Şimdi Ara

Dünya Petrol Krizi - Peak Oil (66. sayfa)

Daha Fazla
Bu Konudaki Kullanıcılar: Daha Az
2 Misafir - 2 Masaüstü
5 sn
3.089
Cevap
40
Favori
190.306
Tıklama
Daha Fazla
İstatistik
  • Konu İstatistikleri Yükleniyor
4 oy
Öne Çıkar
Sayfa: önceki 6465666768
Sayfaya Git
Git
sonraki
Giriş
Mesaj
  • Global Research yazarlarından Andrew Gavin Marshall'den 22 Şubat tarihli müthiş bir analiz yazısı:

    Debt Dynamite Dominoes: The Coming Financial Catastrophe
    Assessing the Illusion of Recovery

    (Borç Dinamit Dominoları: Yaklaşan Finansal Felaket
    İyileşme Yanılsamasının Değerlendirilmesi)


    Türkçe'ye çeviremeyeceğim kadar çok çok uzun bir yazı, Google translate ise saçma sapan işler yapıyor.
    İnglizcesi yeterli olan arkadaşlar için her kelimesini okumaya değecek kadar detaylı ve ufuk açıcı.

    Nasıl adım adım tüm dünyayı kapsayacak şekilde Yeni Dünya Düzeni (New World Order) Totaliter Kapitalizm'e (tam anlamıyla en ağırından golbal faşizm!) gidildiğini gözler önüne seriyor.

    Yerel sandığımız bir çok olayın, laik-dinci, demokrasi-ordu çatışmasının ötesinde, ülkeleri ve yönetimleri nasıl kontrol altına alma ve şirketleştirme, ülke vatandaşlarının nasıl şirket çalışanı/kölesi haline getirme projesinin etapları olduğunu daha iyi anlıyoruz.

    Yeni Dünya Düzeninde sıradan/ortalama hiç bir insan için refah ve özgürlük yok!


    http://www.globalresearch.ca/index.php?context=viewArticle&code=MAR20100222&articleId=17736&source=patrick.net




  • Yazının ilk kısmını özetleyen cümle; hükümetlerin krizden kurtulmaları adına, bankalara boş çekler verdikleri ve bunu istedikleri gibi doldurup, bedelini de biz halktan tahsil etmelerini söylediği. "Now, it's time to pay".

    Belki vaktim yeterse, bu güzel yazıyı, özet şeklinde de olsa Türkçe'ye olabildiğince basit biçimde çevirmeye çalışabilirim. Okumaya devam ediyorum.

    1929'daki büyük bunalımı mumla aratacak olan asıl büyük bunalımla ilgili yazının adresini de buraya koyuyorum arkadaşlar. Belki onu da az buçuk çevirmeye vaktim olur. Onu da bu yazıyı yazan Andrew Gavin Marshall yazmış.

    http://www.globalresearch.ca/index.php?context=va&aid=14680

    Daha sonra da şu yazıyı yazmış:

    http://www.globalresearch.ca/index.php?context=va&aid=15501



    < Bu mesaj bu kişi tarafından değiştirildi jay jay justified -- 25 Şubat 2010; 12:38:31 >




  • Bende yazıyı bastırım. Yarın akşam 4 Amerikalı ile bir akşam yemeği yiyeceğiz. Bu kişilerden biriside ABD bankacılık sektöründeki önemli şahıslardanmış fakat emekli olmuş. Yazıyı yanıma alacağım, bakalım yorumları ne olacak.
  • Pax Romana nedir? İbrahim Karagül'ün yazısından sonra Vikipedia'dan kopyaladığım bu yazıyı paylaşmak istedim..

    Pax Romana (M.Ö. 27-M.S. 180), Latince "Roma Barışı" anlamına gelir. Roma İmparatorluğu'nun uzun soluklu barış dönemi için kullanılır. Terim, Roma yönetimi ve Roma Hukuk Sistemi altında, aralarında kavga eden rakip liderlerin ve eyaletlerin, bazen sert bir şekilde, barıştırılmasından çıkmıştır. Roma'da "Pax Romana"'yı sağlayan lider Augustus Caesar'dır

    Bu süre boyunca Roma'lılar hala devamlı olarak komşu devletler ve kabilerle özellikle de Germen Kabileler ve Persler'le savaşmaya devam etti. Aynı zamanda soylu aileler arasındaki politik huzursuzluk da devam ediyordu. Bununla beraber, "Pax Romana" Roma'da ne M.S. 3. yüzyıldaki gibi sürekli kan dökülen büyük çaplı iç savaşların olmadığı ne de üç yüzyıl önceki İkinci Pon Savaşı'nda olduğu gibi ciddi bir istilanın bulunmadığı görece bir sükunet dönemidir.
    Dönemin, Augustus'un M.Ö. 27'de 1. yüzyılda'ki "Büyük Roma İç Savaşı"'nın bitişinin ilanıyla başladığı ve İmparator Marcus Aurelius'un ölümü M.S. 180 ya da oğlu Commodus'un ölümü M.S. 192 ile sona erdiği kabul edilir. Bu dönemde Roma'da ticaret korsanlar tarafından engellenmeden ya da düşman kuvvetleri tarafında yağmalanmadan yapılabilmiştir. Yine de her zaman barış hâkim değildi. Sık sık isyancılar ortaya çıktıysa da hemen bastırıldı. Örneğin Britanyalı kabileler (Queen Boudica ve Iceni) M.Ö. 60'da insafsız Roma yönetimine karşı isyan etti ve Britanya bozgununun ardından kılıçtan geçirilen ve açlıktan ölenler hariç en az 150.000 kişi hayatını kaybetti.
    Buna ek olarak, bu süre boyunca her iki sınırda da çatışmalar ve Roma zaferleri devam etti. Trajan, yönetimi sırasında Perslerle ciddi bir mücadeleye girişti ve Marcus Aurelius yönetiminin neredeyse son on yılının tamamını imparatorluğun mevziilerini koruyarak geçirdi. Aslında Roma'nın Pax Romana boyunca sürekli çatışmalar içinde olduğu söylenebilir. Ne var ki, iç eyaletler savaşlardan büyük ölçüde uzak kaldılar, böylece de imparatorlukta barış görüntüsü hâkim oldu.


    Bugün kurulmak istenen güce dayalı dünya düzeninin 2000 yıl öncekiyle epey benzeştiğini söyleyenler var, tabii her dünya düzeni de epey gürültülü bir savaşla kuruluyor...



    < Bu mesaj bu kişi tarafından değiştirildi hazardousmen -- 28 Şubat 2010; 2:02:13 >




  • Selamlar,

    Öncelikle bir kaç sayfa önce bu forumu kaç kişi okuyor diye sormuştunuz, ben okuyorum, başka bir yerde Peak Oil ile karşılaştığımda googleda arama yaptığımda bu başlık, Türkçe kaynak olarak en başta çıkıyordu, dolayısıyla insanlar bunu okuyorlardır/okuyacaklardır. Bence bu konuda Türkçe en iyi kaynak durumunda, üstelik birisi okumaya başladığında 2 sene önce ne söylemişsiniz sonra neler olmuş onu da görebiliyor, emeği geçen herkesin eline sağlık.

    Ben de kendi yorumunu yazayım, konuyu baştan okumayanlar için bir toparlayım dedim:
    1. Petrol üretimi her bir kuyuda öncelikle artarak tepe noktaya ulaşır daha sonra ise inişe geçer. Çok sayıda kuyusu olan yerler için tüm kuyuların tek tek üretimlerinin toplamında oluşan durum da aynen böyledir; örneğin aynı yöntemle ABD'de petrol tepe yapmadan çok daha önce bir araştırmacı ABD'de petrolü tepe yapacağını ve tarihini bilmiştir.
    2. Kullandığımız petrolün asıl kaynağı büyük yataklardır. Bu kaynaklar o kadar büyüktür ki en büyük 10 tanesi dünyadaki tüm petrolün %25'ini, 100 tanesi %50'sini, 1000 tanesi %75'ini sağlar. Suudi arabistandaki tek yatak dünya petrolünün %8'ini sağlar. Uzun süreden beri büyük kaynak keşfedilmemiştir, kutupta Türkiye'de vb. bulunan tüm kaynak geri kalan %25'in içine girer. Büyük kaynaklar sayıca az olduğundan buradaki üretimin durumu detaylı olarak bellidir, bu üretim 2005 civarından beri artmamaktadır, önümüzdeki bir kaç yıl içinde kesin olarak azalmaya gideceği bellidir. Kalan %25'e giren yataklarda ve bunların yeni keşfedilecekleri ile büyük yataklardaki düşüsü karşılamak mümkün değildir.
    3. Bilindik (Konvansiyonel) petrolün durumu böyle olduğuna göre petrol talebinin yeni yöntemlerle çıkartılacak petrol (derin deniz petrolü, petrollü kumlar vb.) için yeni bir çok yatağın bulmasını ve bunların işletmeye sokulmasını gerektirdiği, aynı şekilde Kömürden ve Doğalgazdan petrol edecek tesislerin kurulacağı ve devreye alınacağı öngörülmektedir. ( tüm bu bilgiler Uluslarası Enerji Ajansı olmak üzere ortak olarak kabul edilmektedir. )
    4. Buradakiler de dahil olmak üzere bir çok kişi yukarıdaki yöntemlerin ekonomik ve enerji açısından mümkün olmadığını söylemektedir. Örneğin derin deniz petrolünde 8000m'den sadece petrolü çıkartmak için çıkarttığınız petrolün 1/3'ü harcanmaktadır; bir çok uzman 1/3'ün kritik olduğunu, kalan 2/3'ün aramalar, petrol çıkartacak altyapının oluşturulması ve gereken makina ekipmanın üretilmesine anca yeteceğini bu nedenle 1/3 oranıyla çıkartılan petrolün aslında enerji açışında enerji negatif olduğunu, çıkartılsa bile soruna bir çzüm olmayacağını söylüyor. ( karşılatırma için bilindik petrolü çıkartmak için başta çıkan petrolün 1/100'
    harcanırken şimdilerde 1/30'u kadardır. )
    5. Petrol konusu sadece arabaya benzin koyma konusu değildir, insanlığın başında her iş insan gücüyle yapılırdı, sonra hayvan gücünü kullandık şimdi de makina gücünü kullanıyoruz ve makinayla iş yapmak için motor+petrol ikilisine yaklaşabilecek teknoloji yok. Bir örnek vermek gerekirse arabanızda 50lt'bir depodan dizel motorunuz 250Kwh civarında iş üretebilir, bu enerjiyi sağlayacak akü sistemi bugünkü teknoloji ile 2.5 ton civarında 1000lt hacminde ve yaklaşık 125.000usd fiyatındadır.
    6.Burada bahsedilen petrol olsa bile aslında sorun enerji sorunudur. Bugün petrol için geçerli olan kısa zamanda doğalgaz için geçerli olacaktır.
    7. Nükleer enerji bu konuda bir seçenek değildir, boşluğu kapatmak için yüzlerce nekleer santral gereklidir, çevre vb. sorunları nedeniyle santraller çok yavaş ve çok pahalıya kurulmaktadır. Kaldı ki nükleer santrallerin kurulumunda büyük miktarda enerji harcanmaktadır, bu santrallerin çok uzun yıllar sonra enerji pozitif olduğu (hatta hiç olamadığı ) söylenmektedir.
    8. Güneş-Rüzgar gelecek bizi kurtaracak düşüncesi de doğru değildir, Güneş-Rüzgar vb. yenilenebilir kaynaklardan enerji çektiğinden büyük harcamaya çok az enerji üretmektedir. ( bunun denemesini evinizin ihtiyacını karşılamak üzere bir güneş paneli-rüzgar türbini sistemi kurmaya çalışarak yapabilirsiniz... ). Bu sistemler enerji pozitif olsalar bile üretiminde kullanılan enerjinin cihazdan alınması için uzun yıllar gerekmektedir. Bu nedenle yenilenebilir enerji kısa-orta dönemde enerji kaynağı değil ve enerji harcayıcısıdır.

    Beni arabama koyduğum benzin ve evime gelen elektrik faturası dışında etkilemez diyorsanız o da gelecek iletide...



    < Bu mesaj bu kişi tarafından değiştirildi maki1970 -- 28 Şubat 2010; 1:08:22 >




  • Petrol bitse de vardır birilerinin ellerinde teknoloji vardır , serbest piyasada bu konuya çözüm bulunur diye düşünmek rahatlatıcı ama doğru değil. Enerji sorunu temel bir sorun ve kolay bir çözümü olmadığı gibi etkisi sadece arabaya benzin ile sınırlı değil. Genellikle ekonomi sadece sermaye-işgücü kar vb. üzerinden hesaplanır ve doğal kaynaklar sınırsız kabul edilir, halbuki bu kaynaklar sınırsız değildir, petrol sınırlıdır, toprak sınırlıdır, iklimi bozmadan yakabileceğiniz fosil yakıt sınırlıdır vb. vb. Sadece ekonomik bakış açısı bize doğruyu anlatmıyor.

    Konuya enerji açısından bakmak daha doğru, her canlı bir enerji akışı üzerinde yaşar ve kendi karmaşık iç yapısını bu enerji akışından aldığı enerji ile ayakta tutar; bitki güneşten enerji alır bu enerji ile dal-yaprak-tohum yapar; insan yediklerinden enerji alır ( buraya bir parantez mevcut tarımda boğazımızdan 1 kalori sebze/meyve geçmesi için 10kalori de petrolden gelmektedir, yani petrolü aynı zamanda yiyoruz); Enerji-karmaşıklık sadece canlılar için değil tüm sistemler için de böyledir; bir sistem olarak insanlığı -tüm insanların oluşturduğu topluluğu- ele aldığımızda insanlık da aynı şekilde bir enerji akışı üzerinde yaşar ve bu enerji akışı petrol/fosil yakıtlardır ( dünyada toplam harcanan enerjininin %70-80'i fosil yakıtlardan sağlanmaktadır). Özetle bugün eğer dünyada 6 milyar insan yaşıyorsa, tarım için toplam nufusun %3-%5'i yeterli geliyorsa bunun en önemli nedeni fosil yakıtlardır. Fosil yakıtlar olmadan bugün kü gibi bu kadar az toprakta, bu kadar az kişiyle bu kadar çok ürünü elde emek mümkün olmazdı. Bugünkü teknolojik gelişmemizin altında da petrolün rolü büyük bugünkü ileri teknolojik dünya petrolün nimetleriyle kuruldu. Peak oil'in önemi insanlığın enerji kaynağında ilk kez bir azalma olmasıdır. Bu azalma sistemin karmaşıklığında ister istemez azalmaya neden olacaktır, buradaki sistem çökecek, savaşlar çıkacak, büyük çaplı katliamlar olacak, insanlığın sonu geldi senaryolarının en temelinde bence bu var.

    Bu durumdan hangi ülkenin daha sağlam çıkacağını belirlerken daha güçlü silahlara silah sahibi olmanın belirleyici olduğunu düşünmüyorum, diyelim ki ABD bütün ordusuyla Orta Doğu'ya girdi, bu durumda bir taraftan bu dev operasyon için ek enerji harcayacak ve bulduğu enerjiyi de kendi ülkesindeki sistemin enerji bağımlığını sürdürmek için kullanacak. Bu şartlar değiştiğinde yiyecek bulamayıp birbirleri ile kavga eden dinozorlara benziyor. Tıpkı dinozorlardaki gibi bana göre burada da en güçlü olan değil en iyi uyum sağlayan ayakta kalacak... Peki nasıl bir dünya olacak ?

    Fosil yakıtlar azalacağına bunların yerine aynı kapasitede alternatif enerji kurulamayacağına göre, mevcut yaşam biçimimizi ( küresel, mobil, çok kaynak tüketen, çok enerji harcayan, büyük, karmaşık ) sürdürmeye imkan olmayacak. Enerji tüketimimizi mevcutun %20'sine falan çekmemiz gerekecek, bu miktar kalan fosil yakıtlardan ve ufak ufak kurulacak yenilenebilir enerji kaynaklarından sağlanacak. Daha yerel, daha az kaynak tüketen, tamamıyla geri dönüşüme dayanan hammadde kullanıcısı, kendine yeterli, basit, az enerji harcayan bir yaşam biçimine geçeceğiz.

    Burada kritik kelime sürdürülebilirlik, aslında basit olmasına rağmen hiç de kolay değil. Öncelikle bir hazır kaynaktan yararlanmak ile bir akıştan yararlanmak çok farklı şeyler, örneğin petrol güneşin birikmiş enerjisi bunu kullanmak çok kolay ama güneşten direk faydalanmak çok daha zor., örneğin güneş panelinden elektrik üretmek yeterli değil, o paneli yapmak için gereken enerjiyi de malzemeyi de aynı enerjiden daha azıyla yapabilmek lazım ( sanırım bu anlamda güneş paneli sınıfta kalır )

    Burada daha çok önerilen survivor -hayatta kalma- stratejilerinin de çıkmaz yol olduğunu düşünüyorum çünkü bunlar da sürdürülebilir değil. Elbette her duruma hazırlıklı olmak lazım ama ana oyun planını kaos-karmaşaya göre otrurmak yanış olur. İnsanlar genellikle insanlığı doğanın dışında veya üstünde görüyor, halbuki insanlık doğal olarak doğanın bir alt sistemi ve şu anda insanlık doğaya zarar verecek şekilde büyümeye devam ediyor, bu durumda 2 olasılık var; 1-insanlık doğal sistemin çöküşüne neden olacak 2-Doğal sistem insanlıktan kurtulacak. Eğer insanlık bu sistemin içinde kalmaya devam etmek istiyorsa öncelikle üst sisteme yani doğaya faydalı olacak. Doğrusu bu bilgiyi başka bir sitede görmüştüm ama Avatar filmi bence bu fikri olabilecek en güzel şekliyle veriyor. Bu noktada hayatta kalma stratejisinin kendi içinde organize olmuş küçük topluluktan oluşan destek yapısı ile olacağını düşünüyorum.




  • quote:

    Orijinalden alıntı: jay jay justified

    Yazının ilk kısmını özetleyen cümle; hükümetlerin krizden kurtulmaları adına, bankalara boş çekler verdikleri ve bunu istedikleri gibi doldurup, bedelini de biz halktan tahsil etmelerini söylediği. "Now, it's time to pay".

    Belki vaktim yeterse, bu güzel yazıyı, özet şeklinde de olsa Türkçe'ye olabildiğince basit biçimde çevirmeye çalışabilirim. Okumaya devam ediyorum.

    İzin verirseniz bloga koymaktan memnuniyet duyarım.

    Maki'ye başlığı okuduğu ve kendi yorumlarını eklediği için teşekkür ediyorum. Uyanmış bir insan bile bizim için büyük kazanç. Daha çok insanın uyanmasına vesile olmamızı diliyorum.



    < Bu mesaj bu kişi tarafından değiştirildi nlty2000 -- 1 Mart 2010; 14:50:25 >
  • quote:

    Orijinalden alıntı: Zizim

    İbrahim Karagül'ün yazdıklarını oldukça ilginç ve gerçeğe yakın buldum. Aslında aklımdaki boşlukları bir nebze doldurdu da diyebilirim. Şöyleki:

    Biz şu anda bir 3. Dünya ülkesinde yaşayan bir avuç insan olanların bu kadar farkında olabiliyorsak, dünyayı yöneten bu çevrelerin mutlaka uygulayacakları bir planı vardır diye düşünüyordum. Demekki planlanan yeni dünya düzeni %100 özgür yaşayan, ultra zengin bir yönetici sınıfı ile bu sınıf için yaşayıp çalışan kölelerden oluşacak. Bu sınıftan kurtulup köleleri yönlendirecek, kırbaçlayacak güç te otomatikman oluşacak. Hani Hitler zamanında yahudilerin içlerinden yarattıkları, o esirlerin başında duran adamlar gibi... diğerlerinden bile daha acımasız olacaklar çünkü başarısız oldukları durumda onlar da en aşağıdaki o bok çukurunda bulabilirler kendilerini.

    Bu adamlar Dünyanın bu hale gelmesini kendi suçları değil, fakir çoğunluğun tüketim alışkanlıklarına bağlamışlar. Nüfus kendilerine hizmet edecek kadar çok, kontrol edilebilecek ve doğal kaynaklar üzerinde tehtid oluşturamayacak kadarda az olacak. Gerçekten güzel plan.
    Kitle kontrol silahları (medya) ile yokedecekleri halkı köreltiyorlar. Kimse hiçbirşeyin farkında olmadan, bu adamların yarattığı, sanal gerçekler için ölümüne savaşacak.

    İsabet buyurdunuz. Karagül, bildiğim en tutarlı yazar değil ama bozuk saat misali bazen olayın özünü yakalayabiliyor.

    Yazdıklarımı tekrar gözden geçiriyorum bazen, yanıldığım, saçmaladığım oluyor mu diye. Malesef ve malesef yazdığım ya da bir kenara not aldığım şeyler giderek daha fazla ağızdan doğrulanıyor. Hala dua edecek bir şey kaldıysa, o da bu berbat planın şu anda aklımıza gelmeyen nedenlerle başarısızlığa uğramasıdır herhalde.




  • bu forumda çokça olayı konuştuk tartıştık ,gerçekten ciddi bir birikim göstren yazılar var.

    bne sizlere önceki sayfalarda uzun zaman önce bir konunun önemli olayların başlangıcı için takip edilmesi gerektiğini bildirmiştim. Bugun haberlerde izledim el aksa camisinde bir direniş var eğer israil polisi buraya zorla girerse yeni ciddi olaylar olabilir. Lütfen bu olayı takip edelim bazen bir kıvılcım bir patlamanın başlaması için yeterlidir , birinci dünya savaşınca sırp olaylarını biliyoruz ama üçüncü dünya savaşı çıkacak ve taraflar yerlerini alacak ise, bu bir fitil olabilir .Olaylar inşallah büyümez veya ben yanılıyorumdur.

    http://forum.donanimhaber.com/m_22635659/mpage_3/f_/key_aksa//tm.htm#28767661




  • quote:

    Orijinalden alıntı: nlty2000

    quote:

    Orijinalden alıntı: jay jay justified

    Yazının ilk kısmını özetleyen cümle; hükümetlerin krizden kurtulmaları adına, bankalara boş çekler verdikleri ve bunu istedikleri gibi doldurup, bedelini de biz halktan tahsil etmelerini söylediği. "Now, it's time to pay".

    Belki vaktim yeterse, bu güzel yazıyı, özet şeklinde de olsa Türkçe'ye olabildiğince basit biçimde çevirmeye çalışabilirim. Okumaya devam ediyorum.

    İzin verirseniz bloga koymaktan memnuniyet duyarım.

    Maki'ye başlığı okuduğu ve kendi yorumlarını eklediği için teşekkür ediyorum. Uyanmış bir insan bile bizim için büyük kazanç. Daha çok insanın uyanmasına vesile olmamızı diliyorum.


    Lafı bile olmaz.

    Bu akşam itibariyle çeviriye başladım. Gönül isterdi ki seri bir şekilde, okuyup, anında çevirisini yapmak suretiyle kısa sürede bitireyim bu işi. Fakat malumunuz, terimler çok fazla ve ben konuya hazardousmen kadar hakim değilim. Uzun sürecek fakat en azından haftasonu bitimine kadar yetiştirmeyi umuyorum. Bittiğinde burada ve diğer gerekli yerlerde paylaşırız.




  • Arkadaşlar yazının 4'te 1'ini çevirmeyi başarabildim. Yaklaşık 5 saatimi aldı aradaki zaruri molalarla birlikte fakat kısa bir özet yerine direkt çevirmeyi uygun gördüm. Anlaşılmayan yerler olursa yazabilirsiniz. Kalan kısmı da haftasonuna kadar ancak bitirebilirim sanırım çünkü çok meşakkatli bir iş ve dikkat gerektiriyor. Ve kesinlikle unutmayın ki, sadece ve sadece amatör bir çeviri bu. Birkaç gereksiz ve aynı zamanda çevrilmesi zor cümle dışında, birebir çevirmeye çalıştım, hepsi bu. İyi okumalar.


    Küresel Ekonomik Krizin Doğasını Anlamak

    İnsanlar, "Ekonomik Kalkınma" adı altında bir dalaverenin peşinden, yanlış bir bilinçlendirmeye kurban gittiler. Son zamanlarda baş gösteren büyük borç krizleri, -özellikle Yunanistan'daki- Batı "medeniyetinin" kömür madenlerindeki kanaryalar gibi göze çarpmakta. Kriz; İspanya, Portekiz ve İrlanda gibi ülkelere, domino etkisiyle yayılma tehdidinde bulunuyor ve bunun, Amerika'ya kadar yolu var.

    Ekim 2008'de, Batı medyasının ve politikacılarının büyük çoğunluğu, önlem alınmadığı takdirde, büyük bir depresyona girileceğinin uyarısında bulunuyorlardı. Asıl sorun, bunun uzun zamandan beri belli olması, daha da kötüsü, hükümetlerin, asıl sorun olan küresel ekonomi sistemine dair problemlerin çözümüne dair bir davranış sergilemek yerine sadece bankacılık sistemini batmaktan kurtarmalarıydı. Bu kurtarmaları da hükümetler, çok büyük "kurtarma" ve "teşvik" paketlerini uygulamaya koyarak yaptılar. Böylece bankalar kurtulurken, bedelini de vatandaşlar ödeyecekti.

    Derken, hisse senedi piyasası spekülasyonunun yarattığı hengamede, reel ekonomi yerine, paralar senetlere aktı. Kalkınma, bir göz yanılgısından başka bir şey değildi. Takip eden yıllarda da, bu göz yanılgısı, tam bir ekonomik çöküş anlamına gelecekti.

    Hükümetler bankalara birer boş çek verdiler ve bedelini de halktan almalarını söylediler: etkili vergi artışları, sosyal harcama kesintileri, devlete ait sanayi ve hizmet kuruluşlarının özelleştirilmesi, koruyucu gümrük vergileri ve ticaret düzenlemelerinin iptali ve faiz oranlarının yükselmesi. Bunun en önemli etkisi, dünya genelindeki işsizlik oranının, hızlı ve hacimsel biçimde büyümesi oldu. Hisse senedi piyasaları tarihi düşüş rekorlarına imza attılar.

    Kriz bittiğinde, Batı'nın orta sınıfı, ekonomik, politik ve sosyal statülerinden tasfiye edilmiş olacak. Küresel ekonomi, bankacılık ve sanayi sektörlerindeki gelmiş geçmiş en büyük dayanışmalara sahne olacak ve tüm kaynaklar birkaç şirket tarafından yönetiliyor olacak. Yani hükümetlere ait olan hakları, ellerine geçirecekler. Batı'nın insanları, finansal oligarklar tarafından yönetilecekler, tıpkı onların "küresel Güney"e -özellkle Afrika'ya- yaptıkları gibi. Sosyal yapı ve kurumlarımızı ellerimizden alacaklar ve biz de onların üstünlüklerinin kabul eden uşaklara dönüşeceğiz.

    Bu kısmı, şu anda üstünde bulunduğumuz nokta ve önümüzdeki yolu gösteriyor.

    Batı dünyası, uzun zamandır yoksulluğa sürükleniyor ve krizin etkisini göstermeye başlamasıyla bu gidişat hızlanacak. Toplumlarımız yığılıp kaldıkça, hükümetler, bankaları ve çokuluslu şirketleri korumaya devam edecekler. Her zaman yaptıkları ve yapacakları gibi, insanlar sokaklara döküldüklerinde, hükümetler onlara yardım etmeyecekler, bilakis polis ve askerin yardımıyla protestoları bastıracaklar. Sosyal kurumlar, ekonomiyle birlikte çökecekler ve hükümetler, yeni sosyal kurumlarım oluşturulmaması için insanlara kelepçeler vuracaklar.

    Kalkınma Yanılgısını Değerlendirme

    Ağustos 2009'da, "Entering the Great Depression in History" başlıklı, kapitalist sistemde nasıl derin bir kriz içinde olduğumuza dair bir makale yazmıştım. Patlayan balonlardan biri emlak balonuydu. Fakat bu, onca balondan sadece bir tanesiydi.

    Çok daha belirgin biçimde, emlak çöküşünden daha büyük bir sorun var; ticari gayrimenkul balonu. Mayıs 2009'da, Deutsche Bank CEO'sunun söylediği gibi: "Sonun başlangıcı ya da başlangıcın sonu."

    Daha anlamlı biçimdeki ifadesiyle "kurtarma balonu" adı verilen, hükümetlerin, ekonomileri gelişigüzel biçimde şişirdiği, "borçlandıran" kurtarma paketleri. Temmuz 2009'da, Birleşik Devletler kurtarma programı gözlemci ve müfettişi, ülkenin kendini 23.7 trilyon dolara kadarlık bir riske sokmuş olabileceğini belirtti.

    [Bkz:http://www.globalresearch.ca/index.php?context=va&aid=14680]

    Ekim 2009'da, 2008'in "büyük paniğinden" neredeyse bir yıl sonra, "The Economic Recovery is an Illusion" başlıklı, dünyanın en prestijli ve güçlü finansal kuruluşu Bank for International Settlements'ın kriz ve kalkınma hakkında söylediklerini analiz eden bir yazı yazdım.

    [Bkz:http://www.globalresearch.ca/index.php?context=va&aid=15501]

    Hem BIS, hem de 2008'de baş gösteren krizi doğru biçimde tahmin eden baş ekonomisti, küresel kriz hakkında uyarılarda bulunmuş, ekonomideki hiçbir kilit problemin ve yapısal problemin çözülmediğini söylemiş ve hükümetlerin kurtarma programlarının uzun vadede daha kötü sonuçlarını yol açacağını söylemişlerdi.

    BIS'in şimdiki başekonomisti olan William White uyardı:

    "Dünya, ekonomik gerilemenin merkezindeki problemleri henüz atlatamadı ve resesyona girmeye çok yakın. Hükümetkerin, kısa vadede ekonomiyi düzeltmek için yaptıkları uygulamalar, ilerideki krizlerin tohumlarını atıyor olabilir."

    Uluyan Kurt mu, Cassandra'yı Cezalandırmak mı?

    İnsanlar güvenlik hissiyatı hakkında yanlış düşüncelere sevk edilirken, gerçeğin acı yüzünü açığa vuranlar, dikkate alınmak yerine, medya tarafından azarlanıp, kenara atıldılar. 2008'deki krizi doğru tahmin eden ve daha kötüsünün de olacağını söyleyen Gerald Celente, medya tarafından, "kötümser porno"yu kabul ettirmeye çalışmakla suçlandı.[1] Celente'nin savunması ise kendisinin "kötümser porno"yu kabul ettirmediğini söylemek ve bilakis medyanın mükemmel biçimde yaptığı "iyimser afyon"u çektirmekten kaçındığını belirtmek oldu.

    Bu eleştiriler sadece uluyan kurt mu, yoksa medya Cassandra'yı cezalandırmak üzere mi? Yunan mitolojisinde Cassandra, Truva Kralı Priam ve Truva Kraliçesi Hecuba'nın kızıdır. Apollo tarafından, peygamberlik ödülü olarak onlara bağışlanmıştır. Cassandra, kehanette bulunarak, Truvalılar'ı Truva Atı, Agamemnon'un ölümü ve Truva'nın yıkılışı hakkında uyarmıştır. Truvalılar ise ona deli muamelesi yapmış ve uyarılarını dikkate almamışlardır.

    Bugünkü krizi haber verenler ise Apollo'nun ödülü olmamakla birlikte, kavrama yetileri de bulunan kişilerdir.

    İmparatorluk ve Ekonomi

    Ekonomik krizi anlamak için, krizin küresel sebeplerini bilmek zorundayız. Önce krizin başlangıcını açıklığa kavuşturacağız. Oradan da, hükümetlerin, krizin çıkışına nasıl tepki gösterdiklerini değerlendireceğiz ve böylece nerede olduğumuzu ve nereye gittiğimizi anlayabileceğiz.

    Afrika ve gelişmekte olan ekonomilerin çoğu, 1950'ler boyunca ve 1960'lara kadar, Avrupa'nın sosyo-politik-ekonomik kısıtlamalarına maruz kaldılar. Sonra Afrikalılar, kendi uluslarının kaderlerini kendi ellerine almaya çalışmaya başladılar. II. Dünya Savaşı sonunda, Amerika Birleşik Devletleri dünyanın en güçlü ülkesiydi. Ayrıca ABD; Birleşmiş Milletler ve IMF'nin kontrolünü elinde tutuyordu. NATO'yu da askeri müttefik olarak hazırlıyordu. Amerikan Doları başat birim olarak hükümdarlığını ilan etti ve değeri de altına bağlandı.

    1954'te, Batı Avrupa elitleri kafa kafaya verip, Bilderberg Group adında bir beyin takımı oluşturmaya karar verdiler. Amaçları ise Kuzey Amerika ve Batı Avrupa ekonomilerini birbirlerine bağlamaktı. Her yıl, akademi, medya, askeriye, sanayi, banka ve politika alanlarındaki en güçlü -yaklaşık- 130 isim bir araya gelip müzakere edecek ve Batı'nın dünya üzerindeki genişlemesinin ve dünya düzeninin yeniden inşa edilmesinin kilit noktaları üzerinde tartışacaklardı. En önemli gündem maddelerinden biri olarak Avrupa Birliği ve Euro para birimini öne çıkıyordu

    [Bkz:http://www.globalresearch.ca/index.php?context=va&aid=14614]

    1971'de Nixon, doların altına olan bağlılığına son verdi ve bundan böyle doların, sabit bir döviz kuru olmasının sonu geldi. Tabii ki artık doların değeri, ABD Merkez Bankası'nın düşünce ve isteklerine göre belirlenecekti. Bu kararın alınması sürecindeki en önemli şahıslardan biri, o dönemde ABD Hazine Departmanı'nın en yüksek üçüncü kademesinde bulunan Paul Volcker'dı.[2]

    Volcker kariyerine, 1950'lerin başında New York Merkez Bankası'nda bir ekonomist olarak başladı. "5 yıl sonra 'David Rockefeller’s Chase Bank' Volcker'ı ayartıp kadrosuna kattı."[3] Böylece 1957'de Volcker, Chase'te çalışmaya başladı. Rockefeller kendisini "Amerika'da para ve kredi üzerine kongresel bir komisyonda özel asistan olarak atadı, sonra da, yardım amacıyla Hazine Departmanı'na danışmanlık yapan bir komisyona getirdi."[4] 60'ların başında, Volcker, Hazine Departmanı'nda çalışmaya başladı ve 1965'te Chase'e "Rockefeller'a yardımcı olarak, fakat bu kez uluslararası işlerin başkan yardımcısı olarak" geri döndü. Nixon'ın Beyaz Saray'a girişiyle Volcker, Hazine Departmanı'ndaki üçüncü en yüksek mevkiye yükseldi. Bu da onu, 1971'de doların altına olan bağlılığının iptalinden sonra Bretton Woods'un dağılmasındaki anahtar kişi konumuna taşıdı.[5]

    1973'te Chase Manhattan Bank'ın başkanı ve Dış İlişkiler Konseyi'nin başkanı olan David Rockefeller, Bilderberg Group'u genişletmek amacıyla Trilateral Commission'ı ortaya çıkardı. Japonya da bu beyin takımına dahil edilecekti. Tabii ki Japonya'nın bulunduğu bölge de bundan nasiplenecekti.

    Aynı yıl neoliberalizmin bir deneyi Şili'de yapıldı. Solcu bir iktidar, sadece Rockefeller'ın bankasını değil, bir grup Amerikan şirketini de tehdit ediyordu. Rockefeller; Henry Kissinger, Nixon'ın Milli Güvenlik Danışmanı ve bir grup önde gelen sanayici ile toplantılar düzenledi. Kissinger da yine bu şahıslar, CIA başkanı ve Nixon'la toplantılar düzenledi. Kısa bir süre sonra CIA, Şili'deki hükümeti postalamak adına bir operasyona başlattı.

    11 Eylül 1973'te, CIA'in de yardımıyla Şili'deki bir general, hükümeti devirdi ve diktatörlük ilan ederek binlerce kişinin hayatını kaybetmesine neden oldu. Darbeden bir gün sonra, Şili'nin ekonomik yapılanmasının planı başkanın masasındaydı. Milton Friedman'ın fikirlerinin temellerinin atıldığı yer olan University of Chicago'dan gelen ekonomik danışmanlar, neoliberal sınırlar dahilinde Şili'nin ekonomik yapılanmasının planlarını çizdiler.

    Böylece neoliberalizm, şiddet içerisinde doğmuş oldu.

    1973'te küresel bir petrol krizi patlak verdi. Bu kriz 1973'te Orta Doğu'da çıkan Yom Kippur Savaşı'nın bir sonucuydu. Ek olarak, bu savaş Amerika'nın bir planıydı. Tam da doların, altına olan bağlılığının ortadan kalktığı zamanda, Amerika, Suudi Arabistan'a ve OPEC ülkelerine petrolün fiyatının artması için baskı uygulamaya başladı. 1973'teki Bilderberg toplantısında, fiyatların artmasından 6 ay önce, petrolün fiyatının %400 artması öngörülmüştü. Tartışma, fiyat artışıyla birlikte gelecek olan petro-dolarlarla ne yapılacağı üzerineydi.

    1973'te yaşananların perde arkasındaki isimlerden biri olan Henry Kissinger, Orta Doğu'da bir savaş çıkmasını garantiye almaya çalışıyordu ve nitekim Ekim'de bu savaş gerçekleşti. Sonrasında, OPEC ülkeleri agresif bir şekilde petrol fiyatını yükselttiler. Gelişmekte olan dünyanın, yeni yeni sanayileşmeye başlamış olan ülkeleri, belirgin bir biçimde var olan politik ve ekonomik emperyalizmin engellerinden bağımsız olarak, büyük bir sorunla karşılaştılar: petrol, endüstriyel bir toplumun can damarıydı ve kalkınma ve sanayileşme sürecinde gerekliydi. Eğer gelişmeye ve sanayileşmeye devam etmek istiyorlarsa, petrole ödeyecek paraya da ihtiyaçları olacaktı.

    Eş zamanlı olarak, OPEC ülkeleri petro-dolarlarla yıkanıyor, ülkelerine rekor düzeylerde girdi sağlıyorlardı. Bununla birlikte, kar elde etmek için, elde edilen para, yatırıma dönüştürülmeliydi. Burada Batı'nın bankacılık sistemi devreye giriyordu. Doların, altından ayrılmasıyla birlikte, dünya genelindeki dolaşımı daha hızlı bir düzeyde gerçekleşebilirdi. Doların fiyatı, petrolün fiyatına bağlanmıştı ve petrol, dolar üzerinden alınıp satılıyordu. OPEC ülkeleri, elde ettikleri paraları Batı'daki bankalara yatırdılar ve böylece bu paralar gelişmekte olan ülkelere borç olarak verilebilecekti. Bir çeşit win-win durumunu andırıyordu: petrol ülkeleri kazandıklarını Batı'daki bankalara yatırıyorlar, paralar Güney'e borç olarak veriliyor ve onlar da bu paralarla "Batılılar"ın seviyesine gelmeye çalışıyorlardı.

    Fakat ne yazık ki her şey mutlu sonla bitmiyor. Hele ki iktidardakiler tehdit altındaysa... Sanayileşmiş ve kalkınmış bir "Küresel Güney" (Latin Amerika, Afrika ve Asya'nın bir kısmı) Batılı elitler için iyi bir şey değildi. Eğer dünyanın geri kalanı üzerindeki egemenliklerini devam ettirmek istiyorlarsa, potansiyel rakiplerinin yükselişini engellemeliydiler. Özellikle de doğal enerji kaynakları bakımından zengin olan bölgelerdekileri ve küresel enerji kaynağına sahip olan bölgelerdekileri.

    Amerika Birleşik Devletleri, Çin'le görüşmelere başlamıştı. Çin'in "dışa açılımı" Batı'nın, büyüyen sermayesinin Çin'e doğru kaydırılmasının bir parçasıydı. Çin, Batı'nın ona izin verdiği ölçüde büyüyebilecekti. Çin eliti, ekonomik ve siyasi alanlarda kendi büyümelerini sağlayacakları beklentisiyle mutluydular. Hindistan ve Brezilya da, daha alt düzeyde olmakla birlikte Çin'i takip ettiler. Çin ve Hindistan, Trilateral ortaklığa dahil edildiler ve bir süre sonra Trilateral Commission'da kendilerini temsil edebilecek konuma geldiler.

    Böylece para -özellikle dolar olarak- dünyada dönmeye başladı. Yabancı ülkelerin merkez bankaları, Birleşik Devletlerin hazinesini (borçlarını) yatırım olarak satın alacaklardı. Bu da ayrıca, Amerikan dolarının ve ekonomisinin gücüne olan inancı gösterecekti.

    [Bkz:http://www.globalresearch.ca/index.php?context=va&aid=14614]

    Neoliberalizmin Egemenliği

    1977'de, aynı zamanda Trilateral Commission'un da bizzat üyesi olan Jimmy Carter başkanlığındaki yeni bir yönetim, Birleşik Devletler'de iş başına geçti. Carter'ın başkanlığıyla, Trilateral Commission'da üyelikleri bulunan yaklaşık iki düzine insan da önemli pozisyonlarda çalışmak üzere hükümette görevlendirildiler. 1973'te, Chase Manhattan ve Hazine Departmanı'yla yıldızı parlayan Paul Volcker da Trilateral Commission'un bir üyesi oldu. Kendisi, 1975'te, 12 bölgesel merkez bankasının en güçlüsü olan New York Merkez Bankası'nın başına getirildi. 1979'da Jimmy Carter, Hazine Sekreterliği işini, dönemin Merkez Bankası Sistemi'nin yöneticisine verdi. Rockefeller da, Jimmy Carter'a, Volcker'ı Merkez Bankası Yönetimi'nin başına atamasını önerdi ve Carter bunu derhal kabul etti.[6]

    1979'da petrol fiyatları yine fırladı. Bu kez, Volcker farklı bir yaklaşım sergileyecekti. Bu yükselişe cevabı, faiz oranlarını sert bir biçimde yükseltmek oldu. 1980'lerin başında oranlar %2'den %18'e çıktı. Bunun sonucu, ABD ekonomisinin resesyona girmesi oldu. Gelişmekte olan ülkelerden yapılan ithalat büyük oranda azaltıldı. Aynı anda, gelişmekte olan ülkeler bir zamanlar sırtlamış oldukları borç yüklerinin faiz oranlarının %18 olduğunu gördüler. Sanayileşip, aldıkları bu borçları ödeyecekleri fikri bir anda duvara çarptı. Amerikan doları dünyaya petro-dolar ve borç şeklinde yayıldıkça, Fed'in verdiği kararlar tüm dünyayı etkileyecekti. 1982'de, Meksika borçlarını ödeyemeyeceğini açıkladı. Bu durum, 1980'lerdeki borç krizinin Latin Amerika'da ve Afrika'da yayılmasına vesile oldu.

    Birdenbire, gelişmekte olan ülkeler krize gömüldüler. Böylece sahneye, yeni keşifleri olan "Yapısal Düzenleme Programları" ile Dünya Bankası ve IMF çıktılar. Bu programlarla, anlaşma imzalamaya ihtiyacı olan ülkelerin etrafı sarılacaktı. IMF borç alınmasına yardım edecek, Dünya Bankası da "kalkınma" projeleri sunacaktı. Böylece ülkeler, neoliberal inşa süreçlerine maruz kalacaklardı.

    Neoliberalizm, 1980'lerde Amerika ve İngiltere'nin sınırlarını aştı. Finansal imparatorlukları ve diğer araçları olan IMF ve Dünya Bankası sayesinde, neoliberalizmi dünyaya yaymaya başladılar. Neoliberalizme direnen ülkeler "rejim değişikliği"ne maruz bırakıldılar. Bunu da finansal manipülasyon, döviz spekülasyonu, ABD'nin başını çektiği Batılı ulusların hegemonik mali politikaları, Birleşmiş Milletler vasıtasıyla ya da ikili temelde basitçe uygulanan ekonomik yaptırımlar, gizli rejim değişiklikleri, "renk devrimleri" ya da darbeler, suikastler, aleni askeri operasyonlar ve savaş yoluyla yaptılar.

    Neoliberalizm, serbest piyasa köktenciliğini içermektedir. Bu da, "daha üretici ve verimli" olmaları adına devlet varlıkları ve endüstrilerinin özelleştirildiği, geniş bir özelleştirme dalgasını gerektirir. Böylece, özel olarak korunan herhangi bir endüstri kadar önemli olan sağlık ve eğitim sektörlerinin de özelleştirilmesi sonucu doğacaktır. Bu sektörler, özellikle yoksul ülkelerde hayati öneme sahiplerdir.

    Bu şekilde, piyasa liberalleşecek, yani yabancı yatırımları kısıtlayan ve onlara ayak bağı olan tüm gümrük duvarları ve vergiler ya azaltılacak, ya da tamamıyla ortadan kalkacaktı. Bu yolla, yabancı sermaye (Batılı şirketler ve bankalar) ülkede daha rahat yatırımlar yapacaklar ve büyüyen ve "rekabet eden" ulusal sanayiler de dünyanın diğer bölgelerindeki ülkelere daha rahat yatırım yapabileceklerdi. Ülkenin merkez bankası da faiz oranlarını düşük tutarak ülkeye para giriş-çıkışının kolaylaşmasını sağlayacaktı. Bunun yol açacağı sonuç da, ülkeye yatırım yapan çokuluslu şirketlerin ve bankaların, özelleştirilen endüstlerileri (yani ulusal ekonomiyi) kolayca satın alabilmesi olacaktı. Aynı zamanda, önde gelen ulusal endüstrilerin de, küresel bankalarla ve şirketlerle çalışıp, büyümelerinin de önü açılacaktı. Bu ise mecburi olarak, ulusal ekonominin oligopolize olmasına neden olur ve küresel ekonomiye hizmet ederek onu Batılı elitlerin ellerine teslim eder.

    Avrupalılar, Afrika ve diğer kolonileştirilmiş bölgelere "dolaylı hakimiyet" sistemini getirdiler. Bu sistemde, yönetim yapısı tekrar inşa ediliyor ve yerel halk, yerel insanlar tarafından yönetilirken, aynı anda Batı'ya hizmet ediyordu. Dolayısıyla, yerel bir elit kesim oluşturuluyordu, ve bu kesim koloni sisteminin de yardımıyla kendilerini zenginleştiriyordu. Bu şekilde, koloni sisteminin efendilerine karşı bir tehdit oluşturmuyorlardı. Kendi çıkarlarını düşünüyorlar ve bu da yine koloni sisteminin efendilerine hizmetle aynı anlama geliyordu.

    Küreselleşme çağında, "Üçüncü Dünya" liderleri, global elitler tarafından, global elitlerin çıkarları için, seçildiler ve yapılandırılırdılar. Bu bir dolaylı hakimiyetti ve yerel elitler, "yerel küreselleşmeciler" oldular. Onlar da küresel sistemin ve imparatorluk yapısının birer parçası oldular.

    Herhangi bir Yapısal Düzenleme Programı'nın sonucunda insanlar kitleler halinde işsiz kalmaya başlayacaklar, benzin ve yiyecek gibi zaruri malların fiyatları bazen yüzde yüzlerle ölçülen oranlarda artacak ve para birimi değer kaybedecekti. Yoksulluk yayılacak ve ekonominin tüm sektörleri kepenk indirecekti. Asya, Latin Amerika ve Afrika'nın gelişen bölgelerinde bu politikalar zarar verici niteliğe sahiplerdir. İnsanların sığınabilecekleri sosyal güvenlik ağları olmadığı takdirde, insanlar açlığa mahkum olacak, sosyal devlet kavramının içi boşaltılacaktır.

    Afrika'ya gelince, kıta 1980'lerde ve 1990'lara girilirken, hızla endüstrisizleştirildi ve yoksulluk aşırı derecede arttı. Bununla birlikte kaos yayıldı. 1990'lar neoliberal politikaların ağır etkileri hızla görülmeye başlandıkça, ana düşünce olarak, akademi, medya ve politika çevreleri tarafından, kıtanın Afrikalılar tarafından "yönetilememesi" ortaya atıldı. Suçlu olarak yerel yönetimler gösteriliyordu. Yerel politik ve ekonomik elitler suçlara ortak edilirken, sorunlar kıtadan değil, "kıtanın dışındaki"lerden kaynaklanıyordu.

    Böylece 1990'larda "iyi yönetim" fikri popüler olmaya başladı. Bunun anlamı şuydu: IMF'nin verdiği borçların ve Dünya Bankası'nın yaptığı yardımların karşılığı olarak, reformlar sadece ekonomik alanda değil, Batı'nın "iyi yönetim" diye tabir ettiği alanda da yapılacaktı. Bununla birlikte neoliberal jargonda "iyi yönetim", "minimal yönetim" anlamına geliyordu ve hükümetler, kamu sektörlerini tasfiye etmekle yükümlüydüler. Tabii ki demokrasinin aldatıcılığına başvurulmalıydı, seçimler düzenlenmeliydi ve sivil toplumun oluşması için de izin verilmeliydi. "Özgürlük" ise ekonomik bir anlam taşıyordu ve Batılı sermayenin ülkeye girmesi için gerekli olan "özgürlük"le eşdeğerdi.

    Kitlesel yoksulluk ve şiddet kıtaya yayıldıkça, insanlara ödül olarak "seçimler" verildi. Bir kişi seçilecekti ve bu kişi, daha önceden belirlenmiş ekonomik ve politik yapıya hizmet edecekti. Politikacılar, diğerlerinin fakirleşmesi uğruna kendilerini zenginleştireceklerdi ve bir sonraki seçimde kenara atılacaklardı. Geri-ileri, bu böyle devam edecekti. Gerçekte hiçbir değişikliğin meydana gelmesine izin verilmeyecekti. Bu sebepten ötürü, Batı'nın empoze ettiği demokrasi başarısız oldu.

    International Affairs'ın 2002 edisyonundaki bir makalede, Royal Institute of International Affairs (the British counter-part to the Council on Foreign Relations)'ın makalesinde şöyle yazıyordu:

    "1960'ta, dünyanın en üstündeki %20'lik nüfusun ortalama geliri, en alttaki %20'nin 30 katıydı. 1990 itibariyle bu oran 60'a, 1997'de ise en alttaki %50'nin 74 katına ulaştı. Bugün ise en zengin üç milyarderin toplam mal varlıkları, tüm gelişmemiş ülkelerin ve onların 600 milyonluk toplam nüfuslarının gayrısafi milli hasılalarının toplamından daha fazla.

    Bu durum, büyüme patlaması yaşayan, hem yerel hem de Batılı olan Afrika'daki sivil toplum kuruluşlarının (NGO) nedenini açıklamakta. STK'ler bugün, resmi kuruluşlar, avukatlar, akademisyenler ve diğer alanlardan uzmanlarla Afrika arasında geniş bir kurumsal bağ olarak görev yapıyorlar; onların "gelişen dünya" hakkında bilgi üretim ve kullanımlarına yardımcı olarak ve "kalkınma makinesi"nin belirgin parçaları oluyorlar.

    [...] Yardım (STK'lerin etkin bir rol üstlendikleri konu) sık sık fedakarlığın bir türü olarak tanımlanıyor ve varlığın, zenginden fakire gitmesine, yoksulluğun azaltılması ve yoksulun güçlendirilmesi adına iyi bir zemin oluşturuyor."[7]

    Daha sonra uzmanlar, STK'lerin Afrika'da tuhaf bir evrim geçirdiğini anlatıyorlar:

    "STK'lerin kalkınmadaki rolü, öncülleri olan, Avrupa'nın kolonileşmesinde ve Afrika'nın kontrolünün ele geçirilmesinde yardımlaşan misyonerler ve gönüllü oluşumların, yaptıkları işlerin devamını temsil ediyor. Bugün onların yaptıkları, yoksulluğun azaltılmasına sembolik de olsa katkı yapıyor fakat belirgin biçimde Afrikalılar'ın, kendilerini ekonomik, sosyal ve politik baskıdan kurtarmaları adına mücadelelerini vurguluyor."[8]

    Yazarlar, neoliberalizmin nasıl yayıldığını, "minimalist devlet" fikrinin Afrika'da ve tüm dünyada nasıl geliştiğini inceliyorlar. Böylece IMF ve Dünya Bankası'nın, "koloni-ötesi" ekonomilerin yeni kumandanları olduğunu incelemiş oluyorlar. Bununla birlikte bu çabalar direnç olmadan kabul ettirilmedi. "1976 ve 1992 arasında dünya genelindeki 39 ülkede, IMF destekli Yapısal Düzenleme Programları karşıtı olarak 146 protesto gerçekleşti." Genelde hükümetler kaba kuvvetle, gösterileri şiddetli bir şekilde bastırdı. Reformlara karşı bu yaygın karşıtlık, "kalkınma"ya olan katkılarını değerlendirme sürecinde, büyük oluşumlara ve yardım kuruluşlarına mal edilmelidir:[9]

    "1990'lardaki müzakerelerin gidişatı "iyi yönetim" gündemi ve tüm STK'leri yeni bir paket ile daha çok, bir sosyal kontrol programı olarak nitelendirilebilecek, refah elde etme programına dahil etmek üzerineydi."

    Sonuç, devletin kontrolünü ele geçirmek için mücadele eden yönetici sınıfını kamu alanına getirerek, "çok partililik" adı altında "çoğulculuğu" gerçekleştirmek oldu.[10]

    Afrika bir kez daha, emperyalizmin soğuk pençesinde oyuna getirilmişti. Karışıklıklar, emperyal güçler tarafından, özellikle etnik gruplar karşı karşıya getirilerek kışkırtılmış, Afrikalılar, yerel liderlerin de yardımıyla, Batı'nın egemenliğine boyun eğdirilmişlerdi. Savaş ve karışıklık yayılacaktı, böylece de Batılı sermaye ve çokuluslu şirketler de yayılacaklardı.



    < Bu mesaj bu kişi tarafından değiştirildi jay jay justified -- 4 Mart 2010; 5:50:29 >




  • Harika ve yetkin bir tercüme, akıcı bir üslup... Bu yazıyı okuma fırsatı verdiğin için sana okuyanlar adına çok teşekkür ediyorum jay jay.
  • Rica ederim, faydalı olabildiysem ne mutlu bana. İnternete erişimde sorun yaşıyorum uzun zamandır. Bağlı kalabildiğim sürece gecikmeyecek devamı. Bu akşam çalışmam bittiğinde bir çeyrek bölümü daha çevirmeyi umuyorum.
  • teşekkürer jay jay ,

    referans vererek forumun başka tartışmalarında yazınızı kullanabilir miyiz.Benzzer şeyleri anlatmaya çalışıyorum ama tarihsel sıralama ve nedenleri burada daha iyi anlaşılmakta. Herkes küreselleşme, devletçilik , altın döviz hakkındabirşeyler biliyor ama neden bu nların yıkılmak istendiğini ve ülkemizdeki ve dünyadaki politik gelişmelerin kaynağını algılayamıyor . En azından devletlerin değil paranın impartorluğunu kurarak 1984 filmindeki gibi bir göz tüm dünyayı kontrol edecek ama bunu bilebilenlerin sayısı gerçekten az.Azların sayısını arttırırsak en azında tüketimin nelere neden olabilceğini de anlatabilmiş olacağız.
  • vezir hocam, referans gereken yerlerde tabii ki gerekeni yapın lakin onun dışında herhangi bir referansa gerek yok kesinlikle. Gönüllü bir çalışma bu. Dilediğiniz gibi paylaşabilirsiniz.




  • quote:

    Orijinalden alıntı: maki1970
    ....

    Fosil yakıtlar azalacağına bunların yerine aynı kapasitede alternatif enerji kurulamayacağına göre, mevcut yaşam biçimimizi ( küresel, mobil, çok kaynak tüketen, çok enerji harcayan, büyük, karmaşık ) sürdürmeye imkan olmayacak. Enerji tüketimimizi mevcutun %20'sine falan çekmemiz gerekecek, bu miktar kalan fosil yakıtlardan ve ufak ufak kurulacak yenilenebilir enerji kaynaklarından sağlanacak. Daha yerel, daha az kaynak tüketen, tamamıyla geri dönüşüme dayanan hammadde kullanıcısı, kendine yeterli, basit, az enerji harcayan bir yaşam biçimine geçeceğiz.

    Burada kritik kelime sürdürülebilirlik, aslında basit olmasına rağmen hiç de kolay değil. Öncelikle bir hazır kaynaktan yararlanmak ile bir akıştan yararlanmak çok farklı şeyler, örneğin petrol güneşin birikmiş enerjisi bunu kullanmak çok kolay ama güneşten direk faydalanmak çok daha zor., örneğin güneş panelinden elektrik üretmek yeterli değil, o paneli yapmak için gereken enerjiyi de malzemeyi de aynı enerjiden daha azıyla yapabilmek lazım ( sanırım bu anlamda güneş paneli sınıfta kalır )
    ...



    @maki1970 (buradaki 1970'den benimle aynı yaşta olduğunu tahmin ediyorum ) çok harika biçimde özetlemiş.
    Temiz, kısa ve net bir anlatım. Kazara veya meraktan birisi bu forum başlığına gelse ve bu sayfadaki maki1970'in 2 mesajını okusa meselenin anafikrini çok berrak biçimde kavrayacaktır.

    Yukarıda alıntıladığım 2 paragraf benim için en etkili yerler.

    Fakat özellikle kalınlaştırdığım satırlar ve buradaki fikir insanlar tarafından kolay kolay anlaşılmayan, anlatılamayan bir kavram.
    Hazır enerji paketlerini çıkarıp kullanmak ile akan bir enerjiyi hapsetmeye çalışıp onu kullanmak arasında çok ciddi bir fark var.
    Bu fark uygarlığımızın geldiği noktanın da izahıdır.
    Bugünlerde enerji konusunu düşünen, kafa yoran, alternatif enerji kaynaklarının uygralığı devam ettirebileceğini düşünen herkesin gözardı ettiği farktır bu.

    Aslında temel sorun nüfustur!
    Dünya nüfusunu 2 milyar altında sabitleyebilmiş olsak ve şu anda tüm dünyayı sarıp sarmalamış olan sürekli büyüme-sömürme üzerine kurulmuş, insan doğasına da tabiat-fizik gerçeklerine de aykırı ekonomik-siyaysi-dini düzenlerden kurtulabilmiş olsaydık, mevcut bilinen alternatif enerji kaynakaları kombine olarak kullanıldığında insanoğlu hiç bir zaman enerji sorunu çekmeyecekti.

    Fakat arsız ve sorumsuz tüketim pompalaması, sürekli egemen-hükemeden toplum olma hırsı, "benim siyasi-dini-ekonomik inanaçlarım en doğrusudur, bu yüzden dünyadaki tüm yaşayanlar bu çizgiye gelmeli, benim inançlarım doğrultusunda yaşamalı, bunu sağlayabilmek için de en güçlü devlet ben olmalıyım, en güçlü ben olmak için de sürekli büyümeliyim" fikri yüzünden çılgınca artan nüfus ve aynı çlıgınlıkta doğal kaynakların tüketimi artbaşı gidiyor. Kontrolsüz büyüme ve tüketimin bir sınırı olmalıydı. Bu sınır zaten var! Doğa sınırlı bir kaynaktır. İşin kötüsü şu olacak: Bu sınıra geldiğimizde o sınırları bilerek yaşayabilecekken toptan çöküşe gideceğiz.


    Tekrar başa dönersek; hazır enerjiyi bulup çıkarıp kullanmakla akan bir enerjiden faydalanmak çok farklıdır.
    Alternatif enerji kaynaklarını tartışırken, gelecek için plan yaparken bu gerçeği her zaman gözönünde tutmak lazım.
    John Michael Greer 'in bu konuda harika bir yazısı var.
    Üşenmedim sizler için Türkçe'ye çevirdim
    Biraz acale oldu, hataları affedin


    Yazının orijinali:

    Energy follows its bliss
    http://www.energybulletin.net/51714


    ================================================


    Enerji en rahat olduğu yere doğru (mutluluğa) akar

    Endüstriyel uygarlık karmaşık bir şeydir ve gerilemesi, eksilmesi daha da karmaşık
    olacaktır. Bununla birlikte her iki durum da kendilerine basit fiziksel temeller üzerinde
    yer bulurlar. Akılda tutulması gereken en önemli nokta, karamsar bir geleceğin vereceği
    yıkıcı duygular nedeniyle, kendi kendini kandırmanın herhangi bir şekline kendimizi çok
    kolay biçimde kaptırabileceğmizdir.

    Bugünlerde internette heryerde yeni enerji teknolojileri ile ilgili heyecanlı bir şekilde
    yığınla tartışmalar oluyor. Petrol yokluğuna karşı Amerikan mısırından elde edilen etanol
    üretimi ile ilgili yapılan kapsamlı planlarda Peak-Oil ile haşır neşir olanlar küçük ama
    çok önemli bir detayın ihmal edildiğinin farkındalar: Mısırı üretmek ve onu etanole
    dönüştümek, aynı etanolün yakılmasıyla elde edilen enerjiden daha fazlasını gerektirir. Bu
    hata sürpriz sayılmamalı, çünkü enerji üretimi ile ilgili bugünlerde yapılan birçok
    tartışmada, aynı yanlış mantığın benzer hatalı varyasyonları şaşırtıcı miktarda çok
    yapılmaktadır.

    Etanolun bu kadar şişirlmesi ve sonucunda patlayacak olması konusundaki yapılan hatanın en
    temel nedenleri kültürümüzle sıkı sıkıya ilişkilidir. İşte bir örnek, Amerikan okullarının
    10'lu yaş grubundaki en parlak zekalı çocuklar, elektrik motorları ve jenaratörler
    hakkında bir şeyler öğrendikten sonra hep bezner fikirlerle geliyorlar: Bir elektrik
    motoru ile jenaratörü aynı aksla biribirne bağlayıp, çalışan elektrik motorunun ürettiği
    hareketle jenaratörü çalıştırıp, jenaratörden çıkan elektrikle de elektrik motorunun
    çalışmasını devam ettirmek. Bu şekilde bir sistemi bir araca koyup sürmek! Bu sistem
    mükemmel şekilde mantıklı gözüküyor Motor jenaratörü çalıştıracak, jenaratör motoru
    çalıştıracak, sonsuza dek sürecek bir döngü hareketi, al bunu bağla bir tekere ve bedava
    enerji ile sür sürebildiğin kadar. Evet, ben de bu parlak zekalı 10'lu yaş
    çocuklarındandım ve hala evin bir yerlerinde 16 yaşlarındayken tasarladığım bu teknolojiye
    göre yapılmış motorla çalışa arabanın çizimleri duruyor olmalı.

    Şüphesiz makina çalışmadı :) Bu makinanın bırakın bisikletimi sürmesini ki bu ürettiğim
    teknolojinin ilk testi olacaktı, üzerine herhengi bir yük bağlamadan kendi kendine bile
    çalışamamıştı. Bir bisikletten söktüğüm dinamo ile bir oyuncaktan söktüğüm küçük motoru
    birbirine dikkatlice bağlayıp şaftın en ucuna da bir volan bağlamıştım. Volanı çevirdikten
    sonra makina bir kaç tur dönüp tamamen durmuştu. Şimdi geçmişteki o günlere baktığımda en
    çok ilgimi çeken şey projemle ilgili konuştuğum büyüklerimin bunun çalışmayacağını
    bilmeleri ve bunu bana söylemeleri, fakat o 10'lu yaşların parlak zekalı çocuğununun bunu
    kavrayamaması idi.

    Konunun çok karmaşık olmasından değildi bu. Devridaim makinalarının çalışmayacağının
    nefeskesen nedeni aslında çok basitti; Sorun şu ki bugünlerde enerji üzerine düşünen,
    tartışan çoğu insan aynı imkanısz mantığı kavrayammaış hala.

    Çoğu insan şöyle düşünüyor: Enerji bir iş yapabilme kapasitesi olarak tanımlanıyorsa, ve
    eğer elinde belli miktarda enerji varsa o enerjinin kapasitesi kadar iş yapılabilir. Bu
    son derece mantıklı görünüyor. Fakat sorun şurda ki gerçek dünyada işler bu şekilde
    olmuyor.

    Gerçek dünyada en azından 2 şeyi daha hesaba katmak gerekiyor. Bunların ilki, peak-oil
    konulu forumlarda çok sıkça dile getirilen bir husus: Bir enerji kaynağından efektif
    enerji ürettirmek için, o enerji kaynağını, iş yapabilecek konuma getirmek için
    harçayacağınız enerjiyi toplam üretilen enerjiden çıkarmanız gerekiyor. Buna NET enerji
    denir ve bu Amerikan etanol endüstrisinin tuzağa kaptırdığı en zayıf yeridir. Mısırdan
    enerji elde etmenin anlamlı olabilmesi için o mısırları yetiştirmek için ne kadar enerji
    harcandığının görmezden gelinmesi gerekir.

    İkinci hesaba katılacak konu ise asıl burada üzerinde durmak istediğimdir. Bu husus
    neredeyse hiç değinilmeyen fakat bana göre net enerji kavramından da daha önemli bir
    konudur. Bu, fizik kurallarının en sağlam olanı, termodinamiğin ikinci yasasından gelir.
    Burada iyi anlaşılması gereken nokta şu: İş yapmaya gelince, enerjiyi elde etmek için
    harcadığınız enerjiyi de düştükten sonra elinizde kalan enerjinin ne kadar çok olduğunun
    bir anlamı yok! Verili enerji kaynağının yaptıracağı iş sadece enerjinin miktarına değil,
    enerji kaynağı ile çevre arasındaki yoğunluk farkına da bağlıdır!

    Lütfen bunu bir daha okuyun ve anlamaya çalışın:
    Enerji kaynağının yaptıracağı iş, sadece enerjinin miktarına değil, enerji kaynağı ile
    çevre arasındaki yoğunluk farkına da bağlıdır.


    İnce noktayı yakalayabildiniz mi?
    Gelin bu konuya daha yakından bakalım.

    Enerji eğer kendi haline bırakılırsa çok yoğun olduğu durumdan daha az yoğun olduğu duruma
    doğru akar. Bu yüzden sabah içtiğiniz kahveyi uzun süre masada bırakırsanız bir süre sonra
    soğur. Kahvenin içindeki ısı hala durmaktadır, çünkü enerji ne yaratılabilir ne de
    yokedilebilir. Fakat en basitinden o enerji artık işinize yaramaz. Çünkü kahve içindeki
    ısı enerjisi artık çevreye yayılmıştır, odanın sıcaklığını sizin çok zor hissedeceğiniz
    bir miktarda arttırmıştır. Isı kaybına rağmen fincandaki kahvede hala ısı enerjisi vardır.
    Sıcaklığı odanın sıcaklığına geldiği anda oda ve kahve arasındaki ısı hareketi sona erer,
    kahve mutlak sıfır dereceye kadar soğumaz. Fakat oda sıcaklığına kadar düşmüş bir kahvenin
    içindeki ısı soğuk bir kış sabahında beklediğiniz içinizi ısıtacak işi yapmaz.

    Odada oturup soğuk kahveyi düşünürken küçük boyutta bir enerji krizyle yüzleşiyorsunuz
    aslında. Elinizdeki enerji kaynağı (kahvenin içindeki ısı) istediğiniz işi yapmıyor
    (içinizi ısıtmıyor). Buraya dikkat: Bir enerji yoksunluğu içinde değilsiniz! Mutfakta
    sıcak kahveyi fincana doldurduğunuz andaki enerjiniz kadar enerjiniz var halen.
    Yoksunluğunu çektiğiniz şey enerji değil bulunduğunuz ortamdaki iş görecek kadar enerji
    yoğunluğu farkıdır (teknik terim olarak EXERGY). Peki enerji krizinizi nasıl çözersiniz?
    Bunun yolu bulunduğunuz ortam ile enerji kaynağı arasındaki enerji yoğunluk farkını
    arttırmaktır. Mesala soğuk kahveyi lavaboya döküp yeni bir sıcak fincan doldurabilirsiniz
    (hazır enerjiyi kullanmak) veya fincanı bir ısıtıcının üzerine koyup ısıtabilirsiniz
    (enerji akışını toplamak). Hangi yolu seçerseniz seçin, iş yapmak için biraz enerji elde
    etmek ve enerjiyi yüksek yoğunluktan düşük yoğunluğa doğru akıtmak zorundasınız.


    Ne zaman enerji ile bir iş yapmak isterseniz, onu en mutlu olduğu hale geçmesine, yani
    yüksek yoğunluktan düşük youğunluğa geçmesine izin vermelisiniz. Daha fazla iş yapmak
    istiyoranız daha çok exergy kullanmak zorundasınız. Bunu ya küçük ama çok yoğun bir enerji
    ya da miktar olarak fazla ama makul oranda yoğunlaşmış enerji, veya her ikisinin
    ortasında bir şekilde yapabilirsiniz. Öyle veya böyle, yinde de, iş yapıldıktan sonra
    enerji kaynağı ve ortam arasındaki toplam yoğunluk farkı (toplam exergy) azalır. Bu arada
    unutmayın, eğer bedelini ödemeyi göze alıyorsanız (kayıplar) enerjiyi iş yapmadan bir
    çeşidinden diğerine dönüştürebilirsiniz. Hatta işlem sonucunda biraz fazla ısı kaybını
    göze alırsanız onu çok çok yoğun hale getirbilirsiniz. Her işlem sonucunda toplam exergy
    azalır.

    İşte bu benim 10'lu yaşlarımda bütün dünyada devrim yaratmasını ve beni meşhur ve zengin
    yapmasını beklediğim büyük buluşumun niçin işe yaramadığın sebebidir. Elektrik motoru ve
    jenaratör enerjinin bir formdan başka bir forma dönüşmesidir. Elektrikten harekete ve
    harektten elektriğe dönüşümlerdir. Her dönüşümde enerjinin bir kısmı kaybedilir ve bu da
    exergy'i azaltır. Jeneratörü çalıştıran dönen şaftın belli bir dönüş hızında Jeneratörden
    çıkan enerji, Şaftın o hızda dönmesini sağlacak motorun ihtiyaç duyacağı enerjiden her
    zaman daha azdır. Yani motoru, şaftı aynı hızda çevircek kadar besleyecek kadar elektrik
    gelmez jenaratörden.

    İnsanlar enerji üzerine konuşurken miktarın konsantrasyondan daha önmeli olduğunu sanarak
    bu noktayı hep ıskalarlar. Sözgelimi internette herhengi bir foruma enerjinin uygarlığın
    sınırlayıcısı olduğuna dair bir yazı koyun, büyük ihtimal enerjinin dünyada çok,
    alternatiflerinin bol ve nihayetinde evrende limitsiz dercede çok olduğuna dair cevaplar
    alırsınız. "Aptallığa Karşı Filtreler" (Filters Against Folly) kitabında Garrett
    Hardin'in belirttiği gibi, eğer birisi "X maddesi sonsuz olarak vardır" diyorsa aslında
    "Ben X hakkında düşünmek istemiyorum" demek istiyordur. "Sonsuz" kelimesi bir düşünmeyi
    durdurma işlevi görür. Bu şekeilde yakında incelemek ve üzerine düşünmek gibi ve sonucunda
    rahatsızlık vercek şeylerden sakındırır.

    Enerji evrende sonsuz olsa da hala yukarıda bahsettiğiz problem karşımızda durmaktadır.
    Kesinlikle eminiz ki çok yüksek oranda sıkışmış enerjiyi evrenin herhangi bir köşesinde
    bulmamız çok zor. Olanlar da (dünyadaki petrol gibi) çok sınırlı miktarda var. Enerji her
    zaman yüksek yoğunluktan düşük yoğunluğa akmayı sevdiğinden yüksek yoğunluklu enerji
    bulmak çok nadir ve zordur. Olsa bile yine çok nadir koşullarda oluşur.


    İçinde yaşadığımız ve bizi direk etkileyen evrenin bu köşesinde bu koşullardan bir kaçı
    güneşin tam kalbinde oluşmuş durumda. Çekim kuvveti öyle büyüktür ki Hidojen atomlarını
    biribine kaynaştırarark Helyumu oluşturur. Diğer bazı koşullar Dünya üzerinde de
    mevcuttur. Bitkiler güneşten gelen enerjiyi yapraklarında hapsederek gövdesinde
    biriktirir. Bitkiler tarafından hapsedilen ve yoğunlaştırılan bu enerji diğer canlı
    oranizmalar tarafından bitkileri direk oranizmanın içine alarak yoğun enerji transferi
    yapılır. Ve yine dünya üzerindeki yaşam tarhi boyunca, çok özel ve uzun süren bir dizi
    olay sayesinde bitkiler ve diğer canlılardaki birikmiş enerji çok uzun süren jeolojik
    süreçlar sonrasında yeraltına şıkışıp geçirgen olmayan havzalarda toplanarak, fosil yakıt
    dediğimiz ve bugün sorumsuzca harcadığımız konsantre enerjiyi oluşmuştur. Dünya üzerinde
    yoğun halde bulabileceğimiz bir kaç enerji formu daha var. Tamamen güneş ışığı yüzünden
    meydana gelen su ve rüzgarın kinetik enerjisi, Dünyanın ilk oluşumu dönemimde dünyanın
    içine hapsedilen ve o dönemden beri yavaş yavaş uzaya doğru salıverilen ısı enerjisi, ve
    bir kaç tane kararsız çekirdek yapısına sahip ve belli koşullarda enerjisi yakalanabilen
    radyoaktif elementler. Fakat enerjimiizn ağılıklı kısmı direk veya dolaylı olarak güneşten
    gelmektedir.

    İşte bu bizim problemimizin en temiz ifadesidir. Çünkü 145 milyon km kadar derin uzaydan
    gelen ve uzay koşullarına göre yoğun sayılan atmosferden geçen güneş ışığı enerjisinin
    çoğunu kaybeder. Bu yüzden bitkiler yapraklarına vuran güneş ışığının sadece %1'ini
    biriktirbiliyor. Geri kalan ya yansımayla kayboluyor ya da bitkinin kendi yaşamsal
    gereksinimleri için harcanıyor, geriye biriktirilebilecek sadece %1 kalıyor. Birazcık iş
    görebilmek için bu %1 enerji toplanıyor ve gerisi heba olup gidiyor, işte bu yüzden güneş
    enerjisi yoğun (konsantre) enerji değildir.

    Bu yüzden "Sıfır Nokta Enerji" (Zero Point Energy) peşindeki insanlar kendilerini beyhude
    bu kadar parçalıyorlar. "Sıfır Nokta Enerji" uzay-zaman çizgileri içinde hapsedilmiş
    sonsuz miktarda enerjiyi tanımlayan bir terimdir. Eğer bu enerjiyi kullanabilseydik enerji
    problemimizi sonsuza kadar bir dahah tartışılmayacak kadar çözer ve istediğimiz yıldıza
    giderdik.

    Uzay boşluğunda çok çok yüksek miktarda enerji olduğu konusunda haklı görünüyorlar fakat
    bir kez daha belirtmeliyim ki enerjinin miktarı size ne kadar iş yapacağınızı vermez ve
    "Sıfır Nokta Enerji" tanım olarak evrendeki enerji yoğunluğu olarak en düşük
    düzeydir.Tanım olarak, bu enerji ile hiç bir şey yapılamaz ve benim evimin bir köşesinde
    biryerlerde duran jeneratör-motor pdüzeneği projesinden farksızdır.

    Aynı mantık fosil yakıtların yerini alamk üzere tasarlanan güneş ışığı ve diğer alternatif
    enerji projelerinin niçin başarısızlığa mahkum olduğunu da açıklar. Fosil yakıtlar öyle
    değerlidir ki milyonlarca yılda jeolojik süreçlerde fantastik boyutlarda ısı ve basınçla
    birikmiş ve yoğunlşamış enerjilerdir. Enerji yoğunlaşmasının en üst düzeyini temsil
    ederler. yani en azından bizim gezegenimizde o konumdadırlar. Ve bu enerji son derece
    kısıtlı yoğun enerji hala varoldukça hiç bir alternatifin onunla yarışması sözkonusu
    değildir.


    Konsantre enerji içeren fosil yakıtlar azaldıkça bunun sonucunda fosil yakıt üzerine
    sıkıca bağlı olarak kurulmuş uygarlık kendini aynı gerileme içinde bulacaktır. Aynı
    düzeyde enerji yoğunluğunu devam ettirmek için yapılacak tüm alternatif çabalar işleri
    daha da kötüleştirecektir. Bu her türlü kaybetmeye kaderlenmiş bir anlaşmadır çünkü
    çabalar exegry'nin azalmasına yolaçar: Enerjiyi yoğunlaştıma için daha fazla enerji
    harcamak zorundasınızdır. Bu yüzden benzin deponuz için benzin yerine geçecek başka bir
    yakıt üretmek isterseniz, var olan hazır konsantre enerjiyi normalinden daha hızlı
    tüketmeye başlarsınız. Bunun yerine yüksek yoğunluklu enerji kaynağı olmadan yapılamayacak
    zorunlu işler dışındaki tüm işleri mümkün olduğunca, görece daha düşük yoğunluklu enerjiler ile yapmalı.

    Bu E.F.Schumacher'in "Ara teknoloji" dediği kavramdır ve buna ait geniş içeriğe tam olarak uyar. Schumacher, sıfırdan ağır ekonomi kurmaya çalışan, görece fakir ve geri kalmış ülkelerin, gelişmiş ülkeler gibi teknoloji harikası fabriklar kurması ve dünyanın her tarafına ihracat yapan ekonomiler gibi gelişmek istemesinin bu ülkeler için iyi bir fikir olmadığı düşüncesindedir. Schumacher haklı çünkü bu 3. dünya ülkelerinden gelişenler, kendi düşük teknolojili yerel endüstrisi olup bunu sıkı korumacılıkla belli bir noktaya kadar koruyanlar ve bu endüstrileri bu süreçle ihraç yapacak seviyeye gelenlerdir. Fakat yakın gelecekte hepimiz şimdikinden çok fakir bir düzeyde olacağız.

    Tekonolijk üretim merkezleri, fabriklar kurmak, kağıt paranın ötesinde çok daha fazla pahallıya gelecektir. Böyle yerleri kurmak ve üretim yapmak için , aynı ürünlerin geleneksel el emeği ve el aletleri ile üretmekten çok daha fazla exergy gerektirecektir.



    < Bu mesaj bu kişi tarafından değiştirildi ihg70 -- 23 Mayıs 2010; 23:16:04 >




  • ihg; ben çok oluyorum ama, imlayı ve hataları düzeltip bunu bloga koyabilir miyim? :)

    Alıntı:
    "benim siyasi-dini-ekonomik inanaçlarım en doğrusudur, bu yüzden dünyadaki tüm yaşayanlar bu çizgiye gelmeli, benim inançlarım doğrultusunda yaşamalı, bunu sağlayabilmek için de en güçlü devlet ben olmalıyım, en güçlü ben olmak için de sürekli büyümeliyim"
    Hükümran sınıfların ya da ulusların böyle bir güdülenmelerinin olduğunu sanmıyorum. Mesele karşıdakinin yaşam tarzını filanca ideolojiye uydurmak değil, şu veya bu şekilde kendine hizmet eder hale getirmek. Apartman komşum benim nasıl yaşadığıma karışır, çünkü olaya ahlak ya da din penceresinden bakar. Beni doğrudan sömürmeye niyeti yoktur. Ama devletler için doğru ve yanlış kavramları ya da ahlak kavramı yok. Bu da devletlerin güçlendikçe toplumun ahlaksızlaşmasını açıklar mı? Dur dur, çok farklı bir noktaya geldim şimdi




  • ihg ,

    çok güzel bir yazı ama atlanan bir nokta var ki zaten çözüm onun içinde bu da depolanmış en büyük enerji olan MAGMA enerjisidir. Fosil yakıtların toplam enerjisinin yüzbinlerce katı enerji saklı olarak çok yavaş olarak salınmaktadır .Belki teoride bu enerjiinn kullnılması beklenmeyen sonuçlara neden olabileceği düşünülebilir ve haklı olabilir. Aynı şekilde jeothermal enerjinin de en büyük işletme zararlarından birisi harcanması gereken su miktarının çoklundan kaynaklanmaktadır.

    Kuturuş diye birşey yok peak oil işe bir çöküş yaşanacak ama bir diriliş de var o da elimizdeki magma enerjisini kullnarak gelecek 1000 altın yıla girmek .

    şimdi magmada kısır döngü veya thermodinamik kuralları kötü manada işlemez. Çünkü ha magma ha petrol aynı şeydir. ikiside saklı enerjidir.Ayrıca derin kuyu ısı pompaları ile birçok bölgede neredeyse bedavaya ısınma ve soğutma yapılması mümkündür kibugunun teknolojisidir. Problem bütün herkesin aynı enerji türüne yüklenip kısa sürede gelişme istemesinden kaynaklanmaktadır. Enerji pahalanıkça uzun vadede nufus kontrol altında kalacaktır ve bu zaten gelişimin de bir sınırı olduğunu göstermektedir.

    İnsanoğlunun problemi önüne çıkan sorunları hemen çözmek için aceleci davranması ve genelde enerji açısından en kötü çözümle geçiştirmesinden kaynaklanmaktadır. Eğer tarihe göz atarsak odundan teknoloji üretmek için sınırın olduğunu kavramaları binlerce yıl almıştır ve taki kiingiltere ve avrupanın ormanları bitene kadar bu yıkım sürmüştür. Orta çağda ingilteredeki göçlerin ve savaşların temel sabebi orman yani odun kaynaklarına olan uzaklıkların artmasıdır .çünkü kesilen ağaç 100 yılda yerine konamıyor. Neyse bu konuları siz zaten çok iyi biliyorsunuz ben genel olarak herkesin bir çıkış olduğunu bilmesi için yazıyorum. Çıkış vardır ama çıkış için önce çöküş gereklidir. Bugune kadr hep böyle oldu yine böyle olacak ama çıkış için kaç yıl veya yüzyıl ! beklenecek bilemiyorum.




  • quote:

    Orijinalden alıntı: nlty2000

    ihg; ben çok oluyorum ama, imlayı ve hataları düzeltip bunu bloga koyabilir miyim? :)

    Alıntı:
    "benim siyasi-dini-ekonomik inanaçlarım en doğrusudur, bu yüzden dünyadaki tüm yaşayanlar bu çizgiye gelmeli, benim inançlarım doğrultusunda yaşamalı, bunu sağlayabilmek için de en güçlü devlet ben olmalıyım, en güçlü ben olmak için de sürekli büyümeliyim"
    Hükümran sınıfların ya da ulusların böyle bir güdülenmelerinin olduğunu sanmıyorum. Mesele karşıdakinin yaşam tarzını filanca ideolojiye uydurmak değil, şu veya bu şekilde kendine hizmet eder hale getirmek. Apartman komşum benim nasıl yaşadığıma karışır, çünkü olaya ahlak ya da din penceresinden bakar. Beni doğrudan sömürmeye niyeti yoktur. Ama devletler için doğru ve yanlış kavramları ya da ahlak kavramı yok. Bu da devletlerin güçlendikçe toplumun ahlaksızlaşmasını açıklar mı? Dur dur, çok farklı bir noktaya geldim şimdi



    Kesinlikle istediğin gibi kullanabilirsin
    Normalde çeviri yaptığım zaman üzerinden 3-4 defa üzerinden geçer bütün imla hatalarını, cümle düşüklüklerini, devrik cümleleri düzeltir öyle koyaraım ama dün geç vakitte çok acale yaptığım için çok güzel bir metin çıkmadı ortaya.




  • 
Sayfa: önceki 6465666768
Sayfaya Git
Git
sonraki
- x
Bildirim
mesajınız kopyalandı (ctrl+v) yapıştırmak istediğiniz yere yapıştırabilirsiniz.