarını caydırıcı düzeye getirmeyi hep savsakladık. Yarattığımız çözümsüzlük ortamında yaşanan bazı acı olaylar sonucunda, kimi kesimlerin hayvana karşı nefret geliştirmesinden de rahatsızlık duymadık. Şimdi hayvana bakışımızı ciddi anlamda gözden geçirelim mi diyecekmiş? * Bu cennet ülkenin doğasını, hatta zeytinliklerini bile maden ve enerji şirketlerine peşkeş çekip talan ettirdik. HES'lerle derelerini kurutup, ekolojik dengesini bozduk. Orman yangınları için gerekli önlemleri almayıp, ideolojik saplantılarımızla THK'yi devre dışı bırakarak güzelim ormanları ve içindeki canlıları alevlere teslim ettik. Beton sevdamıza dizgin vuramayıp, eh biraz da hatırlı kişilere ballı-manzaralı araziler bahşetme zaafımıza yenik düşüp, yeşil alanlara bir darbe de buradan vurduk. Tüm bunlar yetmezmiş gibi, "çöp ithalatı" yoluyla doğaya ihanetimizi katmerlendirdik. Doğayı görünce aklımıza "talanı" getirme huyumuzu artık terk edelim mi diyecekmiş? * Madenlerimizi ekonomiye kazandırıyoruz görüntüsü altında; bu işi, bürokratik(!) zorlukları aşma amaçlı yerli bir şirketi yanına ortak alan yabancı büyük şirketlere emanet ettik. Aslan payını onlar alırken, ülkemize de üç-beş kuruş bıraktılar. Kapitülasyonların hortlatılması anlamına gelen bu insafsız uygulamadan vazgeçeceğiz mi diyecekmiş? * Deprem ülkesi olduğumuz halde 22 yıldır dişe dokunur hiçbir önlem almayıp, on binlerce insanın ölümünü "kader planı" diye geçiştirdik. Son büyük depremde, enkaz altında yardım bekleyen insanlara hızlı ve uygun yöntemlerle müdahale edememiş olmanın utancını ve vicdani sorumluluğunu derinden hissetmek yerine, yine algı yönetimine başvurmayı ve eleştirileri korkutma-tehdit cümleleriyle susturmayı tercih ettik. Göstermelik bazı kentsel dönüşüm uygulamaları yapıyor görünürken, onları bile rantsal dönüşüm mantığıyla uygulamaya kalkıştık. Artık bu işin ciddiyetini kavrayıp, uzmanlarla iş birliği içerisinde gerekli bütün adımları atacağız mı diyecekmiş? * Hem oy getiriyor hem de hovardaca dibini sıyırdığımız hazineye para girişi sağlıyor deyip, imar afları çıkardık. Böylece depreme dayanıksız, sellerden ve heyelandan zarar görebilecek her türlü yapıyı dolaylı yoldan teşvik ettik. Bu sorumsuz ve fırsatçı yaklaşımımızı artık bırakıp, sağlıklı ve güvenli yapılaşma için ne gerekiyorsa yapacağız mı diyecekmiş? * Katliam gibi "sözde kazaların" bürokrat, siyasetçi ve patron konumundaki sorumlularına hiç ilişmedik, alt düzey birkaç görevli bulup işi onların üzerine yıktık. "Aramızdan kurban verip de surda gedik açtırmayalım" şeklindeki çarpık anlayışımızı değiştirip, vicdana uygun bir yol tutturalım mı diyecekmiş? * Diğer ülkeler büyük felaketlerde insanlarına karşılıksız maddi destek verirken, biz her felakette IBAN ile destek isteme yüzsüzlüğüne yöneldik. Bu durumu artık tersine çevireceğiz mi diyecekmiş? * * * Sorulardan da anlaşılacağı üzere, AKP'nin bizim anladığımız anlamda öz eleştiri yapabilmesi "fıtratına ters". Doğal olarak, dikkatimizi "fıtrata uygun" neler yapabileceklerine çevirmeliyiz. Bence şunları yapacaklar: * AKP zihniyetinin demokrasiyi bir araç olarak gördüğünü, "istenilen durağa gelindiğinde inilecek bir tramvaya" benzettiğini biliyoruz. Hem bu yaklaşımın doğal bir uzantısı olarak hem de zaten gözlemlerimizin bize söylediği şekilde, önemsiyor görünüp dillerinden düşürmedikleri "millî irade" kavramını da yine bir araç olarak görüyorlar. İşte tam da bu noktadan hareketle; kendi aleyhlerine dönmüş olan millî irade tablosunu baypas edip, zayıflamış seçmen desteklerine rağmen iktidarda kalma çabasına gireceklerdir. Bunu yapabilmek için de, anayasa ve seçim kanununu kendilerine göre yontup, daha az oy ile daha fazla temsil gücü elde etmeye çalışacaklardır. * Halkın muhalefeti bir umut ve alternatif olarak görmemesi için, onların yönettiği belediyeleri başarısız göstermeye yönelik ellerinden ne geliyorsa yapıp; yönetsel, hukuksal ve ekonomik olarak ağır bir cendere altına almak isteyeceklerdir. (Bunu zaten yapıyorlardı, dozunu katbekat artıracaklardır.) * "Algı operasyonu en iyi yaptığımız şeydi, son seçimde istediğimiz sonucu vermedi. Algı yönetiminde ve propaganda alanında yeni ve daha farklı yöntemler uygulayalım" anlayışıyla hareket edeceklerdir. * "Parasızlık yüzünden saf değiştirenler, parayı görünce de saf değiştirir" diye düşünüp, kendilerinden kopan kitleleri yeniden kazanabilmek için seçimsiz geçecek süreyi kurnazca kullanma yoluna gideceklerdir. Bunun için de, zaten dar gelirli olan kitlelerin ümüğünü daha fazla sıkmaya dayanan Mehmet Şimşek politikaları ile hazineyi kısmen de olsa rahatlatıp, seçimden önceki son 6 ayda bunu kitlelere "boca etme" yöntemini kullanmaları şaşırtıcı olmaz. * Tüm bunlardan istedikleri sonucu alamayabilecekleri olasılığını hesaba katıp, "seçmene öcü gösterme" ve "hasımlaştırarak seçmen konsolide etme" politikalarını birkaç kademe daha ileriye taşıyacaklarını düşünebiliriz. Hem elde kalan seçmenleri kaçırmamak hem de gidenleri geri getirmek amacıyla bu yöntemi öteden beri kullandıklarını ve daha yüksek dozda kullanabileceklerini hepimiz biliyoruz. Sonuç: AKP zihniyetinin gerçek anlamda öz eleştiriye kapalı olması onun bir zaafı gibi görünse de, aynı zamanda onu tehlikeli bir kulvarın koşucusu yapar. Çünkü, olumlu yönde yenilenme şansı olmadığı için, kendine tek bir seçenek bırakacaktır: Ne pahasına ve hangi kirli süreçlerin sonucunda olursa olsun, iktidarda kalmak! Bu yüzden, "bu iş bitti, AKP gidicidir" diye düşünüp rehavete kapılmak, kelimenin tam anlamıyla GAFLET olur. |
AKP ve Öz Eleştiri
-
-
-
Okuyamadim acikcasi baya uzundu ama oz elestiriden kasit, hic bir gercek caba, yoneticilik kabiliyeti veya sahsi menfaatlerinden fedakarlik gerektirmeyecek, ve ulkenin uzun vadede zararina olacak,
Emeklilere zam, asgari ucrete zam, memurlara zam, onune geleni devlete memur yapma, 20 yildir bu hale getirdigi sokak hayvani sorununu geberterek cozme falan gibi islerdi. Arada da hasbelkadar bir sportif basari, bir askeri mudahale ile 1 secim daha idare edilecekti.
Ulke muasir medeniyetler seviyesine cikmayacakti yani. Ha kirli is gerekirse de cok problem olacagini sanmiyorum, benden sonrasi tufan.
< Bu ileti mini sürüm kullanılarak atıldı > -
Soru paragraflarını bitirip son bölüme geçince, şöyle bir cümle var:
Sorulardan da anlaşılacağı üzere, AKP'nin bizim anladığımız anlamda öz eleştiri yapabilmesi "fıtratına ters". Doğal olarak, dikkatimizi "fıtrata uygun" neler yapabileceklerine çevirmeliyiz.
İşte siz de "fıtrata uygun" neler yapabileceklerine değiniyorsunuz.
-
20 senedir cehape üzerinden siyaset yapıp AKP'ye kötünün iyisi muamelesi yapan Erdoğan
20 senedir cehapeye terörist partisi ile aynı safta duruyor diye iftira atan Erdoğan
Yerel seçimden sonra neden cehape ile görüşmeye başladı buna da normalleşme dedi?
Şimdi tükürdüğünü yalamak iyi siyasetçilik mi yoksa cehapeyi bilmeden akladı mı?
< Bu ileti mobil sürüm kullanılarak atıldı > -
Aslında o, normalleşme sözcüğünü değil, yumuşamayı tercih ediyor. Bundan umduğu ise; yerel seçimlerde ağır hasar almış olan AKP, bir de CHP'nin sert muhalefeti ile iyice örselenmesin, kendini toparlayabilmek için zaman kazansın. Yani tamamen "faydacı" bir bakış açısı.
Eğer CHP, tıpkı AKP'nin içinde olduğu gibi biat kültürüne uyum sağlar; uslu, uysal, AKP'nin temel politikalarına direnmeyen bir tavır sergilerse, "siyasette nezaket" görüntüsü altında AKP yine gemisini bildiği gibi yürütmeye devam edecek. Arzu edilen şey bu.
Aslında, olmayacak duaya amin demek gibi bir şey. Buna her şeyden önce CHP tabanı razı gelmez.
Diğer yandan, "yumuşama" denilen şey (olmaz ama) varsayalım ki uzun ömürlü oldu... Bizzat AKP yönetimi (erken veya zamanında) seçim sürecine girildiğinde, o üslubu kendisi terk edecektir.
-
demciler olduğu sürece iktidar gidici olamaz.
-
Özeti var mı?
-
Yok ne yazık ki.
Aslında bunu ben de düşündüm. İki şekilde olabilirdi:
1) Alt başlık olarak da düşünebileceğimiz paragraflardan bazılarını tümden çıkarmak
(Bu durumda, AKP'nin marifetlerini(!) ortaya serme konusunda eksiklik oluşuyor duygusu beni epey rahatsız ediyor. Üstelik, çıkarmak şöyle dursun, "şunları da eklesem iyi olacak" diye düşündüğüm şeyler aklıma geliyor.)
2) Tek tek her bir paragrafın içinde ayıklama, eksiltme yapmak
(Bu durumda ise, her bir alt başlığı "gerekçelendirme" açısından yetersizlik oluşacağı hissini içimden atamıyorum.)
Bazı metinleri özetlemek çok zor veya olanaksızdır. Bu da sanki onlardan biri. Ya da bana öyle geliyor.
-
Sen yenisin tabi, bu forumda bu kadar uzuuuuun mesajlar okunmaz.
-
Yeni olsam da, benim için bu durum çok da şaşırtıcı sayılmaz. "Ayaküstü" kavramı sadece beslenme konusunda geçerli değil. Okuma/yazma davranışları da artık ayaküstü kavramına uygun gerçekleşiyor.
O metin, yaklaşık 3 köşe yazısı büyüklüğünde. Ben istisnasız her gün (haberler hariç) ortalama 6-7 köşe yazısı okuyorum.
Şu son birkaç gün içerisinde, belki sokak köpeklerinin yaşam hakkını daha sağlam dayanaklarla savunmama katkı sağlar diye, 30 dk.lık bir video izledim, Veteriner Hekimleri Derneği'nin 4 sayfalık raporunu okudum.
Yani, demem o ki... Lafa gelince mazeretimiz zamansızlık ama çoğumuz her gün 2-4 saat arası dizi/sinema filmi ve/veya belli zamanlarda 2 saat futbol maçı izlemeye vakit buluruz. Zamansızlıktan çok, aslında tercih ve önem/öncelik sırası meselesi bu. Neyse, yakınmakla gerçekler değişmiyor...
Eğer merak ederseniz; başka bir konuya cevap yazarken, adeta bu uzun yazının özetiymiş gibi bir metin ortaya çıktı.
Şurada: https://forum.donanimhaber.com/mesaj/yonlen/159027420
Metnin kısa tutulup tutulamayacağı, galiba biraz da kişinin onu hangi başlık altında düşünüp tasarladığıyla ilintili olabiliyormuş. Buradan onu anladım.
-
Chat gpt başarılı.
< Bu ileti mobil sürüm kullanılarak atıldı > -
Doğru anladıysam, yazının yapay zekâ ile oluşturulduğunu iddia ediyorsunuz.
N'olur, bunu iddia etmenize yetecek kadar bari okumuş olun...
Beşte birini bile okumadınız, değil mi?
-
Yok hocam artık bu forumda bu kadar uzun mesajlar pek okunmamakta. Eskiden okurduk.
Video ile okumayı bir tutma. Zaman değiştir düzen değişti.
Alışırsın :)
Bu mesaj IP'si ile atılan mesajları ara Bu kullanıcının son IP'si ile atılan mesajları ara Bu mesaj IP'si ile kullanıcı ara Bu kullanıcının son IP'si ile kullanıcı ara
KAPAT X