Şimdi Ara

DARWİN HAKKINDA DÜŞÜNCELERİNİZ NELER? (12. sayfa)

Daha Fazla
Bu Konudaki Kullanıcılar: Daha Az
2 Misafir - 2 Masaüstü
5 sn
408
Cevap
0
Favori
21.396
Tıklama
Daha Fazla
İstatistik
  • Konu İstatistikleri Yükleniyor
0 oy
Öne Çıkar
Sayfa: önceki 1011121314
Sayfaya Git
Git
sonraki
Giriş
Mesaj
  • Orjinalden alıntı: nofrost

    Orjinalden alıntı: junayerturk


    Orjinalden alıntı: nofrost

    Allah kuran kitabında ilk peygamber olan insan Adem peygamberdir diyor.
    mikroptan oldunuz maymundan evrildiniz demiyor.
    eğer ben evrimi kabul edersem Allahı ret etmiş durumunda bulunuyorum.
    eğer ben Allahın kuran kitabını hz ademi kabul edersem evrimi ret etmiş oluyorum

    ama bak Kuran ilk peygamberin Hz.Adem olduğunu söylüyor.ilk insanının Hz.Adem olduğunu değil.o zaman Hz.adem ile bilrlikte ya da ondan önce neden başka insanlar da olmasın?


    akıllı bi peygamber olur
    ama akıllı maymundan bi peygamber olamaz.
    çükü peygamber olacak kadar akıllı bir maymun olamaz.
    hz. adem cennette yaratılıp sonra cezalandırılıp dünyaya gönderildi.
    işte bu da bizim burada olabilmemiz için bir vesile idi.




    siz yanlız maymun olayına takıldınız. evrim demek maymun demek değil.evrim başka şey..

    tekrar söylüyorum Hz.Adem evet ilk peygamberdir.ama İlk insan değildir.daha önceden de nir insan nesli vardı.Melekler bunu bildiği için, insanın olumsuz niteliklerinden şikayetçi olmuşlardır.





    ya öyle mi söylediğin için çok teşekkür ederim be; ben de evrimin ne olduğunu bilmiyordum da sizden öğrendim.
    sen merak etme evrimin ne olduğunu belki sizden iyi belki sizin kadar biliyorum.
    BİZİM KONUMUZ DARWİN'İN TEORİSİ HAKKINDA NELER DÜŞÜNÜYORSUNUZ?
    unuttunuz galiba.

    hep biz cevap veriyoruz birazda siz bizim sorularımıza cevap verseniz diyorum.
    geçmiş yazılımlarınızda görüyorum ki deep arkadaşımızın mesela birçok sorusu cevapsız kalmış.....




  • quote:

    Orjinalden alıntı: junayerturk

    quote:

    Orjinalden alıntı: bora arpınar
    Diliyorsan kapan diliyorsan açıl kimseyi ilgilendirmez.Yanlız laik bir cumhuriyette yaşadığını unutma ! O Cumhuriyetin kurulması için ne fedakarlıklar yapıldığını girdiğimiz savaşları (Kurtuluş,çanakkale vs.vs) değerlendirerek düşün.Zaten Hz Mevlana Göründüğün gibi ol olduğun gibi görün.Demiştir.



    evet laık bır cumhurıyette yaıyoruz!
    ozaman ne açık kapalıyı hor görsün, ne de kapalı açığı
    Tükiye'den başka hiçbir ülkede insanı kıyafeti ya da dini inancıyla yargılamıyorlar.
    Türkiye'de kapalıları unıversıteye bile almıyorlar. .
    kapalı bayanın baş örtüsünün sizlere ne gibi bir zararı var. BU NASIL BİR ZİHNİYET
    onun baş örtüsü değil baş örtüsünün altındaki beyin önemli BUNU Bİ İDRAK EDEMEDİNİZ.
    BEN BUNU SİZİN BATIYA OLAN ÖZENTİLİĞİNİZE BAĞLIYORUM.

    AMA BİLİN Kİ BU NEDENDEN DOLAYI BATIDA AYIPLANIYORSUNUZ!

    çanakkale savaşı da cumhuriyetin kurulması için değil Türkiye'nin kurtulması için yapıldı canım benim.



    Yahu kardeş sende algılama güçlüğü var herhalde Laik Türkiye Cumhuriyetinde yaşıyorsun tabiki onun kanunlarına uyacaksın bu zamana kadar bizim ülkemizde kapalı açık olayı yoktu.Nezaman ki para emici halkı kandırıcı sülükler islamı kullanıp parti kurdular o zaman simge olarak bazı hanım kardeşlerimiz adına başörtüsü denilen iğne takma modelleri bile farklı bir model çıkardılar diikat edin bu model son senelerde çıkmıştır.Hepimizin annesinin ablasının çeneden bağladığı eşarp lara tabiki kimsenin lafı yok amma sen daha kendi kitabını bile okumadan cahil yobazlara danışarak ben İslamı yaşıyorum diyerek ikinci sınıf vatandaşlığı kabul edersen orda duracaksın biz nasıl senin göbeğine veya başka bir yerine takacağın pircing ine karışmıyorsak sende bu başörtüsü olayını simge haline getirenlere haklılar diyemezsin çünki onların görüşünün altında siyasi oluşumlar varki buda farklı bir durum.Önemli olan başörtüsü değil beyin demişsin haklısın katılıyorum ama onlarada senin gibi beyni yıkanmışlara Allah yardı etsin.Batı özentiliğine gelince öyle bir özentiliğimiz onlar bize özensin batının sadece ürün standartını almamız gerekli diye düşünüyorum.Batıda ayıplanma nedenimiz ve batıdaki adımız da ılımlı islam cumhuriyeti bilmiyorsan veya basını takip etmiyorsan öğren.




  • quote:

    ya öyle mi söylediğin için çok teşekkür ederim be; ben de evrimin ne olduğunu bilmiyordum da sizden öğrendim.
    sen merak etme evrimin ne olduğunu belki sizden iyi belki sizin kadar biliyorum.
    BİZİM KONUMUZ DARWİN'İN TEORİSİ HAKKINDA NELER DÜŞÜNÜYORSUNUZ?
    unuttunuz galiba.

    hep biz cevap veriyoruz birazda siz bizim sorularımıza cevap verseniz diyorum.
    geçmiş yazılımlarınızda görüyorum ki deep arkadaşımızın mesela birçok sorusu cevapsız kalmış.....

    afedersin ama benim amacım ukalalık yapmak falan değil yanlış anlama..

    .ben senin muhattabın değilim çünkü ben darwinci değilim.değinmek istediğim şey evrim deyince sadece darwinin sınırlarında kalınmaması.evrim demek darwin ve maymun demek değil diyorum.

    karşı çıkacaksanız evrime değil darwinizime karşı çıkın.ben de karşı çıkıyorum.

    ama evrim olan bir şeydir.bunu kabul etmemek hem bilimi hem de dini saf dışı bırakmak anlamına gelir..




  • quote:

    Orjinalden alıntı: bora arpınar

    quote:

    Orjinalden alıntı: junayerturk

    quote:

    Orjinalden alıntı: bora arpınar
    Diliyorsan kapan diliyorsan açıl kimseyi ilgilendirmez.Yanlız laik bir cumhuriyette yaşadığını unutma ! O Cumhuriyetin kurulması için ne fedakarlıklar yapıldığını girdiğimiz savaşları (Kurtuluş,çanakkale vs.vs) değerlendirerek düşün.Zaten Hz Mevlana Göründüğün gibi ol olduğun gibi görün.Demiştir.



    evet laık bır cumhurıyette yaıyoruz!
    ozaman ne açık kapalıyı hor görsün, ne de kapalı açığı
    Tükiye'den başka hiçbir ülkede insanı kıyafeti ya da dini inancıyla yargılamıyorlar.
    Türkiye'de kapalıları unıversıteye bile almıyorlar. .
    kapalı bayanın baş örtüsünün sizlere ne gibi bir zararı var. BU NASIL BİR ZİHNİYET
    onun baş örtüsü değil baş örtüsünün altındaki beyin önemli BUNU Bİ İDRAK EDEMEDİNİZ.
    BEN BUNU SİZİN BATIYA OLAN ÖZENTİLİĞİNİZE BAĞLIYORUM.

    AMA BİLİN Kİ BU NEDENDEN DOLAYI BATIDA AYIPLANIYORSUNUZ!

    çanakkale savaşı da cumhuriyetin kurulması için değil Türkiye'nin kurtulması için yapıldı canım benim.



    Yahu kardeş sende algılama güçlüğü var herhalde Laik Türkiye Cumhuriyetinde yaşıyorsun tabiki onun kanunlarına uyacaksın bu zamana kadar bizim ülkemizde kapalı açık olayı yoktu.Nezaman ki para emici halkı kandırıcı sülükler islamı kullanıp parti kurdular o zaman simge olarak bazı hanım kardeşlerimiz adına başörtüsü denilen iğne takma modelleri bile farklı bir model çıkardılar diikat edin bu model son senelerde çıkmıştır.Hepimizin annesinin ablasının çeneden bağladığı eşarp lara tabiki kimsenin lafı yok amma sen daha kendi kitabını bile okumadan cahil yobazlara danışarak ben İslamı yaşıyorum diyerek ikinci sınıf vatandaşlığı kabul edersen orda duracaksın biz nasıl senin göbeğine veya başka bir yerine takacağın pircing ine karışmıyorsak sende bu başörtüsü olayını simge haline getirenlere haklılar diyemezsin çünki onların görüşünün altında siyasi oluşumlar varki buda farklı bir durum.Önemli olan başörtüsü değil beyin demişsin haklısın katılıyorum ama onlarada senin gibi beyni yıkanmışlara Allah yardı etsin.Batı özentiliğine gelince öyle bir özentiliğimiz onlar bize özensin batının sadece ürün standartını almamız gerekli diye düşünüyorum.Batıda ayıplanma nedenimiz ve batıdaki adımız da ılımlı islam cumhuriyeti bilmiyorsan veya basını takip etmiyorsan öğren.


    AYIPLANMANIZ TAMAMEN ÖZENTİLİĞİNİZDEN KAYNAKLANIYOR.
    BUNU BÖYLE BİLİN BU BÖYLE.

    YİTİRİLMİŞLİKLERSE SINANANLAR SÖYLEV DEĞİL SÖYLEMDİR.
    BİLİRİM Kİ SÖYLEMLER ZAYIF BİR İNSANI KAOSA SÜRÜKLEYECEK SATSATİK KIYASLAR ASİLSİLİKLİK ÖRNEĞİDİR.
    ANLAYIŞI BU DENLİ ZAYIF İNSANLAR BENİN MUHATABIM OLAMAZ.
    SİZİNLE BU KONUDA DAHA FAZLA TARTIŞAMAYACAĞIM.

    SİZ YİNE ANLAMAK İSTEDİĞİNİZ GİBİ ANLAYIN GÖRMEK İSTEDİĞİNİZ GİBİ GÖRÜN.
    YAZIK SİZE!



    < Bu mesaj bu kişi tarafından değiştirildi felsefika -- 27 Mayıs 2005, 0:29:29 >




  • Deep impact kardeşim Kalıtımsal mutasyon ne demektir açıklar mısın ? doğal seleksiyon ve mutasyon sonucu evrimleşme yok ise , herşey gökten zembille indiyse bu kalıtımsal mutasyon nedir ,,
  • evrim durağan değildir. hareket ve zmanın olduğu yerde evrilmede vardır. son 1 senedir bile evriliyoruz. şu saniye bile .. Fosiller sandığının aksine o dönemin ikliminden yaşantı tarzına felaketlerinden evrim sürecine kadar inanamayacağın boyutta değerli bilgiler verir.
    Maymundan insan olmadı , maymunla ortak atadan geliyor insan soyu , Maymunla ortak atamızdan kalıtımsal mutasyon e doğal seleksiyon sonucu ayrılan bir alt dalız , aynı maymunlar gibi.

    Evrimi böyle algılayıp şempanzeyi gorili yürüyen aksam ve spoylerlerle insan yapma mantığına getiriyorsunuz ya helal ,, yok böle bir evrim teorisi .. siz uyduruyorsunuz , sonra uydurduğunuza karşı çıkıyorsunuz.

    kalıtımsal mutasyon gelecek nesillere aktarılır. Kalıtımsal bir mutasyon dediğin gibi çük kesilerek daha sonra çüksüz doğum şeklinde olmaz . googlede arat kalıtımsal mutasyonu bak görürsün prof amcalar ne demiş.
    Kalıtımsal Mutasyon organın kullanılmaması ve körelmesi durumunda geçerlidir. örneğin insanı uzaya gönderseydik ve orada yaşamını idame ettirseydi. 10.000 binlerce yıllık bir zaman dilimi sonunda bacakları körelmeye başlıyacaktı ve bu körelme genetik olarak bir sonraki nesle aktarıulacaktı. Ama tutup bacağını keserek :)) olmuor.

    dediğim gibi türler arası bir ç,iftleşme söz konusu değil , ana türün bir kolunun evrilmesi meselesi bu.

    Kalıtımsal mutasyonun ne olduğunu bilmeden , adnan hocanın uydurduğu abd li cia destekli profesörlerin kekemeliğini yaptığı lakırdıların üğlkemizde böle icra olunmasının tek nedeni kul edilmiş halkımızın dogmalarını doğrultarak sömüğrüğye ve zulme başkaldırılarının önüne geçmektir. Aklı başında her türk genci adnan hoca sapığından yani harun yahyadan alıntı yapacağına bilimsel metinleride okur adnan hocayıda okur , adnan hocanın nasıl sıktığını ne adi bir adam olduğunu anlar. Lütfen laik bağımsız üniter devletimize sahip çıkalım. laiklik yoksa cumhuriyette olmaz

    quote:

    Orjinalden alıntı: junayerturk

    Bu 200 yıl içinde herhengi bir evrim olmamıstır. daha evvel olan evrımler varsa, bunlar da tahmınden ılerı gecmez. bulunan fosiller de bize yüzde yüz dogru bılgı vermez. fosiller herşeyin acıklıgı ıcın ortaya koyulamaz. o devırde boyle bır canlı varmıs fıkrınden ılerıye gıdemez.

    maymundan ınsan olsaydı neden hepsı degıl de bır kısmı ınsan olmus, bır kısmı maymunlukta kalmayı secmıs, acaba bu secım maymunlara mı bırakılmıstır?maymunun baskalasarak ınsan oldugunu ıddıa eden ınsan, ınsan derısı arasındakı cesetle, maymun derısı ıcındekı ceset arasındakı farkı gormezden gelır. maymunun böbreği insana takılsa olur mu? olmaz cünkü doku farkı vardır.

    BIRMAYMUNUN ISKELETI BIR BIR MAKINA GIBI MONTE EDILMIYOR. MAKINA PARCALARI UYGUN BIR SEKILDE DISARIDA YAPILIR,SONRA YERINE KONARAK MEYDANA GELIR. BIR MOTORUN YAPILMASIKENDINE GORE ZORLUK TASIRKEN VE TESADUF OLMAZKE, MAYMUNUN INSAN OLMASI COK ZOR VE ASLA TESADUF OLMAZ.

    ÇEVRE ŞARTLARI İLE MEYDANA GELEN DEGISIKLIKLER MODİFİKASYON ADI ALTINDA ISLENIR.CEVRE SARTLARI YUZUNDEN MEYDANA GELEN DEGISIKLIGIN ILERI NESILLERE AKTARILMASI ILE YENI BIR CANLI TURU MEYDANA GELECEGI SOYLENEMEZ.
    MESELA MUSLUMANLAR 14 ASIRDIR SUNNET OLURLAR ISTISNALAR DISINDA, SUNNETLI BABALARIN COCUKLARININ SUNNETLI DOGDUKLARI GORULMEMISTIR.
    ÇİNLİ BAYANLAR ASIRLARDIR AYAKLARI KUCUK KALSIN DIYE DEMIR AYAKKABI GYERLER, FAKAT DOGAN COCUKLARIN AYAKLARI NORMAL BOYUTTA OLUR. DEMIR AYAYKKABI YUZUNDEN AYAGI KUCUK KALAN ANENIN COCUGUNUNDA AYGININ NORMALDEN KUCUK OLMASINI GEREKTIRMEZ.

    WİESMEN İSİMLİ BIR DOKTOR 20 NESIL BOYUNCA FARELERIN KUYRUGUNU KESMIS, BUNA RAGMEN 21. NESIL OLARAK DOGAN FARENIN KUYRUGU DA ÖNCEKİLER KADAR BUYUKMUSTUR.

    10 KROMOZONLU BIR CANLI ILE 24 KROMOZONLU BIR CANLIYI ELE ALALIM. HER IKISININ KROMOZONLARINI IKI KATINA CIKARALIM, BIRININKI 20 DIGERININKI DE 48 OLSUN. BU IKI CINSI BIRLESTIRELIM. BU IS COGUNLUKLA YURUMEMEKLE BERABER, BAZEN TUTAR VE YENI BITKI ÇEŞİDİNE DEVAM EDER. KROMOZOM SAYISINI IKI KATINA CIKARMA SEBEBINI ACIKLAYAYIM IKI KATINA CIKARMADAN CIFLESMEYE MELEZLEME DENIR. BU DEVAMLI OLMAZ.TURLER ARASINDA MELEZLER (katır gıbı kısırdır) HAYVANLARDA BU SEKILDE MEYDANA GELECEK CANLI KISIR OLUR. DEVAMLI OLAMAZ. KISIR OLUSLARININ SEBEBI NE ERKEK NE DİŞİ OLMAYIP, X OLUSLARIDIR.

    BU SOYLE OLUYOR
    kromozomları ıkı katına çıkaralım:

    birinci canlı erkek: kromozom x y
    ikinci canlı dişi : kromozom x x
    birici canlı erkek : kromozom xx yy
    ikinci canlı dişi : kromozom x x x x

    bunları genetık olarak bırlestırdıgımızde xxx y olur.
    hayvanlarda bu y'nin olusu ne erkek, ne dişi olmayı sonuçlandırır.





  • quote:

    Evrimi böyle algılayıp şempanzeyi gorili yürüyen aksam ve spoylerlerle insan yapma mantığına getiriyorsunuz ya helal ,, yok böle bir evrim teorisi .. siz uyduruyorsunuz , sonra uydurduğunuza karşı çıkıyorsunuz


    Bravo arkadaşım. Olay bundan daha güzel özetlenemez. Tebrik ettim. Tabi bu birşeyi değiştirecek mi. Hayır, hiç birşey değişmeyecek. Yarın gene burda "Darwin maymundur. eheheheh." insanlarını görecez. ki bu da normaldir.

    Bir de "Allah varsa evrim yoktur, evrim varsa Allah yoktur" triplerine giren bazı fazla heyecan yapmış kişiler var ki, onlara sormak lazım "Sen kimsin ki Allah'ın yaratma sanatını sınırlamaya cüret edebiliyorsun.".



    < Bu mesaj bu kişi tarafından değiştirildi mandelbrot -- 27 Mayıs 2005, 4:10:29 >
  • quote:

    Orjinalden alıntı: padelermo

    Deep impact kardeşim Kalıtımsal mutasyon ne demektir açıklar mısın ? doğal seleksiyon ve mutasyon sonucu evrimleşme yok ise , herşey gökten zembille indiyse bu kalıtımsal mutasyon nedir ,,


    git bir hamam böceğine bak, kalıtımsal mutasyonu onda gör.

    eğer o hamam böceği o kadar mutasyona rağmen hala hamam böceği olarak kalıyorsa bana bilip bilmeden evrimi savunma!

    ya da git bakterilere bak.

    ne kadar yapıları mutasyon geçirmeye açık.

    acaba son zamanlarda hiçbir bakteriden yeni tür ortaya çıkmış mı?

    hayır.

    mutasyon geçirmeyen de hamam böceği, geçiren de hamam böceği.

    bir kez daha tekrarlıyorum bütün canlılar çevrelerine adapte olur, fakat bu adaptasyon ve geçirdiği mutasyon ile bir tür başka türe dönüşemez.

    eğer dönüştüğünü iddia ediyorsanız mutasyonun rastgele yaptığını siz yaoın. mutasyon 1000 yılda yapıyotsa siz 10 yılda yaparsınız.

    malum deneme yanılma yöntemi.

    alın elinize bir şempanze yüzde 98 aynı , yüzde 2 değiştirn de görelim. bir insan oluşturun.

    ya da daha basit ve daha çok üreyen bakteri ya da hamam böceği alın.

    bakteriden amip, hamam böceğinden hamam tellağı yapın.

    hadi hadi yaın bakalım.

    mutasyon gibi akılsız şuursuz müdahalelerle bu canlıların oluştuğunu iddia eden siz mutasyondan daha akıllı, daha teknolojiik daha imkan sahibisiniz. mutasyon 2 milyar yılda 70 milyon canlıyı hiç örneği yokken bu duruma getirmiş, siz de bu imkanları kullanarak bari şöyle 5 10 tane canlı oluşturun da görelim.

    sizleri anlamak mümkün değil. geçen gün evrim ile alakalı bir makale okudum. ne imiş sürüngenden kuş olmuş. bütün evrimi buna dayandırıyorlar. ellerinde (gülmeyin) topu topu 5 adet fosil var ve bu fosillerin de ne olduğu belli değil.

    belki siz bir ara penguen fosili bulsa idiniz ona da karadan denize dönen canlı derdiniz.

    anlamadığım evrim sadece bir teori ve ispatlanamadığı ve imkansızlığı bir o kadar gerçek iken neden bu kadar hararetli savunursunuz.

    ben hararetli savunuyorum çünkü maymunla ortak atadan gelmediğime inanıyorum, peki ya siz neden bu kadar hararetlisiniz?

    başa dönüyorum. 70 milyon türün kaynağı mutasyon olamaz olsa idi hamam böceği bir çok türün atası olurdu. hala o kadar mutasyona uğramasına rağmen yeni bir tür ortaya çıkaramadı bu hamam böceği....




  • quote:

    Fosiller sandığının aksine o dönemin ikliminden yaşantı tarzına felaketlerinden evrim sürecine kadar inanamayacağın boyutta değerli bilgiler verir.
    Maymundan insan olmadı , maymunla ortak atadan geliyor insan soyu , Maymunla ortak atamızdan kalıtımsal mutasyon e doğal seleksiyon sonucu ayrılan bir alt dalız , aynı maymunlar gibi.


    Maymun ile ortak atadan gelebilmek için 100 bin adet noktasal mutasyon geçirmemiz gerekir.

    bu kadar noktasal mutasyonu da bu kadar mükemmel bir şekilde mutasyon idare edemez.

    DNA nın yapısının ne kadar kompleks oolduğunu biliyorsun. Eğer mutasyon o yapıya öyle rastgele müdahale yapıp yüzde 99 zararlı canlı üretebilse idi yeryüzünde canlı kalmazdı.

    daha önce de aqçıkladığım gibi 6 merhaleden sonra mutasyon kalıtımsal oluyor onunda yüzde 99 undan fazlası zararlı. bu kadar mükemmel yeryüzü canlılarını mutasyona bağlamak ne kadar mantıklı acaba?




  • BUNLAR HARUN YAHYA DAN DEĞİLLER!

    GÖZ VE DARWİN


    Charles Darwin "gözleri düşünmek beni bu teoriden soğuttu" diyerek, evrim teorisinin canlılıktaki üstün yaratılış karşısındaki çaresizliğini itiraf etmişti...
    Tüm canlıların, bilinçli bir yaratılış olmadan, tesadüflerle ve doğal etkenlerle ortaya çıktıklarını iddia eden evrim teorisi, canlı bedenlerindeki üstün tasarımlar karşısında çaresiz durumda. Bu "tasarım" örneklerinden biri, Darwin'in uykularını kaçıran gözlerdir.

    İnsan gözü, 40 kadar küçük dokunun uyum içinde çalışması sayesinde işlev yapar. Gözü dış etkilerden koruyan göz kapakları, gözü nemlendiren ve yağlayan özel salgı bezleri, ışığın kırılarak içeri alınmasını sağlayan mercek, bu merceği odaklayan küçük kaslar, göze girecek ışık miktarını ayarlayan iris, antibakteriyal göz sıvısı ya da ışığı "yorumlayan" retina tabakası, bu 40 ayrı parçanın bazılarıdır.

    Önemli olan gözün tüm parçalarının doğru yerde, doğru büyüklükte, doğru işlevde olmasıdır. Eğer bu parçaların biri bile olmasa, ya da işlev göremese, insan kör olur. Gözün bu özelliği, bilimsel literatürde "indirgenemez komplekslik" denen özelliktir. Yani gözü daha basite indirgeyemez, daha ilkel hale getiremezsiniz. Tek bir eksiklik, körlükle sonuçlanır.

    Bu kadar karmaşık bir yapının, evrim teorisinin iddia ettiği şekilde oluşması ise, kesinlikle imkansızdır. Öncelikle, gözü oluşturan parçaların sahip oldukları inanılmaz hassas yapı, asla evrimin iddia ettiği rastlantılarla meydana gelemez. Geldiklerini varsaysak, örneğin göz merceğinin tesadüfen oluştuğunu düşünsek bile, göz ancak eksiksiz olduğunda işlev gördüğü için, bu tek parça hiçbir şeye yaramaz.

    Kısacası, gözün, evrimcilerin inandığı "birbirine eklenen faydalı rastlantılar" senaryosu ile açıklanması kesinlikle imkansızdır.

    Görüntü Kalitesi
    Gözdeki mucize, gözün anatomik yapısıyla sınırlı değildir. "Görme" kavramının nasıl gerçekleştiğine baktığımızda da olağanüstü bir yaratılışla karşılaşırız.

    Önce "nasıl görürüz" sorusuna kısaca cevap verelim. Bir cisimden gelen ışınlar gözde retinaya ters olarak düşerler. Bu ışınlar, buradaki hücreler tarafından elektrik sinyallerine dönüştürülür ve beynin arka kısmındaki görme merkezi denilen küçücük bir noktaya ulaşırlar. Bu elektrik sinyali bir dizi işlemden sonra beyindeki bu merkezde görüntü olarak algılanır. Bu teknik bilgiden sonra şimdi düşünelim:

    Beyin ışığa yalıtkandır. Yani beynin içi kapkaranlıktır, ışık beynin bulunduğu yere kadar giremez. Görüntü merkezi denilen yer kapkaranlık, ışığın asla ulaşmadığı belki de hiç karşılaşmadığınız kadar karanlık bir yerdir. Ancak siz bu zifiri karanlıkta ışıklı, pırıl pırıl bir dünyayı seyretmektesiniz.

    Üstelik bu o kadar net ve kaliteli bir görüntüdür ki 20. yüzyıl teknolojisi bile bu netliği her türlü imkanına rağmen sağlayamamıştır. Örneğin şu anda okuduğunuz dergiye, dergiyi tutan ellerinize bakın, sonra başınızı kaldırın ve çevrenize bakın. Bu gördüğünüz netlikte ve kalitedeki bir görüntüyü başka bir yerde gördünüz mü? Bu kadar net bir görüntüyü size dünyanın bir numaralı televizyon şirketinin ürettiği en gelişmiş televizyon ekranı dahi veremez. Bu, üç boyutlu, renkli ve son derece net bir görüntüdür. 100 yıldır binlerce mühendis bu netliğe ulaşmaya çalışmaktadır. Bunun için fabrikalar, dev tesisler kurulmakta, araştırmalar yapılmakta, planlar ve tasarımlar geliştirilmektedir. Yine de bir TV ekranına bakın bir de şu anda elinizde tuttuğunuz bu dergiye, dergiyi tutan ellerinize. Arada büyük bir netlik ve kalite farkı olduğunu göreceksiniz. Üstelik, TV ekranı size iki boyutlu bir görüntü gösterir, oysa siz üç boyutlu, derinlikli bir perspektifi izlemektesiniz.

    Evet üç boyutlu bir televizyon sistemi yapabildiler ama onu da gözlük takmadan üç boyutlu görmek mümkün değil, kaldı ki bu suni bir üç boyuttur. Arka taraf daha bulanık, ön taraf ise kağıttan dekor gibi durur. Hiçbir zaman gözün gördüğü kadar net ve kaliteli bir görüntü oluşmaz. Kamerada da, televizyonda da mutlaka görüntü kaybı meydana gelir.

    Ama göz, hiçbir insan yapımı teknoloji ile karşılaştırılmayacak kadar kusursuzdur.

    Teknoloji Tesadüfen Oluşur mu?

    İşte evrim teorisi, bu kaliteli ve net görüntüyü oluşturan mekanizmanın tesadüfen oluştuğunu iddia etmektedir.

    Şimdi size odanızda duran televizyon tesadüfler sonucunda oluştu, atomlar biraraya geldiler ve bu görüntü oluşturan aleti meydana getirdiler dense, ne düşünürsünüz? Binlerce kişinin biraraya gelip yapamadığını atomlar nasıl yapabilir?

    Gözün gördüğünden daha ilkel olan bir görüntüyü oluşturan alet tesadüfen oluşamıyorsa, gözün ve gözün gördüğü görüntünün de tesadüfen oluşamayacağı çok açıktır. Kaldı ki göz için televizyondakinden çok daha detaylı ve akıllı bir plan ve tasarım gerekmektedir. Bu kalitedeki ve bu netlikteki görüntünün planı ve tasarımı ise herşeye güç yetiren Allah'a aittir.

    Kısacası vücudumuzda insanlığın asırların bilgi birikimini, tecrübesini ve imkanlarını kullanarak ürettiği teknolojiden daha üstün bir teknoloji vardır. Hiç kimse bir müzik setinin veya bir kameranın tesadüfler sonucunda meydana geldiğini söyleyemez. Peki, bu sistemlerden daha üstün olan insan bedenindeki teknolojilerin, evrim adı verilen rastlantılar yığını sonucunda ortaya çıktığı nasıl iddia edilebilir?

    Açıktır ki göz ve insan vücudunun diğer tüm parçaları, çok üstün bir yaratılışın eseridirler. Bu eserler ise, kendilerini yaratan Allah'ın eşsiz ve benzersiz yaratmasının, sonsuz bilgi ve kudretinin apaçık göstergesidir.

    Evrimciler, Allah'ı inkar etmek için o kadar şartlanmışlardır ki, bu derece açık olan yaratılış delillerini dahi bir türlü kavrayamazlar. Eğer bir gün bir evrimciden, gözdeki bu üstün tasarım ve teknolojinin nasıl olup da tesadüfler sonucu meydana geldiğini açıklamasını isterseniz hiçbir makul ve mantıklı cevap veremeyeceğini açıkça göreceksiniz.

    Nitekim Darwin bile gözdeki tasarım karşısında çaresiz kalmıştır. Arkadaşı Asa Gray'e yazdığı 3 Nisan 1860 tarihli mektupta "gözü düşünmek çoğu zaman beni teorimden soğuttu" dediği bilinen bir gerçektir.1

    Dahası Darwin, "Türlerin Kökeni" adlı kitabının "Problems" (Problemler) bölümü içinde, şu itirafı da kelime kelime yazmıştır:

    "Farklı mesafelerdeki cisimleri benzersiz bir mükemmellikte odaklayan, farklı oranlardaki ışığa göre kendisini uyarlayan göz gibi bir organın doğal seleksiyona dayalı rastlantılarla ortaya çıktığını öne sürmek, itiraf ediyorum ki, olabilecek en yüksek düzeyde saçmalamaktır."2

    Darwin'den bu yana pek bir şey değişmiş değildir. Hala "evrimci" olarak bilinen bazı insanlar, kendi Yaratıcı'larını inkar edebilmek için, olabilecek en yüksek düzeyde saçmalamaya devam etmektedirler.

    İnsan gözünden çok daha ilkel bir yapıya sahip olan kameraların "tesadüfen" oluştuğunu öne sürmek, elbette akıl dışı bir iddiadır. O halde gözün "yaratılmış" olduğu gerçeği nasıl inkar edilebilir?...



    < Bu mesaj bu kişi tarafından değiştirildi felsefika -- 27 Mayıs 2005, 16:47:12 >




  • BÖLÜCÜ TERÖRÜN İDEOLOJİK TEMELİ OLAN DARWİNİZM ÇÖKMÜŞTÜR

    Bu sayımızın büyük bölümünü, evrim teorisinin ve onun temeli olan materyalist felsefenin bilim karşısındaki yenilgisine ayırdık. Bunun nedeni, sözkonusu yenilginin, Türk Milleti’nin geleceği açısından çok önemli olmasıdır. Çünkü bugün Türkiye’nin en önemli sorunu olan bölücü terörün fikri altyapısı, evrim teorisinde yatmaktadır.

    Evrim teorisi, ya da diğer adıyla Darwinizm, tüm canlıların dünya üzerinde rastlantılarla oluştuğunu iddia eder. Aynı teoriye göre, insanoğlu maymun-benzeri bir canlı türünden evrimleşmiştir ve dolayısıyla bir hayvan türüdür. Darwinizm, bir Yaratıcı’nın varlığını inkar ettiği için, insanın bir amacı ve sorumluluğu olduğunu da reddeder. Bu tür bir anlayışa sahip olan bir insan, bütün manevi değerlerden ve kutsal kavramlardan uzaklaşır. Nitekim evrim teorisini benimseyen bir kişi, kaçınılmaz olarak materyalist felsefeyi benimser. Materyalizm, yani “maddecilik” ise, insanı sadece maddi değerlere önem veren, her türlü idealist değerden uzak bencil bir birey haline getirir.

    Ancak evrim teorisinin zararı sadece bireylere yönelik değildir. Bunun da ötesinde, yaydığı materyalist felsefe ile tüm bir toplumu hedef alır. Bunun birinci nedeni, materyalizmin devleti ve milleti ayakta tutan değerleri ortadan kaldırmasıdır. Sadece maddeye inanan insanların, adalet, sadakat, vatan sevgisi, aile değerleri, millet için fedakarlık gibi idealist kavramlara sahip olmaları mümkün olmadığı için, bu insanların oluşturduğu toplum kısa sürece parçalanır.

    Evrim teorisinin ve ondan kaynaklanan materyalizmin topluma verdiği ikinci büyük zarar ise, başta da belirttiğimiz gibi, devletin ve milletin bekasını hedef alan anarşist ve bölücü ideolojileri beslemesidir. Bu ideolojilerin başında komünizm gelir. Yüzyılı aşkın bir süredir dünyanın dört bir yanındaki pekçok kanlı rejim ya da örgütün ideolojisini oluşturan komünizm, bütün sözde bilimsel altyapısını evrim teorisinde bulmaktadır. Türkiye’nin üniter yapısını şiddet yoluyla ortadan kaldırmayı hedefleyen ve yıllardır Güneydoğu’da binlerce askerimizi ve polisimizi şehit eden bölücü terörün ideolojisinin komünizm olduğu hatırlanırsa, bu ideolojiyi besleyen evrim teorisinin önemi kendiliğinden ortaya çıkar.

    Tüm bunlardan dolayı, Darwinizm ve ona dayanan materyalist felsefe, Türk milletinin siyasi ve sosyal düzeninin temel değerlerine yöneltilmiş en ciddi fikri tehdittir. Bu nedenle, bu teorinin ne kadar büyük bir safsata olduğunu ortaya koymanın, hem bölücü teröre karşı fikri mücadelede bulunmak, hem de Türk milleti’nin değerlerini korumak açısından çok önemli bir görev olduğu kanaatindeyiz.

    Darwinizm’in ve Materyalizmin İddiaları
    Tarihin en eski zamanlarından bu yana çeşitli düşünürler tarafından ortaya atılan evrim fikri, 19. yüzyılda yeni bir evreye girerek “bilimsel” bir görünüme büründü. Bu yüzyılın özelliği, yine eski bir düşünce olan materyalizmin çok sayıda taraftar toplamasıydı. Dahası materyalistler inandıkları felsefenin bilimsel bulgular tarafından doğrulandığı iddiasındaydılar. O dönemde yaygın kabul gören durağan evren modeline ve Freud’un geliştirdiği psikoloji modeline dayanarak, “bilim materyalizmi ispatlıyor” iddiasını ortaya atmışlardı. Darwin’in evrim teorisi ise, materyalizme en büyük katkıyı yaptı. Çünkü Darwinizm, canlıların nasıl oluştuğu sorusunun, sadece maddesel faktörlerle, maddenin kendi içindeki rastlantısal etkileşimlerle açıklanabileceğini iddia ediyordu.

    19. yüzyılda gelişen bu sözde bilimsel materyalizmin temel bazı iddiaları vardı:

    1. Evrenin hacim olarak “sonsuz” olduğu ve sonsuzdan beri var olduğu, dolayısıyla maddenin yaratılmadığı ispatlanmış bir gerçek gibi sunuluyordu.

    2. Maddenin ve zamanın birer “mutlak” kavram oldukları, yani hep varolan, değişmeyen, sabit kalan esaslar oldukları savunuluyordu.

    3. İnsan zihninin yine sadece maddesel faktörlerle açıklanabileceği, insanın madde-ötesi bir ruha sahip olmadığı öne sürülüyor, bütün zihinsel fonksiyonların maddeye indirgenebileceği iddia ediliyordu.

    Bu materyalist iddialar pekçok insanın bu felsefeyi benimsemesine, Allah’ın varlığını ve dinin doğruluğunu inkar etmesine neden oldu. Evrim teorisi ise, materyalizmin en önemli dayanağı olduğu için, yaygın bir kabul gördü ve dünyanın dört bir yanında bilimsel bir gerçek gibi tanıtıldı.

    Ama hiç bir yalan fazla uzun ömürlü olamazdı.




    20. Yüzyıl Biliminin Bulguları
    20. yüzyıl bilimi, evrimcilerin beklentilerinin aksine, evrimci-materyalist düşüncenin bütün iddialarını birer birer geçersiz kılan sonuçlar ortaya koydu.

    Öncelikle, canlılığın maddesel faktörlerle açıklanabileceğini iddia eden evrim teorisinin tüm iddiaları, çağdaş bilimsel bulgular tarafından yalanlandı. Hayatın evrim teorisinin iddia ettiği gibi tesadüflerle ortaya çıkmasının imkansız olduğu ortaya çıktı. Ünlü biyofizikçi Dean Kenyon’ın ifadesiyle, “hayatın kimyasal detayları, moleküler biyoloji ve hayatın kökeni hakkında son yirmi otuz yıl içinde öğrenilenler... hayatın kökeni hakkında materyalist bir açıklama yapmayı giderek daha fazla imkansız hale getirdi.” Evrimcilerin varsaydığı ve türler arasındaki geçişleri ispatlamasını umdukları “ara form” fosilleri asla bulunamadı. “Evrim mekanizması” olarak sunulan doğa olaylarının ise hiç bir evrimleştirici etkiye sahip olmadıkları gözlemlendi.

    Evrim teorisi böyle bir kriz içine girerken, öte yandan materyalist felsefenin diğer iddiaları da birer birer çürüdü:

    1. Big Bang teorisine zemin hazırlayan bulgular, evrenin ne sonsuz büyüklükte olduğunu ne de sonsuzdan beri var olduğunu ispatladı. Aksine, evren bir zamanlar “yok” iken “var” olmuştu. Ve bu gerçek, evrenin ve evreni oluşturan maddenin “yaratılmış” olduklarını, mutlak varlık olmadıklarını gösteriyordu.

    2. Einstein’in Rölativite Teorisi, madde gibi zamanın da mutlak bir kavram olmadığını, değişken bir algı olduğunu gösterdi.

    3. İnsan zihnini maddeye indirgeyerek açıklamaya çalışan bütün materyalist teoriler büyük bir kriz içine girdi. Beynin detaylarının keşfedilmesi, beyinde hiç bir karşılığı bulunmayan zihinsel fonksiyonları ortaya koyarak, insan zihninin madde-ötesi bir varlığa, yani “ruh”a ait olduğu düşüncesini destekledi.

    Tüm bu bulgular, evrim teorisini ve materyalizmi geçersiz kılarken, dinin öğrettiği gerçekleri ise doğruluyorlardı. 20. yüzyıl bilimi, 14. yüzyıl önce Kuran’da haber verilen; evrenin yoktan yaratılışı, zamanın izafiyeti, kader, canlıların yaratılışı ve ruhun varlığı gibi gerçeklerin doğruluğunu ortaya koydu.

    Dergimizin sayfalarında evrim teorisini ve materyalizmi geçersiz kılan sözkonusu bilimsel gerçekleri inceleyeceğiz. Ayrıca, Bilim Araştırma Vakfı’nın evrim teorisinin yanlışlığını ortaya koyan bilimsel çalışmaları karşısında paniğe kapılarak yüzeysel bir takım “tepkiler” vermeye çalışan materyalist çevrelerin iddialarının cevaplarına da yer veriyoruz.

    Tüm bunlardaki amaç, hem kişiler hem de toplum üzerinde yıkıcı etkiler oluşturan evrim teorisinin ve materyalist felsefenin gerçekte büyük bir aldatmaca olduğunu ortaya koymaktadır. Hedefimiz, Türk Milleti’nin bekasına yönelik en büyük ideolojik tehdit olan Darwinist dogmayı safdışı ederek, 21. yüzyılda “dünya gücü” olacak bir Türkiye’nin gelişmesine katkıda bulunmaktır.




  • EVREN YOKTAN YARATILDI

    Big Bang Teorisi, Materyalist Felsefenin
    Evren Modelini Yıktı...



    Materyalizm, maddeyi mutlak varlık sayan, maddeden başka hiçbir şeyin varlığını kabul etmeyen düşünce sistemidir. Tarihi eski Yunan'a kadar uzanan, ama özellikle 19. yüzyılda yaygınlaşan, en çok da Karl Marx'ın diyalektik materyalizmiyle ünlenen bu düşünce sistemi, maddenin sonsuzdan beri var olduğunu ve sonsuza dek de var olacağını iddia eder. Maddenin yaratılmamış olduğunu varsaydığına göre de, bir Yaratıcı'nın varlığını kabul etmez.

    Materyalizm az önce de belirttiğimiz gibi en çok 19. yüzyılda popüler olmuştu. Bunun başlıca nedenlerinden biri, o dönemde evrenin nasıl ortaya çıktığı sorusuna karşı öne sürülen "durağan evren" modeliydi. Bu model, "evren nasıl ortaya çıktı" sorusuna, "evren ortaya çıkmadı, sonsuzdan beri vardı ve sonsuza kadar da var olacak" cevabını veriyordu. Evren sabit, durağan ve değişmez bir madde bütünü olarak kabul ediliyor ve dolayısıyla bu bütünün bir Yaratıcı'yı kabul etmeyi gerektirmediği söyleniyordu.

    Bu evren modelinin aksinin ispatlanması ise, elbette bir Yaratıcı'nın varlığını kanıtlayacaktı.Ünlü materyalist felsefeci Georges Politzer, "Felsefenin Başlangıç İlkeleri" adlı kitabında bu gerçeği kabul ediyor, ancak 'sonsuz evren' modelinin geçerliliğine güvenerek yaratılışa karşı çıkıyordu:

    "Evren yaratılmış bir şey değildir. Eğer yaratılmış olsaydı, o taktirde, evrenin Tanrı tarafından belli bir anda yaratılmış olması ve evrenin yoktan varedilmiş olması gerekirdi. Yaratılışı kabul edebilmek için, her şeyden önce, evrenin varolmadığı bir anın varlığını, sonra da, hiçlikten (yokluktan) bir şeyin çıkmış olduğunu kabul etmek gerekir. Buysa bilimin kabul edemeyeceği bir şeydir." (sf. 84)
    Ancak çağdaş bilim, 20. yüzyılın ikinci çeyreğinde başlayan bir süreç sonucunda, tam da materyalistlerin "eğer öyle olsa, bir Yaratıcı olduğunu kabul etmek gerekirdi" dedikleri gerçeği, yani evrenin bir başlangıcı olduğu gerçeğini ispatladı.

    Evrenin Genişlemesi
    1929 yılında California Mount Wilson gözlemevinde, Amerikalı astronom Edwin Hubble astronomi tarihinin en büyük keşiflerinden birini yaptı. Hubble, kullandığı dev teleskopla gökyüzünü incelerken, yıldızların uzaklıklarına bağlı olarak kızıl renge doğru kayan bir ışık yaydıklarını saptadı. Bu buluş bilim dünyasında büyük bir yankı yarattı. Çünkü bilinen fizik kurallarına göre, gözlemin yapıldığı noktaya doğru hareket eden ışıkların tayfı mor yöne doğru, gözlemin yapıldığı noktadan uzaklaşan ışıkların tayfı da kızıl yöne doğru kaymaktaydı. Yani yıldızlar her an bizden uzaklaşmaktaydılar.

    Hubble, çok geçmeden çok önemli bir şeyi daha buldu; yıldızlar ve galaksiler sadece bizden değil, birbirlerinden de uzaklaşıyorlardı. Her şeyin birbirinden uzaklaştığı bir evren karşısında varılabilecek tek sonuç ise, evrenin her an "genişlemekte" olduğuydu.

    Aslında bu gerçek daha önce de teorik olarak keşfedilmişti. Albert Einstein, 1915 yılında ortaya koyduğu genel görecelik kuramıyla yaptığı hesaplamalarda evrenin durağan olamayacağı sonucuna varmıştı. Kendi buluşu karşısında son derece şaşıran Einstein bu uygunsuz sonucu ortadan kaldırmak için denklemlerine 'kozmolojik sabit' adını verdiği bir faktör ilave etmişti. Çünkü o sıralar, astronomlar ona evrenin statik olduğunu söylüyorlardı, o da kuramının bu modele uymasını istemişti. Ancak sonradan kendisinin de 'kariyerimin en büyük hatası' sözleriyle itiraf edeceği bu görüş, gelişen bilimsel bulgular sonucunda çürüyüp gidecekti.

    İlk olarak 1922 yılında Rus Alexandre Friedmann, genel göreceliğe göre evrenin değişken olduğunu ve en ufak bir etkileşimin genişlemesine veya büzüşmesine yol açacağını buldu. Friedmann bu sonuca ulaşırken, Einstein'ın 1917 tarihli makalesindeki hatayı da (kozmolojik sabiti) düzeltmiş oldu.

    Friedmann'ın bulduğu çözümleri kullanan ilk kişi Belçikalı evren bilimci Georges Lemaitre (1894-1966) idi. Lemaitre, bu çözümlere dayanarak evrenin bir başlangıcı olduğunu ve bu başlangıçtan itibaren sürekli genişlediğini öngördü. Ayrıca, bu başlangıç anından arta kalan ışımanın da saptanabileceğini belirtti (ileride, kozmik fon radyosyonu olarak adlandırılacak bu ışıma gözlemlerle de tespit edilecekti). 20. yy'ın son on yılında çağdaş evren bilimi bu iki fikrin etkisi altındadır.


    Burada değişik galaksilerin uzaklıkları ile kızıla kaçış miktarları görülmektedir. En yukarıdaki düşey ok tayfın üzerindeki belirli bir noktayı göstermektedir. Bu nokta diğer tayflarda yatay oklar kadar sağa yani kızıla kaçmaktadır. Görüldüğü hızın bir belirtisi olan bu kızıla kaçma galaksi dünyamızdan uzaklaştıkça artmaktadır.

    Big Bang'in Ortaya Çıkışı
    Evrenin genişlediği gerçeği, o güne kadar kabul gören "durağan (statik) evren" modelinden tamamen farklı bir evren modeli ortaya koydu. Evren genişlediğine göre, zaman içinde geriye doğru gidildiğinde evrenin tek bir noktadan başladığı ortaya çıkıyordu.

    Yapılan hesaplamalar, evrenin tüm maddesini içinde barındıran bu "tek nokta"nın, "sıfır hacime" ve sonsuz yoğunluğa sahip olması gerektiğini gösterdi. Evren, sıfır hacme sahip bu noktanın patlamasıyla ortaya çıkmıştı. Bu patlamaya "Big Bang" (Büyük Patlama) dendi ve bu teori de aynı isimle anılmaya başlandı.

    Hiçbir hacmi olmayan, yani hiçbir yer kaplamayan ve yoğunluğu sonsuz olan bir nokta nasıl olabilir? diye düşünebilirsiniz. "Hacmi olmayan sonsuz yoğunluktaki nokta" aslında teorik bir ifade biçimidir. Çünkü, bilimsel olarak "sıfır hacim" şeklinde ifade edilen bir nokta, hacmi olmayan bir nokta demektir. Gerçekte ise hacmi olmayan bir nokta "yok" demektir. Dolayısıyla, evren "yok" iken "var" hale gelmiştir. Bu gerçek ise, materyalizmin "evren sonsuzdan beri vardır" varsayımını geçersiz kılmaktadır.



    "Sabit Durum" Denemesi
    Materyalist felsefeyi benimseyen astronomlar, Big Bang'e karşı direnmeye ve sabit durum teorisini ayakta tutmaya çalıştılar. Bu çabanın nedeni, önde gelen fizikçilerden A.S. Eddington'ın "felsefi olarak doğanın şu anki düzenin birden bire başlamış olduğu düşüncesi bana itici gelmektedir" sözünden anlaşılıyordu.(1)

    Big Bang teorisinden rahatsız olanların başında dünyaca ünlü astronom Sir Fred Hoyle geliyordu. Hoyle, yüzyılın ortalarında "steady-state" (sabit durum) adında, 19. yüzyıldaki durağan evren anlayışına benzer başka bir model ortaya attı. Hoyle evrenin genişlediğini kabul etmekle birlikte, evrenin boyut ve zaman açısından sonsuz olduğunu iddia ediyordu. Ayrıca bu modele göre, evren genişledikçe madde gerektiği miktarda, birdenbire, kendi kendine var olmaya başlıyordu. Tek görünür amacı materyalist felsefenin temeli olan "sonsuzdan beri var olan madde" dogmasını desteklemek olan bu teori, evrenin başlangıcı olduğunu savunan "Büyük Patlama" kuramıyla taban tabana zıttı.

    Sabit durum teorisini savunanlar uzunca bir süre Big Bang'e karşı direndiler. Ama bilim aleyhlerine işliyordu.

    Big Bang'in Zaferi
    1948 yılında George Gamov, Big Bang'e bağlı olarak yeni bir iddia ortaya sürdü. Buna göre evrenin büyük patlama ile oluşması durumunda, evrende bu patlamadan arta kalan bir radyasyonun olması gerekiyordu. Üstelik bu radyasyon evrenin her yanında eşit olmalıydı.

    "Olması gereken" bu kanıt çok geçmeden bulundu. 1965 yılında Arno Penzias ve Robert Wilson adlı iki araştırmacı bu dalgaları şans eseri keşfettiler. "Kozmik Fon Radyasyonu" adı verilen bu radyasyon uzayın belli bir tarafından gelen radyasyondan farklıydı. Olağanüstü bir eşyönlülük sergiliyordu. Başka bir ifade ile yerel kökenli değil, evrenin tümüne dağılmış bir radyasyondu. Böylece uzun süredir evrenin her yerinden eşit ölçüde alınan 3 Kelvin'lik ısı dalgasının, Big Bang'in ilk dönemlerinden kalma olduğu ortaya çıktı. Üstelik bu rakam bilim adamlarının önceden öngördükleri rakama çok yakındı. Sadece tek bir dalga boyunda (mikrodalga) ölçümler yapabildikleri halde, Penzias ve Wilson, büyük patlamanın bu özgün ispatını deneysel olarak ilk gösteren kişiler oldukları için Nobel Ödülü kazandılar.



    1989 yılına gelindiğinde ise, George Smoot ve onun Nasa Ekibi, Kozmik Geriplan Işıma Kaşifi Uydusu'nu (COBE) uzaya gönderdiler. Bu gelişmiş uyduya yerleştirilen hassas tarayıcıların, Penzias ve Wilson'ın ölçümlerini doğrulaması yalnızca 8 dakika sürdü. Sonuçlar, tarayıcıların kesinlikle evrenin başlangıcındaki büyük patlamanın sıcak, yoğun konumunun kalıntılarını gösterdiğini kanıtladı.

    Bütün zamanların en büyük keşfi olarak adlandırılan bu olay, bu kadarla da sınırlı değildi. COBE1 uydusu uzayda belirli bir noktadaki ısıyı bildiriyordu. Ancak COBE2 uydusu uzayda iki nokta arasında ısı farkı bulunduğunu keşfetti. Örneğin galaktik yıldız kümelerindeki ısı, kozmik boşluklara göre daha fazlaydı. Bu ise, büyük patlamadan sonra meydana gelen sıcaklığın gittikçe soğuyarak farklılaştığını gösteriyordu. Bu olaydan sonra, pek çok bilim adamı COBE'nin başarısını "Big Bang'in olağanüstü bir şekilde onaylanması" şeklinde yorumladı.

    Hidrojen-Helyum Oranı
    Bing Bang'in diğer bir önemli delili ise, uzaydaki hidrojen ve helyum gazlarının miktarı oldu. Günümüzde yapılan ölçümlerle anlaşıldı ki, evrendeki hidrojen-helyum gazlarının oranı, Big Bang'den arta kalan hidrojen-helyum oranının teorik hesaplamalarına uyuyordu. Eğer evrenin bir başlangıcı olmayıp sonsuzdan geliyor olsaydı, evrendeki hidrojen tamamen yanarak helyuma dönüşmüş olmalıydı.

    Tüm bunlarla birlikte Big Bang bilim dünyasında kesin bir kabul gördü. Scientific American dergisinin Ekim 1994 sayısındaki bir makaleye göre, evren sürekli, düzenli olarak genişliyordu ve Big Bang modeli bilimin, evrenin oluşumu ve başlangıcı hakkında ulaştığı son noktaydı.

    Fred Hoyle ile birlikte uzun yıllar sabit durum teorisini savunan Dennis Sciama, ardarda gelen ve Big Bang"i ispatlayan tüm bu deliller karşısında içine düştükleri durumu şöyle anlatır:

    "Sabit durum teorisini savunanlarla onu test eden ve bence onu çürütmeyi uman gözlemciler arasında, bir dönem çok sert çekişme vardı. Bu dönem içinde ben de bir rol üstlenmiştim. Çünkü gerçekliğine inandığım için değil, gerçek olmasını istediğim için 'sabit durum' teorisini savunuyordum. Teorinin geçersizliğini savunan kanıtlar ortaya çıkmaya başladıkça Fred Hoyle bu kanıtları karşılamada lider rol üslenmişti. Ben de yanında yer almış, bu düşmanca kanıtlara nasıl cevap verilebileceği konusunda fikir yürütüyordum. Ama kanıtlar biriktikçe artık oyunun bittiği ve sabit durum teorisinin bir kenara bırakılması gerçeği ortaya çıkıyordu."(2)
    Big Bang'in bu zaferi ile birlikte, materyalist dogmanın temeli olan "ezeli madde" kavramı da tarihe karışmış oluyordu. Yani Big Bang'den önce hiçbir madde yoktu.

    Evren Nasıl Yoktan Var Oldu?
    Peki o zaman Big Bang'den önce ne vardı ve "yok" olan evreni bu büyük patlama ile "var" hale getiren güç neydi? Elbette ki bu soru, A.S. Eddington'ın ifadesiyle materyalistler için "felsefi olarak itici" olan gerçeği, yani bir Yaratıcı'nın varlığını göstermektedir. Ünlü ateist felsefeci Anthony Flew, bu konuda şunları söyler:

    "İtiraflarda bulunmanın insan ruhuna iyi geldiğini söylerler. Ben de bir itirafta bulunacağım: Mevcut kozmolojik konsensüs (Big Bang modeli), bir ateist açısından oldukça sıkıntı vericidir. Çünkü bilim, St. Thomas Aquinas (Hıristiyan İlahiyatçı) tarafından savunulan ama hiçbir zaman ispat edilemeyen bir iddiayı ispat etmiştir: Evrenin bir başlangıcı olduğu iddiasını. Sadece evrenin bir sonunun ve başlangıcının olmadığını kabul ettiğimiz sürece, evrenin şu anki varlığının mutlak bir açıklaması olduğunu savunabiliriz. Ben hala bu açıklamaya inanıyorum, ama bunu Big Bang karşısında savunmanın pek kolay ve rahat bir durum olmadığını itiraf etmeliyim."(3)
    Kendisini ateist olmak için körü körüne şartlandırmayan pek çok bilimadamı ise, evrenin yaratılışında sonsuz güç sahibi bir Yaratıcı'nın varlığını kabul etmiş durumdadır. Bu Yaratıcı, hem maddeyi hem de zamanı yaratmış olan, yani her ikisinden de bağımsız bir varlık olmalıdır.

    Evren bilim konusunda önemli çalışmaları olan ünlü matematikçi Roger Penrose şöyle bir açıklama yapar:

    “...Ama evrenin kesinlikle bir amacının olduğunu gösteren bir şey var ki, o da evrenin şans eseri orada durmadığıdır. Bazı insanlara göre ‘evren sadece oradadır işte.’ Öylesine olmaya devam ediyor. Biz de kendimizi birden bire bu şeyin içinde buluvermişiz. Bu bakış açısının, evreni anlamamızda çok verimli ya da yardımcı olacağını sanmıyorum. Bence evren ve onun varlığının altında bugün henüz pek sezemediğimiz çok daha derin bir şeyler gizli.”(4)
    BIG BANG ve EVRİM TEORİSİ: BİR KELİME OYUNU

    Big Bang teorisinin delillerinin kesinleşmesi, evrenin bir başlangıcı olduğunu gösterdiği için, materyalist dogmanın en temel varsayımını geçersiz kıldı. Ancak bu durum karşısında, bazı materyalistler bu yeni gerçeğe "adapte" olmaya çalıştılar. Evrenin Big Bang'le başlayan bir "süreç" ile ortaya çıkmış olmasından yola çıktılar ve "evrimleşen evren" kavramını ortaya attılar. Buradaki "evrimleşme" kelimesi, Darwin'in evrim teorisi gibi rastgele, tesadüfi ve kendi kendine bir oluşumu çağrıştırdığı için özellikle seçildi.

    Big Bang'i "evrenin evrimi" olarak tanımlamak için gösterilen bu çaba, gerçekte Big Bang ile büyük bir bilimsel darbe yemiş olan ateizmi yaşatabilmek için yapılan bir kelime oyunundan başka bir şey değildir. Doğaüstü bir yaratılışla ortaya çıkmış olan ve yine her aşaması Yaratıcı'nın iradesi ile gerçekleşen "yaratılış süreci"ni, tesadüflere dayalı bir evrim gibi göstermek, elbette ki açık bir mantıksal çelişkidir.

    Materyalistlerin "evrenin evrimi" iddiasını ortaya atarken gözden kaçırdıkları sorular oldukça önemlidir: Hiçbirşey yok iken, zaman ve mekan dahi yok iken, bir anda evreni oluşturan tüm madde yığını nasıl meydana gelmiştir? Ve rastgele, tesadüfi bir patlamanın eseri olarak dev bir alanda inanılmaz derecede hassas dengeler nasıl oluşmuştur? En önemlisi, tüm evreni, içindekileri ve düzeni yaratan irade nedir?

    Bu soruları yanıtsız bırakan materyalistler, zamanın ve mekanın yoktan varedildiğini kabul etseler bile, Yaratıcının varlığını kabul edememektedirler. Ünlü Amerikalı materyalist Harlow Shapley, bu konudaki inancını şöyle ifade eder:

    "Bazıları hala tutucu bir şekilde 'başlangıçta Allah yarattı' fikrini savunuyorlar, ama ben 'başlangıçta hidrojen yarattı' diyorum."
    Shapley'in bu mantıksız iddiası da yine Yaratıcı'nın varlığını gizlemeye çalışan bir kelime oyunudur. Shapley'in gizlediği gerçek, hidrojenin, akıllı, bilinçli, karar veren, irade sahibi bir varlık olmadığıdır. Aynı şekilde başka hiçbir madde, maddeyi oluşturan başka hiçbir element akıl ve bilinç sahibi değildir. Oysa evrende üstün bir aklın varlığını ispatlayan bir tasarım vardır ve bu evrenin Yaratıcı'sının madde-ötesi, sonsuz güç ve bilgi sahibi bir İrade olduğunu gösterir.

    Big Bang teorisi bunun gibi mesnetsiz iddialara karşı iki temel gerçeği ortaya koyar: 1) Evren "yok" iken "var" hale gelmiş, yani yaratılmıştır, 2) Big Bang'den sonra ortaya çıkan düzenlilik de, maddenin rastgele etkileşimleriyle değil, ancak evreni var etmiş olan Yaratıcı'nın kontrolü ile ortaya çıkmıştır. Yani bir Yaratıcı vardır ve maddesel dünya O'nun hakimiyeti altındadır. O Yaratıcı, "Alemlerin Rabbi" olan Allah'tır.

    BIG BANG ve KURAN AYETLERİ
    Big Bang teorisiyle birlikte ortaya çıkan evren modelinin çok önemli bir yönü ise, 14 yüzyıl önce Kuran'da haber verilen bazı bilgilerle çok somut bir biçimde uyuşmasıdır. Big Bang teorisinin en önemli delillerinden biri olan "genişleyen evren modeli" Kuran'da şöyle belirtilir:


    "Biz göğü 'büyük bir kudretle' bina ettik ve şüphesiz Biz genişleticiyiz." (Zariyat Suresi, 47)

    Evrenin sürekli genişlemesi, evrenin sabit ve değişmez olduğunu iddia eden durağan evren modelini çürütmüştür. Big Bang'den önce popüler olan durağan evren modeli, evrenin bir başlangıcı olmadığını iddia ederken Big Bang 20. yüzyıl bulgularına dayanarak evrenin bir başlangıcı olduğunu, bir zamanlar "yok" iken "var" hale geldiğini ispatlamaktadır. Bu bilimsel gerçek Kuran'da şöyle haber verilir:


    "O (Allah) gökleri ve yeri yoktan var edendir." (Enam Suresi, 101)

    Zamanımızdan tam 14 asır önce insanların evrenle ilgili bilgilerinin son derece kısıtlı olduğu zamanlarda yine Kuran tarafından bildirilen bir başka gerçek de, evrenin aynı Big Bang teorisinin ortaya koyduğu gibi, birbirine "bitişik" olan maddenin ayrılmasıyla ortaya çıkmış olduğudur:

    "O inkar edenler görmüyorlar mı ki (başlangıçta) göklerle yer birbiriyle bitişikken, biz onları ayırdık ve her canlı şeyi sudan yarattık. Yine de onlar inanmayacaklar mı?" (Enbiya Suresi, 30)

    Üstteki ayetin Arapça orjinalinde çok önemli bir kelime seçimi vardır. Ayetin "birbiriyle bitişik" olarak tercüme edilen kelimesi ratk, Arapça sözlüklerde "birbiriyle içiçe, ayrılmaz durumda, kaynaşmış" anlamlarına gelir. Yani tam bir bütün oluşturan iki madde için kullanılır. Ayetteki "ayırdık" ifadesi ise Arapça fatk fiilidir ki, bu fiil ratk halindeki bir nesnenin yarıp, parçalayıp dışarı çıkması anlamına gelir. Örneğin tohumun filizlenerek topraktan dışarı çıkması bu fiille ifade edilir.

    Bu bilgiyle ayete tekrar bakalım. Ayette göklerle yerin ratk durumunda olduğu bir durumdan bahsedilmektedir. Ardından bu ikisi fatk fiili ile ayrılmışlardır. Yani biri diğerini yararak dışarı çıkmıştır. Gerçekten de Big Bang'in ilk anını hatırladığımızda, kozmik yumurta denilen noktanın evrenin tüm maddesini içerdiğini görürüz. Yani herşey, hatta henüz yaratılmamış olan "gökler ve yer" bile bu noktanın içinde, ratk halindedirler. Ardından bu kozmik yumurta şiddetle patlamış, bu yolla maddeler fatk olmuş, yani dışarı çıkarak tüm evreni oluşturmuşlardır. Bu, bilimin ortaya koyduğu Big Bang modeli ile şaşırtıcı derecede paralel bir anlatımdır.

    Kısacası 20 yüzyıl biliminin bulguları bir yandan materyalist dogmayı geçersiz kılarken, öte yandan da Kuran ayetleri ile haber verilen gerçekleri doğrulamaktadır. Çünkü evren materyalistlerin sandığının aksine, maddenin rastlantısal etkileşimleri ile değil, Allah'ın yaratmasıyla varolmuştur ve O'ndan gelen bilgi, kuşkusuz evrenin kökeni hakkındaki en doğru bilgidir.



    "Düzen Getiren Patlama"
    Aslında Big Bang'in ateistler ve materyalistler (ikisi neredeyse eşanlamlıdır) açısından oluşturduğu sorun, ateist felsefeci Anthony Flew'in üstte itiraf ettiğinden çok daha büyüktür. Çünkü Big Bang, evrenin yalnızca yoktan varedildiğini değil, aynı zamanda çok planlı, düzenli ve kontrollü bir biçimde varedildiğini göstermektedir.

    Bunun nedeni, bir patlama olan Big Bang'in ardından evrende çok düzenli bir yapının ortaya çıkmasıdır. Oysa patlamalar düzenlilik oluşturmazlar. Gözlemlediğimiz bütün patlamalar, var olan düzenliliği bozar, parçalar ve yokederler. Örneğin, atom ve hidrojen bombalarının patlaması, grizu patlamaları, volkanik patlamalar, doğalgaz patlaması, güneşte meydana gelen patlamalar... Ne tür patlama incelenirse incelensin, etkilerinin hep yıkıcı oldukları görülür.

    Eğer bir patlamanın ardından karşımıza çok detaylı bir tasarım çıkarsa, örneğin yeraltındaki bir patlama, ortaya kusursuz sanat eserleri, dev saraylar, görkemli binalar çıkarırsa, o durumda bu patlamanın ardında "doğaüstü" bir müdahale olduğunu, patlamayla birlikte dağılan tüm parçacıkların gerçekte çok kontrollü bir biçimde hareket ettirildikleri sonucuna varırız.
    Big Bang teorisine uzun yıllar karşı çıkmış olan Sir Fred Hoyle'un sözleri, tam da bu durumu ifade eder:

    "Big Bang teorisi evrenin tek ve büyük bir patlama ile başladığını kabul eder. Ama bildiğimiz gibi patlamalar maddeyi dağıtır ve düzensizleştirirler. Oysa Big Bang çok gizemli bir biçimde bunun tam aksi bir etki meydana getirmiştir: Maddeyi birbiriyle birleşecek ve galaksileri oluşturacak hale getirmiştir."(5)




    Hoyle, Big Bang'in düzenlilik oluşturmasının çelişkili bir durum olduğunu söylerken, elbette Big Bang'i materyalist bir önyargıyla yorumlamakta, yani bunun bir "kontrolsüz patlama" olduğunu varsaymaktadır. Böylelikle, bir Yaratıcının varlığını kabullenmemek için böyle bir açıklama yaparken, asıl kendisi çelişkili bir duruma düşmüştür. Zira, patlamayla birlikte ortaya çok büyük bir düzen çıkmışsa, o zaman "kontrolsüz patlama" fikrinin bir kenara atılması ve patlamanın olağanüstü bir biçimde kontrollü olduğunun kabul edilmesi gerekir.

    Bu düzenlilik, Big Bang'den sonraki her aşamada geçerlidir. Big Bang'le birlikte ortaya çıkan madde, bugün "atomaltı parçacıklar" dediğimiz partiküllerdir. Ama bunlar—Hoyle'un ifade ettiği gibi "gizemli bir biçimde"—biraraya gelerek atomları oluşturmuşlardır, hem de evrenin her yerinde ve her parçasında. Büyük bir düzenlilik içinde oluşan bu atomlar evrenin belirli bölgelerinde yoğunlaşarak galaksileri oluşturmuşlardır. Bu galaksilerin içinde yıldızlar, yıldızların çevresinde ise yıldız sistemleri ve gezegenler meydana gelmiştir. Tüm bu dev gökcisimleri olağanüstü derecede düzenlidirler. Evrende yaklaşık 300 milyar galaksi olduğunu ve bunların her birinin içinde yaklaşık yine 300 milyar yıldız olduğunu düşünürsek, sözkonusu düzen ve dengenin ne kadar olağanüstü olduğunu da daha kolay anlayabiliriz.

    Hassas Dengeler
    Big Bang ardından evrende oluşan bu olağanüstü düzenliliğin bir başka yönü ise, "yaşamaya elverişli bir evren"in oluşmuş olmasıdır. Yaşama imkan tanıyacak bir gezegenin oluşabilmesi için gerçekleşmesi gereken şartlar o kadar fazladır ki, bunun rastlantısal bir oluşum olduğunu düşünmek imkansızdır.

    Ünlü bir teorik fizik profesörü olan Paul Davies, sadece Big Bang sonrasındaki genişleme hızının ne kadar "hassas ayarlanmış" olduğunu hesaplamış ve inanılmaz bir sonuca ulaşmıştır. Davies'e göre, Big Bang'in ardından gerçekleşen genişleme hızı eğer milyar kere milyarda bir oranda (10-18) bile farklı olsaydı, hayata imkan sağlayacak bir yıldız tipi oluşamaz ve evrende canlılık ortaya çıkamazdı:

    "Hesaplamalar, evrenin genişleme hızının çok kritik bir noktada seyrettiğini göstermektedir. Eğer evren biraz bile daha yavaş genişlese çekim gücü nedeniyle içine çökecek, biraz daha hızlı genişlese kozmik materyal tamamen dağılıp gidecekti. Bu iki felaket arasındaki dengenin ne kadar "iyi hesaplanmış" olduğu sorusunun cevabı çok ilginçtir. Eğer IS zamanında (patlama hızının belirli hale geldiği zamanda) patlama hızı gerçek hızından sadece 10-18 kadar bile farklılaşsaydı, bu gerekli dengeyi yoketmeye yetecekti. Dolayısıyla evrenin patlama hızı inanılmayacak kadar hassas bir kesinlikle belirlenmiştir. Bu nedenle Big Bang herhangi bir patlama değil, her yönüyle çok iyi hesaplanmış ve düzenlenmiş bir oluşumdur."(6)
    Evrendeki bu muhteşem denge bilimsel bir dergide şöyle ifade edilir:

    “Eğer evren maddemizin yoğunluğu, bir parça daha fazla olsaydı, o zaman Einstein’ın genel görecelik kuramına göre evren, atomik parçacıkların birbirini çekme kuvvetleri dolayısıyla bir türlü genişleyemeyecek ve tekrar küçülerek bir noktacığa dönüşecekti. Eğer yoğunluk başlangıçta bir parça daha az olsaydı, o zaman evren son hızla genişleyecek, fakat bu takdirde atomik parçacıklar birbirini çekip yakalayamayacak ve yıldızlarla galaksiler hiçbir zaman oluşamayacaktı. Doğaldır ki bizde olmayacaktık! Yapılan hesaplara göre, evrenimizin başlangıçtaki gerçek yoğunluğu ile ötesinde oluşması imkanı bulunmayan kritik yoğunluğu arasındaki fark, yüzde birin bir kuvadrilyonundan azdır. Bu, bir kalemi sivri ucu üzerinde bir milyar yıl sonra da durabilecek biçimde yerleştirmeye benzer... Üstelik, evren genişledikçe, bu denge daha da hassaslaşmaktadır.”(7)
    Stephen Hawking ise, Zamanın Kısa Tarihi isimli kitabında genişleme hızındaki dengeyi şöyle açıklar:

    "Evrenin genişleme hızı o kadar kritik bir noktadadır ki, Big Bang'ten sonraki birinci saniyede bu oran eğer yüz bin milyon kere milyonda bir daha küçük olsaydı evren şimdiki durumuna gelmeden içine çökerdi."(8)
    Paul Davies, bu çok ilginç durum karşısında şöyle söylemektedir:

    "Çok küçük sayısal değişikliklere hassas olan evrenin şu andaki yapısının, çok dikkatli bir bilinç tarafından ortaya çıkarıldığına karşı çıkmak çok zordur... Doğanın en temel dengelerindeki hassas sayısal dengeler, kozmik bir tasarımın varlığını kabul etmek için oldukça güçlü bir delildir."(9)
    Aynı gerçek karşısında Amerikalı Astronomi Profesörü George Greenstein de, The Symbiotic Universe adlı kitabında şöyle yazar:

    "Kanıtları inceledikçe, ısrarla önemli bir gerçekle karşı karşıya geliriz. (Evrenin oluşumunda) bir doğa üstü akıl —ya da Akıl— devreye girmiş olmalıdır."(10)
    Materyalizmin Sonu
    Tüm bu gerçekler, bir 19. yüzyıl dogması olan materyalist felsefenin iddialarının 20. yüzyıl bilimi tarafından geçersiz kılındığının göstergeleridirler. Materyalizm, her şeyi maddeden ibaret saymakla, maddeyi ortaya çıkaran ve düzenleyen bir Yaratıcı'nın varlığını reddetmiş, ama şiddetle yanılmıştır. Modern bilim maddesel dünyada var olan büyük plan, tasarım ve düzeni ortaya çıkarmakta ve maddesel dünyaya hakim olan bir Yaratıcı'nın, yani Allah'ın varlığını ispatlamaktadır. Evrende karşılaştığımız bu tasarım, canlılar dünyasında da ortaya çıkmakta ve materyalizmin en büyük dayanağı sayılan Darwin'in evrim teorisi de bu nedenle çökmektedir.

    Materyalizm asırlar boyunca pek çok insanı etkilemiş, hatta 19. yüzyılda "bilimsellik" maskesine bürünmüş olabilir. Ama görünen o ki, 21. yüzyılda bilime aykırı bir batıl inanış olarak tarihe geçecektir. İnsanlık dünyanın öküzün boynuzları üzerinde durduğu ya da düz olduğu gibi batıl inanışlardan kurtulmuştur, materyalizmden de kurtulacaktır.




  • FOSİLLER EVRİMİ REDDEDİYOR

    Fosil kayıtları, canlı türlerinin yeryüzünde arkalarında hiçbir evrimsel süreç olmadan, aniden ve kusursuz bir biçimde ortaya çıktıklarını göstermektedir.

    Bilim ve Ütopya dergisinin Kasım 1998 tarihli nüshasında Ümit Sayın imzasıyla “Uçtu Uçtu Dinozor Uçtu” başlıklı bir yazı yayınlandı.

    Evrim Teorisi’nin en büyük açmazlarından biri olan fosiller konusunun ele alındığı söz konusu yazıda, fosil kayıtlarının evrim teorisini ispatlayan çok sayıda "ara form" ile dolu olduğu iddia ediliyordu. Bu iddiaya delil olarak da bazı canlı türlerinin fosilleri gösterilmişti. Oysa sözkonusu fosillerin hiçbiri, az sonra inceleyeceğimiz gibi, birer ara form değillerdi. Bilim ve Ütopya yazarı Ümit Sayın, sadece kendisini ve kendisiyle aynı dogmatik dünya görüşünü paylaşan okurlarını avutmaya çalışmıştı.

    Hiçbir Zaman Yaşamamış Ara Formlar
    Önce "ara form" kavramının en anlama geldiğini belirtelim. Evrim Teorisi'ne göre, bir canlı türünden diğerine geçiş milyonlarca yıl sürmüştür. Ve eğer Evrim Teorisi'nin iddiası doğruysa bir tür diğerine evrimleşirken çok sayıda "ara form" yaşamış olmalıdır. Örneğin eğer bir balık türü gerçekten sudan karaya doğru evrimleştiyse, yavaş yavaş akciğer sahibi haline gelmiş olmalıdır. Önce hiçbir işe yaramayan bir akciğer boşluğu, sonra bu boşluğun içinde belli belirsiz bir doku, sonra bu dokunun içinde oluşmaya yüz tutacak kesecikler, bu dokuya atmosferle bağlantı sağlayacak bir nefes borusu gelişmelidir.


    Evrim Teorisi, tüm bu organların bir balık türünde tesadüfler sonucunda yavaş yavaş oluştuğunu, bu türün milyonlarca yıl garip bir yaratık olarak yaşadığını ve en son aşamada gerçek bir akciğer ortaya çıktığını iddia etmektedir. Aynı şekilde solungaçlar da yine böyle bir kademeli süreçle kaybolmalıdır. (Kaldı ki bir su canlısının karadan suya geçişi için gerekli değişiklikler, solungaç-akciğer dönüşümünden çok daha fazladır.)

    Eğer evrim yaşanmışsa, ara formlar, sadece balıklar ile kara canlıları arasında değil, var olan yüzbinlerce canlı türünün herbirini bir diğerine bağlayacak kadar çok olmalıdır. Dahası milyonlarca yıl yaşamış olan bu ara formların sayısız fosil örneği bulunmalıdır. Görünümü ve vücut fonksiyonları itibariyle yarı balık-yarı sürüngen, yarı kuş-yarı sürüngen garip yaratıkların dünyanın dört bir yanında sürdürülen paleontolojik kazıda mutlaka ele geçmesi lazımdır.

    Oysa teorinin eskiden yaşadıklarını iddia ettiği ara formlara ait hiçbir iz, hiçbir fosil bulunmadığı gibi, bugün yaşayan canlılar içinde de ara form özelliği taşıyan tek bir tür canlı bile mevcut değildir. Evrimcilerin iddia ettiği yarım, tam gelişmemiş yaratıklar hiçbir zaman yaşamamıştır. Daha önce yaşamış ve bugün yaşayan tüm türler her yönleriyle mükemmeldir ve fosil kayıtlarında bir anda belirmişlerdir.

    Ünlü İngiliz paleontolog Derek W. Ager, bir evrimci olmasına karşın bu gerçeği şöyle itiraf etmektedir:

    "Sorunumuz şudur: Fosil kayıtlarını detaylı olarak incelediğimizde, türler ya da sınıflar seviyesinde olsun, sürekli olarak aynı gerçekle karşılarız; kademeli evrimle gelişen değil, aniden yeryüzünde oluşan gruplar görürüz." (Derek A. Ager, The Nature of the Fossil Record, Proceedings of the British Geological Association, cilt 87, s.133)
    Paleontolojinin ortaya koyduğu bu gerçek, bütün hayali evrim senaryosunu yıkmaktadır.

    Evrimcilerin kimi çareyi mevcut yaşayan türlerden birbirine benzeyenleri bulup birini diğerinin atası ilan etmekte, kimi de Bilim ve Ütopya yazarı gibi laf kalabalığı yapıp Latince deyimlerle göz boyamaya çalışmakta bulmaktadır.

    Oysa az önce de belirttiğimiz gibi, fosil kayıtları, canlı türlerinin yeryüzünde arkalarında hiçbir evrimsel süreç olmadan, aniden ve kusursuz bir biçimde ortaya çıktıklarını gösterir. Yeryüzünün fosil barındıran en eski katmanlarından bugüne doğru ilerlediğimizde, sürekli olarak, hiçbir evrimsel ataya sahip olmadan, bir anda ortaya çıkan türler görürüz.

    Omurgasızların Kökeni
    Kompleks canlı yaratıkların fosillerine rastlanılan en derin yeryüzü tabakası, 530-520 milyon yıl yaşında olduğu hesaplanan “kambriyen” tabakadır. Kambriyen devrine ait tabakalarda bulunan canlılar, hiçbir ataları olmaksızın birdenbire fosil kayıtlarında belirirler. Kambriyen kayalıklarında bulunan fosiller, salyangozlar, trilobitler, süngerler, solucanlar, denizanaları, deniz kirpileri, yüzücü kabuklular, deniz zambakları ve diğer kompleks omurgasızlara aittir. Bu kompleks omurgasızlar kendilerinden önce yeryüzündeki yegane canlılar olan tek hücreli organizmalarla aralarında hiçbir bağlantı ya da geçiş formu bulunmadan birdenbire ve eksiksiz bir biçimde ortaya çıkmışlardır.

    Canlılığın nasıl olup da böyle birdenbire birbirlerinden çok farklı omurgasız türleriyle dolup taştığı, hiçbir ortak ataya sahip olmayan ayrı türlerdeki canlıların nasıl ortaya çıktığı, evrimcilerin asla cevaplayamadıkları bir sorudur. Evrimci düşüncenin dünya çapındaki en önde gelen savunucularından İngiliz biyolog Richard Dawkins, bu gerçek karşısında “(Kambriyen canlıları), ilk olarak ortaya çıktıkları halleriyle, oldukça evrimleşmiş bir şekildedirler. Sanki hiçbir evrim tarihine sahip olmadan, o halde, orada meydana gelmiş gibidirler” der. (Richard Dawkins, “The Blind Watchmaker”, London: W. W. Norton 1986, s. 229)

    Dawkins’in de kabul ettiği gibi, Kambriyen patlaması yaratılışın çok güçlü bir delilidir. Çünkü canlıların hiçbir evrimsel ataları olmadan aniden ortaya çıkmalarının tek açıklaması yaratılıştır. Ünlü evrimci biyolog Douglas Futuyma da, “canlılar dünya üzerinde ya tamamen mükemmel ve eksiksiz bir biçimde ortaya çıkmışlardır ya da kendilerinden önce var olan bazı canlı türlerinden evrimleşerek meydana gelmişlerdir. Eğer eksiksiz ve mükemmel bir biçimde ortaya çıkmışlarsa, o halde üstün bir akıl tarafından yaratılmış olmaları gerekir” diyerek bu gerçeği kabul eder. (Douglas J. Futuyma. Science on Trial, New York, Pantheon Book, 1983. s. 197)

    Omurgasızlardan Balıklara Geçiş Formu Yoktur

    Sert kısımları vücutlarının dışında yer alan bu omurgasız canlılar ile, sert kısımları yani iskeletleri vücutlarının içinde yer alan balıklar arasında çok büyük bir anatomik fark vardır. Ama evrimciler bu omurgasızların balıklara dönüştüğünü öne sürerler. Oysa bu dönüşümü gösterecek ise hiçbir fosil yoktur. Bu nedenle Evrimci paleontolog Gerald T. Todd, “Kemikli Balıkların Evrimi” başlıklı bir makalesinde bu gerçek karşısında şu çaresiz soruları sıralar:
    “Kemikli balıkların her üç sınıfı da, fosil tabakalarında aynı anda ve aniden ortaya çıkarlar... Peki ama bunların kökenleri nedir? Bu denli farklı ve kompleks yaratıkların ortaya çıkmasını ne sağlamıştır? Ve neden kendilerine evrimsel bir ata oluşturabilecek canlıların izlerinden eser yoktur?” (Gerald T. Todd, “Evolution of the Lung and the Origin of Bony Fishes: A Casual Relationship”, American Zoologist, vol. 26, no. 4, 1980, s. 757)
    Balıklardan Amfibiyenlere Geçiş Formu Yoktur
    Bilim ve Ütopya dergisinin yazarı, tüm klasik evrimciler gibi, balıkların zamanla amfibiyenlere (kurbağa gibi hem karada hem suda yaşayan canlılar) dönüştüğünü iddia etmektedir. Bu dönüşümün başlangıcına da Rhipidistian ve Coelacanth sınıflarına ait balıkları koymaktadır.
    Rhipidistian ve Coelacanth; Crossopterygian takımına ait balıklardır. Normal balıklardan hiçbir farkları bulunmayan bu canlıların evrimcileri umutlandıran tek özellikleri, yüzgeçlerinin diğer balıklara göre daha etli oluşudur. Evrimciler, bu etli yüzgeçlerin daha sonra sürüngenlerin ayaklarına dönüştüğüne inanmaktadırlar. Daha doğrusu, bir dönem inanıyorlardı.

    Rhipidistian ve Coelacanth’ın ara form zannedildiği dönemde, evrimciler, Coelacanth’ın akciğerinin bulunduğunu dahi iddia etmişlerdir. Bu iddia pek çok evrimci kaynakta anlatılmış, hatta Coelacanth’ı denizden karaya çıkarken gösteren çizimler bile yayınlanmıştır. Coelacanth’ların soyunun tükendiğini, ürettikleri iddiaların hiçbir zaman yalanlanamayacağını zanneden evrimciler, Coelacanth’la ilgili sayısız senaryolar üretmişlerdir.

    Evrimcilerin tüm bu iddialarının geçersiz olduğu ise 1938 senesinde ortaya çıkmıştır. 70 milyon yıl önce soyu tükendiği sanılan Coelacanth sınıfına ait Latimeria türünün canlı bir örneği 1938 yılında Hint Okyanusu’nda yakalanmıştır.

    410 milyon yıllık Coelacanth fosili. Evrimciler bu canlının fosiline dayanarak, bunun sudan karaya geçişteki ara geçiş formu olduğunu söylüyorlardı. Ancak ilki 1938 yılında olmak üzere bu balığın canlı örneklerinin defalarca yakalanması, evrimcilerin hayali spekülasyonlarda ne kadar ileri gidebileceklerini gösterdi.

    Yakalanan canlının anatomisi incelendiğinde varılan sonuçlar evrimciler için hayalkırıklığı olmuştur. İncelemelerde Coelacanth’ın, kara canlılarıyla hiçbir ilgisi olmayan gerçek bir balık olduğu, hatta derin sularda yaşadığı anlaşılmıştır. Evrimcilerin ilkel akciğer olduğunu düşündükleri yapının ise balığın vücudunda bulunan bir yağ kesesinden başka bir şey olmadığı ortaya çıkmıştır. (Jacques Millot, “The Coelacanth”, The Scientific American, Aralık 1955, sayı 193, s.39)

    Bu tarihten sonra çeşitli yıllarda Coelacanth’ların 40’dan fazla örneği daha yakalanmıştır. Sonuçta, evrimcilerin büyük bel bağladıkları Coelacanth literatürden çıkarılmıştır. Ne var ki Bilim ve Ütopya dergisinin yazarı, 1938’de terkedilen akciğer masallarını anlatmıştır. Üstelik, Coelacanth balıkları için “sudan çıktığı zaman kısa süre yaşayabilir, oksijen soluyabilir” gibi talihsiz bir ifadede bulunmuştur. Oysaki oksijen soluma, Rhipidistian sınıfı balıklar hakkında iddia edilen bir özelliktir. Coelacanth’ların bu özelliği yoktur. Denizlerin en derin sularında yaşayan bir dip balığı olan Coelacanth’ların oksijen soluduğu gibi gülünç bir iddia, Coelacanth’larla ilgili türlü masalların yazıldığı 1920’lerde bile ortaya atılmamıştır.

    Coelacanth’ların ara form olmadığı anlaşılınca, evrimciler, Rhipidistian takımının bir üyesi olan Eusthenopteronları sudan karaya geçişe delil olan ara form olarak öne sürmüşlerdir.

    Ancak, Eusthenopteronlar ile amfibiyenler (örneğin kuyruklu su kurbağası) arasındaki anatomik karşılaştırmalar, bunların aralarında çok derin farklılıklar olduğunu göstermiştir.

    Eusthenopteron normal bir balıktır ve kuyruklu su kurbağasına hiçbir açıdan benzememektedir. Evrimci Maria Genevieve Lavanant, Eusthenopteron’un bu özelliğini şöyle ifade etmektedir:

    “Yakın bir geçmişte tartışma yeniden açıldı. Yüzgeçlerin daha ayrıntılı incelenmesi, Eusthenopteron’un yüzgeçlerinin bütün balıklarda bulunan yüzgecin bir benzeri olduğunu ortaya koydu.” (Maria Genevieve Lavanant, Bilim ve Teknik, sayı: 197, s.22, Nisan 1984)
    Tam bir balık olan Eusthenopteron ile amfibiyenler arasında bir geçiş olabileceğini gösterecek herhangi bir ara form mevcut değildir. Evrim Teorisi’nin, diğer bölümleri gibi, büyük bir boşluktan ibarettir.
    Sonuç olarak, Rhipidistian’lar da Coelacanth’lar da tam birer balıktır. Bunlara yarı-amfibiyen demeyi gerektirecek tek bir özellikleri dahi mevcut değildir. Dolayısıyla balıklar ile amfibiyenleri birbirine bağlayacak hiçbir ara form bulunmamaktadır. Nitekim Evrimci Barbara J. Stahl, “Vertebrate History” adlı kitabında şöyle yazmaktadır:

    “Bilinen balık türlerinin hiçbiri, karada yaşayan dört ayaklıların atası olarak belirlenememektedir. Bu balık türlerinin çoğu amfibiyenlerin ortaya çıkmasından sonra yaşamışlardır. Amfibiyenlerden önce gelen balıkların, dört ayaklılarda bulunan eklem ve omurgaların herhangi birisini geliştirdiklerine dair ise hiçbir delil yoktur.” (Barbara J. Stahl, Vertebrate History: Problems in Evolution, s.148, 1985)
    Rhipidistian’la Coelacanth’ı birbirine karıştıran, Coelacanth’ı oksijen soluyan akciğerli bir balık sanan Bilim ve Ütopya yazarı gibi amatör evrimciler dışında, hiç kimse balıkların evrimleşerek amfibiyenlere dönüştüğüne dair bir delil olduğunu iddia etmemektedir.

    1938'de yakalanan ilk canlı Coelecanth'ın önünde poz veren balıkçılar.
    Bir derin su balığı olduğu anlaşılan Coelecanth'ın canlı bir örneği.

    Amfibiyenlerden Sürüngenlere Geçiş Formu Yoktur
    Bilim ve Ütopya dergisinin yazarı Ümit Sayın, Seymouria isimli canlı türünün ise sürüngenlerin atası olduğunu iddia etmiştir.
    Seymouria, ilk olarak 1939 yılında Teksas’ın Seymour bölgesinde bulunan ve son olarak da 1993 yılında Almanya’da iki örneği bulunan bir amfibiyendir. Bilim ve Ütopya dergisinin yazarının bu canlının sürüngenlerin atası olduğu yönündeki iddiası ise mesnetsizdir. Her şeyden önce, Seymouria’nın yeryüzünde ilk kez ortaya çıkışından 50 milyon yıl önce yaşamış gerçek sürüngenler bulunmaktadır.
    En eski Seymouria fosilleri, Alt Permiyen tabakasına, yani günümüzden 280 milyon yıl öncesine aittir. Oysa Hylonomus ve Paleothyris isimli sürüngen türleri, Alt Pensilvanyen tabakalarında bulunmuşlardır ki bu tabakalar 330-315 milyon yıl öncesine aittir. (Barbara J. Stahl, Vertebrate History: Problems in Evolution, s.148, 1985)

    Seymouria’dan 50 milyon yıl önce gerçek sürüngenler bulunduğuna göre Seymouria sürüngenlerin atası olamaz. Nitekim Britannica Ansiklopedisi’nin “Seymouria” maddesinde bile Seymouria’nın sürüngenlerden çok sonra ortaya çıktığı açıkça ifade edilmektedir.

    Ayrıca Seymouria’nın pulları bulunmamaktadır. Oysaki tüm sürüngenlerin ortak karakteristik özellikleri tüm derilerini kaplayan pullardır. Seymouria’nın pullarının bulunmaması, derisinin diğer bütün amfibiyenler gibi düz olması, bu canlının tam bir amfibiyen olduğunun kesin delilidir.

    Bu tartışılmaz gerçek karşısında evrimciler, amfibiyenler ile sürüngenler arasında hiçbir ara form olmadığını itiraf etmek zorunda kalmışlardır. Nitekim paleontolog Lewis L. Carroll, “Sürüngenlerin Kökeni Sorunu” başlıklı bir makalesinde şöyle yazmaktadır:

    “Ne yazık ki sürüngenlerin ortaya çıkışı öncesinde var olan tek bir sürüngen atası örneği yoktur. Bu ara formların olmayışı, amfibiyen-sürüngen geçişi hakkındaki çoğu problemi çözümsüz bırakmaktadır.” (Lewis L. Carroll, “Problems of the Origin of Reptiles”, Biological Reviews of the Cambridge Philosophical Society, cilt 44, s.393)
    Elbette, Bilim ve Ütopya dergisinin yazarının amacı gerçekleri ortaya çıkarmak değil de Marksist ideolojinin temeli olan Evrim Teorisi’ni propagandalarla ayakta tutmaya çalışmak olduğu için, bunlardan hiç bahsetmemekte, elindeki bir kaç makalede yer alan terkedilmiş iddiaları sanki hala geçerliymiş gibi ortaya atmaktadır. Böyle olunca da “gerçekdışı iddialarla okuyucusunu aldatan kişi” durumuna düşmesi kaçınılmaz olmaktadır.
    Sürüngenlerden Memelilere Geçiş Yoktur
    Evrimciler, sürüngenlerin, kuşlara ve memelilere dönüştüğünü iddia etmektedirler. Kuşlara geçişe delil olarak gösterdikleri Archaeopteryx’i yukarıda ele almıştık. Sürüngen-memeli bağlantısı ise, hem anatomik açıdan hem de fosiller yönünden bir masaldan başka bir şey değildir.
    Sürüngenlerle memeliler arasındaki uçurumun örneklerinden biri, sürüngenlerin ve memelilerin çene yapılarıdır. Memelilerde alt çenede tek bir kemik vardır ve tüm dişler bu kemiğin üzerine oturmaktadır. Sürüngenlerde ise alt çenenin her iki yanında üçer tane küçük kemik bulunmaktadır.

    Bir başka temel farklılık da kulaklarda bulunmaktadır. Tüm memelilerin orta kulaklarında üç tane kemik (örs, üzengi ve çekiç kemikleri) bulunmasına karşılık tüm sürüngenlerde orta kulakta tek bir kemik yer almaktadır.

    Evrimciler, sürüngen çenesinin ve sürüngen kulağının aşamalı olarak memeli çenesi ve memeli kulağına dönüştüğünü iddia etmektedirler. Bunun nasıl gerçekleştiği sorusu ise her zaman olduğu gibi cevapsızdır. Özellikle tek kemikten oluşan bir kulağın üç kemikli hale nasıl dönüştüğü ve işitme duyusunun bu dönüşüm sırasında nasıl devam ettiği, asla cevaplanamayan bir sorudur. Yumurtlayarak üreyen, vücutları pullarla kaplı ve soğukkanlı canlılar olan sürüngenlerin, doğurarak üreyen, vücutları tüyle kaplı ve sıcakkanlı canlılar olan memelilere nasıl “tesadüflerle” dönüştüğü sorularının hiçbir cevabı yoktur.

    Bilim ve Ütopya’da “ara form” olarak sözü edilen Cynognatus ise tam bir sürüngendir ve sürüngen-memeli uçurumunu kapatacak hiçbir fosil de yoktur.

    Memeliler, hiçbir “yarı sürüngen” ataları olmadan, yeryüzünde bir anda ortaya çıkmışlardır. Evrimci paleontolog Roger Lewin, evrimin bu açmazını “ilk memeliye nasıl bir evrimsel geçiş olduğu, hala büyük bir sırdır” sözleriyle ifade etmektedir. (Roger Lewin, “Bones of Mammels”, Science, cilt 212, s.1492, 26 Haziran 1981)

    20. yüzyılın en büyük evrim otoritelerinden ve Neo-Darwinist teorinin kurucularından biri olan George Gaylord Simpson ise şunları söylemektedir:

    “Dünya üzerindeki yaşamın en kafa karıştırıcı olayı, Mesozoic Çağı’nın, yani sürüngenler devrinin, memeliler devrine aniden değişmesidir. Sanki bütün başrol oyunculuğunun çok sayıda ve türdeki sürüngenler tarafından üstlenildiği bir oyunun perdesi bir anda indirilmiştir. Perde yeniden açıldığında ise, bu kez başrolünde memelilerin yer aldığı ve sürüngenlerin bir kenara itildiği yepyeni bir devir başlamıştır. Ortaya çıkan memelilerin bir önceki devire ait izleri ise yok gibidir.” (George Gaylord Simpson, Life Before Man, s.42, 1972)
    Kısacası fosil kayıtları Evrim Teorisi’ni hiçbir şekilde desteklememekte, aksine yalanlamaktadır. Bu nedenledir ki evrimci biyolog Mark Ridley, ünlü evrimci bilim dergisi New Scientist’teki bir makalesinde, “hiçbir gerçek evrimci, ister kademeli ister sıçramalı evrim modelini savunsun, fosil kayıtlarını yaratılış fikrine karşı evrimi destekleyen bir delil olarak kullanmaz” diye yazmaktadır. (Who Doubts Evolution?”, New Scientist, cilt 90, sf.831, 25 Haziran 1981)
    Böyle bir acemiliğe kalkışmak ise, kendi savundukları teoriden bile habersiz olan “eski tüfek” yerli evrimcilere düşmektedir.




  • KUŞLARIN HAYALİ EVRİMİ VE
    ARCHAEOPTERYX YANILGISI

    Bilim ve Ütopya dergisinin Kasım 1998 tarihli nüshasında Ümit Sayın imzasıyla yayınlanan “Uçtu Uçtu Dinozor Uçtu” başlıklı yazıda üzerinde en çok durulan sözde ara form fosili, 150 milyon yıl kadar önce yaşamış olan Archæopteryx adlı kuştu. Bilim ve Ütopya dergisinin yazarı, “Archæopteryx” isimli fosili konu edinmişti, ama konuyla ilgili aktardığı bilgiler ve yaptığı yorumlar, sözkonusu yazarın bu konuda çok yüzeysel bilgiye sahip olduğunu ve elindeki konuyla ilgili bir iki makalenin başını-sonunu tercüme edip yayınladığını gösteriyordu. Bilim ve Ütopya dergisinin yazarı, gerçeklerle ilgisi bulunmayan masallar anlatmıştı.

    Bilim ve Ütopya dergisinin yazarı, evrimci yazılardan topladığı şemalarla sanki Archæopteryx konusunu uzun uzun araştırmış ve bu konuyu çok iyi biliyormuş gibi bir izlenim vermeye çalışmıştı. Ama ne yazık ki kendisinin tüm iddialarını bundan yıllar önce çürütmüş olan son fosilden (7. Archæopteryx fosili) hiç haberi yoktu.

    Archæopteryx ile ilgili iddiaları bilimsel bulgular ışığında inceleyelim.

    • Archæopteryx ara form değil, mükemmel bir kuştur
    Bilim ve Ütopya dergisinin yazarı, Archæopteryx isimli nesli tükenmiş bir kuş türünün, bir dinozor olduğunu ve bu canlının sürüngenlerden kuşlara geçiş formu olduğunu iddia etmektedir: “Archæopteryx tam olarak uçamayan, bir planör gibi havada süzülebilen, pençeli ayakları olan, tüylü güvercin büyüklüğünde bir sürüngen, bir dinozordur ve sürüngenlerden kuşlara geçişin iyi bir örneğini teşkil eder.”

    Bilim ve Ütopya dergisinin yazarı Ümit Sayın bu iddiasına delil olarak da kuşlarda rastlanan sternum (göğüs kemiği) isimli kemiğe Archæopteryx fosillerinde rastlanmamasını göstermektedir.

    Bilim ve Ütopya dergisinin yazarı şunu demek istemektedir: kuşların uçmaları için sternum isimli kemiğin varlığı şarttır. Bu kemik bütün kuşlarda vardır. Ama Archæopteryx fosillerinde sternum kemiği yoktur. Demek ki Archæopteryx kuş değildir. Kanatları vardır ama uçamamaktadır.

    Oysaki Ümit Sayın yanılmaktadır. Archæopteryx’in sternum kemiği vardır. Bu gerçek, 1992 yılında bulunan son Archæopteryx fosiliyle ispatlanmıştır. Söz konusu Archæopteryx fosilinin güçlü kanat çırpmayı sağlayan kemikleşmiş bir sternuma sahip olduğu, dolayısıyla mükemmel bir biçimde uçabildiği kesinleşmiştir. (Jean Philippe Noel, “Les Oiseaux de la Discorde”, Science et Vie, Ekim 1997, no: 961, s.82)

    Bu Archæopteryx fosili, evrimci çevreler arasında çok büyük şaşkınlık uyandırmış ve 1992 yılından itibaren Archæopteryx’le ilgili tüm değerlendirmeler yeniden ele alınmıştır. Örneğin, saygın bilim dergisi Nature, 1996 yılında Archæopteryx’le ilgili şunları belirtmiştir:

    “Son bulunan yedinci Archæopteryx fosili, uzun zamandır varlığından şüphe edilen, ama hiçbir zaman ispatlanamayan bir dikdörtgensel göğüs kemiğinin varlığını gösteriyor. Bu canlının uzun mesafelerde uçuş yeteneği hala spekülasyona dayalı, ama göğüs kemiğinin varlığı güçlü uçuş kaslarının olduğunu gösteriyor.” (Nature, vol. 382, 1 Ağustos 1996, s.401)

    Bu bulgu, Archæopteryx’in tam uçamayan bir yarı-kuş olduğu yönündeki iddiaları temelden yıkmıştır. Günümüzün en ünlü ornitoloji (kuşbilim) uzmanı olan North Carolina Üniversitesi’nden Prof. Dr. Alan Feduccia, Archæopteryx’in modern bir kuş olduğunu şöyle ifade etmiştir:

    “Şu sonuca varıyorum ki, Archæopteryx ağaçlarda yaşamaktaydı ve uçucuydu, aerodinamik açıdan belirgin bir biçimde gelişmişti... Archæopteryx modern anlamda bir kuştur.” (Feduccia Alan, “Evidence from Claw Geometry Indicating Arboreal Habits of Archæopteryx”, Science, cilt 259, s.792, 5 Şubat 1993)

    Bu ifadeler çok açıktır. Archæopteryx uçucu modern bir kuştur. Ama son bulunan Archæopteryx fosilinden habersiz olan Bilim ve Ütopya yazarı, bilgisizliğin verdiği cesaretle yazısının tamamında “Archæopteryx kuş değildir çünkü uçamıyordu” iddiasını işlemiştir.

    Bilim ve Ütopya dergisinin yazarının, bu mesnetsiz iddiasıyla, “Archæopteryx” kelimesinin nasıl telaffuz edildiğinden bile haberi olmayan bilgisiz ve dogmatik materyalistleri kolayca kandıracağı şüphesizdir. Ama bu iddiaların hiçbir bilimsel değerinin bulunmadığı da açıktır.

    Bilim ve Ütopya dergisinin yazarının Archæopteryx’le ilgili iddialarını çürütmek için sadece bu dahi yeterlidir. Bununla birlikte Archæopteryx’in bir ara form değil normal bir kuş olduğunu gösteren diğer delilleri de sıralıyoruz.

    Archæopteryx’in bir sürüngen değil tam bir kuş olduğunu ispatlayan diğer bir kanıt, bu canlının kanatları ve tüyleridir. Archæopteryx’in kanatları, tüyleri ve anatomik yapısı üzerinde yapılan araştırmalar bu canlının tüylerinin ve kanatlarının günümüz kuşlarınınki kadar mükemmel ve eksiksiz olduğunu, Archæopteryx’in tam bir uçucu kuş olduğunu göstermiştir. Cambridge Üniversitesi’nden Dr. Palmer Douglas, Archæopteryx’in kanat tüylerinin gelişmişliğini şöyle belirtmektedir:

    “Çarpıcı bir biçimde, 150 milyon yıl yaşındaki meşhur, Geç Dönem Jurasik kuşu Archæopteryx’in kanat tüyleri, halihazırda oldukça gelişmiş düzeydedir ve aerodinamik asimetrisi ve yapısal inşası ile günümüz kuşlarıyla kıyaslanabilecek ölçüdedir.” (Palmer Douglas, “Learning to Fly”, New Scientist, cilt 153, sf.44, 1 Mart 1997)
    Archæopteryx’in kanatlarının modern kuşlarınkiyle aynı olduğu evrimci Alan Feduccia tarafından da dile getirilmiştir. Science dergisinde yer alan bir makalesinde Alan Feduccia şunları söylemektedir:

    “Archæopteryx modern kuşlarda bulunan ve 150 milyon yıllık bir evrim sürecinde yapısal ayrıntıları değişmemiş tüylere sahip. Buna tüylerin mikroskobik yapısı da dahil...” (Alan Feduccia, “Evidence from Claw Geometry Indicating Arboreal Habits of Archæopteryx”, Science, cilt 259, s.792, 5 Şubat 1993)
    Archæopteryx’in anatomik yapısı da onun uçabilen eksiksiz bir kuş olduğunu ispatlamaktadır. Bu konuda, Olson, Storrs ve Feduccia’nın yıllar süren araştırmaları Archæopteryx’in kas ve kemik yapısının onun kanat çırpmasına ve güçlü bir uçucu olmasına tamamen elverişli olduğunu göstermiştir.

    “Archæopteryx’in, karada koşarak avlanan yırtıcı bir hayvan olması gerekmemektedir. Archæopteryx’in göğüs kemeri yapısında, onun güçlü bir uçucu olmasını engelleyecek hiçbir şey yoktur.” (Olson, Storrs, Feduccia, “Flight Capability and the Pectoral Girdle of Archæopteryx, Nature, vol. 278, Mart 15, 1979, s.248)
    Archæopteryx’in tam bir kuş olduğunu gösteren delilleri çoğaltmak mümkündür. Bu gerçek, 1994 yılında Çin’de bulunan ve Archæopteryx’ten daha yaşlı olan gerçek kuş fosilinin bulunmasıyla tam olarak ortaya çıkmış ve Archæopteryx’in kuşların atası olduğu iddiası tamamen terkedilmiştir.

    Confuciusornis Sanctus ismi verilen bu kuşla ilgili olarak Science et Vie isimli dergide şu yorum yer almıştır:

    “Confuciusornis Sanctus adı verilen fosili inceleyen Çinli ve Amerikalı paleontologlara göre ortada birinci dereceden bir keşif söz konusuydu. Bir tavuk büyüklüğündeki bu uçucu kuş 157 Milyon yıl yaşındaydı. Her ne kadar, tarihlendirmede bazı tereddütler olsa da, yine de Archæopteryx’ten daha yaşlıydı.” (Jean Philippe Noel, “Les Oiseaux de la Discorde”, Science et Vie, no: 961, s.83, Ekim 1997)
    Kısacası, evrimciler tarafından tüm kuşların en eski atası sayılan Archæopteryx’den daha yaşlı olan bu kuş, Archæopteryx’in bütün kuşların ilkel atası olduğu yönündeki evrimci tezleri tamamen çürütmektedir. (Pat Shipman, “Birds do it. Did Dinosaurs?”, New Scientist, 1 Şubat 1997, s.31)

    • Evrimcilerin kaynak çarpıtma yöntemleri
    Bilim ve Ütopya dergisinin yazarı, Archæopteryx’in kuşların atası olmadığına delil olarak Evrim Aldatmacası isimli kitapçıkta gösterilen kaynakta böyle bir ifadenin bulunmadığını iddia etmiştir.

    Oysa Bilim ve Ütopya dergisinin yazarı yalan söylemektedir. Evrim Aldatmacası isimli kitapçıkta delil olarak gösterilen kaynakta, Archæopteryx’in kuşların atası olmadığı çok açık ve çok net biçimde ifade edilmektedir. Söz konusu kaynakta (Discover, “Old Bird”, 21.3.1997) fotoğrafın üstünde büyük harflerle tam olarak şu ifadeler yer almaktadır:

    “KUŞLARIN KÖKENİ NEDİR? BU FOSİL (LIAONINGORNIS) BUNUN DİNOZORLAR OLMADIĞINI SÖYLÜYOR.” (“Whence came the birds? This fossil suggests that it was not from dinosaur stock”)
    Bu ifadeler çok açıktır. Discover Dergisi, kuşların atasının dinozorlar olmadığını açıkça söylemektedir. Benzeri cümleler yazının içinde de yer almaktadır. Yazıda, Archæopteryx’in kuşların atası olamayacağı anlamına gelen çeşitli bilgiler sunulduktan sonra ünlü ornitolojist (kuşbilimci) Alan Feduccia’nın şu sözleri aktarılmaktadır:

    “Kuşların ortak ataları dinozorlardan onmilyonlarca yıl önce yaşamışlardır ve dolayısıyla DİNOZORLARLA ALAKALARI BULUNMAMAKTADIR... Bunun manası şudur: Kuşların tarihi Archæopteryx’ten çok daha öncesine dayanmaktadır. Ama bizim bu dönem hakkında herhangi bir bilgimiz mevcut değildir” (“... must have lived tens of millions of years earlier and was therefore not likely a dinosaur.. That means there was a much earlier period of avian history that preceded Archæopteryx, which we know nothing about.” Discover, “Old Bird”, 21.3.1997)
    Görüldüğü gibi, Alan Feduccia açıkça “Archæopteryx kuşların atası değildir” demektedir.

    Hal böyleyken, Bilim ve Ütopya dergisinin yazarı, sıkışınca tüm evrimcilerin yaptığı gibi yalana başvurmakta, “Discover dergisinde, Archæopteryx kuşların atası değildir manasına gelen bir ifade yok” demek suretiyle kaynağı çarpıtmaya çalışmaktadır.
    Bilim ve Ütopya dergisinin yazarı Ümit Sayın'ın yalancılığını (kendi deyimiyle anti-bilimciliğini) ortaya koyan Discover Dergisi’nin ilgili kısımlarını ilişikte yayınlıyoruz. Ümit Sayın, İnternet’ten bulduğu ve isteyenlere göndermeyi vadettiği uydurma belge yerine burada sunduğumuz Discover Dergisi’nin orijinalini çoğaltıp yollayabilir.

    Ümit Sayın, işine gelmeyen belgeleri yokmuş gibi göstermeye çalıştığı gibi, pek çok bilimsel yayını da çarpıtarak kendi gerçekdışı iddialarının kaynağı varmış gibi göstermeye çalışmaktadır. Üstelik, bu kaynakların numaralarını yazısının çeşitli yerlerine serpiştirerek sanki iddia ve yorumlarının bilimsel delili varmış havası vermeye çalışmaktadır.

    Ümit Sayın’ın yaptığı göz boyamaktan ibarettir. Okuyucunun Nature, Science, Scientific American gibi kaynaklara ulaşma güçlüğünü fırsat bilerek isimlerini ardarda sıraladığı bu kaynakların arkasına saklanmaktadır:

    “Fosillerin evet dediği, evrimi desteklediği konusunda ABD’de ve Avrupa’da tonlarca makale ve kitap yazılmıştır. Discover, Scientific American, New Scientist, Science, Nature, National Geographic, vb. dergilerde her yıl evrimin geçerli bir kuram olduğunu savunan, mekanizmaları her gün biraz daha gün ışığına çıkaran binlerce makale yazıldığı halde...”
    Ortada evrimle ilgili birçok yayın ve makale olduğu doğrudur. Fakat bunlar, Evrim Teorisi’ni ayakta tutabilmek için başvurulan bir takım varsayımlar, senaryolar, tartışmalar ve spekülasyonlardan ibarettir. Bu yayınların her sayısı Evrim Teorisi’nin binlerce çözümsüz, ihtilaflı ve çelişkili konusuna açıklama getirmeye çalışan makalelerle doludur.

    Söz konusu makaleler evrimin mekanizmalarını gün ışığına çıkarmak şöyle dursun, bizzat evrimcilerin çaresiz ifadeleri, itirafları ve aralarındaki fikir ayrılıkları ile doludur. Pek çok evrimci yayında, daha önceki evrimci tezleri yalanlayan ve açmazlarını ortaya koyan makalelere sık sık rastlamak mümkündür.

    Fakat Bilim ve Ütopya dergisinin yazarı, gerçekte evrimcilerin çelişkilerinin gözler önüne serildiği bu yayınları, sanki Evrim Teorisi’ni destekleyen yayınlarmış gibi lanse etmekten çekinmemektedir.

    Charles Dawson’larla, Ernest Haeckel’lerle aynı yolda olduğu anlaşılan Bilim ve Ütopya dergisinin yazarına hatırlatırız ki böyle ucuz yalanlarla ancak teoriye körü körüne inanan dogmatik materyalistleri yanıltabilir, aklı başında okuyucuların ise bu tür sahtecilik yöntemlerine itibar etmeyecekleri açıktır.

    • Evrimcilerin teoriye körü körüne inanışları
    Evrimcilerin ortak özelliği, teorilerine dogmatik biçimde körü körüne bağlı olmalarıdır. Bunlar, Evrim Teorisi’ni doğrudan doğruya ideolojik sebeplerle benimsemekte, sonra da buna delil aramaya başlamaktadırlar.

    Evrimcilerin teoriye olan inançları bilimsel gerekçelere dayanmadığı için, Evrim Teorisi’ni çürüten bilimsel kanıtların ortaya konması da teoriye olan dogmatik bağlılıklarını hiç etkilememektedir. Getirilen deliller ne derece güçlü olursa olsun, evrimciler bunları mutlaka görmezlikten gelmektedirler.

    Bilim ve Ütopya dergisinin yazarı da bu modelin tipik bir örneğidir. Evrim Teorisi’ne olan bağlılığı, Marksist ideolojiye, özellikle de Maoizm'e olan bağlılığından kaynaklanmaktadır. Bunu da yazısının her satırında, kurduğu her mantıkta, yaptığı her yorumda ortaya koymaktadır.

    Örneğin, yazısında “Archæopteryx ‘in uçan bir dinozor olmasının evrim kuramının doğruluğu ve geçerliliği açısından fazla bir önemi yoktur. hiçbir geçiş fosili bulunmasa bile bu evrim kuramını çökertmez” ifadesini kullanmaktadır. Benzeri mantıkta cümleleri yazısının çeşitli yerlerinde defalarca tekrarlamaktadır:

    “Varsayalım ki, henüz hiçbir fosil bulamadık; bu tüm ara canlıların kaybolduğunu, doğaya karıştığını gösterir.”

    “Diyelim ki tüm fosiller fos çıktı! Bu bile evrim kuramını çökertmez, çünkü fosiller, Archæopteryx ve diğer geçiş hayvanları sadece mekanizmaların izahı için gereklidir.”

    Yani Bilim ve Ütopya dergisinin yazarına göre, evrime inanmamız için bu sürecin gerçekten yaşanmış olduğunu gösterecek fosillere ve diğer delillere gerek bulunmamaktadır, kanıt bulunmasa bile evrime mutlaka inanmak gerekmektedir!

    Oysa ki, eğer bir evrim yaşanmışsa ara formlara ilişkin kanıtların fosil kayıtlarında mutlaka bulunması gerekmektedir. Bu ara formların fosilleri bulunamadığı sürece Evrim Teorisi spekülatif bir varsayımdan öteye geçemez ve bugüne kadar da geçememiştir.

    Fransa’nın en ünlü evrimci biyologlarından biri olan, Sorbonne Üniversitesi’nde uzun yıllar evrim konusunda dersler veren ve 28 ciltlik Traité de Zoologie’nin editörlüğünü yapan Pierre Grassé, Evrim Teorisi’nin delilinin fosil kayıtlarında aranması gerektiğini şöyle ifade etmektedir:

    “Doğabilimciler unutmamalıdırlar ki, evrim süreci sadece fosil kayıtları aracılığıyla açığa çıkar… Sadece paleontoloji (fosil bilimi) evrim konusunda delil oluşturabilir ve evrimin gelişimini ve mekanizmalarını gösterebilir.” (Pierre Grassé. Evolution of Living Organisms. (New York, Academic Press, 1977). s. 82)
    Evrimciler de bu gerçeğin çok iyi farkında oldukları için 150 yıldan beri büyük bir hırsla yeryüzünün dört bir tarafını kazmışlar, hatta aradıkları fosilleri bulamayınca sahte fosiller üretmekten de çekinmemişlerdir.

    Fosiller Evrim Teorisi için bu derece önemliyken Bilim ve Ütopya dergisinin yazarı, nereden kaynaklandığı belirsiz bir cesaretle, “diyelim ki tüm fosiller fos çıktı! Bu bile evrim kuramını çökertmez” demektedir. “Eğer, fosil kayıtları evrimi desteklemiyorsa o zaman Evrim Teorisi’nin delili nedir?” sorusuna ise Bilim ve Ütopya dergisinin yazarı şu cevabı vermektedir:

    “Değişimin nedenlerinin ve mekanizmalarının belirlenmesi bugünkü bilgilerle mümkün değildir, ama 100 yıla kadar bu konuda dev adımlar atılacağına kesin gözüyle bakılmaktadır!”
    Görüldüğü gibi, Bilim ve Ütopya dergisinin yazarı, Evrim Teorisi’ne kanıt sunmak için 100 yıl sonraya randevu vermektedir. Bu acınacak mantıksal hezimet, gerek Bilim ve Ütopya çevresinin gerekse diğer evrimcilerin nasıl bir bakış açısına sahip olduklarını çok güzel göstermektedir. Bu kişiler, evrim teorisine körü körüne inanmakta, sonra delil aramakta, bulunamayınca da kendilerine 100 sene sonrasına kadar bir avuntu mühleti vermektedirler.
    Confuciusornis isimli kuş Archaeopteryx ile aynı yaştadır.


    Ümit Sayın'ın habersiz olduğu son Archæopteryx fosili (7. fosil) ile ilgili Nature ve Science et Vie dergilerindeki haberler, Archæopteryx'in modern uçucu bir kuş olduğunu ispatlamıştır. Nature Dergisi "Son bulunan yedinci Archæopteryx fosili, uzun zamandır varlığından şüphe edilen, ama hiçbir zaman ispatlanamayan bir dikdörtgensel göğüs kemiğinin varlığını gösteriyor. Bu canlının uzun mesafelerde uçuş yeteneği hala spekülasyona dayalı, ama göğüs kemiğinin varlığı güçlü uçuş kaslarının olduğunu gösteriyor" demektedir. Science et Vie Dergisi'nde ise "Hayvan (7. Archæopteryx) kemikleşmiş bir sternuma sahip. Güçlü kanat çırpışlarını sağlayan kaslar bu kemiğe bağlanıyorlar" ifadeleri kullanılmıştır.

    Discover Dergisi "OId Bird" başlıklı yazısında "Kuşların kökeni nedir? Bu fosil bunun dinozor olmadığını söylüyor" (Whence came birds? This fossil suggests that it wasn't from dinosaur stock) ifadesini fosil resminin üzerine büyük harflerle yazmıştır. Ne var ki Ümit Sayın, Discover Dergisi'nde böyle bir ifadenin bulunmadığını iddia etmiştir. Evrimcilerin kaynak saptırma yöntemlerinin ne boyutlara vardığını göstermek açısından belgeyi yukarıda yayınlıyoruz.

    Ortada evrimle ilgili birçok yayın ve makale olduğu doğrudur. Fakat bunlar, Evrim Teorisi’ni ayakta tutabilmek için başvurulan bir takım varsayımlar, senaryolar, tartışmalar ve spekülasyonlardan ibarettir. Bu yayınların her sayısı Evrim Teorisi’nin binlerce çözümsüz, ihtilaflı ve çelişkili konusuna açıklama getirmeye çalışan makalelerle doludur.




  • MILLER DENEYİ ALDATMACASI

    Evrimciler tarafından "hayat rastlantılarla oluşabilir" iddiasına delil gibi gösterilmeye çalışılan Miller Deneyi, gerçekte modern bilimsel bulgular tarafından yalanlanan bir göz boyamadan başka bir şey değil...
    Bilim ve Ütopya dergisinin, Ekim 1998 sayısında yine Ümit Sayın imzasıyla yazılan bir yazıda, Harold Urey ve Stanley Miller tarafından 1953 yılında yapılan ve evrim tarihinde Miller Deneyi adıyla anılan deney konu edildi. Dergide, bu deneyle birlikte, canlılığın yapıtaşı olan amino asitlerin ilkel dünya şartlarında tesadüfen oluşabileceğinin ispatlandığı iddia ediliyordu. Oysa bu deney bugün pekçok açıdan geçersizliği kanıtlanmış ve evrimcilerin bile yıllar önce savunmayı terkettikleri bir konudur. Deneyin bilimsel geçersizliğini gösteren temel konuları şöyle sıralayabiliriz:

    • Stanley Miller, deneyinde metan (CH4), amonyak (NH3) ve su buharı (H2O) kullanmıştır. Oysaki, 1970’lerden sonra başta Philip Abelson olmak üzere jeologların yaptıkları araştırmalar, dünya atmosferinde hiç bir zaman metan ve amonyak gazlarının yer almadığını ortaya çıkarmıştır. Bu araştırmalarda, atmosferin, ilk oluşum dönemlerinde karbondioksit (CO2), azot (N2), hidrojen (H2) ve su buharından (H2O) oluştuğu kesinleşmiştir. Şu anda evrimci olsun olmasın tüm jeologlar ve biyokimyacılar, ilk atmosferin karbondioksit, azot, su buharı ve az miktarda hidrojenden oluştuğu konusunda fikir birliği içindedir. Bu hususta en küçük bir ihtilaf dahi bulunmamaktadır.

    Miller Deneyi, bu gazlarla tekrarlandığında ise hiç bir amino asit elde edilememiştir. Örneğin 1975 yılında Ferris ve Chen isimli iki biyokimyacı, karbondioksit, hidrojen, azot ve su buharından oluşan bir atmosfer ortamında Stanley Miller’ın deneyini tekrarlamışlar, bir tek molekül amino asit bile elde edememişlerdir.(1)

    • Stanley Miler’in deneyindeki ilkel dünya koşullarına aykırı bir diğer unsur da “soğuk tuzak” (cold trap) adı verilen mekanizmadır. Miller, deneyinde, bu mekanizmayı kullanarak, amino asitleri, oluştukları anda (parçalanmalarını engellemek amacıyla) ortamdan izole etmiştir. Oysaki, doğada böyle bir bilinçli ayırıcı mekanizma mevcut değildir. Nitekim Miller soğuk tuzak kullanmadan yaptığı deneylerde hiç bir amino asit elde edememiştir.

    • Amino asitlerin oluştuğu öne sürülen dönemlerde, atmosferde amino asitlerin tümünü parçalayacak yoğunlukta oksijen bulunduğu kesinleşmiştir. 3.5 milyar yaşında okside olmuş demir ve uranyum katmanlarının varlığı, bundan 3.5 milyar yıl önce atmosferde oksijen bulunduğunu ve bunun miktarının mevcut tüm organik yapıları parçalayıp yokedebilecek düzeyde olduğunu göstermiştir.(2) Bu durum, oksijen dikkate alınmadan yapılmış olan Miller Deneyi’ni tamamen geçersiz kılmaktadır. Eğer Miller, deneyinde oksijen kullanmış olsaydı hem metan hem amonyak, hem de amino asitler tamamen parçalanacaktı.

    • Miller Deneyi’nin sonucunda, canlıların yapı ve fonksiyonlarını bozucu özelliklere sahip organik asitler de büyük miktarlarda oluşmuştur. Amino asitlerin, izole edilmeyip de bu kimyasal maddelerle aynı ortamda bırakılmaları halinde, amino asitlerin bunlarla kimyasal reaksiyona girip parçalanmaları veya farklı bileşiklere dönüşmeleri kaçınılmazdır.

    Stanley Miller deney aparatıyla birlikte.
    Eğer Bilim ve Ütopya dergisinin yazarı bir takım iddialarına kaynak gösterdiği, National Geographic Dergisi’nin Mart 1998 sayısındaki “The Rise of Life on Earth” makalesini daha dikkatli okusaydı, yazısında canlılığın tesadüflerle ortaya çıkışı iddiasına en büyük delil olarak sunduğu Miller Deneyi’ni Batılı evrimcilerin nasıl çoktan terkettiklerini görecekti. Makalede, Miller Deneyi’nde kullanılan metan ve amonyak maddelerinin gerçekte ilkel atmosferde bulunmadığı, şöyle ifade edilmektedir:

    “Pekçok bilim adamının bugün, ilkel atmosferin Miller’in öne sürdüğünden farklı olduğuna dair kuşkuları vardır. Bilim adamları, ilkel atmosferin hidrojen, metan ve amonyak yerine karbondioksit ve azottan oluştuğunu düşünüyorlar. Bu ise kimyacılar için kötü bir haberdir. Çünkü karbondioksit ve azotu tepkimeye soktuklarında elde edilen organik bileşikler oldukça değersiz miktarlardadır. Bu, koca bir yüzme havuzuna atılan bir damla gıda renklendiricisiyle aynı yoğunluktadır. Bilim adamları bu derece seyrek çözeltideki bir çorbada hayatın ortaya çıkmasını hayal etmeyi bile güç buluyorlar.”(3)
    Bilim ve Ütopya dergisi yazarının öve öve bitiremediği Miller Deneyi’nin evrimciler tarafından dahi terkedildiği, “Earth” dergisinin Şubat 1998 sayısındaki “Life’s Crucible” isimli makalede bir kere daha belgelenmiştir. Evrimci literatürün en popüler yayınlarından olan bu dergide şu ifadeler kullanılmıştır:

    “Bugün Miller’in senaryosu şüphelerle karşılanmaktadır. Bunun bir nedeni, jeologların şu an ilkel atmosferin başlıca karbondioksit ve azottan oluştuğunu kabul etmeleridir. Bu gazlar ise 1953’teki deneyde (Miller deneyi) kullanılanlardan çok daha az aktiftirler. Kaldı ki, Miller’in farzettiği atmosfer varolmuş olabilseydi bile, amino asitler gibi basit molekülleri çok daha karmaşık bileşiklere, proteinler gibi polimerlere dönüştürecek gerekli kimyasal değişimler nasıl oluşabilirdi ki? Miller’in kendisi bile, problemin bu noktasında ellerini hızla ileri uzatıp, ‘bu bir sorun’ diyerek şiddetle iç geçirmektedir. ‘Polimerleri nasıl yapacaksınız? Bu o kadar kolay değildir.” (s.34-36)
    Görüldüğü gibi içinde bulunduğumuz 1998 yılının evrimci kaynakları Miller Deneyi’ni tarihin tozlu raflarına kaldırmış durumdadırlar. Miller Deneyi’nin yanısıra, (Ümit Sayın’ın yazısını bütünüyle dayandırdığı) Cyril Ponnamperuma ve benzerlerinin 70’li yıllardan kalma metan-amonyak modelleri de aynı şekilde hiç bir anlam taşımamaktadır. Metan-amonyak içeren ilkel atmosfer modeli bugün evrim literatüründen bile çıkarılmışken, ne yazık ki Bilim ve Ütopya dergisinin yazarı Ümit Sayın hala sayfalar boyunca metan ve amonyakla yapılan deneyleri delil göstermeye çalışmaktadır.

    Bilim ve Ütopya Dergisi Yazarının İşine Gelmeyen Belgeleri Örtbas Etme Telaşı
    Bilim Araştırma Vakfı'nın Miller deneyinin bilimsel geçersizliğini bu derece açık ve net bir biçimde ortaya koymasından ve kendi asılsız iddialarının iç yüzünün ortaya çıkmasından son derece rahatsız olan Bilim ve Ütopya dergisi yazarı Ümit Sayın, dergisinin bir sonraki Kasım 1998 sayısında Miller'in, BAV'ın belirttiği gibi bir itirafta bulunmadığını ve hala kendi deneyinin arkasında olduğunu yazmıştır. BAV buna cevaben yayınladığı bültende Miller'in, kendi deneyinin gerçek şartları yansıtmadığına dair bizzat kendi ifadelerinin yeraldığı kaynaklardan ilgili alıntıları vermiştir. Bu şekilde Ümit Sayın'ın kendi işine gelmeyen kaynakları örtbas etme yöntemini de deşifre etmiştir.

    Bilim adamlarının ilkel atmosferde hiç bir zaman amonyak bulunmadığı yönündeki açıklamaları önce jeologlar arasında daha sonra da tüm biyokimyacılar tarafından kabul edilmiş bir gerçektir. Bunun sonucu olarak 1970’lerden itibaren Stanley Miller’ın metan-amonyaklı deneyi bilim dünyasında gitgide geçerliliğini yitirmiş ve tamamen terkedilmiştir.

    İlk atmosferde amonyak bulunmadığı ve dolayısıyla Miller’ın deneyinin geçersiz olduğu bizzat deneyi yapan Stanley Miller tarafından da kabul edilmiştir.

    Bilim ve Ütopya dergisinin yazarı ise, Stanley Miller’ın hiç bir zaman böyle bir açıklama yapmadığını iddia etmektedir.

    Oysaki, Stanley Miller, 8-12 Eylül 1985 tarihleri arasında İsveç’in Stockholm şehrinde, İsveç Kraliyet Bilimler Akademisi tarafından düzenlenen “Molecular Evolution of Life” isimli Sempozyum’da sunduğu bildiride şu ifadeleri kullanmıştır:

    “Metan, azot ve yok denecek kadar az miktarlardaki amonyak ile su buharı karışımı ilkel dünya için daha gerçekçi bir atmosferdir. Amonyak okyanuslarda çözüneceğinden atmosferde çok miktarlarda bulunamazdı.”(4)
    Stanley Miller’ın “Current Status of the Prebiotic Synthesis of Small Molecules” başlığını taşıyan bu bildirisi, Sempozyum’daki tüm bildirilerin yayınlandığı “Molecular Evolution of Life” isimli kitapta tam metin olarak yayınlanmıştır. İşte Bilim ve Ütopya dergisi yazarının varolmadığını iddia ettiği kaynak, bu makaledir.

    Şüphesiz ki, Stanley Miller’ın “ilk atmosferdeki amonyak miktarı yok denecek kadar azdı” şeklindeki açıklaması Miller’ın metan-amonyak modelinden vazgeçtiğini göstermektedir. Çünkü Miller Deneyi çok yüksek miktarda amonyakla gerçekleştirilmiş olan bir deneydir. Amonyak olmadan yapılan deneylerde hiç bir amino asit elde edilemediğine göre(5) ortada Miller Deneyi diye bir bilgi kalmamaktadır.

    Stanley Miller, ilk atmosferde amonyak bulunmadığını sadece İsveç Kraliyet Bilimler Akademisi’ndeki sempozyumda değil, çeşitli bilim dergilerindeki makalelerinde de ifade etmiştir. Örneğin Science dergisinde yer alan bir makalesinde, ilk atmosferde amonyağın bulunmaması gerektiğini şöyle belirtmiştir:

    “Şimdiye kadar kabul ettiğimiz şartlarda, azotun kararlı olduğu bileşik amonyak olmasına rağmen, bu amonyak gazının büyük kısmı okyanuslarda amonyum iyonu ve amonyak karışımı olarak çözünecektir.”(6)
    Ayrıca Stanley Miller, kitaplarında ve makalelerinde, metan ve amonyak gazlarını seçişinin belli bilimsel bir sebebi olmadığını, bunun tamamen kişisel önyargıya dayalı bir tercih olduğunu ısrarla ve defalarca vurgulamıştır. Bunlardan ikisi şöyledir:

    “Jeolojik ve jeofizik kanıtlar ilkel dünyanın dışkabuğunda yer almış olan şartlar hakkında herhangi bir kesin yargıya varmamız hususunda yetersiz kalırlar. Özellikle ilkel atmosferin kompozisyonuna ilişkin yaklaşımlar tartışmalıdır. Bu nedenle, kendi önyargılarımız daha bir önem kazanır.” (7)

    “İlkel atmosferin içeriği hususunda herhangi bir görüş birliği yoktur. Şu belirtilmelidir ki 3.8 milyar yıldan daha yaşlı kayalar bilinmediğinden 4.6 milyar ile 3.8 milyar yıl önceleri arasındaki dünya şartları hakkında bir jeolojik kanıtımız mevcut değildir.”(8)

    Tüm bu belgeler, 1953’teki Miller deneyi’nin gerçek şartları yansıtmadığının bizzat Stanley Miller tarafından kabul edildiğini göstermeye yeterlidir. O nedenle, Bilim ve Ütopya dergisi yazarı Ümit Sayın’a “Stanley Miller görüşlerinden hiç bir zaman dönmedi” gibi iddialı açıklamalar yapmadan önce, ortaya atacağı iddiayı etraflıca araştırmasını tavsiye ederiz. Aksi halde, bu örnekte olduğu gibi, komik duruma düşmesi kaçınılmazdır.

    Kaldı ki Miller deneyinde kullanılan gazların ilkel atmosferde bulunması gerekenlerden farklı oldukları, dolayısıyla deneyin gerçek şartları yansıtmadığı, pekçok bilim adamı tarafından da ispatlanmış ve bugün bilim dünyasında genel kabul gören bir gerçektir. Yazının başında alıntılarını verdiğimiz, 1998 tarihli, "National Geographic" ve "Earth" dergilerinde açıkça belirtilen bu gerçek daha 60'lı yıllardan itibaren pekçok bilim adamı tarafından ortaya konmuştur.

    Preston Cloud, Philip Abelson, D.E. Nicodem gibi jeofizik ve jeokimyacıların yaptıkları araştırmalar, Miller’ın deneyinde kullandığı metan ve amonyak gazlarının atmosferde hiç bir zaman varolmadığını ortaya koymuştur.

    Bu bilim adamları, atmosferi meydana getiren volkanik gazlar içinde metan ve amonyağın bulunmadığını, ayrıca kaya katmanlarında metan ve amonyağa dair hiç bir bulgunun mevcut olmadığını, dolayısıyla metan ve amonyak gazlarının ilk atmosferde bulunmadıklarını belirtmişlerdir. Buna ilişkin sayısız açıklamadan burada üçünü aktarıyoruz:
    “Metan ve amonyak gazlarını içeren ilkel bir atmosfer hipotezinin sağlam temellerden yoksun olduğu ortaya çıktı ve gerçekten de çürütüldü. Artık jeologlar başka bir alternatif görüş benimsediler: Hava ve okyanuslar volkanlardan çıkan gazlardan oluştular.(9)

    “Eğer ilkel atmosfer volkanik dağlardan çıkan gazlardan meydana gelmişse o zaman metan ve amonyak gazları o atmosferde çok az bulunuyordu. Çünkü halihazırdaki yanardağlar bu gazlardan hiç cıkarmazlar.(10)

    “Dünyanın atmosferinde metan büyük miktarlarda bulunmuş olsaydı, bunun için jeolojik kanıtlar bulunması gerekirdi. Laboratuvar deneyleri gösterdiler ki bu gazı içeren yoğun bir atmosferden kalması gerekenlerden biri de tortul killer tarafından korunmuş olan hidrofobik organik molekül oluşumlarıdır. Bunun yanında en eski kayaların anormal miktarlarda karbon ve organik maddeler içermeleri de gerekirken, böyle birşeyi göremeyiz.” (11)

    Buraya kadar açıkça anlaşılacağı gibi, Bilim ve Ütopya dergisinin büyük evrim uzmanı Ümit Sayın'ın 60'lı yılların dahi gerisinde kalan bilim düzeyi ile sözkonusu derginin çığırtkanlığını yaptığı tarihin karanlığına gömülmüş köhne ideoloji, hep birlikte büyük bir uyum sergilemektedirler.




    Bilim ve Ütopya dergisi, Stanley Miller'ın metan-amonyak modelinden vazgeçmediğini, böyle bir bilginin bulunmadığını iddia etmiştir. Yukarıdaki belgeyi bu derginin evrim uzmanı Ümit Sayın'a ithaf ediyoruz. Stanley Miller bu makalesinde "Metan, azot ve yok denecek kadar az miktarlardaki amonyak ile su buharı karışımı, ilkel dünya için daha gerçekçi bir atmosferdir" diyerek, 1953'deki amonyak-yoğun Miller Deneyi'nin gerçek atmosfer şartlarını yansıtmadığını açıkça kabul etmektedir.



    --------------------------------------------------------------------------------




  • BÖLÜCÜ ÖRGÜTÜN İDEOLOJİSİNİN SÖZDE BİLİMSEL DAYANAĞI: EVRİM TEORİSİ

    Bilim Araştırma Vakfı, Evrim teorisinin bilimsel geçersizliğini göstermek amacıyla tüm Türkiye çapında yürüttüğü hizmetlerle, Türk Devleti'nin ve Milleti'nin bekasına yönelik en önemli fikri tehdit olan bölücülüğü ve komünizmi bilimsel yönden dayanaksız hale getirmeyi amaçlamaktadır.
    Bilim Araştırma Vakfı'nın, evrim teorisi aldatmacasını Türk toplumunun gözleri önüne seren bilimsel faaliyetleri, bu köhne teoriyi ideolojilerinin sözde bilimsel dayanağı olarak benimsemiş olan bölücü komünist odakları telaşlandırdı. Bu odaklar, ellerindeki çeşitli medya organlarını kullanarak, çökmekte olan Darwinizm'i ayakta tutmaya yönelik bir kampanya içine girdiler. Modern bilimin reddettiği, bilimsel literatürden onyıllar önce çıkarılmış iddiaları gündeme getirerek, evrim teorisiyle hiçbir ilgisi olmayan biyolojik gerçekleri "evrim delili" gibi gösterip, ilgi çekici bir cehalet ve gözükapalılık sergileyerek, evrimi savunmaya çalışıyorlar.

    Kuşkusuz sözkonusu odakların bu çabaları bir fayda vermeyecek ve Darwinizm'in tarihe karışmasına engel olamayacaktır. Ama bu çabalar, ortaya çıkardığı sosyolojik bir gerçek nedeniyle önemlidir. Bu gerçek, evrim teorisinin siyasi bir anlama sahip olduğu, başta bölücü terör olmak üzere her türlü komünist ideoloji ve hareketin sözde bilimsel dayanağı olduğu gerçeğidir.

    Komünizm ve Evrim Teorisi Arasındaki İlişki
    BAV tarafından yıllardır vurgulanan bu gerçek, son aylardaki gelişmelerle birlikte, fiili olarak ispat edilmiştir. Çünkü evrim teorisine sahip çıkmaya çalışan çevrelerin hepsinin, komünist ideolojiye inanan çevreler olduğu görülmektedir. Bu çevrelerin başında, halen bölücülük suçundan cezaevinde yatmakta olan Doğu Perinçek'in önderliğini yaptığı "Aydınlık Grubu" adı verilen bir grup gelmektedir. Bu grubun yayın organlarından "Bilim ve Ütopya" dergisi özellikle son sayılarında, bir yandan evrim safsatasının avukatlığına soyunurken bir yandan da tarihin bu en büyük bilim sahtekarlığını ortaya koyan Bilim Araştırma Vakfı'nın bilimsel faaliyetlerine dil uzatmaya çalışmaktadır. İlerleyen sayfalarda bu yayın organının iddialarının geçersizliğini ele alacağız.
    Evrim teorisi ile komünizm arasındaki bu ilişki, 140 yıldır değişmemiş bir ilişkidir ve komünizmin kurucusu olan Karl Marx'la evrim teorisinin kurucusu olan Charles Darwin'e kadar uzanır. Tüm yaşamı boyunca devleti şiddet yoluyla ortadan kaldıracak bir devrimin teorisini kuran Karl Marx, Darwin'in "Türlerin Kökeni" adlı kitabını okuduğunda bizim görüşlerimizin doğal tarihsel temelini içeren kitap budur işte" demiştir. Hatta Marx, en ünlü kitabı olan Das Kapital'i Darwin'e yollarken üzerine şöyle bir not düşmüştür: "Charles Darwin'e ateşli bir hayranından."

    Komünizm ve Bölücü Terör
    Evrim ile komünizm arasındaki bu ilişki günümüz Türkiyesi için çok önemlidir, çünkü bugün Türk Devleti'nin milletiyle bölünmez bütünlüğünü hedef alan en önemli tehdit olan bölücü terör, doğrudan komünist ideolojiye dayanmaktadır.
    Bölücü terör örgütü, bölücü örgüt, sadece lider ve militanların işbirliğinden oluşan sıradan bir suç şebekesi değildir. Örgütün; devletimizi bölme planlarını, terörist eylemlerini, kirli cinayetlerini kendince dayandırdığı bir ideolojisi bulunmaktadır. Bu ideolojinin sloganlarını kullanarak, bölgedeki cahil gençleri kandırmakta, örgütün fikri bir temeli varmış gibi göstermekte, beyinlerini yıkadığı militanları dilediği gibi yönlendirmekte ve bunları canlı bomba olmayı kabul edecek derecede kişilikten ve bilinçten yoksun kitleler haline dönüştürmektedir.

    Bölücü terörün ideolojisi ise komünizmdir. Materyalizme ve Darwinizme dayanan bu ideoloji, ahlak, mukaddesat, ruh, maneviyat gibi kavramları reddetmekte, insanların sadece maddi varlıklarını esas almakta, hatta Darwinizmin etkisiyle insanları bir çeşit hayvan olarak görmektedir.

    Böylece olunca, sevgi, kardeşlik, merhamet, insanlık, hoşgörü gibi manevi kavramlar bir anda anlamını yitirmektedir. Bölücü örgütün kamplarında komünist fikirlerle beyinleri yıkanan cahil gençler, "sadece güçlü olanın yaşamaya hakkı olduğu" ilkesini savunan Darwinist düşünce gereği, rahatça katliamlar yapabilmekte, gözünü kırpmadan masum insanları öldürebilmektedir.
    Bu ideolojinin, terör ve anarşiyi temel yöntem olarak kabul ettiği, gerek kendi literatüründeki açıklamalar ve gerekse yıllardan bu yana dünyanın her yerinde ortaya koyduğu uygulamalarıyla sabittir. Milyonlarca masum insanı katleden Stalin'in, Lenin'in, Mao'nun, Pol Pot'un kanlı cinayetleriyle bölücü örgütün kanlı cinayetlerinin sebebi aynıdır, yani komünist ideolojidir.

    Bölücülüğün İdeolojisi Darwinizme Karşı Fikri Mücadelenin Önemi
    Bu gerçekler karşısında, bölücülüğe karşı yürütülecek fikri bir mücadelede mutlaka komünist ideolojinin de hedef alınması, bu ideolojinin hem karanlık hem de gerçeklere aykırı bir fikir sistemi olduğunun topluma gösterilmesi büyük önem kazanmaktadır. Bu amaçla, komünizmin tarih boyunca insanlığa karşı işlediği suçlar, komünist örgüt ve rejimlerin uyguladığı vahşetler bölge halkına anlatılmalı, komünizmin dini, ahlakı, aileyi hedef alan düşünce yapısı gözler önüne serilmelidir.
    Öte yandan, komünizmin geçersizliğini ortaya koyacak çok önemli bir yöntem de, Darwinizm'in bilim karşısındaki geçersizliği topluma anlatmaktır.

    Darwinizmin çürütülmesi ve Yaratılış inancının ispatlanması, materyalizmi yani komünizmin felsefi temelini yıkacaktır. Bu nedenle, manevi değerleri inkar eden materyalist felsefenin varsayımlarından yola çıkarak aile, ahlak, devlet gibi kurumların gereksiz olduğunu savunan komünist fikirler tamamen temelsiz kalacaktır.

    Bölücü örgütün, hiçbir bilimsel geçerliliği bulunmayan uydurma bir ideolojinin peşinde koştuğu bölge halkına gösterildiği takdirde, örgütün kullandığı komünist propaganda ve sloganlar etkisiz hale gelmiş olacak, bölücü örgüte ideolojik ve gönüllü katılımlar duracaktır. İşte bu nedenle, güvenlik güçlerimizin bölücü örgüte karşı yürüttüğü kahramanca mücadele, fikri planda komünist ideolojinin ve bunun dayanağı olan evrim teorisinin çökertilmesi ile desteklenmelidir. Bu fikri altyapının çökertilmesi, bölücü teröre zemin hazırlayan bataklığın kurutulmasını sağlayacaktır.

    Bilim Araştırma Vakfı, Evrim teorisinin bilimsel geçersizliğini göstermek amacıyla tüm Türkiye çapında yürüttüğü hizmetlerle, bu sonucu hedeflemekte, Türk Devleti'nin ve Milleti'nin bekasına yönelik en önemli fikri tehdit olan bölücülüğü ve komünizmi bilimsel yönden dayanaksız hale getirmeyi amaçlamaktadır.

    Bu yazıda Bilim Araştırma Vakfı'nın, Marksist ideolojiye sahip Bilim ve Ütopya dergisinin Ekim 1998 ve Kasım 1998 sayılarındaki gerçek dışı iddialarına cevap olarak gönderdiği basın bültenlerinden bazı bölümleri aktaracağız. Bu bölümlerde Bilim ve Ütopya dergisinin sözde evrimin delili gibi sunmaya çalıştığı üç konu incelenecektir: (1) Evrimi Reddeden Fosiller (2) Kuşların Hayali Evrimi ve Archæopteryx Üzerindeki Evrimci Spekülasyonlar ve (3)"Miller Deneyi Aldatmacası.

    Yazıları okurken, söz konusu yayın organının, bir 19. Yüzyıl dogması olan evrimi savunmaya çalışırken nasıl kendi elleriyle teorinin açmazlarını, çelişkilerini ve gerçek dışılığını ortaya serdiğini göreceksiniz. Evrimcilerin ne denli asılsız iftiralara başvurduklarına, derginin yetersiz ve bilgisiz yazarlarının daha evrim teorisinin neyi iddia edip neyi etmediğinden bile haberleri olmadığına şahit olacaksınız. EVRİMCİLERİ TELAŞLANDIRAN KONFERANSLAR

    Bilim Araştırma Vakfı'nın düzenlediği, "Evrim Teorisi'nin Çöküşü: Yaratılış Gerçeği" başlıklı dizi konferanslar, Ağustos-Kasım 1998 döneminde 15 ayrı ilde gerçekleştirildi. Konferanslar halen tüm yurt çapında düzenlenmeye devam ediyor.




  • MATERYALİST ARKADAŞLAR ZAHMET EDİPDE BUNLARI BİR OKUSUNLAR!!!!!!!!
  • Harun Yahya'dan tek satır okuyacak değilim. Sonra sizin gibi olmaktan korkuyorum.
  • quote:

    Eğer bir gün bir evrimciden, gözdeki bu üstün tasarım ve teknolojinin nasıl olup da tesadüfler sonucu meydana geldiğini açıklamasını isterseniz hiçbir makul ve mantıklı cevap veremeyeceğini açıkça göreceksiniz.

    Nitekim Darwin bile gözdeki tasarım karşısında çaresiz kalmıştır. Arkadaşı Asa Gray'e yazdığı 3 Nisan 1860 tarihli mektupta "gözü düşünmek çoğu zaman beni teorimden soğuttu" dediği bilinen bir gerçektir.1


    hangi soruya mantıklı cevap verebiliyorlar ki...
    discovery bile masal anlatmış....
  • arkadaşlar neye uğraşıyorsunuz anlamadım.

    evrimciler illa da maymunlar ile akrabayız diyorlar.

    bırakın akraba olsunlar.

    inanın maymunlar uğraşsa idi insanlar ile akraba idik diye şaşırmazdım ama insanların maymunlarla akraba olduklarına kanıtlı olmadıkları halde bu kadar hevesli olmalarına akıl sır ermiyor.

    bak deep ne güzel demiş.

    yüzde 98 aynı ama biri uzayda diğeri ormanda.

    bu fark bile maymunla irtibatımızı koparıyor.

    öyle ki aralarında yüzde 95 bağ olan kaplan ve aslan bile aynı ortamı paylaşıyor.

    ha bu arada maymun ve insanın ortak atası hangi canlıdan evrimleşmiş acaba.

    bir de diyorsunuz ki evrim bir ispatlansa.

    İspatlanamadığını itiraf ediyorsunuz yani.

    Peki evrimin olmadığını bütün bilim adamları kabul ettiği (marjinal ve kendini aşamayanlar hariç) zaman siz ne yapacaksınız.

    bu kadar canlıyı o zaman herhalde uzaydan geldi diyecksiniz.

    sadece bir canlıyı inceleyin ve ne kadar mükemmel olduğunu görün derim.

    aklınız ve ilminiz iflas etmemiş ve evrime körü körüne bağle değilseniz.

    eğer bağlı değiliz diyorsanız, evrimin cevaplayamadığı onlarca soruya rağmen bu kadar inatla savunmayı bırakın ya da masal değil delil getirin.




  • 
Sayfa: önceki 1011121314
Sayfaya Git
Git
sonraki
- x
Bildirim
mesajınız kopyalandı (ctrl+v) yapıştırmak istediğiniz yere yapıştırabilirsiniz.