Hollandalı Teknik Direktörümüz Frank Rijkaard, Türkiye’ye yeni şeyler başarmak için geldiğini söyledi.
Başarılı çalıştırıcının Futbol Federasyonu'nun TamSaha dergisine verdiği röportaj şöyle:
- Milan'a 26 yaşında transfer olmuştunuz. Bugünü düşündüğümüzde bayağı gecikmiş bir transfer bu. Şimdilerde 18-19 yaşlarında büyük transferler başlıyor. Gençler en fazla 1-2 sezonda çıkış yapıyor, sonra da büyük transferlere imza atıyor. Bu konuda ne düşünüyorsunuz?
“Genel olarak genç bir futbolcu için en iyisi yetiştiği takımda ya da ülkede en az 3-4 sene oynamasıdır. Orada yeteneklerini olgunlaştırır, deneyim kazanır ve mücadeleyi öğrenir. Çünkü önce yetenek öne çıkar. Ama asıl olarak o yetenekle nasıl baş edeceğiniz, onu nasıl geliştireceğiniz önemlidir. Bu da zaman alır. Özellikle istikrarlı bir şekilde iyi oynamak için deneyim kazanmak şarttır. Tabii bunun istisnaları da olur. Öyle yetenekler vardır ki, üst düzey futbola çok kısa sürede adapte olurlar. Ama kural olarak temel futbol bilgisinin gelişmesi için biraz beklemek ve olgunlaşmak önemlidir. Bazı büyük kulüpler bu süreci kısaltmak, oyuncuları daha hızlı adapte etmek için profesyonel gençlik birimleri oluşturuyorlar. Mesela Barcelona altyapısının böyle bir işlevi vardır. Evet, Messi çok genç çıktı A takıma. Ama o uzun bir süredir Barcelona'da oynuyordu ve ailesiyle birlikte kısa sürede uyum sağlamasına yarayacak bir eğitim almıştı. Ama o bir istisna. 18 yaş transfer için çok küçük bir yaş.”
- Futbolcuyken dünyanın en iyi teknik adamlarıyla çalışma şansınız oldu. Rinus Michels, Cruyff, Hiddink, Sacchi, van Gaal, Capello… Hangisinden ilham aldınız? Kim ne kadar etkiledi sizi? Hangi ekolün takipçisisiniz?
“Ben bu konuda çok şanslıyım. Ajax okulunda büyüdüm. Bir Ajax okulundan bahsediyorsak, bu Cruyff ve Michels sayesindedir. Ben de her ikisiyle çalıştım. Hatta Cruyff'la aynı takımda oynama şansını da yakaladım. Onlar Hollanda futbolunu yapılandıran en önemli iki isimdi. Örnek alınacak adamlardı. Ama ben onları taklit etmeyi düşünmedim hiç. Çünkü hiçbir teknik adamın taklit edilemeyeceğini düşünüyorum. Herkesin kendine özgü yanları var ve onları tekrarlamak imkânsızdır. Ama ders almayı bilmelisiniz. Öğrenmeye açık olmalısınız. Ben onlardan çok şey öğrendiğimi düşünüyorum. Önce Beenhakker vardı benim için. Beni 17 yaşında A Takıma alan isim oydu. Sonrasında Van Gaal'la çalıştım. Onun futbola yaklaşımı beni çok etkilemiştir. Çalıştığım en iyi teknik adamlardan biridir. Takımdan ve sizden pek çok şey yapmanızı bekler. Onunla bir sürü deneyim kazandığımı düşünüyorum. İtalya'ya transfer olduğumda ise Sacchi ve Capello vardı. Sacchi'nin yeri benim için ayrıdır. Beni Milan'a alan odur ve o takımı kuran da odur. Açıkçası Sacchi'nin İtalyan futbol mantalitesinde önemli bir sıçrama yarattığını düşünüyorum. İtalya'da onun kadar etkili çok az teknik adam vardır. Sacchi'den önce İtalyan futbolu sonuç odaklı ve defansif bir yapıya sahipti. Ama onun yarattığı Milan'da her şey değişti. Biz gole doymazdık orada. Kaç atabiliyorsak atardık. Bitmek bilmez bir pres yapardık. Bugün bile o takımın İtalyan futbolunda farklı bir yeri vardır. O takımda oynamak benim için önemlidir. Çünkü futbol ufkumu biraz da o takım şekillendirmiştir. Capello, Sacchi'nin ardından geldi Milan'a. Ama o da zekâsıyla farklılığını koydu. Takımın sisteminin oturduğunun farkındaydı. Onu bozmak yerine küçük müdahalelerle daha mükemmel bir takım olmamızı sağladı. Onunla neredeyse her maçımızı kazanıyorduk.”
- Peki, oynadığınız en iyi takım hangisiydi?
“Sacchi'nin Milan'ı oynadığım en iyi takımdı. Bütün maçı rakip sahada geçirirdik neredeyse. Hatta bazı maçlarda mükemmel futbolu yakaladığımızı düşünüyorum. Tabii ki müthiş oyuncularımız vardı. Ama bu sadece iyi oyuncularla kendiliğinden oluşacak bir şey değil. Biz 11 kişiden oluşan tek bir organizma gibi hareket ediyorduk. Top neredeyse hepimiz oradaydık. Taktik olarak hiç aksamıyorduk. Neredeyse her maçta 4-5 gol atıyorduk.”
- O takımın ilginç bir yanı var. O Milan ekibinde oynayan pek çok oyuncu büyük kariyerli antrenör oldu. Siz, Gullit, van Basten, Ancelotti, Donadoni ve diğerleri. Hakikaten o takımın teknik adamlık kariyerinizde özel bir yeri var mı? O takımda oynamakla mı başladı her şey?
“Aslında futbol oynarken teknik adam olmayı aklımdan geçirmiyordum. Ama şu kesin ki, teknik adam olduktan sonra Milan'da, o takımda oynamak beni gerçekten etkiledi. Futbolculuk dönemi bir teknik adamın her zaman peşinden gelir. Milan'da beş sene oynadım ve o dönem, o takım benim için önemliydi.”
TEKNİK DİREKTÖRLÜK FİKRİ AKLINDA YOKTU
- Ne zaman teknik adam olmaya karar verdiniz?
“Futbol oynadığım yıllarda aklımda teknik direktörlük fikri yoktu. Futbolu bıraktıktan sonra da durum farklı değildi. Jübilemi yaptıktan sonra Fransa'ya yerleştim. Sonrasında Hollanda Milli Takımı, Ajax ve Milan'dan maçlara davetiye almaya başladım. Derken kendimi televizyon karşısında sürekli futbol izlerken buldum. Her maç sonrasında kafamda bir sürü fikir birikiyordu. Nasıl daha iyi oynanır, futbol nasıl gelişir, bunun üzerine kafa yoruyordum. Sürekli futbol izleyip, futbol konuşmaya başlayınca fikrim değişmeye başladı. Üst düzey bir teknik adam olmam gerekmiyordu, tecrübelerimi gençlerle paylaşmak bile önemli bir katkı olabilirdi. Tam o sırada Hollanda Federasyonu Elit Eğitim Kursu adında özel bir kurs başlattı. Bu kursa ancak Avrupa'da üst düzey başarılar yakalamış eski oyuncular katılabiliyordu. Koeman, Kroll, Gullit ve Neeskens'le birlikte ben de bu kursa katılmaya karar verdim. Orada bir yıl eğitim gördükten sonra teknik direktörlük belgesi aldım. Bu benim için büyük bir şanstı. Sadece bir yılda sertifikamı almıştım. Önceleri sadece altyapılarda çalışmayı düşünüyorum, A takımlar beni pek çekmiyordu. Fakat lisansımı aldıktan bir hafta sonra Hiddink beni aradı ve Hollanda Mili Takımı'nda Neeskens ve Koeman'la birlikte yardımcı antrenör olmamı istedi. İyi bir deneyim olabileceğini düşündüm ve kabul ettim. Sonrasında işler farklı gelişti ve Hiddink istifa etti. Bir şekilde Hollanda Futbol Federasyonu bana A Milli Takım Teknik Direktörlüğünü önerdi. Ben de kafamdaki tereddütleri gidermek için Cruyff ve Michels'le konuştum. Her ikisi de riskli bile olsa iyi bir fırsat olduğunu söyledi. Yani aslında ben böyle bir koçluk kariyeri düşünmüyordum. Her şey benim dışımda gelişmişti.”
Teknik direktörlük basamaklarını böyle kestirmeden tırmanmış olmanız ve bu konuda çok hırslı olmamanız sizin için bir avantaj oldu mu?
“Bence bu karakterinizle ilgili. Aslında en iyi yol altyapılarda başlayıp, orada pişip, ondan sonra A takımda teknik adamlık yapmak diye düşünüyordum. Ama Cruyff bana orada da benzer sorunlar yaşayabileceğimi, A takımlara özgü sorunların farklı olabileceğini ve onlarla baş edip edemeyeceğimi ancak A takıma çıktığında anlayabileceğimi söyledi. Hatta bana bazı adamların minik ya da genç takımlara uygun olmadığını, direkt büyük takımlardan başlaması gerektiğini de söyledi. Ben de ikna oldum ve korkmayıp kabul ettim. Ama şunu yaptım; tecrübesizliği kapatabilmek için çok iyi yardımcı hocalar seçtim. Neeskens'i, Kroll'u, Cruyff'u yardımcı koç olarak takıma davet ettim ve iyi bir takım olduk.”
- Zaten siz neredeyse her röportajda teknik ekibin toplam kalitesinin çok önemli olduğunu söylüyorsunuz. Bu yüzden de yardımcı hocalarınızı çok önemsiyorsunuz. Peki, görevleri nasıl bölüşüyorsunuz?
“Aslında teknik adamlar arasında iki ekol vardır. Bazıları yalnız çalışmayı severler, farklı fikirlere pek açık değildirler ve kendi bilgileriyle yetinip dışa kapalı kalmayı tercih ederler. Ben öbür ekoldenim. Takım çalışmasına inanırım. Ne kadar çok bilgi ve farklı fikir gelirse o kadar zenginleştiğimi düşünürüm. Fikir ayrılıkları beni ürkütmez, tersine besler. Nitekim bugüne dek de hep böyle oldu. Ve bundan çok yararlandım. Öyle ki, bazen bir adım geriye çekilip takıma uzaktan bakmaya çalışırım. Eğer iyi bir ekiple çalışmıyorsanız, takımı emanet edeceğiniz güvenli isimler olmazsa bunu yapma lüksünüz yoktur. Arkadaşlarım o kadar iyi ki, benim böyle bir lüksüm var. Onlardan çok yararlanıyorum. Karşıt fikirlerini bile söylemekten çekinmiyorlar ve bu da beni zenginleştiriyor. Tabii ki son kararı ben veriyorum ama bu karar onlarla yaptığımız fikir alışverişi sayesinde olgunlaşıyor.”
- Genç oyuncularla yakından ilgilendiğinizi biliyoruz ve bu da bizi heyecanlandırıyor. Genelde Türkiye genç takımlarda çok başarılıdır ama sonrası bir türlü gelmez. Bunun mental bir problem olduğunu düşünenler de var. Ama sizin gibi büyük isimlerle önemli işler yapılabilir. Genç takımlardaki yetenekler hakkında neler düşünüyorsunuz? Türkiye'nin geleceğini nasıl görüyorsunuz?
“Türkiye'de gelecek vaat eden genç oyuncu çok ve önemli bir potansiyeliniz var. Ama Milli Takım'da ve büyük takımlarda daha fazla forma şansı bulmaları gerekiyor. Bu onların gelişimi açısından çok önemli. Ben Ajax altyapısında büyüdüm. Bizim kuşağın bu kadar başarılı olmasının en büyük nedeni Ajax'ın bize daha 18'imizi doldurmadan forma verilmesidir. Orada büyük tecrübe kazandık. Ben de bu ekolü seviyorum. Çünkü gençler kimliklerini en iyi bu şekilde oturtuyorlar. Benim şansıma Barcelona da böyle bir kulüptü ve orada da gençlere şans vermek imkânımız oldu. Galatasaray'da da durum aynı. Bu yüzden sık sık genç takımla hazırlık maçı oynuyoruz. Özellikle sezon öncesi kampta onlardan çok yararlandık ve pek çoğunu görme fırsatımız oldu. Ama şunu da unutmamak gerek. A takımın teknik direktörü olarak benim asli görevim gençleri takıma kazandırmak değil. Bunu tek başına benim yapmam çok zor, çünkü çok fazla zaman alan bir uğraş bu. Oysa ben A takımla ilgilenmeliyim. İşte bu nedenle bu iş kadro işi. Altyapılarda iyi bir organizasyon, iletişim ve kurumsal yapı kurarsanız o kaynaktan beslenirsiniz. Ama bunu teknik adamın yapması imkânsızdır. Bu ayrı bir uzmanlık alanı, apayrı bir iştir. Nitekim Hollanda'da pek çok gençlik futbol akademisi vardır ve onlar bize raporlama yaparlar. Biz gidip seçmeyiz. Biz sadece yapılmış olanı değerlendirebiliriz.”
- Artık altyapılarda sistem değişiyor. Pek çok takım kendine özgü bir altyapı sistemi kuruyor. Eski sistemler de birer birer çöküyor. Mesela sizce Ajax neden eskisi gibi başarılı değil?
“Zaman değiştikçe yapılar da zorlanıyor. Ben Ajax'ın altyapısında oynarken Ajax dünyanın en iyi takımlarından biriydi. Hal böyle olunca ülkenin en iyi oyuncuları hep Ajax'ta oynamak isterdi. Bu da Ajax'ı diğerlerinden farklı kılardı. Ama artık öyle değil. AZ Alkmaar, PSV, Twente ve Feyenoord da genç takımlara büyük yatırım yaptılar ve aynı pastadan yararlanıyor. Eskisi gibi Ajax suyun başında tek başına değil. Futbol akademileri arasında büyük bir yarışma var. Bu da Ajax'ın gücünü azalttı.”
- Biraz da Galatasaray'a gelişinizi konuşalım. Nasıl ikna oldunuz?
“Aslında tesadüfün de payı var bunda. Çünkü beklenenden kolay oldu. Bildiğiniz gibi ben bir süredir çalışmıyordum ve açıkçası bir süre çalışmak da istemedim. Bu yüzden gelen bütün teklifleri geri çeviriyordum. Galatasaray bana ulaştığında hiçbir takımla görüşmemiştim ve tekliflere açık olduğumu yeni yeni hissetmeye başlamıştım. Birkaç teklif daha vardı ama Galatasaray'la görüştüm. Önce anlaştık gibi oldu, sonra olmadı. Sonra birden yeniden orta yolu bulduk. İyi bir teklif sunmuşlardı ve ben de Türkiye'de çalışma tecrübesini görmek istiyordum. Türkiye'de pek çok yabancı teknik adamın çalıştığını biliyordum. Bu zorluk beni cezp etti. Türkiye'de başarılı olmanın kolay olmadığını da biliyordum ve bu rekabetçi ortam beni çekiyordu. Eğer ciddi anlamda bir rekabet yoksa o lig iyi değildir. Türkiye bu açıdan gayet tatmin edici. Motive olmak, yeni bir şeyler başarmak için iyi bir başlangıç yeri.”
- Euro 2008'deki dört yarı finalistin teknik adamı da Türkiye'de son teknik adamlık deneyimlerinde sözleşmenin bitimini görmeden takımdan ayrıldı. Hiddink, Aragones ve Löw Fenerbahçe'den gönderilmişti. Fatih Terim de Galatasaray'dan ayrılmıştı. Üstelik hepsinin de kariyeri son derece parlaktı. Bu durum sizi korkutmuyor mu?
“Böyle korkulara kapılmak benim tarzım değil. Her görev bir deneyimdir. Ben olaylara negatif pencereden bakmam. Yeni bir kültür, yeni bir tecrübe imkânı varken geçmişe takılmam. Biz ekip olarak burada işimizi yapmaya, bir şeyler başarmaya geldik. Hem bu sadece Türkiye'ye özgü bir şey değil ki. Dünyanın her yerinde neredeyse her hafta bir antrenör işinden oluyor. Bu duruma biraz da böyle bakmak lâzım. Ben bir yandan da şöyle düşünüyorum. Yabancı bir antrenörün ilk geldiği zaman her zaman belli bir kredisi vardır. Saydığınız isimlerin bu ülkede çalışmış olması da bunu gösterir. Tabii ki kolay bir iş yapmıyoruz. Çok çalışmak lâzım. En önemlisi bir mantalite oturtmak, herkesin inandığı bir takım yaratmak gerekiyor. Bunun için enerjik ve pozitif olmak lâzım.”
- Galatasaray'da hedefiniz nedir? Avrupa düzeyinde bir takım yaratma hedefiniz var mı? Misal bir Porto, bir Lyon olabilir mi Galatasaray?
“Daha yolun çok başındayız. Bunları konuşmak için çok erken. Henüz elemeler aşamasındayız. Daha sezon başı antrenmanları bitmedi. Takım düzeni oturmadı. Başlangıçta pek çok şey ters gidebilir. Fiziksel ve teknik olarak iyi bir takım yaratmak için zaman lâzım. Yolun başında bir takım için şimdiden çok büyük hedefler çizmek istemem. Ama şunu da iyi biliyorum, eğer iyi başlarsanız, işler de iyi gider. Her gün üstüne koymalıyız, takım ruhunu yaratmalıyız. Bunu başardıktan sonra gerçekten anlamlı bir şey söyleyebiliriz, ama şimdi değil.”
- Siz de total futbol okulunun, hücum futbolu okulunun takipçilerinden sayılırsınız. Sacchi ve Cruyff'tan kalma bir miras gibi bu. Ama her yeni takım yeni bir oluşum demek. Siz hangisini tercih edersiniz genelde? Takımın yapısına göre bir taktik mi, taktiğe göre bir takım mı?
“Evet, ben hücum futbolu ekolündenim. Ama günümüz futbolunda atak yapmayı seven her takımın ortaya önce iyi bir organizasyon şeması koyması gerekiyor. Artık sadece atak oynamak çok tehlikeli olabiliyor. Onun yerine organize bir takım olmak daha önemli. Futbolda tabii ki öncelikli olan kazanmak. Ama taraftarlar sadece kazanmak istemez, iyi futbol da görmek ister. Takımlarına bir kimlik atfetmek ister. Sahada gurur duyacakları bir yapı olsun ister. Bu da genelde iyi oynayan takımların başarabileceği bir şeydir. Burası bence çok önemli. Tabii ki körü körüne bir hücum takımından bahsetmiyorum. Organize bir oyun planından bahsediyorum. Teknik kapasitesi yüksek, uyumlu, organizasyonu sağlam bir takım yaratmak. Tıpkı Ajax, Milan ve Barcelona gibi. Futbol tarihine baktığınızda pek çok kupa kazanmış takım vardır. Ama aralarından sadece iyi futbol oynayanlar akılda kalır. Sıkıcı ve renksiz oyunla kazananlar tarihe yazılır ama hafızalara yazılmaz. Bu oyunun güzelliğini ortaya çıkarmak gerek. Bu da ancak iyi bir planlamayla olur.” s,geneva;"> TAKIMDAN MEMNUN
- Galatasaray'ın kadro yapısını nasıl buluyorsunuz? Sizin kafanızdaki organizasyona uygun bir takım mı bu?
“Daha yolun başındayız. Bir şey söylemek için erken. Her yeni teknik direktör ilk geldiği zaman bazı değişiklikler yapar. Sorun oyuncuların bu değişikliklere ve taleplere vereceği tepkidir. Görünen o ki, şu anda bizim ne yapmak istediğimizi oyuncularımız anlıyor. Bu da iyi bir başlangıç demek. Her antrenman sonrası daha güçlü ve daha uyumlu bir kadro olmaya başladığımızı düşünüyorum. Takım algımız da yavaş yavaş oturuyor. Sahada nasıl organize olacağımız yavaş yavaş şekilleniyor. Bu süreci ne kadar çabuk tamamlarsak o kadar az enerji harcarız ve o kadar kolay sonuç alırız. Şu ana dek takımdaki oyun anlayışı ve isteklilikten memnunum.”
- Bugüne kadar hep takım oyununu bireyselliğin önüne koydunuz. Verdiğiniz tüm röportajlarda aynı vurgu var. Yıldızlardan ziyade takım oyununu öne çıkarıyorsunuz. Hatta yılın futbolcusu gibi ödüllere de karşısınız. Onun yerine en iyi defans, en iyi orta saha, en iyi atak hattı gibi ödülleri tercih ediyorsunuz. Oysa biz Türkiye'de yıldızları severiz. Siz takım uyumundan bahsediyorsunuz, biz Keita'ları, Arda'ları parlatmaya çalışıyoruz. Bu durumu nasıl yorumluyorsunuz?
“Bu oyunu seven herkes gibi ben de yıldızları severim. Çünkü oyunda fark yaratanlar onlardır. Bununla ilgili hiçbir problemim olmaz. Tersine iyi oyuncuları herkes gibi ben de severim. Ama şöyle bir anlayışa sahibim. Futbolda oyuncular arasında eşitlik vardır. Birinin katkısını diğerinin çok üstüne çıkartmak doğru değildir. Eğer takımda herkes yapması gerekeni iyi yaparsa, yıldızlar da daha rahat öne çıkar. Eğer takım organize bir şekilde hücum ederse yıldızlar kendini daha rahat gösterir. Eğer takım oyunu aksarsa yıldızlar da tökezler. Yıldızı takım parlatır. Umarım biz de takım olarak iyi performans gösteririz ve yıldızlarımızı öne çıkarmayı başarırız. İyi futbol göstermek için iyi takım olmanız şart. Herkesin kendine oynadığı bir takım başarısızlığa mahkûmdur.”
- Yine de ben size Arda'yı sormak istiyorum. Türkiye'de herkesin gözdesi o. Türk futbolunun geleceği gözüyle bakılıyor. Bu yüzden kulüp de ona kaptanlık pazubandını verdi. Arda'nın bu şekilde öne çıkışını nasıl değerlendiriyorsunuz?
“Bir oyuncu iyiyse iyidir. Bu gerçeği değiştiremezsiniz. Ama iyi oyuncu olmak aslında güçlü olmak da demektir. Size yönelik ilgiyle, üzerinizdeki baskıyla baş edebilmek demektir. Ne kadar yetenekli olursanız olun, şöhretle baş edemiyorsanız gerisi gelmez. İnsanların Arda'dan bahsetmesinden daha doğal bir şey olamaz. Çünkü o gerçekten müthiş bir oyuncu. Ama daha çok genç ve bence çok daha iyi olabilir. Bunun başarmak için ne kadar övgü alırsa alsın alçakgönüllü olmaya devam etmeli ve çok daha fazla çalışmalı. Bu hayatı normalleştirmenin en iyi yolu budur. Arkadaşlarıyla uyumlu olmaya devam etmek, sahada iyi pozisyon almak ve takımın bir parçası olmak…”
- Genelde çok yönlü oyuncuları daha çok seviyorsunuz. Birkaç pozisyonda birden oynamak, dönerek oynamak sizin oyun planınızın bir parçası. Zaten vakti zamanında siz de birkaç pozisyonda birden oynardınız. Galatasaray'da da böyle oyuncular mı öne çıkacak?
“Hayır, bu şart değil. Tabii ki birkaç pozisyonda oynayan oyuncular takım içinde farklı varyasyonlar yaratma şansı veriyor. Ama bazı oyuncular mevkii değişince çok olumsuz tepkiler de verebiliyor. Bu yüzden böyle bir şart koymak anlamsız. Burada takımın ihtiyaçları belirleyicidir.”
TÜRK FUTBOL KİMLİĞİ
- Her ülkenin kendine has bir futbol anlayışı vardır. Klişelerle konuşursak Almanya mücadeleci, İngiltere hızlı, İtalya taktik odaklı, İspanya fiyakalıdır. Siz bu bağlamda Türk futbolunu nasıl tanımlarsınız. Hangisine daha yakınız?
“Aslında her şeyden biraz var Türk futbolunda. Ama hiçbir şey tam yok. Bu işi hem zorlaştırıyor hem de komplike hale getiriyor. Daha çok tepkisel bir oyununuz var. Karşı takıma göre taktikler belirleniyor. Kalite, güç aslında üç aşağı beş yukarı aynı. Ama Türkiye'yi farklı kılan şey biraz da şu; işler kötü gittiğinde bir anda oyun mantalitesi kaybolabiliyor. Yürekten oynayan oyuncu sayınız çok. Ama bu bazen aklı devre dışı bırakıyor. Herkes kendi başına maçı çevirmeye kalkıyor. O zaman da bütünlük kayboluyor. Türk futbol kimliğini tanımlasak kesinlikle yetenek var deriz, ruh var deriz, mücadele var deriz. Ama hepsi bir anda ortaya çıkabiliyor. Bir anda herkesi defansta, sonra bir anda herkesi hücumda görebiliyorsunuz. Bu biraz dağınıklık yaratıyor. Takım oyununda asıl olan dengeli olabilmektir. Ne olursa olsun pozisyon alışınızı, soğukkanlılığınızı kaybetmemeniz gerekiyor. Sanki bu konuda bir eksiklik var gibi. Coşku konusunda hiçbir sıkıntı yok, ama bazen o coşku bozucu bir etki de yarabiliyor.”
- Oyuncuları nasıl tanımlarsınız? Genel futbolcu karakteristiğinde neler var?
“Futbolun güzelliği basitliğinde gizlidir. Bu oyunu ne kadar basit oynarsanız o kadar iyi oynarsınız. Ama bu o kadar da kolay bir şey değildir. Bunun için egoların törpülenmesi, herkesin paylaşıma açık olması gerekir. İyi bir orta saha oyuncusu top ayağına gelmeden birkaç hamle sonrasını düşünür. Driplingden önce buna kafa yorar. Kendini öne çıkarmaktansa oyunun yönünü belirlemeyi tercih eder. Genel olarak Türk futbolcular bunu pek yapmıyor. Topla birlikte hareketlenmeyi, driplingi çok seviyorlar. Oysa ne kadar adam geçerseniz geçin, takım oyunu her zaman sizi daha iyi parlatır. Dediğim gibi, bireysel yetenekler kendine oynayarak çıkmaz, takımın bir parçası olduğunuzda çıkar. Her takımda birkaç tane top sürmeyi seven oyuncu olur, ama bu rakam 5'e, 6'ya çıkarsa iyi olmaz. Dripling takımı yavaşlatan, genel tempoyu düşüren bir şeydir. Daha hızlı oynamak için pas yaparak oynamak şarttır. Hareketli ve hızlı olmak bugünün futbolunun en önemli özelliğidir. Yaratıcı olmak için ille de topla gezmek zorunda değilsiniz.”
- Bir teknik adamın sahada istediklerini görmesi, kafasındakileri takıma yansıtabilmesi için ne kadar zaman ihtiyacı vardır?
“Böyle bir zaman vermek doğru değil. İki nedenle. Hem muhtemel başarıyı ertelemiş oluyoruz. Hem de bir zaman sonra her şey mükemmel olacak gibi bir vaatte bulunuyoruz. Böyle bir şey yok. Teknik adamın etkisi hemen de hissedilir, ama zamanla da takım oturmaya başlar. Her gün gelişir takım ve bu hiç bitmek bilmez bir süreçtir. Üstelik bu sadece teknik adamın elinde de değildir. Asıl olarak oyuncuların ne yapacağı önemlidir. Ne kadar uyum gösterecekler, sisteme ne kadar uyacaklar, ne kadar gelişme gösterecekler? Bunlar önemli faktörler.”
- Kısa, orta ve uzun vadeli planlar yapıyor musunuz? Buraya gelirken böyle bir vaat da aldınız mı? Uzun dönemli çalışma planlarınız var mı? Biz Türkiye'de uzun dönemli kontratını tamamlayabilen çok az teknik adam tanıyoruz. Ama sizin bunu başarabileceğinizi umuyoruz.
“Teknik adam olarak uzun dönemli planlar yapma lüksünüz yoktur. Hep kısa dönemli planlar yapmak zorundasınızdır. Çünkü ne kadar kalacağınızı siz belirleyemezsiniz. Bu yüzden ilk hedefim önemli şeyler başarmak olacak. Sonrasını sonra düşüneceğiz. Çünkü bugünden belirlemek imkânsız. İyi bir kimya yakalar, umduğumuz oyunu ortaya koyarsak, bu kamuoyuna da sirayet ederse, bir şeyler başarmaya başlamış oluruz. Bu da daha uzun dönemli işler için size düşünme fırsatı yaratır. Ama unutmayalım ki, bir teknik adamın bir kulüpte ne kadar kalacağı sadece ona değil, oyunculara, ama en çok da yönetime bağlıdır. Beklentileri karşılayamadığınız sürece uzun dönemli kontratların bir anlamı yoktur.”
- Başarılı bir teknik adam olmanın bir sırrı var mı peki? “Bunun formülü yok. Bazen oyuncular, bazen halkla ilişkiler, bazen kulüp içi ilişkiler, bazen taktik, bazen basın sizi öne çıkarır. Hepsini iyi götürmek zorundasınız ki, kolay iş değil.” Kaynak: DHA
quote:
- Her ülkenin kendine has bir futbol anlayışı vardır. Klişelerle konuşursak Almanya mücadeleci, İngiltere hızlı, İtalya taktik odaklı, İspanya fiyakalıdır. Siz bu bağlamda Türk futbolunu nasıl tanımlarsınız. Hangisine daha yakınız?
“Aslında her şeyden biraz var Türk futbolunda. Ama hiçbir şey tam yok. Bu işi hem zorlaştırıyor hem de komplike hale getiriyor. Daha çok tepkisel bir oyununuz var. Karşı takıma göre taktikler belirleniyor. Kalite, güç aslında üç aşağı beş yukarı aynı. Ama Türkiye'yi farklı kılan şey biraz da şu; işler kötü gittiğinde bir anda oyun mantalitesi kaybolabiliyor. Yürekten oynayan oyuncu sayınız çok. Ama bu bazen aklı devre dışı bırakıyor. Herkes kendi başına maçı çevirmeye kalkıyor. O zaman da bütünlük kayboluyor. Türk futbol kimliğini tanımlasak kesinlikle yetenek var deriz, ruh var deriz, mücadele var deriz. Ama hepsi bir anda ortaya çıkabiliyor. Bir anda herkesi defansta, sonra bir anda herkesi hücumda görebiliyorsunuz. Bu biraz dağınıklık yaratıyor. Takım oyununda asıl olan dengeli olabilmektir. Ne olursa olsun pozisyon alışınızı, soğukkanlılığınızı kaybetmemeniz gerekiyor. Sanki bu konuda bir eksiklik var gibi. Coşku konusunda hiçbir sıkıntı yok, ama bazen o coşku bozucu bir etki de yarabiliyor.”
O kadar iyi anlatmışki bizim Türk futbolunu, helal olsun.
Çok güzel bir röportaj olmuş. Sorulara cevapları,yaptığı tespitler çok doğru.
Dün bir konuda eleştirmiştim. O konuyada açıklık getirmiş. "Burada takımlar her maça farklı hazırlanıyor, karşısındaki takıma göre taktik belirliyor" demiş. Ben aynı şeyi Rijkaard'ta da görmek isterim, ama kendisi takıma göre taktik belirlemek yerine kendi takımına taktiğini öğretmeye çalışıyor. Bu da oturunca sanırım Galatasaray'a göre taktik uygulayan takımların pek şansı kalmayacak.